12/15/2010

Musibetlerin Hikmetleri

MUSİBETLERİN SEBEB VE HİKMETLERİ


GİRİŞ.. 2


İMANİ NOKTA-İ NAZAR İLE MUSİBETLER.. 3


ZAHİREN ÇİRKİN HADİSELERİN ALTINDAKİ HAYIR VE GÜZELLİKLER 4


FELSEFE GÖZLÜĞÜ VE İMAN GÖZLÜĞÜ İLE BAKIŞ FARKLARI 5


İMAN VE KÜFÜR NAZARIYLA DÜNYA. 7


HASTALIK VE SAİR BEŞERİ MUSİBETLERDEKİ HİKMETLER 8


MUSİBETLERLE İNSANIN TEKAMÜLÜ.. 9


CESARETİN DE KAYNAĞI İMANDIR.. 10


AZGIN DİN DÜŞMANLARINA İNEN İLAHİ GAZAB 11


AZGIN İNKARCILAR KAİNATI HİDDETE GETİRİYOR 11


DİNE HÜCUM EDEN AZGINLAR HAKKINDA BİR AYET 13


AZGIN VE SEFİHLERE MUSALLAT EDİLEN DABBET-ÜL ARZ 13


MUSİBETLERİN GELMESİNDE MÜ’MİNLERİN HATALARININ PAYI 14


İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA İLAHÎ CEZA NOKTASI 15


RUSYA’YA İNEN SEMAVÎ TAŞLAR.. 16


BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAKİ MAĞLUBİYETİMİZİN MANEVÎ SEBEBLERİ 17


AZGIN VE DİNSİZ AVRUPA ZALİMLERİNE GELEN MUSİBETLER 18


“Ondördüncü Sözün Zeyli 19


ZELZELELER VE DİĞER HADİSELER TESADÜFİ DEĞİLDİR 22


KUR’AN HAKİKATLARINA YAPILAN HÜCUMLAR MUSİBET VE BELAYI CELBEDER 24


ZINDIKLARIN NUR’A HÜCUMU ZELZELEYE SEBEBİYET VERİR 26


MUSİBETLERİN MÜ’MİNLERE GELMESİNDEKİ BİR HİKMET 27


DOSTLARIN HATALARI İLAHÎ TOKADA MÜSTEHAK EDER 28


DECCALİYETİN YAYDIĞI SEFAHET VE GÜNAHLAR 30


KU’RAN VE HADİSTE, AZGIN ZALİMLERE GELEN CEZALAR 32


SONSÖZ. 35


Netice: 35




GİRİŞ
Her şeyde olduğu gibi zelzele, hastalık, sel felaketi, savaşlar, yangınlar gibi her türlü musibetler için dahi en önemli husus, nokta-i nazardır. Yani bakış tarzı, yani isabetli değerlendirmedir.


Evet, beşer aleminde, biri ilâhî, diğeri beşerî olarak iki nokta-i nazar vardır. İlahî nokta-i nazar: Allah’ın (c.c.) yarattığı varlıklar ve hadiseleri, O’nun takip ettiği maksad ve hikmetleri nazara alarak değerlendirmektir. Bilhassa esma-i İlahiyeye ve ahiretteki sonsuz hayata bakan gayelere göre düşünmek, yani Kur’an’dan alınan ilim ve iman nazarıyla bakmak, is abetli ve selametli tek yoldur.

Evet, her şeyi, karanlıklı, felaketli ve korkunç veya saadetli, hikmetli, nurlu ve neşeli gösteren mezkür iki nokta-i nazar, insan aleminde manevî cehennem veya cennet vesilesi olduğundan, mevzuya girmeden önce bir miktar bu nokta-i nazar üzerinde durulacaktır. Şöyle ki:


Kur’an’a dayanmayan beşerî ve dünyevi nazar ve anlayış, her şeye dünyevî menfaat ve lezzetinin derecesi nisbetinde iyiliğine, zarar ve elemine göre de kötülüğüne hükmeder. Halbuki insanların beğendiği, hoşlandığı çok şeyler var ki, Kur’an onları beğenmez ve insanların hoşlanmadığı çok şeyler de var ki Kur’an onların menfaatli olduğunu bildirir. Mesela Kur’an’ın, (2/216), (3/180), (4/19.) ayetleri örnek verilebilir.


İMANİ NOKTA-İ NAZAR İLE MUSİBETLER
Bediüzzaman Hazretleri dehşetli dinsizlik cereyanının tahrikiyle işkenceli hapishanelere düşen talebelerine, manevî ve uhrevî faideler nokta-i nazarıyla diyor ki:


“Risale-i Nur'dan tam ders alan ve dünya fâni ve ticaretgâh olduğunu bilen ve herşeyi imanı ve âhireti için feda eden ve bu dershane-i Yusufiyedeki([1]) muvakkat sıkıntıların daimî lezzetler ve faideler vereceklerine inanan sizin gibi ihlaslı zâtlara acımak ve rikkatten ağlamak haletini, tebrik ve sebatınızı gayet istihsan ve takdir etmek haletine çevirdi. Ben de ‘Elhamdü lillahi alâ külli hal sival küfri veddâlal’ dedim. Bana ait bu faideler gibi hem uhuvvetimizin, hem Risale-i Nur'un, hem ramazanımızın, hem sizin bu yüzde öyle faideleri var ki, perde açılsa, "Ya Rabbena! Şükür. Bu kaza ve kader-i İlahî, hakkımızda bir inayettir." dedirtecek kanaatım var.


Hâdiseye sebebiyet verenlere itab([2]) etmeyiniz. Bu musibetin geniş ve dehşetli plânı çoktan kurulmuştu, fakat manen pek çok hafif geldi. İnşâallah çabuk geçer.


‘Ve asâ en tekrehü şey en ve hüve hayrün leküm’([3]) sırrıyla müteessir olmayınız.


Said Nursî” (Şualar: 294)


Bu parçada ifade edilen büyük sıkıntıyı ve eziyetli yolu tercih ettiren ancak imanî nokta-i nazardır. Halbuki, dünyevî nokta-i nazar, bu meşakkatli yolu tercih etmeyi, akla aykırı görür. İşte peygamberler ve ümmetlerinin hali ve onlara isyan edenlerin durumları, bu hakikatın en berrak delil ve manzarasıdır.


Aynı hakikatı te’yid eden Üstad’ın diğer bir mektubu da aynen şöyledir:


“Aziz, sıddık kardeşlerim! ‘el hayrü fîmahterehüllahü’([4]) ve ‘ve asâ en tekrehü şey en ve hüve hayrün leküm’([5]) sırrıyla, Risale-i Nur'un en mahrem parçaları, en nâmahremlerin ellerine geçmek ve en mütekebbirlerin başlarına vurmak ve en baştakilerin yanlışlarını göstermek için "sırran tenevverat" perdesinden çıktı. Şimdiye kadar mes'ele küçültülmek isteniliyordu. Fakat nasılsa bildiler ki; mes'ele pek büyüktür ve ehemmiyetle celb-i dikkat ise([6]) Risale-i Nur'un parlak fütuhatına ve düşmanlarına da hayretle kendini okutmasına yol açar. Hattâ Eskişehir Mahkemesindeki çok mütemerridleri ve mütehayyirleri ve muhtaçları tenvir edip kurtardı, o zahmetimizi rahmete çevirdi. İnşâallah bu defa daha geniş bir sahada, daha çok mahkemeler ve merkezlerde o kudsî hizmeti görecek...


Sizin tahliyeniz bu hakikata zarar vermez; fakat benim beraatım, zarardır. Umum âlem-i İslâmı alâkadar eden bir hakikatın hatırı için değil yalnız dünya hayatını, belki lüzum olsa uhrevî hayatımı ve saadetimi dahi ehl-i imanın Risale-i Nur ile saadetleri için feda etmeyi nefsim de kabul ediyor.”(Şualar sh: 324)


Bu mektuplarda açıkça görülüyor ki, dine hizmet yolunda çekilen müdhiş eziyetler başta rıza-yı İlahî’yi kazanmak olarak uhrevî faydalarından dolayı bir ihsan-ı ilahî diye tavsif ediliyor ve şükrediliyor ve memnun olunuyor. Yani musibetlere dünyevî hayat nokta-i nazarıyla değil, uhrevî hayat nokta-i nazarıyla bakılıyor. Böylece dünyada İlâhî imtihan kazanılıyor.


ZAHİREN ÇİRKİN HADİSELERİN ALTINDAKİ HAYIR VE GÜZELLİKLER
Bahsimiz olan nokta-i nazarın kevnî hadisata, yani şuunat-ı İlahiye’ye bakan Risale-i Nur’daki örneklerinden biri de ‘ahsene külle şeyin halekahü’ ([7]) ayetidir. Şöyle ki:


“Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün[8] ciheti vardır. Evet kâinattaki herşey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zahirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:


Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebatatın tebessümleri saklanmış ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazîn firak perdeleri arkasında tecelliyat-ı celaliye-i Sübhaniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tazibinden muhafaza etmek için nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin taze güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok manevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemasız kalan birçok istidad çekirdekleri, zahirî çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılablar ve küllî tahavvüller, birer manevî yağmurdur. Fakat insan, hem zahirperest,([9]) hem hodgâm([10]) olduğundan zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki eşyanın insana aid gayesi bir ise, Sâniinin esmasına aid binlerdir.” (Sözler sh: 231)


Bu beyanatta, İlahî hikmet nokta-i nazarı ile, beşerî nokta-i nazar, pek zâhir olarak ifade edilmiştir. İnsan kendi hayat anlayışını bu İlâhî hikmet nokta-i nazarına uydurmaya çalışmazsa, kâinat hadiseleri altında ezilir.


Her şeye ve hadiselere iman ve ilahî hikmet nazarıyla bakmayan insanları ikaz eden Bediüzzaman Hazretlerinin şu izahları da dikkat çekicidir:


“Hiç bir insanın Cenab-ı Hakk'a karşı hakk-ı itirazı yoktur ve şekva ve şikayete de haddi yoktur. Çünki şikayet eden ferdin hilaf-ı hevesini iktiza([11]) eden nizam-ı âlemde binlerce hikmet vardır. O ferdi irza etmekte, o bin hikmetin iğdabı vardır. Bir ferdi razı etmek için, bin hikmet feda edilemez.


‘ve levi’t tebea’l hakku ehveehüm lefesedeti’s semavatü ve’l ardü’ ([12])


Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider.


Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet nıkmet([13]) olmasın. Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için, felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin!..” (Mesnevi-i Nuriye sh: 192)


“Hem insanın hodgâm hevesatı ve süflî ve akibeti görmeyen hissiyatı, kâinatta cereyan eden rahmaniyet ve hakîmiyet ve rububiyet kanunlarına mikyas ve mehenk ve mizan[14] olamaz. Kendi âyinesinin rengine göre görür. Merhametsiz siyah bir kalb; kâinatı ağlar, çirkin, zulüm ve zulümat suretinde görür. Fakat iman gözüyle baksa; yetmiş güzel hulleleri giymiş bir cennet hurisi gibi, rahmetler ve hayırlar ve hikmetlerden dikilmiş yetmiş binler güzel libasları birbiri üstüne giymiş, daima güler, rahmetle tebessüm eder bir insan-ı ekber ve ondaki insan nev'ini bir kâinat-ı suğra([15]) ve herbir insanı bir âlem-i asgar müşahede eder.” (Şualar sh: 611)


FELSEFE GÖZLÜĞÜ VE İMAN GÖZLÜĞÜ İLE BAKIŞ FARKLARI
Evet, Bediüzzaman Hazretleri dinden kopuk beşerî düşünce diye ifade edilebilen menfi felsefenin bakış tarzı hakkında diyor ki:


“Felsefe, her şeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. İman ise, her şeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nuranî bir gözlüktür.” (Şualar: 753)


Yine aynı bahsin devamında bütün alem ve hadisatına iman ve felsefe nazarıyla bakan değerlendirme tarzlarının harika mukayeseleri şöyle nazara veriyor:


“Bütün mahlukatla alâkadar ve herşeyle bir nevi alış-verişi olan ve kendisini abluka eden şeyler ile lafzan ve manen görüşmek, konuşmak, komşuluk etmeye hilkaten mecbur olan insanın sağ, sol, ön, arka, alt, üst olmak üzere altı ciheti vardır.


İnsan mezkûr iki gözlüğü gözüne takmakla, mezkûr cihetlerde bulunan mahlukatı, ahvali görebilir.


Sağ Cihet: Bu cihetten maksad, geçmiş zamandır. Binaenaleyh felsefe gözlüğü ile sağ cihete bakıldığı zaman, mazi ülkesinin kıyameti kopmuş, altı üstüne çevrilmiş, karanlıklı, korkunç büyük bir mezaristanı andıran bir şekilde görünecektir. Ve bu görünüşte insan pek büyük bir dehşete, vahşete, me'yusiyete maruz kaldığında şübhe yoktur. Fakat iman gözlüğü ile o cihete bakıldığı zaman, hakikaten o ülkenin altı üstüne çevrilmiş bir şekilde görünürse de, fakat can telefi yoktur. Mürettebatı, sâkinleri daha güzel, nuranî bir âleme nakledilmiş oldukları anlaşılıyor. Ve o kabirler, çukurlar da, nuranî bir âleme girmek için kazılan yeraltı tünelleri şeklinde telakki edilecektir. Demek imanın insanlara verdiği sürur, ferahlık, itminan, inşirah, binlerce "Elhamdülillah" dedirten bir nimettir.


Sol Cihet: Yani, gelecek zamana felsefe gözlüğü ile bakıldığı zaman; bizleri çürütecek, yılan ve akreplere yedirip imha edecek, zulümatlı, korkunç, büyük bir kabir şeklinde görünecektir. Fakat iman gözlüğü ile bakılırsa Cenab-ı Hakk'ın Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm'in insanlara ihzar ettiği çeşit çeşit nefis, leziz me'kûlât ve meşrubata[16] zarf olan bir maide ve bir sofra-i Rahmanî şeklinde görünecektir. Ve binlerce "Elhamdülillah" okutturarak tekrar ettirecektir.


Üst Cihet: Yani, semavat cihetine felsefe ile bakan bir adam, şu sonsuz boşlukta, milyarlarca yıldız ve kürelerin at koşusu gibi veya askerî bir manevra gibi yaptıkları pek sür'atli ve muhtelif hareketlerinden büyük bir dehşete, vahşete, korkuya maruz kalacaktır. Fakat imanlı bir adam baktığı vakit o garib, acib manevranın bir kumandanın emri ile nezareti altında yapıldığı gibi; semavat âlemini tezyin eden ve o yıldızın bize de ziyadar kandiller şeklinde olduklarını görecek ve o atlar koşusunda korku, dehşet değil, ünsiyet ve muhabbet edecektir. Âlem-i semavatı şöylece tasvir eden iman nimetine elbette binlerce "Elhamdülillah" söylemek azdır.


Alt Cihet: Yani, arz âlemine felsefe gözü ile bakan insan; küre-i arzı başıboş, yularsız, şemsin etrafında serseri gezen bir hayvan gibi veya tahtası kırık, kaptansız bir kayık gibi görür ve dehşete, telaşa düşer. Fakat iman ile bakarsa, arzın Rahmanî bir sefine olup, Allah'ın kumandası altında bütün me'kûlât, meşrubat, melbusatı ile beraber, nev'-i beşeri tenezzüh için şemsin etrafında gezdiren bir sefine şeklinde görür. Ve imandan neş'et eden şu büyük nimete büyük büyük "Elhamdülillah"ları söylemeğe başlar.


Ön Cihet: Felsefeci bir adam bu cihete bakarsa görür ki: Bütün canlı mahlukat -insan olsun, hayvan olsun- kafile be-kafile büyük bir sür'atle o cihete gidip kaybolurlar. Yani, ademe gider, yok olurlar. Kendisinin de o yolun yolcusu olduğunu bildiğinden, teessüründen çıldıracak bir hale gelir. Fakat iman nazarıyla bakan bir mü'min, insanların o cihete gidişleri, seyahatları adem âlemine değil, göçebeler gibi bir yayladan bir yaylaya bir intikaldir. Ve fâni menzilden bâki menzile, hizmet çiftliğinden ücret dairesine, zahmetler memleketinden rahmetler memleketine göç etmek olup, adem âlemine gitmek değil diye bu ciheti memnuniyetle karşılar. Fakat yol esnasında ölüm, kabir gibi görünen meşakkatlar netice itibariyle saadetlerdir. Çünki, nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ: Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha'nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur. Ve keza, rahm-ı maderden dünyaya gelen çocuk, mahud tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nâil oluyor.


Arka Cihet: Yani geride gelenlere felsefe nazarı ile bakılsa; "Yahu bunlar nereden nereye gidiyorlar ve ne için dünya memleketine gelmişlerdir?" diye edilen suale bir cevab alınamadığından -tabiî- hayret ve tereddüd azabı içinde kalınır.


Fakat nur-u iman gözlüğü ile bakarsa, insanların kâinat sergisinde teşhir edilen garib acib kudretin mu'cizelerini görmek ve mütalaa etmek için Sultan-ı Ezelî tarafından gönderilmiş mütalaacı olduklarını anlar. Ve bunlar o mu'cizenin derece-i kıymet ve azametine ve Sultan-ı Ezelî'nin azametine derece-i delaletlerine kesb-i vukuf ettikleri nisbetinde derece ve numara aldıktan sonra yine Sultan-ı Ezelî'nin memleketine dönüp gideceklerini anlar ve bu anlayış nimetini kendisine îras eden iman nimetine "Elhamdülillah" diyecektir.


Mezkûr zulmetleri izale eden iman nimetine "Elhamdülillah" diye edilen hamd dahi bir nimet olduğundan, ona da bir hamd lâzımdır. Bu ikinci hamda da üçüncü bir hamd, üçüncüye dördüncü hamd lâzım. ‘ve helümme cerren’ Demek bir hamd-i vâhidden doğan hamdlerden ibaret gayr-ı mütenahî bir silsile-i hamdiye husule geliyor.” (Şualar sh: 753-755)


Bu mevzu Şualar adlı eserde (Birinci Nokta) dan sonra (Dokuzuncu Nokta) ile tamamlanır.


İMAN VE KÜFÜR NAZARIYLA DÜNYA
Bediüzzaman Hazretleri, iman ve küfür nazarıyla görünen dünyayı da şöyle tasvir eder:


“Sonra muazzam bir perde daha açıldı, âlem-i Arz([17]) göründü. Felsefenin karanlıklı kavanin-i ilmiyeleri,([18]) hayale dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha sür'atli bir hareketle, yirmibeşbin sene mesafeyi bir senede devreden ve her vakit dağılmağa ve parçalanmağa müstaid ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yaşlı Küre-i Arz içinde, âlemin hadsiz fezasında seyahat eden bîçare nev'-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı. Birden Hâlık-ı Arz ve Semavat'ın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabb-üs Semavati Vel-Arz ve Müsahhir-üş Şemsi Vel-Kamer isimleri; rahmet, azamet, rububiyet burcunda tulû' ettiler. O âlemi öyle nurlandırdılar ki; o halette bana Küre-i Arz gayet muntazam, müsahhar, mükemmel, hoş, emniyetli bir seyahat gemisi tenezzüh ve keyf ve ticaret için müheyya edilmiş bir şekilde gördüm.” (Mektubat sh: 410)


Risale-i Nur’da ehemmiyetine binaen pek çok yerlere serpilen ve çeşitli makamlarda ve muhtelif tasviratla yazılan ve insanın düşünce ufkunu açan nokta-i nazarlar var. Evet, kâinat sahibinin yarattığı kâinat hakkındaki ihata-i mutlaka ve isabet-i mutlaka ile cezalet-i beyaniyesini tazammun eden Kur’anî nokta-i nazara karşı, beşerî nokta-i nazarın sönüklüğünü gösteren Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:


“Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman;([19]) vahdete, âhirete, uluhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i Usûl-üd Din ve ülema-i İlm-i Kelâm'ın[20] makasıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.


İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakikî hikmet olan ulûm-u âliye-i İlahiye ve uhreviyede[21] o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkikîn-i İslâmiyeyi, hükemalara[22] nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler.


Hem bir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-ı kat'iyyesi, Kur'anın hakaik-i kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ damenine erişemez. Nümune olarak bir misal zikrederiz:


Meselâ, Küre-i Arz ehl-i hikmet nazarıyla bakılsa hakikatı şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur'an nazarıyla bakıldığı vakit -Onbeşinci Söz'de izah edildiği gibi- hakikatı şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan; en câmi', en bedi' ve en âciz, en aziz, en zaîf, en latif bir mu'cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin; semaya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber manen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi.. bütün mu'cizat-ı san'atının meşheri, sergisi.. bütün tecelliyat-ı esmasının mazharı, nokta-i mihrakıyesi.. nihayetsiz faaliyet-i Rabbaniyenin mahşeri, ma'kesi.. hadsiz hallakıyet-i İlahiyenin hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva'-ı sagiresinden cevvadane icadın medarı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür'atle işleyen tezgâhı ve menazır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besatîn-i daimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.


İşte Arzın bu azamet-i maneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'an-ı Hakîm; semavata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan Arzı, bütün semavata karşı küçücük kalbi, büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semavatı bir kefede koyuyor, mükerreren ‘rabbü’s semavati ve’l ardi’ diyor. İşte sair mesaili buna kıyas et ve anla ki: Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur'anın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için, ayrı ayrı görünür.” (Sözler sh: 350)


HASTALIK VE SAİR BEŞERİ MUSİBETLERDEKİ HİKMETLER
Şimdi de beşer alemindeki ahvale bakış tarzına geçiyoruz. Evet, hastalıklarda ve dolayısıyla da bütün beşerî musibetlerde dinî nokta-i nazarla uhrevî fayda ve güzellikler göründüğünü ve bu güzelliğin dünyevî hayatı da saadetlendirdiğini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, Kuran’dan aldığı tesellileri şöyle ifade eder:


“İnsan bu dünyaya keyf sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahiddir. Hem insan, zîhayatın en mükemmeli, en yükseği ve cihazatça en zengini, belki zîhayatların sultanı hükmünde iken, geçmiş lezzetleri ve gelecek belaları düşünmek vasıtasıyla, hayvana nisbeten en edna bir derecede, ancak kederli, meşakkatli bir hayat geçiriyor. Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür. Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getirmek istemiyor, sermaye-i ömrünü bâd-i heva boş yere sarfettiriyor. Hastalık ise, birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: "Lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan." İşte hastalık bu nokta-i nazardan hiç aldatmaz bir nâsih ve ikaz edici bir mürşiddir. Ondan şekva değil, belki bu cihette ona teşekkür etmek; eğer fazla ağır gelse, sabır istemek gerektir.” (Lem’alar sh: 206)


“Ey âh ü enin eden hasta! Hastalığın suretine bakıp âh! eyleme. Manasına bak oh! de. Eğer hastalığın manası güzel birşey olmasa idi, Hâlık-ı Rahîm en sevdiği ibadına hastalıkları vermezdi. Halbuki hadîs-i sahihte vardır ki:


‘eşeddü’n nasi belâen el enbiya ü sümme evliya ü el emselü fel emselü’ ([23]) -ev kema kal- yani: "En ziyade musibet ve meşakkate giriftar olanlar, insanların en iyisi, en kâmilleridirler." Başta Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm, enbiyalar sonra evliyalar ve sonra ehl-i salahat çektikleri hastalıklara birer ibadet-i hâlisa, birer hediye-i Rahmaniye nazarıyla bakmışlar; sabır içinde şükretmişler. Hâlık-ı Rahîm'in rahmetinden gelen bir ameliyat-ı cerrahiye nev'inden görmüşler. Sen ey âh u fizar eden hasta! Bu nuranî kafileye iltihak etmek istersen, sabır içinde şükret.” (Lem’alar sh: 213)


MUSİBETLERLE İNSANIN TEKAMÜLÜ
Keza yağmurun, çekirdeklerin neşv ü nemasına sebebiyet verdiği gibi çeşitli musibetlerin yaşanmasıyla da insanın tekamül ettiğini belirten ve musibetlere bu nokta-i nazardan bakmayı öğreten Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:


“Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.” (Lem’alar sh: 9)


“Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlahiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmanîdir. Nasılki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler. Öyle de çok zahirî musibetler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaret-üz zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve za'fını bildirerek bir nevi huzur vermektir.” (Lem’alar sh: 11)


“Zâten sükûn ve sükûnet, atalet, yeknesaklık, tevakkuf; bir nevi ademdir, zarardır. Hareket ve tebeddül; vücuddur, hayırdır. Hayat, harekâtla kemalâtını bulur; beliyyat vasıtasıyla terakki eder. Hayat cilve-i esma ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffi eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbisat eder, kendi mukadderatını yazmasına müteharrik bir kalem olur, vazifesini îfa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkak eder.” (Mektubat sh: 45)


Keza, “Vücudunun varlığı, zuhur ve tezahürü, ancak tagayyür ve tahavvülüne bağlı olan bir mümkinde; atalet, sükûn, tevakkuf ve yeknesaklık, ahval ve keyfiyatta birer nev’-i ademdirler. Adem ise, mahz-ı elem ve şerr-i sırftır. Onun içindir ki zîhayattaki faaliyet, şedid bir lezzet olduğu gibi; şuûnatta olan tahavvül dahi, hayr-ı kesîrdir. Elem ve musibet dahi olsalar…


Binaenaleyh, teessürat ve teellümat, bir cihette çirkin ise de, fakat bir çok cihetlerle güzeldirler, hasendirler. Demek nur-u vücud olan hayat, teessürat ile tasaffi edip, teellümat ile cilalanarak kuvvet buluyor. Öyle ise onlar hayatın menfuru değillerdir.


Madem öyledir; zîhayata ait gibi olan yalnız şu kısacık bir bekanın mizanıyla (meseleyi) tartma! Belki Cenab-ı Muhyî (Celle Şânuhû) nun tecelli-i şuûnuna mazhariyet ve makesiyet mizanıyla tart! Çünkü hayatın binler hissesi, Cenab-ı Muhyi’nindir. Zîhayata ait yalnız arazî bir hissedir. Öyle ise, o zîhayatın hakikî kemali, kendi o bir hissesini de Cenab-ı Muhyi’nin hisselerine tabi etmektedir.” (Büyük Mesnevî sh: 417)


Bu örneklerde görülüyor ki, bütün varlıklar ve hadiseler, Allah’ın (c.c.) sonsuz hikmetine tabidir. O ilahî hikmetleri öğrenip o nazarla bakanlar, zâhiren hoş görünmeyen hadiselerin hikmetlerini anlayıp derecesine göre, dehşetli görünen hadise ve musibetlerin eleminden kurtulur.


CESARETİN DE KAYNAĞI İMANDIR
İşte bu ilahî hikmetle düşünüp hadiselere o nazarla bakan mü’minin halini Bediüzzaman Hazretleri şöyle tavsif edip der ki:


“Âbid, namazında der: ‘eşhedü en lâilâhe illallah’ Yani: "Hâlık ve Rezzak, ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, onun elindedir. O hem Hakîm'dir, abes iş yapmaz. Hem Rahîm'dir; ihsanı, merhameti çoktur" diye itikad ettiğinden her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur. Dua ile çalar. Hem her şeyi kendi Rabbisinin emrine müsahhar görür, Rabbisine iltica eder. Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. İmanı, ona bir emniyet-i tâmme verir. Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir. Evet tam münevver-ül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevver-ül akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. "Acaba bu serseri yıldız Arzımıza çarpmasın mı?" der; evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terkettiler.)” (Sözler sh: 19)


AZGIN DİN DÜŞMANLARINA İNEN İLAHİ GAZAB
Kuran’da (47:8 ila 11.) ayetleri ve emsallerinde beyan edildiği üzere tarihî hadiseler şeklinde haber verilen İlahî gazabın, azgın din düşmanlarına inmesi ve İlahî muavenetin ise, hizbulllaha, yani, hakikî mücahid kafilelere gelmesi hakkında Risale-i Nur’da şu izahat veriliyor:


“Bu kafile, bu kâinat sahibinin dostları ve makbul masnuları ve onların muarızları, onun düşmanları ve merdud mahlukları olduğuna delil ise: Zaman-ı Âdem'den beri o kafileye daima muavenet-i gaybiye gelmesi ve muarızlarına her vakit musibet-i semaviye inmesidir.


Evet Kavm-i Nuh ve Semud ve Âd ve Firavun ve Nemrud gibi bütün muarızlar gazab-ı İlahîyi ve azabını ihsas edecek bir tarzda gaybî tokatlar yedikleri gibi.. kafile-i kübranın Nuh Aleyhisselâm, İbrahim Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm gibi bütün kudsî kahramanları dahi, hârika ve mu'cizane ve gaybî bir surette mu'cizelere ve ihsanat-ı Rabbaniyeye mazhar olmuşlar. Birtek tokat, hiddeti; bir tek ikram, muhabbeti gösterdiği halde, binler tokat muarızlara ve binler ikram ve muavenet kafileye gelmesi, bedahet derecesinde ve gündüz gibi zahir bir tarzda o kafilenin hakkaniyetine ve sırat-ı müstakimde gittiğine şehadet ve delalet eder.” (Şualar sh: 96)


Kuran, “Bilhassa çok tekrar ile ‘ez-zâlimîne, ez-zâlimîne’ deyip tehdidleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semaviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine Kavm-i Âd ve Semud ve Firavun'un başlarına gelen azablarla baktırıyor ve mazlum ehl-i imana İbrahim ve Musa Aleyhimesselâm gibi enbiyanın necatlarıyla teselli veriyor.” (Şualar sh: 244)


“Evet adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adalet, bu dünyada bedahet derecesinde ihatası vardır. Çünki "Üçüncü Hakikat"ta isbat edildiği gibi; herşeyin istidad lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ızdırar lisanıyla Fâtır-ı Zülcelal'den istediği bütün matlubatını ve vücud ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek adaletin şu kısmı, vücud ve hayat derecesinde kat'î vardır.


İkinci kısım menfîdir ki, haksızları terbiye etmektir. Yani haksızların hakkını, tazib ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise çendan tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat o hakikatın vücudunu ihsas edecek bir surette hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semud'dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te'dib ve tâziyane-i tazib, gayet âlî bir adaletin hükümran olduğunu hads-i kat'î ile gösteriyor.” (Sözler sh: 85)


AZGIN İNKARCILAR KAİNATI HİDDETE GETİRİYOR
Risale-i Nur’da, azgın münkirlere karşı kâinatın kızdığını, zecir makamında zikredilen bazı kısımlar da şöyledir:


“Ehl-i dalaletin şerrinden kâinatın kızdıklarını ve anasır-ı külliyenin hiddet ettiklerini ve umum mevcudatın galeyana geldiklerini, Kur'an-ı Hakîm mu'cizane ifade ediyor. Yani: Kavm-i Nuh'un başına gelen tufan ile semavat ve arzın hücumunu ve Kavm-i Semud ve Âd'in inkârından hava unsurunun hiddetini ve Kavm-i Firavun'a karşı su unsurunun ve denizin galeyanını ve Karun'a karşı toprak unsurunun gayzını ve ehl-i küfre karşı âhirette ‘tekadü temeyyezü mine’l gayz’([24]) sırrıyla Cehennem'in gayzını ve öfkesini ve sair mevcudatın ehl-i küfür ve dalalete karşı hiddetini gösterip ilân ederek gayet müdhiş bir tarzda ve i'cazkârane ehl-i dalalet ve isyanı zecrediyor.


Sual: Ne için böyle ehemmiyetsiz insanların ehemmiyetsiz amelleri ve şahsî günahları, kâinatın hiddetini celbediyor?


Elcevab: Bazı risalelerde ve sâbık işaretlerde isbat edildiği gibi: Küfür ve dalalet, müdhiş bir tecavüzdür ve umum mevcudatı alâkadar edecek bir cinayettir. Çünki hilkat-i kâinatın bir netice-i a'zamı, ubudiyet-i insaniyedir ve rububiyet-i İlahiyeye karşı iman ve itaatla mukabeledir. Halbuki ehl-i küfür ve dalalet ise, küfürdeki inkârıyla, mevcudatın ille-i gayeleri ve sebeb-i bekaları olan o netice-i a'zamı reddettikleri için, umum mahlukatın hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın âyinelerinde cilveleri tezahür eden ve masnuatın kıymetlerini, âyinedarlık cihetinde âlî eden esma-i İlahiyenin cilvelerini inkâr ettikleri için, o esma-i kudsiyeye karşı bir tezyif olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini tenzil ile o masnuata karşı bir tahkir-i azîmdir. Hem umum mevcudatın herbiri birer vazife-i âliye ile muvazzaf birer memur-u Rabbanî derecesinde iken, küfür vasıtasıyla sukut ettirip, camid, fâni, manasız bir mahluk menzilesinde gösterdiğinden, umum mahlukatın hukukuna karşı bir nevi tahkirdir.


İşte enva'-ı dalalet derecatına göre az çok kâinatın yaratılmasındaki hikmet-i Rabbaniyeye ve dünyanın bekasındaki makasıd-ı Sübhaniyeye zarar verdiği için, ehl-i isyana ve ehl-i dalalete karşı kâinat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlukat öfkeleniyor.


Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayb ve zenbi azîm bîçare insan! Kâinatın hiddetinden, mahlukatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtulmak istersen, işte kurtulmanın çaresi: Kur'an-ı Hakîm'in daire-i kudsiyesine girmektir ve Kur'anın mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Sünnet-i Seniyesine ittibadır. Gir ve tabi ol! (Lem’alar:83)


Evet, yukarıdaki derslerden kat’iyen anlıyoruz ki; her türlü musibetlerden , zelzelelerden kurtulmanın çaresi, isyan ve günahları ve zamanımızda yaygınlaşan bid’atlı yaşayışı terkedip Allah’ın (c.c.) emirlerine uymaktır.


“Hem meselâ: ’inne’l kafirîne fî nâri cehenneme’([25]) ve ‘ez-zâlimîne lehüm azabün elîme’([26]) gibi tehdid âyetlerini Kur'an gayet şiddetle ve hiddetle ve gayet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise; -Risale-i Nur'da kat'î isbat edildiği gibi- beşerin küfrü, kâinatın ve ekser mahlukatın hukuklarına öyle bir tecavüzdür ki, semavatı ve arzı kızdırıyor ve anasırı hiddete getirip tufanlarla o zalimleri tokatlıyor.


‘İzâ ülkû fîha semiû leha şehîkan ve hiye tefûrü. Tekadü temeyyezü mine’l gayz’([27]) âyetinin sarahatıyla o zalim münkirlere Cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor. İşte böyle bir cinayet-i âmmeye ve hadsiz bir tecavüze karşı beşerin küçüklük ve ehemmiyetsizliği noktasında değil, belki zalimane cinayetinin azametine ve kâfirane tecavüzünün dehşetine karşı Sultan-ı Kâinat kendi raiyetinin hukukunun ehemmiyetini ve o münkirlerin küfür ve zulmündeki nihayetsiz çirkinliğini göstermek hikmetiyle fermanında gayet hiddet ve şiddetle o cinayeti ve cezasını değil bin defa, belki milyonlar ve milyarlar ile tekrar etse, yine israf ve kusur değil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan kemal-i iştiyakla ve ihtiyaçla okurlar.” (Şualar sh: 250)


DİNE HÜCUM EDEN AZGINLAR HAKKINDA BİR AYET
Dine taaruz eden azgınlar, bir ayette şöyle tavsif ediliyor:


‘Ellezîne yestehıbbüne’l hayate’d dünya alâ’l ahireti ve yesuddûne an sebîlillâhi ve yebgûneha ıvecan ûlâike fî dalâlin baîdin’([28])


Bu dahi, üç cümlesiyle bazı münasebat-ı maneviye ve muvafakat-ı mefhumiye cihetinde ve hem Risale-i Nur'un mesleğine, hem mülhidlerin mesleğine îmaen bakar. Ve birinci cümlesiyle der ki: "O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delaletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi; sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidane tercih edip dinsizlik ile iftihar ederler." Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünki hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalalet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor. Ve ikinci cümlesi olan ‘ve yesuddûne an sebîlillâhi’ ile der ki: "O bedbahtların dalaleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş'et ettiği için kendi halleri ile durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onun ile ecdadları bağlı olan dine adavetkârane, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar." Ve üçüncü cümlesi olan ‘ve yebgûneha ıvecan’ ile der ki: "Onların dalaleti fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlahî kanunların şualarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsaid görmediklerinden (hâşâ! hâşâ!) eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar." İşte bu âyet, üç cümlesiyle manen bu asırda acib bir taife-i dâlleye tam bir tevafuk-u manevî ile mana-yı işarîsiyle çok efradı içinde hususî baktığı gibi, tevafuk-u cifrîsiyle dahi başlarına parmak basıyor.” (Şualar sh: 724)


AZGIN VE SEFİHLERE MUSALLAT EDİLEN DABBET-ÜL ARZ
Hem yine Risale-i Nur’da, azgın ve sefihlere musallad edilen ve edilecek olan “Dabbet-ül arz” hakkında da şu beyanat var


“Amma "Dabbet-ül Arz": Kur'anda gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı hâlinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise; ben şimdilik, başka mes'eleler gibi kat'î bir kanaatla bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim:


‘Lâ ya’lemü’l gaybe illallah’ Nasılki kavm-i Firavun'a "çekirge âfâtı ve bit belası" ve Kâ'be tahribine çalışan Kavm-i Ebrehe'ye "Ebabil Kuşları" musallat olmuşlar. Öyle de: Süfyan'ın ve Deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye'cüc ve Me'cüc'ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfr ü küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle, arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu a'lem, o dabbe bir nev'dir. Çünki gayet büyük birtek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak.


Belki ‘illâ dabbetü’l arzı te’külü minseetehü’ ([29]) âyetinin işaretiyle, o hayvan, dabbet-ül arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü'minler iman bereketiyle ve sefahet ve sû'-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş. (Şualar sh: 591)


MUSİBETLERİN GELMESİNDE MÜ’MİNLERİN HATALARININ PAYI
Şimdi böyle zelzele, tufan, hastalık gibi her türlü musibetlerin gelmesine, kader cihetinde sebebiyet veren insanların hata ve zulümlerinin bahsine geçiyoruz. Eğer insanlar, bu zulüm ve hatalarından ve sefahetlerinden dönüp düzelmezlerse, musibetlerin de devam edeceğini, hatta şiddetleneceğini hatırlatan Bediüzzaman Hazretleri’nin yazısından bir iki parça:


"Bu asrın acib bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslâm'ın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri de âlîcenabane afvetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, 1ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler.” (Kastamonu L: 25)


Asıl hakikatı, İslamî hayatı fiilen yaşamak demek olan şükrü terketmek ve aksine olarak da küfrana dalmak sebebiyle gelen musibetlerden dolayı ikazlarda bulunan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:


“Nimet ve rahmet-i İlahiyenin fiatı, şükürdür. Biz, şükrü hakkıyla vermedik. Evet rahmetin fiatını şükürle vermediğimiz gibi; zulmümüzle, isyanımızla gazabı celbediyoruz. Şimdi zemin yüzünde zulüm ve tahribat, küfür ve isyan ile nev'-i beşer, tam tokada kendini müstehak etti ve dehşetli tokatlar yedi. Elbette bir parça hissemiz de olacak.


Hadîste var ki: "Hattâ deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zalimlerden şekva ediyorlar ki; onların yüzünden yağmur kesilir, hattâ bizim de nafakamız azalır" derler. Evet bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki; rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor; masum hayvanlar da azab çekerler.


Âyette vardır: Öyle musibetten kaçınız ki; geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar." Çünki musibet-i âmmeden masumlar hârika bir tarzda yangın içinde selâmette kalsalar, hikmet-i diniye bozulur. Çünki din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit, Ebu Cehil gibi fenalar, aynen Ebu Bekir-i Sıddık Radıyallahü Anh gibi tasdik ederler. Onun için, musibet-i âmmede masumlar da bela çekerler.” (Emirdağ Lâhikası-l sh: 32)


İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA İLAHÎ CEZA NOKTASI
Hadisat-ı âleme bakan nokta-i nazar örneklerine geçiyoruz:


Evet, beşer aleminde vuku bulan savaşlar dahi, zelzele musibeti gibi beşerin azgınlığına karşı gelen İlâhî cezalar olduğunu anlatan Bediüzzaman Hazretleri İkinci Dünya Savaşı musibetine işareten diyor ki:


“Sure-i ‘elem tere keyfe’ meşhur ve tarihî bir hâdise-i cüz'iyeyi beyan ile, küllî ve her asırda efradı bulunan o gibi ve ona benzeyen hâdiseleri ihtar ve tabakat-ı işariyeden her tabakaya göre bir manayı ifade etmek, umum asırlarda umum nev-i beşerle konuşan Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın belâgatının muktezası olmasından, bu kudsî sure bu asrımıza da bakıyor, ders veriyor, fenaları tokatlıyor. Mana-yı işarî tabakasında, bu asrın en büyük hâdisesini haber vermekle beraber; dünyayı her cihetle dine tercih etmek ve dalalette gitmenin cezası olarak, cifir ve hesab-ı ebced ile üç cümlesi, aynı hâdisenin zamanına tetabuk edip işaret ediyor.


Birinci cümlesi: Kâ'be-i Muazzama'ya hücum eden Ebrehe askerlerinin başlarına Ebabil tayyareleriyle semavî bombalar yağdırmasını ifade eden ‘termihim bihıcaretin’([30]) cümle-i kudsiyesi, bin üçyüz elli dokuz (1359) edip, dünyayı dine tercih eden ve nev-i beşeri yoldan çıkaran medeniyetçilerin başlarına semavî bombalar ve taşları yağdırmasına tevafukla işaret ediyor.


İkinci cümle: ‘elem yecal keydehüm fî tedlîlin’ ([31]) kelime-i kudsiyesi, eski zaman hâdisesindeki Kâ'be'nin nurunu söndürmek için, hilelerle hücum edenlerin kendileri yokluk, zulümat dalaletinde aks-ül amel ile aleyhlerine dönmesiyle tokat yedikleri gibi; bu asrın aynen hilelerle, desiselerle, zulümlerle Edyan-ı Semaviye Kâ'besini, kıblegâhını dalalet hesabına tahribe çalışan cebbar, mağrur ehl-i dalaletin tadlil ve idlâllerine semavî bombalar tokadıyla cezalanmasına, aynı tarihi ‘fî tedlîlin’ kelime-i kudsiyesi bin üçyüz altmış (1360) makam-ı cifrîsiyle tevafuk edip işaret ediyor.


Üçüncüsü: ‘elem tere keyfe feale rabbüke bieshabi’l fîle’ ([32]) cümle-i kudsiyesi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a hitaben: "Senin mübarek vatanın ve kıblegâhın olan Mekke-i Mükerreme'yi ve Kâ'be-i Muazzama'yı hârikulâde bir surette düşmanlarından kurtarmasını ve o düşmanların nasıl bir tokat yediklerini görmüyor musun?" diye mana-yı sarihiyle ifade ettiği gibi, bu asra dahi hitab eden o cümle-i kudsiye mana-yı işarîsiyle der ki: "Senin dinin ve İslâmiyet'in ve Kur'anın ve ehl-i hak ve hakikatın cebbar düşmanları olan dünyaperest ve dünyanın menfaatı için mukaddesatı çiğneyen o ashab-ı dünyaya senin Rabbin nasıl tokatlarla cezalarını verdiğini görmüyor musun? Gör, bak!" diye mana-yı işarîsiyle, bu cümle aynen makam-ı cifrîsiyle tam bin üçyüzelli dokuz (1359) tarihiyle aynen âfât-ı semaviye nev'inde semavî tokatlarla İslâmiyet'e ihanet cezası olarak, diye mana-yı işarî ifade ediyor.” (Kastamonu Lâhikası sh: 224-226)


RUSYA’YA İNEN SEMAVÎ TAŞLAR
“Aziz, sıddık kardeşlerim!


Bütün tarih-i beşeriyede kat'iyyen misli görülmemiş ve Kavm-i Lut'un başına yağan semavî taşlardan daha müdhiş taşlar, dinsizlik hesabına milyonlarla ehl-i imanı ve masumları edyan-ı semaviye ve kavanin-i İlahiye haricine dehşetli vasıtalarla sevkeden bir memleketi semavî taşlarla tokatlamasının bir mukaddemesi olarak, resmî gazetelerin kat'î haber verdikleri bir hâdise-i semaviyeyi, âdetime muhalif olarak bir Nur şakirdi bana haber verdi. Dedim: Yirmibeş sene gazetelerin havadislerini merak etmedim. Fakat bu taşlar, Risale-i Nur'un dinsizlere manevî tokatlarını temsil ettiği cihette ve beş-altı sene evvel ondan haber verdiği için o şakirde dedim: "Git, yalnız o hâdiseyi tamamıyla oku, tahkik et." O tahkik etti, geldi. Diyor ki: Bu baharda Rusya'nın Viladivostok Ormanlarına, zemin yüzünde hiç emsali görülmeyen büyüklükte semadan taşlar düşmüş. Ve en büyüğü, yirmibeş metre uzunluğunda ve on metre boyundadır. Düştüğünde etrafındaki ağaçları devirmiş ve otuz kadar büyük çukurlar husule getirmiş. Tedkik edilen parçalarında; demir, çelik ve başka maddeler karışık olarak mizansız bulunmaktadır.


İşte resmî gazetelerin kat'î verdikleri bu haber, 1360 sene evvel Sure-i Fil'in mu'cizane ‘termihim bihıcaretin’([33]) cümlesi ile, 1359 tarihinde dünyayı dine tercih eden ve dinsizliği esas tutan, bir nevi medeniyet hesabına beşeri yoldan çıkaranların başlarına, Ebabil kuşları gibi semavî tayyarelerden bombalar başlarına inecek ve semavî taşlar yağdırmasına mukaddemesi olacak diye haber veriyor. Ve ‘fî tedlîlin’([34]) aynen 1360 tarihini gösterip, dalaletin cezası olarak Kavm-i Lut'un başına gelen ahcar-ı semaviyeyi andıran semavî taşlar o tarihlerden sonra geleceğini haber verip tehdid ediyor. Ve Risale-i Nur'un Sure-i Fil nüktesine ait beyanatı içinde haşiyeli bu cümle var: "Evet bu tokatlardan pür-şer beşer, şirkten şükre girmezse ve Kur'ana tarziye vermezse, melaike elleriyle de ahcar-ı semaviye başlarına yağacağını, bu sure bir mana-yı işarî ile tehdid ediyor."


İşte bu fıkra doğrudan doğruya bu taşlara işareti olmasına iki emare var:


Birincisi: Şimdiye kadar gelen semavî taşlar bir-iki karış oldukları halde, böyle yirmibeş metre uzunluğunda ve on metre genişliğinde dağ gibi taşlar, elbette semavatın dinsizliğe karşı bir alâmet-i hiddetidir. Sure-i Fil mu'cizane ona bakması, onun tefsiri ona işaret etmesi hakikattır. O hâdisenin o ihbara liyakatı var. Çünki emsalsizdir.


İkinci emaresi: Bütün zemin yüzünü ve nev-i beşeri tehdid eden dehşetli bir dinsizliğin merkezlerine gelmesidir. Ve dinsizler bunu hissetmişler ki; küçücük hâdiseleri ehemmiyetle neşrettikleri halde, bir-iki aydır bu acib dehşetli hâdiseyi, ellerinden geldiği kadar şaşaalandırmamağa çalışmışlar.” (Emirdağ Lâhikası-l sh:230)


BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAKİ MAĞLUBİYETİMİZİN MANEVÎ SEBEBLERİ
Keza, Tarihçe-i Hayat isimli eserde, Birinci Cihan Harbi musibetinin ve mağlubiyetinin sebebi hakkındaki hitabeden alınan az bir kısmında Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri diyor ki:


“Bir Cuma gecesinde, nevm ile âlem-i misâle girdim. Biri geldi, dedi:


– Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.


Gittim... Gördüm ki: Münevver, emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Sâlihînden ve a'sârın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicab edip kapıda durdum. Onlardan bir zat dedi ki:


– Ey felâket - helâket asrının adamı! Senin de reyin var, fikrini beyan et.


Ayakta durup dedim:


– Sorun, cevap vereyim.


Biri dedi:


– Bu mağlûbiyetin neticesi ne olacak? Galibiyette ne olurdu?...


Dedim:


– Musibet, şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskidenberi İ'lâ-yı Kelimetullah ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile, kendini yekvücut olan Âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, Âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira şu musibet, mâye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını harikulâde ta'cil etti...


Tekrar biri sordu:


– Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle Kadere fetva verdiniz ki şu musibetle hükmetti. Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hâzırda mükâfatınız nedir?


Dedim:


– Mukaddemesi, üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmâlimizdir: Salât, Savm, Zekât. Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Taalâ bizden istedi. Tenbellik ettik. Beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffareten beş sene oruç tutturdu. On'dan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik. O da bizden müterâkim zekâtı aldı. ‘el cezâü min cinsi’l ameli’


– Mükâfat-ı hâzıramız ise; fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatadan neş'et eden müşterek musibet, mazi günahını sildi.


Yine biri dedi:


– Bir âmir, hata ile felâkete atmış ise?


Dedim:


– Musibet-zede mükâfat ister. Ya âmir-i hatâdârın hasenatı verilecektir, o ise hiç hükmünde, veya hazine-i gayb verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerdeki mükâfatı ise, derece-i şehadet ve gaziliktir.


Baktım, meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, el pençe yatakta oturmuş kendimi buldum. O gece böyle geçti.” (Tarihçe-i Hayat: 130-134)


AZGIN VE DİNSİZ AVRUPA ZALİMLERİNE GELEN MUSİBETLER
Bediüzzaman Hazretlerinin önceden bildirdiği musibet haberini, azgınların başına patlayan cihan harbinin isbat ettiğini şöyle ifade eder:


“Sırr-ı "İnnâ A'taynâ"da "Onüç, ondört sene sonra dinsizliği, zendekayı neşredenler müdhiş tokatlar yiyecekler" deyip geniş bir hakikatı dar bir dairede tasavvur etmiş. İstikbal o iki hakikatı tâbir ve tefsir eyledi. Başta Isparta olarak Risale-i Nur dairesi evvelki hakikatı pek parlak ve güzel bir surette gösterdiği gibi, ikinci hakikatı da medeniyet-i sefihenin tuğyânının ve maddiyunluk taununun aşılamasını çeviren ve idare eden ervah-ı habisenin başlarına gelen bu dehşetli semâvî tokatlar geniş bir dairede sırr-ı İnnâ A'taynâ'nın hakikatını tam tamına isbat etmiş.


Sual: Risale-i Nur kat'î bürhanlara istinaden hükümleri aynı aynına te'vilsiz, tâbirsiz hakikat çıkması ve yalnız işaret-i tevafukıye ve sünuhat-ı kalbiyeye îtimaden beyanatı, böyle dünyevî olan mesail-i istikbaliyede neden tâbire ve te'vile muhtaç oluyor? diye hatırıma geldi.


Böyle bir cevap ihtar edildi ki: Gaybî istikbal-i dünyevîde başa gelen hâdisatı bildirmemekte Cenab-ı Erhamürrâhimînin çok büyük bir rahmeti saklandığı ve gaybı gizlemekte çok ehemmiyetli bir hikmeti bulunduğu cihetle, (1) gaybî şeyleri haber vermekten yasak edip, yalnız müphem ve mücmel bir surette ya ilham veya ihtar ile bir emareyi vesile ederek keşfiyatta ve rü'ya-yı sâdıkada bir kısım gaybî hakikatlarını ihsas eder ve o hakikatların hususî suretleri vukuundan sonra bilinir.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî: 199)


“Kardeşlerim! Sizin hatırınız ve askerliğiniz endişesi için hâdisat-ı zamana baktım; kalbime böyle geldi: Menfî esasata bina edilen ve Karun gibi ‘innemâ ûtîtühü alâ ılmi’([35]) deyip, ihsan-ı Rabbanî olduğunu bilmeyip şükretmeyen ve maddiyyun fikriyle şirke düşen ve seyyiatı hasenatına galib gelen şu medeniyet-i Avrupaiye öyle bir semavî tokat yedi ki; yüzer senelik terakkisinin mahsulünü yaktı, tahrib edip yangına verdi.


Avrupa zalim hükûmetleri zulümleriyle ve Sevr muahedesiyle Âlem-i İslâm'a ve merkez-i hilafete ettikleri ihanete mukabil öyle bir mağlubiyet tokadını yediler ki; dünyada dahi bir cehenneme girip çıkamıyorlar, azabda çırpınıyorlar.


Evet bu mağlubiyet, aynen zelzele gibi, ihanetin cezasıdır. Burada çok zâtlar kat'iyyen hükmediyorlar ki: Risalet-in Nur'un iki merkez-i intişarı olan Isparta ve Kastamonu vilayetleri sair yerlere nisbeten âfât-ı semaviyeden mahfuz kaldıklarının sebebi, Risalet-in Nur'un verdiği iman-ı tahkikî ve kuvvet-i itikadiyedir. Çünki böyle âfâtlar, za'f-ı imandan neş'et eden hataların neticesidir. Hadîsçe, sadaka belayı def'ettiği gibi, o kuvve-i imaniye dahi o âfâta karşı derecesiyle mukabele ediyor.” (Kastamonu Lâhikası sh: 16)


Şimdi bu nokta-i nazar bahsinden sonra zelzele musibetinin tafsilatını veren esas bahsimize geçiyoruz:


ZELZELE RİSALESİ


“Ondördüncü Sözün Zeyli
‘Bismillahirrahmanirrahim


izâ zülzileti’l ardu zilzâleha... ilh...’ ([36])


Şu sure kat'iyyen ifade ediyor ki: Küre-i Arz, hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazan da titriyor.


[Manevî ve ehemmiyetli bir canibden şimdiki zelzele münasebetiyle altı-yedi cüz'î suale karşı yine manevî ihtar yardımıyla cevabları kalbe geldi. Tafsilen yazmak kaç defa niyet ettimse de izin verilmedi. Yalnız icmalen kısacık yazılacak.]


Birinci Sual: Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm manevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve me'yusiyet ekser halkın ekser memlekette gece istirahatını selbederek dehşetli bir azab vermesi nedendir?


Yine manevî cevab: Şöyle denildi ki: Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemal-i neş'e ve sürur ile sarhoşçasına gayet heveskârane şarkıları ve bazan kızların sesleriyle radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedarane işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi. (Sondaki Ek-1‘e bakınız)


İkinci Sual: Niçin gavurların memleketlerinde bu semavî tokat başlarına gelmiyor? Bu bîçare müslümanlara iniyor?


Elcevab: Büyük hatalar ve cinayetler te'hir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler ta'cil ile küçük merkezlerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binaen ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı a'zamı, Mahkeme-i Kübra-yı Haşre te'hir edilerek ehl-i imanın hataları, kısmen bu dünyada cezası verilir. (Haşiye)


Üçüncü Sual: Bazı eşhasın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?


Elcevab: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle ekser nâsın o zalim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.


Dördüncü Sual: Madem bu zelzele musibeti, hataların neticesi ve keffaret-üz zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah nasıl müsaade eder?


Yine manevî canibden elcevab: Bu mes'ele sırr-ı kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader'e havale edip yalnız burada bu kadar denildi:


‘vettekû fitnetün lâ tüsîbenne’l lezîne zalemû minküm hassaten’([37]) Yani: "Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar."


Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, tâ müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler a'lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile manevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.


Madem mazlum, zalim ile beraber musibete düşmek, hikmet-i İlahîce lâzım geliyor. Acaba o bîçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?


Bu suale karşı cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünki o masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazab içinde bir rahmettir.


Beşinci Sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatalara hususî ceza vermeyip, koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemal-i rahmetine ve şümul-ü kudretine nasıl muvafık düşer?


Elcevab: Kadîr-i Zülcelal, herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun birtek vazifesinde, birtek neticesi çirkin ve şer ve musibet olsa da, sair güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden men'edilse; o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terkedilir ve lüzumlu bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır. Tâ birtek şer gelmesin gibi; gayet çirkin ve hilaf-ı hikmet ve hilaf-ı hakikat bir kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler.


Madem bir kısım hatalar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümullü isyandır ve çok mahlukatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde "Onları terbiye et" diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adalettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.


Altıncı Sual: Zelzele, küre-i arzın içinde inkılabat-ı madeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işaa edip, âdeta tesadüfî ve tabiî ve maksadsız bir hâdise nazarıyla bakarlar. Bu hâdisenin manevî esbabını ve neticelerini görmüyorlar; tâ ki intibaha gelsinler. Bunların istinad ettiği maddenin bir hakikatı var mıdır?


Elcevab: Dalaletten başka hiçbir hakikatı yoktur. Çünki her sene elli milyondan ziyade münakkaş, muntazam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler enva'ın birtek nev'i olan, meselâ sinek taifesinden hadsiz efradından birtek ferdin yüzer a'zasından birtek uzvu olan kanadının kasd ve irade ve meşiet ve hikmet cilvesine mazhariyeti ve ona lâkayd kalmaması ve başıboş bırakmaması gösteriyor ki, değil hadsiz zîşuurun beşiği ve anası ve mercii ve hamisi olan koca küre-i arzın ehemmiyetli ef'al ve ahvali belki hiçbir şeyi, -cüz'î olsun küllî olsun- irade ve ihtiyar ve kasd-ı İlahî haricinde olmaz. Fakat Kadîr-i Mutlak hikmetinin muktezasıyla zahir esbabı tasarrufatına perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiği vakit, bazan da bir madeni harekete emredip, ateşlendiriyor. Haydi madenî inkılabat dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlahî ile olur; başka olamaz. Meselâ: Bir adam bir tüfek ile birisini vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş alması noktasına hasr-ı nazar edip, bîçare maktûlün büsbütün hukukunu zayi' etmek; ne derece belâhet ve divaneliktir. Aynen öyle de: Kadîr-i Zülcelal'in müsahhar bir memuru, belki bir gemisi, bir tayyaresi olan küre-i arzın içinde bulunan ve hikmet ve irade ile iddihar edilen bir bombayı, ehl-i gaflet ve tuğyanı uyandırmak için "ateşlendir" diye olan emr-i Rabbanîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamakatın en eşneidir.


Altıncı Sualin Tetimmesi ve Haşiyesi: Ehl-i dalalet ve ilhad, mesleklerini muhafaza ve ehl-i imanın intibahlarına mukabele ve mümanaat etmek için, o derece garib bir temerrüd ve acib bir hamakat gösteriyorlar ki, insanı insaniyetten pişman eder. Meselâ: Bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anasır-ı külliye kızdıklarından ve Hâlık-ı Arz ve Semavat dahi, değil hususî bir rububiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecelli ile kâinatın heyet-i mecmuasında ve rububiyetin daire-i külliyesinde nev'-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri kâinat sultanını tanıttırmak için emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî gibi umumî ve dehşetli âfâtı nev'-i insanın yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini, adaletini, kayyumiyetini, iradesini ve hâkimiyetini pek zahir bir surette gösterdiği halde; insan suretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işarat-ı Rabbaniyeye ve terbiye-i İlahiyeye karşı eblehane bir temerrüd ile mukabele edip diyorlar ki: "Tabiattır; bir madenin patlamasıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika'da beş saat bütün makinaları durdurmuş ve Kastamonu vilayeti cevvinde ve havasında semayı kızartmış, yangın suretini vermiş" diye manasız hezeyanlar ediyorlar. Dalaletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş'et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle bilmiyorlar ki: Esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir: "İşte bu ağaç bundan çıkmış" diye Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mu'cizatı inkâr eder misillü bazı zahirî sebebleri irae eder. Hâlık'ın ihtiyar ve hikmet ile işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikata fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, manasız kaldı.


İşte gel! Belâhet ve hamakatın nihayetsiz derecelerine bak ki: Yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-ı meçhuleye bir nam takar; malûm bir şey gibi: "Bu budur" der. Meselâ: "Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır. Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev'iyenin ünvanları bulunan ve "âdetullah" namıyla yâdedilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hâdise-i rububiyeti irca' eder. O irca' ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariyeden keser; sonra tutar tesadüfe, tabiata havale eder. Ebucehil'den ziyade muzaaf bir echeliyet gösterir. Bir neferin veya bir taburun zaferli harbini bir nizam ve kanun-u askeriyeye isnad edip; kumandanından, padişahından, hükûmetinden ve kasdî harekâttan alâkasını keser misillü âsi bir divane olur. Hem meyvedar bir ağacın bir çekirdekten icadı gibi, bir tırnak kadar bir odun parçasından çok mu'cizatlı bir usta, yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa; bir adam o odun parçasını gösterip dese: "Bu işler, tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş." O ustanın hârika san'atlarını, hünerlerini hiçe indirse, ne derece bir hamakattır. Aynen öyle de...


Yedinci Sual: Bu hâdise-i arziye, bu memleketin ahali-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi, ne ile anlaşılıyor ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor?


Elcevab: Bu hâdise, hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazanın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması; hem tahribatından intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyandırmak için, o zelzelenin devam etmesi gibi çok emarelerin delaletiyle bu hâdise ehl-i imanı hedef edip, onlara bakıp namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor. Bîçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasının iki vechi var:


Biri: Hataları az olmak cihetiyle temizlemek için ta'cil edildi.


İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatlı iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlub olmak fırsatıyla, ehl-i zendekanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle en evvel oraları tokatladı, ihtimali var. (Sözler sh: 171-175)


ZELZELELER VE DİĞER HADİSELER TESADÜFİ DEĞİLDİR
İman nokta-i nazarıyla alemde tesadüf yok. Evet, zelzele gibi musibetlerin, tesadüfî olmayıp pek çok hikmetleri içine alan irade-i İlâhiye ile olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, böyle musibetlerdeki hikmetin varlığını anlamak için, alemdeki İlahî hikmetlere bakmak gerektiğine dikkat çekip der ki:


Ey insan! “Kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? Zelzele gibi vakıalar olan şu hâdisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller. Meselâ: Zemine nebatat ve hayvanat enva'ından giydirilen birbiri üstünde, birbiri içinde, gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler; baştan aşağıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez olduklarını gördüğün ve gayet âlî gayeler içinde kemal-i intizam ile meczub mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin halde, nasıl oluyor ki, küre-i arzın benî-Âdemden, bahusus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvar-ı gafletin sıklet-i maneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi mevt-âlûd hâdisat-ı hayatiyesini; bir mülhidin neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfî zannederek bütün musibetzedelerin elîm zayiatını bedelsiz hebâen-mensur gösterip, müdhiş bir ye'se atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler. Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm'in emriyle ehl-i imanın fâni malını, sadaka hükmüne çevirip ibka etmektir ve küfran-ı nimetten gelen günahlara keffarettir. Nasılki bir gün gelecek, şu müsahhar zemin yüzünün zîneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bulur. Hâlık'ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah'ın emriyle ehl-i şirki Cehennem'e döker. Ehl-i şükre "Haydi, Cennet'e buyurun" der.” (Sözler sh: 170)


“Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat, başı boş değilller; belki vazifedar memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîm'in nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ruhuna elem çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîm'inin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme. Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm'in elindedirler. O Hakîm'dir, abes iş yapmaz. Rahîm'dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.” (Sözler sh: 636)


“Elhasıl: Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizazatından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor. Ve nasılki hurdebînî bir mikrobdan korkar; ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasılki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasılki küçük bahçesini sever, öyle de hadsiz ebedî Cennet'i dahi müştakane sever. Elbette böyle bir insanın Mabudu, Rabbi, melcei, halaskârı, maksudu öyle bir zât olabilir ki, umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi taht-ı emrindedir. Elbette öyle bir insan daima Yunusvari (A.S.) ‘La ilâhe illa ente sübhaneke innî küntü mine’z zâlimîne’ ([38]) demeye muhtaçtır.” (Lem’alar sh: 7)


KUR’AN HAKİKATLARINA YAPILAN HÜCUMLAR MUSİBET VE BELAYI CELBEDER
Ehl-i dalaletin Risale-i Nur’a tecavüzatına karşı zelzele musibetleri geldiğini hatırlatan Said Nursî Hazretleri önce mahkeme heyetine ve neşriyat yolu ile de bütün insanlara hitaben şu ikazı yapar:


“Ey efendiler! Dört senede dört defa dehşetli zelzeleler, tam tamına dört defa Risale-i Nur şakirdlerine şiddetli bir surette taarruz ve zulüm zamanlarına tevafuku ve herbir zelzele dahi tam taarruz zamanında gelmesi ve hücumun durmasıyla zelzelenin durması işaretiyle, şimdiki mahkûmiyetimiz ile gelen semavî ve arzî belalardan siz mes'ulsünüz!


Denizli Hapishanesinde tecrid-i mutlak ve haps-i münferidde mevkuf


Said Nursî” (Şualar sh: 287)


“Evet Risale-i Nur, Sefine-i Nuh gibi Anadolu'yu Cebel-i Cudi hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tufanından kurtulmasına bir sebebdir. Çünki za'f-ı imandan gelen tuğyan, ekser musibet-i âmmeyi celbettiği gibi; imanı fevkalâde kuvvetlendiren Risale-i Nur, o musibet-i âmmeyi dairesinin haricine bırakmağa rahmet-i İlahiye tarafından vesile oldu. Bu ehl-i dünya, bu Anadolu halkı Risale-i Nur'a girmeseler de ilişmesinler. Eğer ilişseler; yakında bekleyen yangınlar, tufanlar, zelzeleler ve taunların istilâsına uğrayacaklarını düşünsünler, akıllarını başlarına alsınlar. Madem biz onların dünyalarına karışmıyoruz, onların da lüzumsuz bir halde bu derece âhiretimize karışmalarında onlara felâket getirmek ihtimali kavîdir.”(Kastamonu Lâhikası sh: 131)


“Medar-ı ibrettir ki, burada Risale-i Nur serbest okunup yazılırken -hilaf-ı âdet- başta bu kış, yaz gibi gittiğini çok adamlardan işittim. Ne vakit bana ve Risale-i Nur'a hücum edildi, yazdırılmadı, ta'til oldu; gayet şiddetli bir kış başladığı gibi, Afyon'a şekva suretinde yazılan hasbihal ve zelzeleleri Risale-i Nur'un ta'tiliyle münasebetdar gösterdiği cihetini inanmayanlara güya inandırmak için aynı taarruz zamanında başlayıp şimdiye kadar arasıra hafifçe sarsar, ikaz ediyor diye işittim.” (Emirdağ Lâhikası-l sh: 25)


Bolşevizmle, münafık gizli ifsad cereyanının birleştirilip Risale-i Nur’a hücum teşebbüsünde büyük musibetlerin başlayacağına dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri şöyle ihtarda bulunuyor:


“Eğer Ankara'da hâkim olan Halk Partisi, oraya giden Risale-i Nur'un kuvvetli kitablarına karşı inad etse ve musalaha niyetiyle himayesine çalışmazsa, bizim en rahat yerimiz hapistir ve mülhidler, bolşevizmi zendeka ile birleştirdiğine alâmettir ve hükûmet onları dinlemeğe mecbur olur. O zaman Risale-i Nur çekilir, tevakkuf eder, maddî ve manevî musibetler hücuma başlarlar.” (Şualar sh: 337)


“Risale-i Nur'un bir kâtibi dedi ki: "Neden dostların kusuratına tokat gelir. Hücum eden düşmanlara bu tarzda gelmiyor?"


Elcevab: Memur olmayan veya hususî, şahsı itibariyle hıyanet eden, hususî tokat yer. Bu nevi vukuat pek çoktur; ve tam sadakat edenlerde, maişetindeki bereket ve kalbindeki rahat cihetinde ikramlara mazhar olanlar dahi pek çoktur. Eğer memur ise, kanun namına kanunsuz hıyanet eden, ilişen; o memlekete, o bîçare ahaliye bir umumî tokada vesile olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumî belalara bir vesile olur. Kendisi, zahiren hususî tokat yememiş gibi görünüyor.


Hem eğer dinsizlik hesabına, imanî hizmetimize ilişenler olsa ‘ez zulmü lâ yedûmü ve’l küfrü yedûmü’ ([39]) kaidesince, küfür derecesine giren öylelerin zulümleri -büyük olduğu için- âhirete te'hir edilir; ekseriyetçe küçük zulümler gibi cezaları dünyaca ta'cil edilmez.


Said Nursî” (Emirdağ Lâhikası-l sh: 75)


“Bu manidar yeni zelzeleyi merak ettim. Kalben dedim: Eğer sair yerlerde bu şiddetle olmuşsa, herhalde Nur şakirdlerine dahi yine bir tecavüz var. "Yoksa benim yalnız mektubumla alâkadardır?" diye sordum. Dediler: Yalnız Ankara hafif, Afyon ve Eskişehir ve bu Emirdağı'nda ve en şiddetlisi bu kasabada olmuş. Fakat medar-ı hayrettir ki, dört defa şiddetli olduğu halde, hiçbir zarar olmadı. Bunun bir hikmeti budur: Kat'î emir verilmiş ki: "Said'i cebren hükûmete getiriniz." Bekçiler ve bir onbaşı gelmişler. Kapımı kapamıştım, kilitlemiştim. Onlar demişler: "Biz istifa ederiz, onun kapısını kırmayacağız." Dönmüşler, gitmişler. Demek bu hususî zelzele, müdafaatımdaki zelzeleler gibi Risale-i Nur'la alâkadardır ki; bu defa hususî kaldı, hem şiddetiyle beraber zararsız geçti. Eğer Nur'un buradaki küçücük medresesinin kapısını kırsaydılar, elbette tokat ciddî olacaktı; yalnız ihtar için olmayacaktı. Gerçi bu taarruz cüz'î ve hafif idi, fakat ben gizlemem ki, hiç bu defa gibi damarıma dokunmamıştı. Fakat Nur ve Nurcuların hatırı için, hârika tahammül ettim. Çünki o bedbaht, hükûmette, vazife sandalyasında bana şetmedip hizmetçime der: "Git, ona söyle." Hükûmetin nüfuzunu serseri şahsına mâlederek meydan okumuş ve Eski Said'in bende irsiyet kalan damarıma çok ilişti. Fakat fevkalâde ehemmiyetli olan sükûn ve temkin ve itidal-i dem ve sabır ve tahammülün kat'î lüzumu beni teskin etti.” (Emirdağ Lâhikası-l sh: 173)


“Bugünlerde hastalığım itibariyle kışın pek şiddetli hiddetine tahammül edemedim. Çok tecrübelerimle, umumî bir hatanın neticesinde hava ile zemin zelzele ile ve fırtına ile gazab-ı İlahîyi haber vermek nevinden hiddet ediyorlar gibi âdete muhalif bir vaziyet gösterdiler. Ben de bundan bir manevî fırtınaya alâmet hissettim. Kalbime geldi ki: "Acaba yine İslâmiyet ve hakaik-i imaniye zararına bir hata-yı umumî mi meydana geldi?" Âdetim olmadığı halde ve dünya siyasetini terk ettiğim halde bu nokta için sordum: "Ne var? Cerideler ne haber veriyorlar?"


Bana dediler ki: "Din propagandasını yapan dindarların serbestiyet kanunu geri kalmış. Fakat solcular hakkındaki kanunu ta'cil edip tasdik etmişler."” (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 71)


Demek resmî makamlarca yapılan din aleyhindeki icraatları bilen ve gören Zât-ı Zülcelâl, hikmeti iktiza ederse azgınları ve bilerek veya bilmeyerek onlara taraf olan halkı, hatadan dönmeleri için tokatlayarak ikaz ediyor.


“Hem o musibet hâdisesinden iki gün evvel, Risale-i Nur şâkirdlerinden olmayan ve hiç bizimle zihnen meşgul olmayan biri rü'yada görüyor ki: Ispartanın altındaki ovada çok ormanlar bulunuyor. Kuvvetli bir sel geliyor, bu ormanın çok ağaçlarını deviriyor. Birdenbire bir zelzele-i arz oluyor, Risale-i Nur nâşiri, elbisesiyle heybetli bir surette yer yarılıp çıkıyor. (Haşiye) O da korkusundan uyanıyor. İki gün sonra Risale-i Nuru tâtil ve mânen toprağa defnetmek niyetiyle küre-i arzı titretecek derecede bir hatâ ile Risale-i Nurun eczalarını evrak-ı muzırra nev'inden taharri edip, toplayıp merkez-i hükûmete, tâ dahiliye vekâletine gönderir. Hiçbir daire kanunca mucib-i muaheze ve mes'uliyet bir şey Risale-i Nurda bulamadığından, o mânevi zelzele içinde öldürdük, defnettik zannettikleri Risale-i Nur, dirilip, yer yarılıp meydana çıktığı gibi, yine o rü'ya işaret ediyor ki, bir zelzele-i azîme ve bir sel içinde Risale-i Nur bu vatan ve millete bir halâskâr, bir münci suretinde musibetzedelerin imdadına yetişecek.


Risale-i Nur şâkirdlerinden
(Yıldırım) Süleyman Rüşdü” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 28)


ZINDIKLARIN NUR’A HÜCUMU ZELZELEYE SEBEBİYET VERİR
Dine hizmet yolunda karşılaşılan taarruz ve işkencelere göğüs geren Nur Talebelerinin haber verdikleri din düşmanlarına gelen musibetlerden bazıları da şöyledir:


“Üçüncü olan bu hareket-i arzdan sonra, yine Risale-in-Nura ve talebelerine ve müellifine hücum eden ehl-i garazın sözünü dinliyen adliye, aynı tarzda bizi sıkmakta devam ediyordu. Zendeka tarafdarları, mübarek Üstadımızın ihbarları olan ve Risale-i Nurun büyük kerametlerinden olup zelzeleler eliyle gelen beliyyelere ehemmiyet vermek istemiyorlardı. Risale-in-Nurun İlâhî ve Kur'ânî hakikatlarına karşı cephe alan bu zümrenin başına bir dördüncü tokat daha geldi.


Garibi şu ki, biz şubatın üçüncü günü mahkemeye çağrılmıştık. Iztırab ve elemleri içinde yüreklerimizi ağlatan hastalıklı haliyle kendisinden sorulan suallere cevap vermek için altmışbeş kadar talebesinin önünde ayağa kalkan mübarek Üstadımızın cevapları arasında "O zındıkların dünyaları başlarını yesin ve yiyecek!" kelimeleri, tekrar tekrar hey'et-i hâkimenin yüzlerine karşı ağzından dökülüyordu. Bir kaç def'a mahkemeye gidip geldikten sonra, 7 Şubat 1944 tarihli İstanbul'da münteşir "Hemşehri" ismindeki bir gazete elime geçti....


İşte bu gazetenin de harb boğuşmalarına ait resimlerine bakıyordum. Nazarıma çarpan büyük yazı ile yazılmış bir sütunda, Anadolunun yirmibir vilâyetini sarsan ve şubatın birinci gününün gecesinde sabaha karşı herkes uykuda iken vukua gelen ve pek çok zayiata mâl olan dehşetli bir zelzeleyi haber veriyordu. Derhal, şubatın üçünde mahkemede sevgili üstadımızın hey'et-i hâkimeye "zındıkların dünyaları başlarını yesin ve yiyecek " diye tekrar tekrar söylediği sözleri hatırladım....


İşte, merkezi Gerede, Bolu ve Düzce olan bu kanlı zelzele, Risale-in-Nurun dördüncü bir kerameti idi. Bu gazete şu malûmatı veriyor: Ankara, Bolu, Zonguldak, Çankırı ve İzmit vilâyetlerinde fazla kayıplar varmış. Geredede ikibin ev yıkılmış, yıkılmıyan evler de oturulmıyacak derecede harab olmuş, binden fazla ölü varmış, enkaz altından mütemadiyen ölü çıkartılıyormuş. Düzcede zarar çokmuş, ölü ve yaralıların mikdarı malûm değilmiş. Ankara'da yüz üç ölü ve bir o kadar da yaralı varmış. Bine yakın ev yıkılmış. Debbağhanede iki ev çökmüş, bâzı köylerde sarsıntıyı müteâkib yangınlar olmuş. İlk sarsıntı çok kuvvetli olmuş, sarsıntıyı yer altından gelen bir takım gürültüler tâkib etmiş....


Daha sonra başka bir gazetede tamamlayıcı ve hayret verici şu malûmatları gördüm: Zelzeleden evvel kediler, köpekler üçer beşer olarak toplanmışlar, düşünceli, hüzünlü gibi alık alık birbirine bakarak bir müddet beraber oturmuşlar, sonra dağılmışlar. Gerek zelzele olurken ve gerekse olmadan evvel ve olduktan sonra da bu hayvanlardan hiçbiri görünmemiş, kasabalardan uzaklaşarak kırlara gitmişler. Bir garibi de şu ki: Bu hayvanlar isyanımızdan mütevellid olarak başımıza gelecek felâketleri lisan-ı halleriyle haber verdiklerini yazıyorlar da biz anlamıyoruz diyerek taaccüb ediyorlar.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 213)


MUSİBETLERİN MÜ’MİNLERE GELMESİNDEKİ BİR HİKMET
Dünyada musibetin azgınlara daha çok gelmesi beklenirken mü’minlere gelmesindeki hikmet:


“SUAL: Has dostlarınıza gelen musibetleri, tokat eseri deyip hizmet-i Kur'aniyede füturları cihetinde bir itab telakki ediyorsun. Halbuki size ve hizmet-i Kur'aniyeye hakikî düşmanlık edenler, selâmette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor?


ELCEVAB: ‘ez zulmü lâ yedûmü ve’l küfrü yedûmü’ ([40]) sırrınca: Dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir. Düşman ise, hizmet-i Kur'aniyeye zıddıyeti, mümanaatı, dalalet hesabına geçer. Bilerek veya bilmeyerek hizmetimize tecavüzü, zındıka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar. Nasılki küçük kabahatleri işleyenlerin, nahiyelerde cezaları verilir. Büyük kabahatleri de büyük mahkemelere gönderilir. Öyle de: Ehl-i imanın ve has dostların hükmen küçük hataları, çabuk onları temizlemek için kısmen dünyada ve sür'aten verilir. Ehl-i dalaletin cinayetleri, o kadar büyüktür ki: Kısacık hayat-ı dünyeviyeye cezaları sığışmadığından, mukteza-yı adalet olarak âlem-i bekadaki mahkeme-i kübraya havale edildiği için, ekseriyetle burada cezaya çarpılmıyorlar.


İşte hadîs-i şerifte ‘ed dünya sicnü’l mü’mini ve cennetü’l kafiri’([41]) hakikata dahi işaret ediyor. Yani: Dünyada şu mü'min, kısmen kusuratından cezasını gördüğü için dünya onun hakkında bir dâr-ı cezadır. Dünya, onların saadetli âhiretlerine nisbeten bir zindan ve cehennemdir. Ve kâfirler madem Cehennem'den çıkmayacaklar. Hasenatlarının mükâfatlarını kısmen dünyada gördükleri ve büyük seyyiatları te'hir edildiği cihetle, onların âhiretine nisbeten dünya, cennetleridir. Yoksa mü'min bu dünyada dahi kâfirden manen ve hakikat nokta-i nazarında çok ziyade mes'uddur. Âdeta mü'minin imanı, mü'minin ruhunda bir cennet-i maneviye hükmüne geçiyor; kâfirin küfrü, kâfirin mahiyetinde manevî bir cehennemi ateşlendiriyor.” (Lem’alar sh: 47)


“Aziz, sıddık kardeşlerim!


Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerinde siper edilmez. Çünki, ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevî maksadlar onunla kasden istenilmez, istenilse ihlas kırılır, o ehemmiyetli ibadet şekli değişir. Yani, çocuklar gibi döğüştükleri vakit Kur'an'ı başına siper eder. Başına gelen zarar Kur'an'a geldiği gibi; Risale-i Nur, böyle muannid hasımlara karşı siper istimal edilmemeli. Evet Risale-i Nur'a ilişenler tokatlar yerler, yüzer vukuat şahiddir. Fakat Risale-i Nur tokatlarda istimal edilmez ve niyet ve kasd ile tokatlar gelmez. Çünki sırr-ı ihlas ve sırr-ı ubudiyete münafîdir. Bizler, bize zulmedenleri, bizi himaye eden ve Risale-i Nur'da istihdam eden Rabbimize havale ediyoruz.” (Kastamonu Lâhikası sh: 262)


“Hattâ bu defa bana beş vecihle kanunsuz, bayramda, düşmanlarımın plânıyla bana ihanet eden o malûm adama şimdilik bir bela gelmesin diye telaş ettim. Çünki mes'ele şaşaalandığı için, doğrudan doğruya avam-ı nâs bana makam verip hârika bir keramet sayabilirler diye, dedim: "Ya Rabbi, bunu ıslah et veya cezasını ver. Fakat böyle kerametvari bir surette olmasın." (Emirdağ Lâhikası-l sh: 75)


DOSTLARIN HATALARI İLAHÎ TOKADA MÜSTEHAK EDER
Şahsa değil şahsın hizmetine zarar verenler, tokat yerler:


“Medar-ı ibret bir mes'ele:


[Vehme maruz, fütura düşen bazı dostlarıma kuvve-i maneviyeyi teyid edecek yedi emarenin delaletiyle, sırf hizmet-i Kur'ana ait bir ikram-ı Rabbanîyi ve bir himayet-i İlahiyeyi beyan etmeye mecburum ki, o zaîf damarlı bir kısım dostlarımı kurtarayım. O yedi emarenin dördü; dost iken, sırf birer maksad-ı dünyevî için şahsıma değil, Kur'ana hâdimliğim cihetinde düşman vaziyeti almalarıyla, o maksadlarının aksiyle tokat yediler. O yedi emarenin üçü ise, ciddî dost idiler ve daima da dostturlar; fakat dostluğun iktiza ettiği merdane vaziyeti muvakkaten göstermediler, tâ ki ehl-i dünyanın teveccühünü kazanıp birer maksad-ı dünyevî kazansınlar ve başlarından emin olsunlar. Halbuki o üç dostum, maatteessüf o maksadlarının aksiyle birer itab gördüler.]


Evvelki dört zahirî dost, sonra düşman vaziyeti gösterenlerin


Birincisi: Bir müdür, kaç vasıta ile yalvardı. Onuncu Söz'den bir nüsha istedi. Ona verdim. O ise, terfi' için dostluğumu bırakıp düşmanlık vaziyeti aldı. Valiye şekva ve ihbar suretinde verdi. Hizmet-i Kur'aniyenin bir eser-i ikramı olarak terfi' değil, azledildi.


İkincisi: Diğer bir müdür, dost iken, âmirlerinin hatırı için ve ehl-i dünyanın teveccühünü kazanmak fikriyle şahsıma değil, hizmetkârlığım cihetinde rakibane ve düşmanane vaziyet aldı, kendi maksadının aksiyle tokat yedi. Ümid edilmediği bir mes'elede, iki buçuk seneye mahkûm edildi. Sonra Kur'anın bir hizmetkârından dua istedi. İnşâallah belki kurtulacak, çünki ona dua edildi.


Üçüncüsü: Bir muallim, dost görünürken ben de ona dost baktım. Sonra Barla'ya nakledip yerleşmek için düşmanane bir vaziyeti ihtiyar etti; o maksadının aksiyle tokat yedi. Muallimlikten askerliğe atıldı. Barla'dan uzaklaştırıldı.


Dördüncüsü: Bir muallim (hâfız, hem mütedeyyin gördüğüm için) Kur'anın hizmetinde bana bir dostluk edecek niyetiyle ona samimane bir dostluk gösterdim. Sonra o, ehl-i dünyanın teveccühünü kazanmak için bir memurun bir tek kelâmıyla bize karşı çok soğuk ve korkak vaziyeti aldı. Sonra o maksadının aksiyle tokat yedi. Müfettişinden şiddetli bir tekdir yedi ve azledildi.


İşte bu dört adam düşman vaziyeti almakla böyle tokat yedikleri gibi, üç dostum da ciddî dostluğun iktiza ettiği merdane vaziyeti göstermedikleri için, tokat değil, bir nevi ihtar nev'inde aks-i maksadlarıyla ikaz edildiler.


Birincisi: Gayet mühim ve ciddî ve hakikî bir talebem olan bir zât-ı muhterem, mütemadiyen Sözler'i yazar, neşrederdi. Müşevveş büyük bir memurun gelmesiyle ve bir hâdisenin vukuu ile; yazdığı Sözler'i sakladı, muvakkaten istinsahı da terketti. Tâ ki, ehl-i dünyadan bir zahmet görmesin ve bir sıkıntı çekmesin ve onların şerlerinden emin olsun. Halbuki o hizmet-i Kur'aniyenin muvakkaten ta'tilinden gelen bir eser-i hata olarak, bir sene mütemadiyen bin liraya mahkûmiyet gibi bir bela, gözü önüne konuldu. Ne vakit istinsaha niyet etti ve eski vaziyetine döndü; o davasından tebrie etti, lillahilhamd beraet kazandı. Fakr-ı haliyle beraber bin liradan kurtuldu.


İkincisi: Beş seneden beri merd ve ciddî ve cesur bir dostum, ehl-i dünyanın ve yeni gelen bir âmirin hüsn-ü zannını ve teveccühünü kazanmak için, komşum iken, düşünmeyerek ihtiyarsız birkaç ay benim ile görüşmedi. Hattâ bayramda ve ramazanda uğramadı. Halbuki maksadının aksiyle karye mes'elesi neticelendi, nüfuzu kırıldı.


Üçüncüsü: Haftada bir-iki defa benimle görüşen bir hâfız, imam olmuş. Sarık sarmak için iki ay beni terketti. Hattâ bayramda yanıma gelmedi. Hilaf-ı me'mul olarak, maksadının aksiyle yedi-sekiz ay imamlık ettiği halde hilaf-ı âdet bir surette ona sarık bağlattırılmadı.


İşte bu gibi vukuatlar çok var. Fakat bazılarının hatırlarını kırmamak için zikretmiyorum. Bunlar ne kadar zaîf birer emare ise de, fakat içtimaında bir kuvvet hissedilir. Onunla kanaat gelir ki: Şahsıma karşı değil -çünki nefsimi hiçbir ikrama lâyık görmüyorum- belki hizmet-i Kur'an noktasında sırf o cihette bir ikram-ı İlahî ve bir himayet-i Rabbaniye altında hizmet ettiğimiz anlaşılıyor. Dostlarım bunu düşünmeli, evhama kapılmamalı. Madem hizmetkârlığıma bir ikram-ı İlahîdir ve madem fahre değil, belki şükre sebebdir ve madem ‘ve emma bi ni’meti rabbike fe haddis’ ([42]) fermanı var.. bu sırlara binaen, hususî bir surette dostlarıma beyan ediyorum. (Mektubat sh: 338)


EKLER
EK-1


DECCALİYETİN YAYDIĞI SEFAHET VE GÜNAHLAR
Burada ehemmiyetli bir meseleyi nazara almak zaruriyeti var. Şöyle ki:


Şu okuduğumuz: “Sarhoşçasına , gayet heveskârane şarkıları ve bazen kızların sesiyle, radyo ağzıyla (Şimdi daha çok televizyonla) bu mübarek merkez-i İslamiyet’in her köşesinde cazibedarane işittirilmesi bu korku azabını netice verdi.” ifadesi, bütün İslam memleketlerinin merkezi ve kahraman bayraktarı olan milletimizin yaşadığı vatanımızda yaygınlaştırılan sefahatler ve bid’aları hatırlatır. Yani asırlardan beri ecdadımızın yaşadığı ve uğurunda canlarını feda ettiği İslamiyet’ten alınan ve tarihî şerefimizi teşkil eden millî ahlâk ve an’anelerimiz terk edilmesin ve Avrupa’nın nefisperestliğinden doğan açık-saçık yaşayıştan ve adetlerinden vazgeçilsin, diye ihtar eder. Yani temel hadis kitaplarında Peygamberimizin (A.S.M) ciddiyetle ve tekrarla haber verdiği ahirzaman fitnesini, yani deccal fitnesini bildiriyor.


Evet Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:


“Rivayetlerde gelmiş ki: "Deccal'ın bir yalancı Cennet'i var; kendine tâbi' olanları ona atar. Hem yalancı bir Cehennemi var; tâbi' olmayanları ona atar. Hattâ o kendi merkebinin de bir kulağını Cennet gibi, bir kulağını da Cehennem gibi yapmış. Azamet-i bedeniyesi bu kadardır, şu kadardır..." diye tarifat var?


Elcevab: Deccal'ın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah'ı unutmuş olduğundan; surî, cebbarane olan hâkimiyetine, uluhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı manevîsi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi, pek cesîmdir. Rivayetlerde Deccal'a ait tavsifat-ı müdhişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya'nın başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhit'te, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Artür Kal'asında tasvir edilmiş. O küçük Japon Kumandanı'nın bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı manevîsi gösterilmiş.


Amma Deccal'ın yalancı Cennet'i ise, medeniyetin cazibedar lehviyatı ve fantaziyeleridir.” (Mektubat sh: 58)


Bediüzzaman Hazretleri aynı manayı te’yid eden haberlerden şunları da nakleder:


“Rivayette var ki: "Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz." Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra ‘min fitnetid deccali ve min fitneti ahirizzaman’([43]) vird-i ümmet olmuş.


Allahu a'lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâb ederler. Meselâ; Rusya'da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler ve kadın kendi güzelliklerini göstermeğe fıtraten çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlub olup o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid'aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.” (Şualar sh: 584)


Yukarıda dikkat çekilen (Dans ve tiyatro) gibi sefahetler, şimdi televizyonlarda maalesef daha yaygın haldedir. Bu ise, musibetlerin gelmesine fiilî dua sayılır.


Bediüzzaman Hazretleri şu hadise de dikkat çeker:


“Rivayetlerde Hazret-i İsa Aleyhisselâm'a "Mesih" namı verildiği gibi her iki Deccal'a dahi "Mesih" namı verilmiş ve bütün rivayetlerde ‘min fitneti’l mesihı’d deccal, min fitneti’l mesihı’d deccal’ denilmiş. Bunun hikmeti ve tevili nedir?


Elcevab: Allahu a'lem bunun hikmeti şudur ki: Nasılki emr-i İlahî ile İsa Aleyhisselâm, şeriat-ı Museviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarab gibi bazı müştehiyatı helâl etmiş. Aynen öyle de; Büyük Deccal, şeytanın iğvası ve hükmü ile şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak, anarşistliğe ve Ye'cüc ve Me'cüc'e zemin hazır eder. Ve İslâm Deccalı olan Süfyan dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleri ile kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesat-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz.” (Şualar sh: 593)


Zamanımızda radyo ve televizyon gibi neşir vasıtalarının, millî ahlak ve an’aneleri tahribindeki dehşetini haber veren bir hadisin, asrımıza bakan mana vechesini açıklayan Bediüzzaman Hazretleri diyor:


“Birden ihtar edilen bir mes'ele:


Âhirzamanda bir şahsın hatiat ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah işleyebilir mi ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harab olmasına sebebiyet verir, diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddid esbabını gördük.


Ezcümle müteaddid vücuhundan radyomla anlaşıldı ki: O bir tek adam bir tek kelime ile, bir milyon kebairi birden işler ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günaha sokar. Evet küre-i havanın yüzbinler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlahiyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü sena ile doldurmak lâzım gelirken, dalaletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye, o azîm nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden elbette tokat yiyecek. Nasılki havarik-ı medeniyet namı altındaki ihsanat-ı İlahiyeyi, bu mimsiz, gaddar medeniyet hüsn-ü istimal ile şükrünü eda edemeyerek tahribata sarfedip küfran-ı nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi kaybettirdi. Ve en medenî tasavvur ettiği insanları, en bedevi ve vahşi derekesinden daha aşağıya indirdi. Cehennem'e gitmeden evvel, Cehennem azabını tattırıyor.


Evet radyonun küllî nimetiyet ciheti, küllî bir şükür iktiza eder. Ve o küllî şükür de, Hâlık-ı Arz ve Semavat'ın kelâm-ı ezelîsinin şimdiki bütün muhatablarına birden yetiştirmek için, küllî yüzbin dilli semavî bir hâfız hükmünde, her vakit kâinatta Kur'an'ı okumalıdır. Tâ o nimetin küllî şükrünü eda ve o nimeti idame etsin.


Said Nursî” (Kastamonu Lâhikası sh: 71)


“(Medar-ı ibret ve hayret bir hâdisedir)


"Risale-i Nur'un erkân-ı mühimmesinden bir zât yazıyor ki: "Adapazarı zelzelesinin aynı gününde, zelzeleden birkaç saat evvel, umumî ve herkese göstermek için, bir büyük tiyatro teşekkülüyle ve oyuncu kızlardan dört güzelini çırılçıplak olarak alayişle çarşı ve pazarda gezdirerek, o cazibedarlara kapılan tiyatro binasında toplanan bin kişiden fazla seyirciler, oyun başlarken, birdenbire arz kemal-i hiddet ve gayz ile onların hayâsız yüzlerini dehşetli tokatladı, mahvedip zîr ü zeber etti. Ve o binayı hâk ile yeksan eyledi." Ben, dünyanın bu nevi hâdiselerinden iki senedir hiç haberim yoktu, bakmıyordum. Fakat bugünlerde hem Hüsrev ve hem kahraman Çelebi zelzeleden haber vermeleri; ve Hüsrev ve rüfekasının kanaatıyla, Isparta'nın gürültülü zelzelesi, karşısında Risale-i Nur'u kuvvetli bir kalkan bulmasıyla hiçbir zarar vermemesi; ve Risale-i Nur'a muarız bir hocanın bütün hasılatını mahveden dolu o muarıza has kalması, başkasına ilişmemesi bir derece kanaat verir ki; ekser vilayetlere giren ve Adapazar'a girmeyen Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarını bu derece açık ihanetiyle, Risale-i Nur onların yardımlarına koşmamış diye, yalnız bu hâdiseye baktım.” (Kastamonu Lâhikası sh: 262)


Geçmişte olan bu hâdiseler, şimdiki insanlara ibret manzarası olmalı.


EK-2
KU’RAN VE HADİSTE, AZGIN ZALİMLERE GELEN CEZALAR
Kuran’da ibret nazarlarına arz edilen azgın zalimlerin helâket ve cezaları hakkında hayli ayetler vardır. Bunlardan her zamana bakan ibretlik bir kısmı notlar halinde aşağıda sıralanmıştır:


1- Azgın topluluğa gece yatarken veya gündüz vakti İlahî azab ve darbenin gelip çatması ve faidesiz pişmanlıkları. (7/4,5)


2- Azgınlara yere çöktüren sarsıntı musibeti. (7/91) - (29/36,37)


3- İlahî gazaba lâyık olan azgınların istidracen, yavaş yavaş tehlikeye itilmeleri. (7/182,183)


4- (Kimleri darbeleyip cezalandırmak gerektiği cihetinde kaderce) işaretlenmiş taşları yağdırma azabı ve hakikî mü’minlerin kurtarılması. (11/82,83) - (51/33-36)


5- Yeri altüst eden ve sabahleyin gelen korkunç ses ve taş yağmuru azabı. (15/73,74)


6- Karada yere batırmak, taş yağdırmak ve denizde boğmak azab ve cezalarıyla azgınlara yapılan tehditler. (17/68, 69) - (29/40)


7- Yeryüzünde bozgunculuk (ifsadat) yapan dokuz komite ele başlarının tasarladıkları gece baskını planlarının altüst edilişi ve toptan helak edilmeleri. (27/48-52)


8- Yere batırılma cezası (47/10)


9- Azgınlıkları sebebiyle helak edilen kavimler. (53/50-53) gibi pek çok ayetler, gazab-ı İlahiyeye delalet eden ve kıyamete kadar ibret ve ikaz dersleri makamında nazara verilen ayetlerdir. Bu gibi ayetlerin manasını, pek çok tarihi hadiseler tasdik etmiş ve edecektir diye Kuran’ın insanlık alemine duyurmakta olduğunu, bu derlemede kısmen nakledilen Risale-i Nur’daki ikaz edici derslerden anlıyoruz.


Yukarıda ayetlerin beyan ettiği hadiseler, müteşabih ve te’vile muhtaç ifadelerle hadislerde de haber verilir.


Ahirzaman fitnesinde, İslam dünyasını yok etmek isteyen dinsizlik cereyanının suikasd plânlarını hazırlamayı tasarlayan azgınların ve istemeyerek onlara katılanların imhasına işaret eden müteşabih fakat manidar bir rivayet mealen şöyledir:


"Kâ'be'ye karşı (Merkeziyet-i İslamiyeye ve ihya-i hilâfete karşı) bir ordu, saldırı tertipleyecek. (İmha plânı hazırlayacak) Yerin bir çölüne geldikleri vakit en öndekileri de (Elebaşlarını da) en sondakileri de (tamamiyle) yere batırılacak!" Ben söze girip: "Ey Allah'ın Resûlü, onların içerisinde çarşı-pazar (ehli) olanlar, onlardan olma(dığı halde zorla katılan)lar da var. Nasıl olur da hepsi birden yere batırılıp (cezalandırılır)? dedim. Aleyhissalatu vesselam:


"Öndekileri de, arkadakileri de batırılır. Ancak, herbiri niyetlerine göre diriltilir" buyurdular."


Buhari, Büyü 49; Müslim, Fiten 8, (2884)”


"Bu ümmette “hasf” (yere batırma), “mesh” (suret değişmesi) ve “kazf” (taş yağması) olacak. Bu musibetler kaderi yani (bütün varlıklara ve hadiselere Allah’ın hâkim olduğunu) inkâr edenlere gelecek."


Ebu Davud, Sünnet 7, (4613); Tirmizi, Kader 7, (2153, 2154)”


“-Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri, önceden gelip geçenlere (çeşitli ithamlar ve bahanelerle) hakâret ettiği zaman artık kızıl rüzgârı, (zelzeleyi), yere batışı (hasfı) veya suret değiştirmeyi (meshi) veya gökten taş yağmasını, (kazfi) bekleyin."


Tirmizi, Fiten 39, (2211).”


“Abdullah İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kıyametin kopmasına yakın (bazı insanlar günahları sebebiyle) "mesh"e (hayvan süretine çevrilmeye), "hasf"e (yere batmaya) ve "kazf'e (taşlanma azabına) uğrayacaktır."


Kütüb-ü Sitte: 7190”


“Enes Hazretleri (radıyallâhu anh) anlatayor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: "Ey Enes, dedi, insanlar yurtlar ediniyor. Bu yurtlardan biri Basra ve Busayra diye tesmiye edilmektedir. Eğer sen oraya uğrar veya ona girersen;


– oranın çorak (tuzlu) arazisinden,


– gemilerin yanaştığı limanından,


– çarşısından,


– ümerasının kapılarından (Siyasî makamlarından) sakınasın!


Sana oranın güneşe açık yerlerini (dağlarını) tavsiye ederim. Zira orada (Basra ve Busayra ve şer cereyanı mahallerinde) hasf (yere batma), kazf ve zelzele olacak. Bir kavim de normal şekilde akşama erdiği halde, sabaha maymun ve hınzırlar olarak çıkacak."


Ebü Dâvud, Melâhim 10, (4307).”


Ümmetim on beş şeyi yaptığı vakit bela başlarına iner, buyurdu.


-Ey Allah'ın Resulü! Bunlar nedir? denildi. Peygamber (A.S.M.):


1- Devlet malı yalnız bir kısım insanlara (makam sahiblerine) verilip, ötekilerin (halkın) mahrum bırakıldığı;


2- Emanetin (Devletin idare makamlarının) kendisine bırakılan kişi tarafından ganimet sayıldığı; (Şahsî menfaatlarda istismar edildiği)


3- Zekatın ödenmesi gereken bir zarar telakki edildiği; (Fakirlere yardım edilmediği)


4- Kocanın her hususta karısının emrinde bulunduğu; (Aile reisliği kadına verildiği)


5- Kişinin anasına isyan ettiği (aile yapısında manevi bağların koptuğu);


6- Kişinin (enaniyetine çok hoş gelen aşırı tarafgir) dostunu, (hakka bağlı olanlara tercih edip) çok iltifatkâr karşıladığı;


7- Babasına cefa ettiği (aile müessesesinin manevi nizamı bozulduğu);


8- Mescidlerde yüksek sesle konuşulduğu (Bu ihbar-ı Nebevîde; siyasî tarafgirlik, cemaatî taassub ve halkın hissiyatına hitaben heyecanlandırıp cemaatın teveccühünü toplamak ve kendine bağlamak gibi ihlasa münafi olan hissî temayüllerle yapılan heyecanlı vaazların zuhur edeceğine de işaret vardır);


9- Bir kavmin (milletin) en alçağı, o halkın ilk adamı (reisi) olduğu;


10- Bu kişinin şerrinden korkulduğu için ikram edildiği (tarafgirlik gösterildiği);


11- İçkinin bol bol içildiği;


12- İpek elbiselerin giyildiği (aşırı lüks hayata girildiği);


13- Şarkıcı kadınların


14- Çalgı âletlerinin yaygın hale geldiği;


15- Ve bu ümmetin sonundakilerin, (Ahirzamandaki bozuk insanların) ilkte bulunanları (geçmiş muhterem ecdadı) lânetlediği vakit, bu on beş şey gerçekleşmiş demektir. İşte bu saydıklarım meydana geldiği vakit,


– kızıl rüzgârı veya


– hasf'ı (Yere batırılma cezasını) ya da


– mesh'i (Çılgın yaşanan sefahetle bozulup hayvanlaşmayı) bekleyin.


Taç Tercümesi 5. Cilt 1009. Hadis (Tirmizi fiten/38 den naklen)


SONSÖZ
Mezkür nakiller gibi daha pek çok küllî manada rivayetler vardır. Fakat derlemememizin hacmı itibarıyla kısa kesildi.


İşte bu izahlardan açıkça anlaşılıyor ki, Deccalın şahsından daha çok, onun tahribci cereyanından ve medenî hayat diyerek yaygınlaştırdığı sosyete denen anlayış ve yaşayıştan uzak durmaya dikkat çekiliyor. Yani, sonsuz merhamet sahibi olan Allah, (c.c.) aldatılan müslüman halkı, ahiretlerini kaybettiren fitne felaketinden kurtarmak için zelzele gibi musibetlerle uyandırıyor, diye bütün gerçek İslâm alimleri haber veriyorlar.


Buraya kadar verilen izahatın neticesi olarak deriz ki: Kâinatın ve bütün ahval-i alemin, Âdil, Kahhar, Hakîm, Rahîm gibi sıfatlara sahib bir sahibi, müdebbiri ve mutasarrıfı var. Her an her şeyi bütün hususiyetleri ile bilir ve görür ve mezkür sıfatlarının gereği üzere muamele ve tasarruf eder. Hatakâr mü’minlere ekseriya cezayı dünyada verir; azgınlara ise, bazen ibretlik için az bir miktarı dünyada verip esas cezalarını da ahirete te’hir eder.


Evet Kâinatın sahibi, Kâinatın neticesi olan insanları başıboş bırakmış değildir.


Netice:
İmtihan edilmek ve dinî talim ve terbiye ile tekâmül edip hakikî insan olmak için dünyaya gönderilen insanların, bu asrın bozuk yaşayışıyla işledikleri günahlardan tövbe etmeleri gerekiyor. Aksi halde, çeşitli musibetlerle terbiye edilmeleri devam edeceğini Allah (c.c.) bildiriyor.






--------------------------------------------------------------------------------


[1] Dershane hükmünde olan hapishanedeki


[2] azarlamak, darılmak


[3] “Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır.” Bakara Sûresi, 2:216.


[4] Allah’ın, kullarını sevkettiği ve onlar için seçtiği her şeyde hayır vardır.


[5] “Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır.” Bakara Sûresi, 2:216.


[6] dikkat çekmek


[7] Secde Suresi, 32:7


[8] güzellik


[9] dış görünüşe çok değer veren


[10] sadece kendine menfaati olanı düşünen


[11] kişinin geçici isteklerine uymamayı gerektiren


[12] “Eğer hak onların keyiflerine tâbi olsaydı, gökler ve yer hep fesâda uğrardı.” Mü’minûn Sûresi, 23:71.


[13] azab


[14] kıyas, ayar ve ölçü


[15] kainatın küçük nümunesi olan insan


[16] yiyecek ve içecekler


[17] yeryüzü alemi


[18] Allah’dan bahsetmeyen ilim


[19] dini bakış


[20] büyük din alimleri


[21] varlıklardan kime delalet ettikler için bahsetme


[22] dinden bahsetmeyen ilim adamları


[23] el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:519, no: 1056; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:343; Buharî, Merdâ: 3; Tirmizî, Zühd: 57; İbni Mâce, Fiten: 23; Dârimî, Rikâk: 67; Müsned, 1:172, 174, 180, 185, 6:369.


[24] “Neredeyse öfkeden parçalanacak!” Mülk Sûresi, 67:8.


[25] “İnkâr edenler için ise Cehennem ateşi vardır.” Fâtır Sûresi, 35:36.


[26] “Zâlimlerin hakkı şüphesiz ki pek acı bir azaptır.” İbrahim Sûresi, 14:22.


[27] “Oraya atıldıklarında Cehennemin gürleyişini işi­tirler ki, kaynayıp duruyor.


Neredeyse öfkeden parçalanacak!” Mülk Sûresi, 67:7-8.


[28] “Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler, halkı Allah yolundan alıkoyarlar ve doğru yo­lu eğri göstermeye çalışırlar. Öyleleri, haktan pek uzak bir sapıklık içindedirler.” İbrahim Sûresi, 14:3.


[29] “Asâsını kemirmekte olan bir ağaç kurdu.” Sebe’ Sû­resi, 34:14.


[30] “Onlara taşlar attılar.” Fil Sûresi, 105:4.


[31] “Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?” Fil Sûresi, 105:2.


[32] “Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?” Fil Sûresi, 105:1.


[33]“Onlara taşlar attılar.” Fil Sûresi, 105:4.


[34] “Dalâlet içinde.” Fil Sûresi, 105:2.


(1) Günümüzde zelzelenin gün ve saatlerini bildirmek tarzında yayılan haberlerle halkı heyecanlandırıp korkutanların kulakları çınlasın!


Halbuki bu zelzele haberleri şöyle olabilirdi: “Hata ve günahlarımızdan tövbe ve dönüş yapmak hikmetiyle gelen ve Allah’ın ikazı olan bu zelzelelerin hafifçe devam etme ihtimali var. Milletimiz İslâmî hayata daha sıkı bağlanır ve sağlamlığı normal olmayan bazı mesken sahipleri de az bir ihtiyat yaparlarsa, inşaallah bir zayiat olmaz.” İşte bu haber şekli maslahatlı ve makuldur.


[35] “Bilgim sayesinde bu bana verildi.” Kasas Sûresi, 28:78; Zümer Sûresi, 39:49.


[36] “Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. Ve yeryüzü bütün ağırlıklarını dışarı çıkarır. Ve insan ‘Ne oluyor buna?’ der. O gün yeryüzü, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir.” Zilzal Sûresi, 99:1-5.


(Haşiye) Hem Rus gibi olanlar, mensuh ve tahrif edilmiş bir dini terk etmekle, hak ve ebedî ve kabil-i nesh olmayan bir dine ihanet etmek derecesinde gayretullaha dokunmadığından, zemin şimdilik onları bırakıp, bunlara hiddet ediyor.


[37] Enfâl Sûresi, 8:25.


[38] “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden ol­dum.” Enbiyâ Sûresi, 21:87.


[39] Zulüm devam etmez, küfür devam eder.


(Haşiye) Demek bu geçen seneki zelzele yâni İzmir zelzelesi Risale-i Nurun dirilmesine ve meydana çıkmasına bir emaredir ve o rü'yayı tâbir ediyor. Evet o zelzeleden evvel Risale-i Nur defnolunmuş gibi gayet gizli perde altında intişar ediyordu. Zelzele başladıktan sonra eski elbise-i fâhiresiyle meydan-ı zuhûra çıktı.


[40] Zulüm devam etmez, küfür devam eder.


[41] “Dünya mü’minin zindanı, kâfirin Cennetidir.” Müs­lim, Zühd: 1; Tirmizî, Zühd: 16; İbni Mâce, Zühd: 3; Müsned, 2:197, 323, 389, 485.


[42] “Rabbinin nimetini yâd et.” Duhâ Sûresi, 93:11.


[43] “Mesih Deccalın fitnesinden... Ahirzaman fitnesin­den... (sana sığınıyoruz Allah’ım).” Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...