5/02/2010

vehhabi inançlarına cevaplar

MÜSLİMÂNA NasiHAT


Birinci Kısm


VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE


EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN


BUNLARA VERDİĞİ Cevaplar


Elhamdülillâh! Herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd
ederse, bu hamd ve şükrlerin hepsi, Allahü teâlâya olur. Çünkü, herşeyi yaratan, terbiye eden, yetiştiren, her iyiliği yaptıran, gönderen hep Odur. Kuvvet,
kudret sahibi yalnız Odur. O, hâtırlatmazsa kimse, iyilik ve kötülük yapmağı irâde, arzu edemez. Kulun irâdesinden sonra, O da istemedikçe, kuvvet ve fırsat
vermedikçe, hiçbir kimse, hiçbir kimseye, zerre kadar iyilik ve kötülük yapamaz. Kulun istediği herşey, O da irâde ederse, dilerse meydana gelir. Y
alnız
Onun dilediği olur. İyilik ve kötülük yapmağı, çeşidli sebeplerle hâtırlatmaktadır. Merhamet ettiği kulları, kötülük yapmak irâde edince, O irâde etmez
ve yaratmaz. İyilik yapmak irâde ettikleri zaman, O da irâde eder ve yaratır. Böyle kullardan hep iyilik meydana gelir. Gazab ettiği düşmanlarının kötü
irâdelerinin yaratılmasını, O da irâde eder. Bu kötü kullar, iyilik yapmak irâde etmedikleri için, bunlardan hep fenalık hâsıl olur. Demek oluyor k
i, insanlar

bir âlet, bir vâsıtadır. Kâtibin elindeki kalem gibidir. Şu kadar var ki, kendilerine ihsân edilmiş olan (İrâde-i cüz'iyye)lerini kullanarak, iyilik yaratılmasını
isteyen sevap kazanır. Kötülük yaratılmasını isteyen, günah kazanır. Bunun için, hep iyilik yapmayı düşünmeli, hep iyilik yapmayı istemeliyiz! İyi şeyleri
öğrenmeliyiz. İyiliklerin kaynağı olan (Ehl-i sünnet) âlimlerinin kitaplarını okuyup, iyiyi, kötüyü anlamalıyız. Ehl-i sünnet âlimleri, vehhâbîliğin ingilizler
tarafından kurulduğunu ve hatâlı bir yol olduğunu vesikalarla isbât ediyor. Kitabımızın birinci kısmında, bu vesikalardan otuzbeş dânesini sıra ile bildireceğiz.


ÖNSÖZÜ


Allahü teâlâya hamd olsun! Onun çok sevdiği Peygamberi Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun! O yüce Peygamberin temiz Ehl-i beytine ve âdil, sâdık
Eshâbının herbirine hayrlı duâlar olsun!


Allahü teâlâ Rabbül'âlemîndir. Her canlıyı, hattâ canlı cânsız her varlığı, hesaplı, düzenli ve faydalı olarak yaratmıştır. Hâlık, Bârî, Musavvîr, Bedî
ve Hakîm sıfatları ile, varlıkların hepsini, çok düzenli, çok güzel yaratmıştır. Her varlığın düzenli ve güzel olmaları için, birbirleri aralarında bağlantılar
kurmuş, var olmaları için, düzende kalabilmeleri için, birbirlerine sebep, vâsıta, vesîle etmiştir. Varlıkların aralarındaki bu bağlantılara, birbirlerinin
düzenine sebep olmalarına tabî'at olayları, fizik, kimyâ kanûnları, astronomi formülleri, fizyolojik faaliyetler gibi ismler veriyoruz. Fen bilgisi demek,
Allahü teâlânın yaratmış olduğu varlıkların düzenlerini, birbirlerine etkilerini, aralarındaki bağlılıkları, hesapları araştırmak, incelemek, böylece bunlardan
faydalanmak demektir.


Allahü teâlâ, canlı cânsız bütün varlıkların düzenli, hesaplı olmalarını dilemiş ve dilediği gibi yaratmıştır. Böyle yaratmasına, maddeleri, kuvvetleri,
enerjileri vesîle ve sebep kılmıştır. Allahü teâlâ, insanların yaşamalarının da, düzenli ve faydalı olmasını dilemektedir. Bunun için de, insanların irâdelerini
vesîle ve sebep kılmıştır. İnsan, birşey yapmak irâde eder, ister. Allahü teâlâ da isterse, o şeyi yaratır. İnsanların şahsî yaşamalarının ve âile yuvası
kurmalarının ve sosyal hayatlarının düzenli olması için, insanların iyi ve doğru ve faydalı şeyleri irâde etmeleri lâzımdır. İrâdenin, dileğin iyi olması
için, Allahü teâlâ, onlara (Akıl) vermiştir. Akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvettir. İnsanlar çok şeye muhtaç oldukları için ve lâzım olan şeyleri elde
etmek zorunda oldukları için, bunları elde etmek isteyen (Nefis) denilen kuvvet, aklı şaşırtıyor. Lâzım olan şey, zararlı olsa da, nefis bunu akla güzel
gösteriyor.


Allahü teâlâ, kullarına acıyarak, (Peygamber) denilen seçtiği insanlara, melek ile (Din) denilen bilgiler gönderdi. Peygamberler bu bilgileri insanlara
öğretti. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği (İslâm) dîni, her yerdeki her insanın karşılaşabileceği, her şeyin iyi veya kötü, faydalı veya zararlı olduğunu
ayırmakta, faydalı şeyleri yapmamızı emretmektedir.


Nefis, insanları yine aldatıyor. Din bilgilerine uymak istemiyor. Hattâ bunları ve îman edilmesi, inanılması lâzım olan şeyleri değiştirmeye, bozmaya kalkışıyor.
Allahü teâlânın Peygamberi Muhammed aleyhisselâm, insanların nefslerine uyarak, islâmiyeti değiştirmeye kalkışacaklarını haber verdi. (Ümmetim yetmişüçe
ayrılacak, yalnız biri Cennete gidecek) buyurdu. Bozuk inançlarından dolayı Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırka, meydana çıktı. Bu yetmişiki
fırka, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin, açık olmıyan, şüpheli olan mânalarını yanlış anladıkları için, kâfir olmıyorlar. Fakat, islâmiyeti değiştirdikleri
için, Cehenneme gireceklerdir. Bunlara (Bid'at) veya (Dalâlet) ehli, yâni mezhepsiz ve sapık denir. Bunlar, müslüman oldukları için, Cehennemden çıkacak,
yine Cennete gireceklerdir. Bunlardan başka, (Müslüman) ismini taşıyan, fakat islâmiyeti, bozuk bilgilerine ve kısa görüşlerine göre değiştiren, bunun
için, müslümanlıktan çıkanlar vardır. Bunlar, Cehennemde sonsuz kalacaklardır. Bunlar zındıklar ve reformculardır.


Şimdi mezhepsizler milyonlarca altın saçarak, kendi inançlarını, her memlekete yaymaya çalışıyor. Din câhillerinden çoğunun, bol paraya kavuşmak için, çoğunun
da aldatılarak, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirmiş oldukları doğru yoldan ayrıldıkları, acı acı görülmektedir. Hattâ, Ehl-i sünnet kitaplarını lekelemeye
kalkışıyorlar. Bunun için, mezhepsizlerin bir kısmı olan vehhâbîlerin, Ehl-i sünnete uymıyan inanışlarını vesikaları ile ayrıca bir kitap hâlinde bildirmek
ve bu kimselerin müslümanlara yaptıkları zararları sağlam kaynaklardan alarak yazmak zarûret hâlini aldı. Böylece müslümanların sahte, yalan sözlere ve
yazılara aldanmaktan korunmaları lâzım oldu.


Abdülvehhâb oğlu Muhammed isminde bir kimse, (Kitap-üt-tevhîd) adında küçük bir kitap yazdı. Torunu Süleymân bin Abdüllah, bunu şerh etmeye başladı ise
de, binikiyüzotuzüç 1233 [m. 1817] senesi sonunda, İbrâhîm Pâşa Der'iyyeye girip, cezâlarını verdiği zaman, öldü. İkinci torunu Abdürrahmân bin Hasen,
şerh edip, (Feth-ul-mecîd) adını verdi. [Abdurrahmân 1258 [m. 1842] de öldü.] Sonra bu şerhini kısaltıp (Kurre-ül-uyûn) adında ikinci bir kitap hazırladı.
Şerhin Mısrda 1377 [m. 1957] de, Muhammed Hamîd isminde bir vehhâbî tarafından yapılan yedinci baskısına ilâveler de yapıldı. Kâfirler için gelmiş olan
âyet-i kerimeleri ve birçok hadis-i şerif yazarak, müslümanların gözlerini boyamaktadır. Bunlara yanlış, bozuk mânalar uydurarak (Ehl-i sünnet) olan doğru
müslümanlara saldırmakta, bu temiz müslümanlara kâfir demektedir. Kitabının birkaç yerinde, şî'îlere mel'ûn müşrikler diyerek ateş püskürmektedir. Bu şerhin
çok yerlerini ibni Teymiyyeden ve onun talebesi ibni Kayyım-ı Cevziyyeden ve torunu Ahmed bin Abdülhalîmden almış, birine allâme, ikincisine şeyh-ül-islâm
ve Ebül-Abbâs adını takmıştır. İbni Teymiyyeye de demektedir. [Ahmed ibni Teymiyye 728 [m. 1328] de Şâmda öldü. Muhammed ibni Kayyım-ı Cevziyye 751 [m.
1350] de vefât etti.]


İşbu, (Müslümana Nasihat) kitabını hazırlamakta iken, elimize türkçe yazılmış küçük bir vehhâbî kitabı geçti. (Cevap-ı Nu'mân) adındaki bu kitap, 1385 [m.
1965] senesinde ikinci defa olarak Şâmda basılmış. Türk hâcılarını aldatarak, (Ehl-i sünnet) yolundan ayırmak için, parasız dağıtılıyormuş. Allahü teâlânın
lütfü ve ihsânı ile, bunun da bozuk, uydurma yazılarına, sağlam, vesikalı cevaplar yazmak nasip oldu.


İşbu (Müslümana Nasihat) kitabı iki kısm olarak hazırlandı. Birinci kısmda, (Feth-ul-mecîd) kitabından ve sonra (Cevap-ı Nu'mân) kitabından yazılar alınıp,
bunlara islâm âlimlerinin kitaplarından cevaplar verildi. Böylece, otuzbeş madde hâsıl oldu.


Kitabın ikinci kısmında, vehhâbîlerin nasıl meydana çıktıkları, nasıl yayıldıkları ve mal, mevki' ele geçirmek için, vehhâbîler arasına karışan câhil, vahşî
kimselerin, müslümanların canlarına, mallarına kıydıkları, islâm memleketlerine barbarca saldırdıkları, Osmanlı devleti tarafından nasıl cezâlandırıldıkları
ve birinci cihân harbinden sonra, ingilizlerin bol para ve silâh yardımı ile, tekrar nasıl devlet kurdukları yazılıdır.


Allahü teâlâ müslümanları mezhepsizlik felaketine düşmekten korusun! Bu yollara kaymış olan zevallıları da, bu felaketten kurtarsın! Âmîn.


Aşağıdaki şi'r, mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin fârîsi dîvânından bir parçanın tercemesidir:


ÂH YAZIK!


Ömrüm boş şeylerle geçdi, âh yazık!


Yârını hiç düşünmedim, âh yazık!


Hep hevâya binâ kurdum, şaşkınca,


din temeli çürük oldu, âh yazık!


Afvı sonsuzdur diyerek, pek azdım,


(Kahhâr) ismini unutdum, âh yazık!


Daldım günâha, yapmadım hiç hayr


niçin doğru yoldan sapdım? Âh yazık!


Mal için, mâkam için hep uğraşdım,


sonsuz ni'metlerden oldum, âh yazık!


Yol bozuk ve karanlık, önde şeytân,


günah ağır, ağlarım hep, âh yazık!


Hesâb ağır, ağlarım hep, âh yazık!


Hesâb defterimde yok bir iyilik,


nasıl kurtulur bu Hâlid? Âh yazık!
1- Tesavvufcuların kitâbları şirk dolu imiş. Buna İmâm-ı Rabbânî hazretleri cevâb vermektedir


1 - Vehhâbîlerin (Feth-ul-mecîd) kitabı, yetmişbeşinci sayfasında, (Abdülvehhâb-i Şa'rânînin kitapları ve Abdülazîz-i Debbağın (İbriz) kitabı ve Ahmed Ticânînin
kitapları, Ebû Cehlin ve benzerlerinin hâtırlarına gelmiyen şirk ile doludur) diyor. [Abdülvehhâb-i Şa'rânî 973 [m. 1565] de vefât etti.]


Ahmet Ticânî, 1150 [m. 1737] de Cezâyirde tevellüd, 1230 [m. 1815] de Fasta vefât etmiştir. Halvetînin bir kolu olan Ticânîlik yolunun rehberidir. Bu yolda
yazılmış olan (Cevâhir-ül-meânî-fî feyz-i şeyh Ticânî) kitabı meşhûrdur.


İnsanların üstünlerinin, yâni Peygamberlerin, meleklerin üstünlerinden daha yüksek olduklarını, bu vehhâbî kitabı da yazmakta, meleklerin tasarruf ve te'sîrlerine
inanmakta, fakat Allahü teâlânın Evliyâsına kerâmet olarak, te'sîr ve tasarruf verdiğine ise inanmamakta, buna inananlara müşrik demektedir. Ehl-i sünnet
âlimleri, vehhâbîlerin ortaya çıkacaklarını, kerâmet olarak, bilmişler, bunlara, yıllarca önce cevaplar yazmışlardır. Bunların başında Muhyiddîn-i Arabî
ve Sadreddîn-i Konevî ve Celâleddîn-i Rûmî ve Seyyid Ahmed Bedevî gibi Velîler bulunmaktadır. Vehhâbîler, işte bunun için, bu Velîleri beğenmiyorlar. [Celâleddîn-i
Rûmî 672 [m. 1273] senesinde, Sadreddîn 671 de Konyada vefât ettiler.]


İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî (Mektûbât)ının ikinci cilt, ellinci mektûbunda buyuruyor ki:


İslâm dîninin bir sûreti, bir de hakîkati, özü vardır. Sûreti, önce îman etmek, sonra, Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymaktır. İslâm dîninin
sûretine kavuşanların nefs-i emmâreleri inkârda ve ısyân etmektedir. Bunların îmanı, îmanın sûretidir. Kıldıkları namaz, namazın sûretidir. Oruç ve başka
ibâdetleri de böyledir. Çünkü, nefs-i emmâre, insan varlığının temelidir. Herkes (Ben) deyince, nefsini göstermektedir. İşte, bunların nefsleri îman etmemiş,
inanmamıştır. Böyle kimselerin îmanları ve ibâdetleri hakîkî, doğru olabilir mi? Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, yalnız sûrete kavuşmağı kabûl
buyurmuştur. Bunları, râzı olduğu Cennetine sokacağını müjdelemiştir. Yalnız kalbin inanmasını kabûl buyurması, nefsin inanmasını da şart koşmaması, Onun
büyük ihsânıdır. Evet, Cennet nîmetlerinin de, hem sûretleri, hem hakîkatleri vardır. İslâm dîninin sûretine kavuşanlar, Cennetin sûretinden pay alacaklardır.
Dünyada, islâm dîninin hakîkatine kavuşanlar, Cennetin hakîkatine kavuşacaklardır. Sûrete kavuşmuş olanlarla hakîkate kavuşmuş olanlar, Cennetin aynı bir
meyvesini yiyecek. Fakat, herbiri başka tat alacaktır. Resûlullah efendimizin mübârek zevceleri Cennette, Resûlullahın yanında olacak, fakat duydukları
lezzet başka olacaktır. Eğer, başka olmasaydı, bu mübârek zevcelerin, bütün insanlardan daha üstün olmaları lâzım gelirdi. Her üstün olan kimsenin zevcesinin
de, bunun gibi üstün olması gerekirdi. Çünkü zevceler, Cennette zevclerinin yanında olacaktır. İslâm dîninin sûretine kavuşanlar, buna uydukları zaman,
âhırette kurtulabileceklerdir. Buna uyanlar, umûmî evliyâlığa yâni Allahü teâlânın rızasına, sevgisine ermiş demektir. Bununla şereflenen, tasavvuf yoluna
girebilecek, (Vilâyet-i hâssa) denilen özel evliyâlığa kavuşabilecek kimse demektir. Bunlar, nefs-i emmârelerini itmînâna ulaştırabilirler. Şunu iyi bilmelidir
ki, bu vilâyette, yâni İslâm dîninin hakîkatinde ilerliyebilmek için, islâm dîninin sûretini elden bırakmamak lâzımdır.


Tasavvuf yolunda ilerlemek, Allahü teâlânın ismini çok zikretmekle olur. Bu zikir de, islâm dîninin emrettiği bir ibâdettir. Zikretmek, âyet-i kerimelerde
ve hadis-i şeriflerde övülmüş ve emredilmiştir. Tasavvuf yolunda ilerliyebilmek için, islâm dîninin yasakladığı şeylerden sakınmak şarttır.Farzları yapmak,
insanı bu yolda ilerletir. Tasavvuf yolunu bilen ve yolculara önderlik edebilen bir (Rehber) aramak da, islâm dîninin emrettiği birşeydir. Mâide sûresinin
otuzsekizinci âyetinde, (Ona kavuşmak için vesîle arayınız) buyuruldu. (Vesîlenin, insan-ı kâmil olduğu, onsekizinci maddede uzun bildirilmiştir). Allahü
teâlânın rızasına kavuşmak için, islâm dîninin sûreti de, hakîkati de lâzımdır. Çünkü, evliyâlık üstünlüklerinin hepsi, islâm dîninin sûretine uymakla
ele geçer. Peygamberlik üstünlükleri de, islâm dîninin hakîkatinin meyveleridir.


Evliyâlığa kavuşturan yol tasavvuftur. Tasavvuf yolunda ilerliyebilmek için, Allahdan başka herşeyin sevgisini kalbden çıkarmak lâzımdır. Allahü teâlânın
ihsânı ile, kalb hiçbirşeyi görmez olursa, (Fena) denilen şey hâsıl olur. (Seyr-i ilallah) tamam olur. Bundan sonra, (Seyr-i fillah) denilen yolculuk başlar.
Böylece, (Bekâ) denilen şey hâsıl olur ki, aranılan da budur. İslâm dîninin hakîkati buradadır. Buna kavuşan zata (Velî) denir ki, Allahü teâlânın râzı
olduğu, sevdiği kimse demektir. Burada (Nefs-i emmâre) mutmainne olur. Nefis, küfürden kurtulup, Allahü teâlânın kaza ve kaderinden râzı olur. Allahü teâlâ
da, ondan râzı olur. Kendini anlar. Büyüklük, kendini beğenmek hastalığından kurtulur. Tasavvuf büyüklerinden çoğu nefis itmînâna kavuşunca da, Allahü
teâlâya âsî olmaktan kurtulamaz demişlerdir. Resûlullah bir gazâsından dönüşte, (Küçük cihâddan döndük. Büyük cihâda başlıyoruz) buyurdu. Bu büyük cihâd,
nefs-i emmâre ile cihâddır demişlerdir. Bu fakir [yâni imam-ı Rabbânî] böyle anlamıyorum. Nefis itmînâna kavuşunca, hiç ısyânı, kötülüğü kalmaz diyorum.
Nefis de, herşeyi unutmuş olan kalb gibi, Allahdan başka hiçbirşey görmez. Mevkı', rütbe, mal, hattâ bunların vereceği tat ve acılıklardan kurtulmuştur.
Nefis ezilmiş, yok gibi olmuştur. Allah için, kendini feda etmiştir. Hadis-i şerifte, (Cihâd-ı ekber) buyurulması, bedeni meydana getiren maddelerin fizik
ve kimyâ ve biyolojik isteklerine karşı olan cihâd olsa gerektir. Şehvet, yâni istek kuvvetleri, gadap, yâni ürkmek, çekinmek istekleri, hep maddî isteklerdir.
Hayvanlarda nefis yoktur. Fakat bu kötü istekler, onlarda da vardır. Her hayvanda bulunan şehvet, gadap, birşeye çok düşkün olmak, hep maddelerin hâssalarından
ileri gelmektedir. [Bu isteklere (Sevk-ı tabî'î) içgüdü denir.] İnsanların bunlarla cihâd etmesi lâzımdır. Nefsin itmînâna kavuşması, insanı bu kötülüklerden
kurtarmaz. Bunlarla cihâdın çok faydası vardır. Bedeni de temizlemeye yarar.


Nefis itmînâna kavuşunca, (İslâm-ı hakîkî) nasip olur. Hakîkî îman hâsıl olur. Yapılan her ibâdet hakîkî olur. Namaz, oruç ve hac, hakîkî yapılmış olur.


Görülüyor ki, tasavvuf ve hakîkat denilen şeyler, islâm dîninin sûreti ile hakîkati arasındadır. (Vilâyet-i hâssa)ya kavuşamıyan kimse, mecâzî müslümanlıktan
kurtulamaz. Hakîkî islâma kavuşamaz.


İslâm dîninin hakîkatine kavuşan ve islâm-ı hakîkî ile şereflenen kimse, Peygamberlik üstünlüklerinden pay almaya başlar. (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir)
hadis-i şerifinde bildirilen müjdeye kavuşur. Evliyâlık üstünlükleri, islâm dîninin sûretinin meyveleri olduğu gibi, Peygamberlik üstünlükleri de, islâm
dîninin hakîkatinin meyveleridir. Vilâyetin üstünlükleri, nübüvvetin üstünlüklerinin sûretleridir.


İslâm dîninin sûreti ile hakîkati arasındaki fark, nefsten ileri gelmiş oldu. Vilâyet üstünlükleri ile, nübüvvet üstünlükleri farkı da, bedendeki maddelerden
ileri gelmektedir. Vilâyetin kemâlâtında, maddeler, fizik, kimyâ ve biyoloji özelliklerine uyar. Fazla enerji, taşkınlık yaptırır. Maddeler, gıda ister.
Bu isteğe kavuşmak için, uygunsuz işler yapılır. Nübüvvet kemâllerinde, böyle uygunsuz işler de kalmaz olur. (Şeytanım müslüman oldu) hadis-i şerifi, bu
hâli bildirmiş olabilir. Çünkü, insanın dışında şeytan olduğu gibi, içinde de vardır. Fazla enerji insanı azdırır. Kendini beğendirir. Bu ise, fena huyların
en kötüsüdür. Bunun müslüman olması, bu kötülüklerden kurtulmasıdır. Peygamberlik kemâlâtında, hem kalbin, hem nefsin îmanı, hem de bedendeki maddelerin
düzeni ve dengesi vardır. Nefsin tâm itmînâna gelmesi, bedendeki madde ve enerjinin dengeye gelmesinden sonradır. Bu itmînândan sonra, artık kötülüğe dönemez.
Bütün bu üstünlükler, hep islâm dîninin üstüne kurulmaktadır. Ağaç ne kadar dallanır, meyvelenirse, yine köksüz olamaz. Her üstünlükte Allahü teâlânın
emirlerine ve yasaklarına uymak lâzımdır. Ellinci mektûbdan tercüme burada tamam oldu.


Görülüyor ki, vehhâbî kitabının yazarı, tasavvuftan haberi olmadığı için, Evliyâ-i kirâma dil uzatıyor. Onları islâm dîninin dışında sanıyor.


2- Ameller, ibâdetler imândan parça imiş. Buna, Emâlî kasîdesinden ve Hadîkadan cevâb verildi.


2 - Kırksekizinci ve üçyüzkırksekizinci sayfalarında, (Ameller, ibâdetler îmandandır. İbâdet yapmıyanın îmanı gider. Îman azalır ve çoğalır. Şâfi'î ve Ahmed
ve başkaları bunu sözbirliği ile bildiriyorlar) diyor.


İbâdetin vazîfe olduğuna inanmak îmandandır. İnanmak başkadır. Yapmak başkadır. Bunları birbirlerine karıştırmamalıdır. İnandığı hâlde, tenbellikle yapmıyan
kâfir olmaz. Kitabın yazarı, bu yüzden milyonlarca müslümana kâfir damgası basmaktadır. Bir müslümana kâfir diyenin kendisi kâfir olur ise de, tevil ile
söyliyen kâfir olmuyor.


Meşhûr (Emâlî kasîdesi) kırküçüncü beytinde diyor ki, (Farz olan ibâdetler, îmandan sayılmaz). Bu kasîdenin (Nuhbet-ül-leâlî) ismindeki arabî şerhi çok
kıymetlidir. 1975 de İstanbulda (Hakîkat Kitabevi) tarafından bastırılmıştır. [Bu kasîdenin müellifi Ali Ûşî 575 [m. 1180] de vefât etti.] İmâm-ı a'zam
Ebû Hanîfe, ameller îmandan parça değildir buyurdu. Îman, inanmak demektir. İnanmakta azlık çokluk olmaz. İbâdetler, îman olsaydı, îman azalıp çoğalırdı.
Gözden perde kalkıp azâb görüldükten sonra olan îman kabûl olmaz. O ânda, îman ile gidenlerin îmanları ancak kalb iledir. İbâdetler yapılamaz. Âyet-i kerimede
buna îman denildi. Âyet-i kerimelerde, îmanı olanlara, ibâdet yapmaları emrediliyor. Bundan da, îmanın ibâdetten başka olduğu anlaşılmaktadır. Bunlardan
başka, Kur'an-ı kerimde, (Îman edenler ve sâlih işler yapanlar) buyuruldu. Bu da, ibâdetlerin îmandan başka olduklarını gösteriyor. (Mümin iken, sâlih
amel işliyenler) âyet-i kerimesi, amellerin îmandan ayrı olduklarını açıkça göstermektedir. Çünkü, şartın meşrûttan başka olması lâzımdır. Îman edip, hiç
ibâdet yapamadan, hemen ölenin, mümin olduğu söz birliği ile bildirilmiştir. Cibrîl hadisinde de îmanın yalnız inanmak olduğu bildirilmiştir.


İmâm-ı Ahmed ve imam-ı Şâfi'î ve hadis âlimlerinden birçoğu ve Eş'arîler ve Mu'tezile, ibâdetler îmanın parçasıdır. Îman azalıp çoğalır dediler. Îman ile
amel, başka olursa, günah işliyenlerin îmanları ile, Peygamberlerin îmanları bir olurdu dediler. (Onlara âyetlerim okunduğu zaman, îmanları artar) âyeti
ve (Îman artarak, sahibini Cennete götürür. Azalarak da, Cehenneme sürükler) hadisi, îmanın azalıp çoğaldığını bildiriyor dediler. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe,
bunlara cevap teşkîl eden bilgileri önceden anlatmış, îmanın artması, devam etmesi, çok zaman sürmesi demektir demiştir. İmâm-ı Mâlik de böyle dedi. Îmanın
çok olması, inanılacak şeylerin çoğalması demektir. Meselâ, Eshâb-ı kirâm, önce az şeylere inanırlardı. Yeni emirler gelince, îmanları çoğalırdı. Îmanın
artması demek, kalbde nûrunun artması demektir. Bu parlaklık, ibâdet ile artar. Günah işlemekle azalır. Bu husûsta (Şerh-ı Mevâkıf) ve (Cevheret-üt-tevhîd)
kitaplarında geniş bilgi vardır. [Mevâkıf müellifi Kâdı Adud 756 [m. 1354] de vefât etti.]


Bu kitabın doksanbirinci sayfasında: (Eshâb-ı kirâmdan biri şarap içmekten vazgeçmedi. Kendisine (Had) denilen dövmek cezâsı verildi. Eshâbdan birkaçı,
buna lânet edince, Resûlullah, (Ona lânet etmeyin! Çünkü o, Allahü teâlâyı ve Resûlünü sever) buyurdu) diyor. Günah işliyenin kâfir olmadığını, kendisi
de yazmaktadır. Büyük günah işliyenler, farzları yapmıyanlar kâfir olur diyenleri, bu hadis-i şerif red etmektedir. (Îmanı olan, zinâ etmez. Hırsızlık
etmez) hadis-i şerifinin de, îmanın kendini değil, kemâlini gösterdiğini, isbât etmektedir.


Abdülganî Nablüsî, Allâme Birgivînin yazılarını (Hadîka) kitabında açıklarken, ikiyüzseksenbirinci ve sonraki sayfalarında buyuruyor ki: (Îman), Muhammed
aleyhisselâmın Allahü teâlâ tarafından getirdiği bilgilere kalbin inanması ve inandığını dil ile söylemesi demektir. Bu bilgilerin herbirini araştırmak
ve anlamak lâzım değildir. Mu'tezile fırkası, herbirini anlayıp inanmak lâzımdır dedi. [Abdülganî 1143 [m. 1731] de vefât etti.] Aynî, Buhârî şerhinde
diyor ki, Muhakkıkîn, yâni en derin âlimler, meselâ Ebül-Hasen Eş'arî, kâdı Abdül-Cebbâr Hemedânî Mu'tezilî, üstâd Ebül-İshâk İbrâhîm İsferâinî ve Hüseyn
bin Fadl ve daha birçokları, (Îman, açıkça bildirilmiş olan şeylere yalnız kalb ile inanmaktır. Dil ile söylemek ve ibâdetleri yapmak îman değildir) dediler.
[Mahmûd Aynî 855 [m. 1451] de vefât etti. Ebül-Hasen Ali Eş'arî 330 [m. 941] de vefât etti.] Sa'deddîn-i Teftâzânî de (Şerh-i akâid) kitabında böyle söyliyor
ve Şems-ül-eimme ve Fahr-ul-islâm Ali pezdevî gibi âlimlerin dil ile ikrâr etmenin de lâzım olduğunu söylediklerini bildiriyor. Kalbdeki îmanı dil ile
söylemek, müslümanların, birbirlerini tanımaları için lâzımdır. Söylemiyen de mümindir. Ameller, ibâdetler, îmandan parça değildir. Âlimlerin çoğu, meselâ
imam-ı a'zam Ebû Hanîfe böyle buyurdular. Evet, imam–ı Ali ve imam-ı Şâfi'î îman inanmak ve söylemek ve ibâdetleri yapmaktır dediler. Bu sözleri, kâmil
olan, olgun olan îmanı bildirmektedir. Kalbinde îman olduğunu söyliyen kimsenin mümin olduğu sözbirliği ile bildirilmiştir. Rükneddîn Ebû Bekr Muhammed
Kirmânî Buhârî şerhinde diyor ki, ibâdetler îmandan sayılınca, îman azalır ve çoğalır. Fakat, kalbdeki îman azalmaz ve çoğalmaz. Azalan, çoğalan bir inanış
îman olmaz. Şek olur, şüphe olur. İmâm-ı Muhyiddîn Yahyâ Nevevî inanılacak şeyleri inceliyerek, sebeplerini anlamakla îmanın kendisi de artar. Ebû Bekr-i
Sıddîkın îmanı ile, herhangi bir kimsenin îmanı bir değildir dedi. Bu söz, îmanın kuvvetli ve zayıf olmasını göstermektedir. Îmanın kendisi azalır ve çoğalır
demek değildir. Hasta insanla, sağlam insanın kuvvetlerinin bir olmaması gibidir. Her ikisinin de insanlığı birdir. İnsanlıklarında azlık çokluk yoktur.
Îmanın azlığını çokluğunu bildiren âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri, imam-ı a'zam Ebû Hanîfe şöyle açıklamaktadır: Eshâb-ı kirâm îmana gelince, herşeye
topluca inanmıştı. Sonra, zaman zaman birçok şeyler farz oldu. Bunlara birer birer inandılar. Îmanları böylece, zamanla çoğaldı. Bu hâl, yalnız Eshâb-ı
kirâm içindir. Sonra gelen müslümanlar için, îmanın böyle artması düşünülemez buyurdu. Sa'deddîn-i Teftâzânî, (Şerh-i akâid)de diyor ki, kısaca bilenlerin
kısaca inanmaları, etrâflı ve inceliklerini bilenlerin etrâflı inanmaları lâzımdır. İkincilerin îmanları, birincilerinkinden elbet çoktur. Fakat, birincilerinki
de, tâm îmandır. Îmanları noksan değildir. [Sa'düddîn Mes'ûd Teftâzânî 792 [m. 1389] de Semerkandda vefât etti.] Abdülganî Nablüsî buyuruyor ki, sözün
kısası, îmanın kendisi azalmaz ve çoğalmaz. Îmanın kuvveti çoğalır. Yâhut ibâdetlerin az veya çok olması ile îmanın kemâli, kıymeti değişmektedir. Îmanın
azalıp çoğalacağını bildiren âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere böyle mâna verilmiştir. Bu bilgi, ictihâd edilebilecek bilgilerden olduğu için, çeşidli
açıklamalar yapılmıştır. Hiçbiri, başka türlü söyliyeni kötülememiştir. Vehhâbî kitabı ise, ibâdetleri kabûl edip de, tenbellikle yapmıyana kâfir, müşrik
diyor. Muhammed Hâdimî (Berîka) kitabında diyor ki, ibâdetler îmandan parça değildirler. [Hâdimî 1176 [m. 1762] de Konyada vefât etti.] Celâleddîn-i Devânî
buyurdu ki, Mu'tezile, ibâdetleri îmanın parçası saydı. İbâdet yapmıyanın îmanı yoktur dedi. İbâdetler, îmanı olgunlaştırır, güzelleştirir. Ağacın dalları
gibidirler. Îman ibâdet yapmakla çoğalmaz ve günah işlemekle azalmaz. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ve imam-ı Mâlik ve imam-ı Ebû Bekr Ahmed Râzî ve birçok derin
âlimler böyle söylediler. Çünkü, îman tâm inanmak demektir. Bunun azalması çoğalması olmaz. Bir kalbdeki îmanın çoğalması demek, bunun tersi olan küfrün
azalması demektir. Böyle şey olamaz. İmâm-ı Şâfi'î ve Ebül-Hasen Eş'arî îman azalır çoğalır buyurdular. Bu sözün, îmanın kendisi azalıp çoğalması değil,
kuvvetinin azalıp çoğalması demek olduğunu (Mevâkıf) kitabı açıklamaktadır. Çünkü, Peygamberin îmanı ümmetinin îmanı gibi değildir. İşittiklerini aklı
ile, ilmi ile inceliyenin îmanı, işitmekle inananın îmanı gibi değildir. [Mükâşefe ve müşâhedeye kavuşmuş Velînin îmanı, tasavvuftan haberi olmıyanların
îmanları gibi değildir.] İbrâhîm aleyhisselâm, kalbinin itmînân, yakîn hâsıl etmesini istedi. Bunu Kur'an-ı kerim bildiriyor. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe (Fıkh-ı
ekber) kitabında buyuruyor ki, (Yerde ve göklerde bulunanların îmanları, inanılacak şeyler bakımından azalıp çoğalmaz. İtmînân, yakîn bakımından azalıp
çoğalır. Yâni, îmanın kuvveti artıp azalır. Fakat yakîni, kuvveti hiç bulunmazsa, îman olmaz.) [(Fıkh-ı ekber)in (El-Kavl-ül-fasl) ismindeki arabî şerhi
çok kıymetli olup, 1975 senesinde İstanbulda bastırılmıştır.] Hâdimîden tercüme tamam oldu.


İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî (Mektûbât) kitabında, ikiyüzaltmışaltıncı mektûbda buyuruyor ki, îman kalbin tastîki ve yakîni olduğundan, azalması,
çoğalması olmaz. Azalıp çoğalan bir inanış, îman olmaz. Buna zan denir. İbâdetleri, Allahü teâlânın sevdiği şeyleri yapmakla îman cilâlanır, nûrlanır,
parlar. Haram işleyince, bulanır, lekelenir. O hâlde, çoğalmak ve azalmak, amellerden, işlerden dolayı, îmanın cilâsının, parlaklığının değişmesidir. Kendisinde
azalıp çoğalmak olmaz. Cilâsı, parlaklığı çok olan îmana çok dediler. Bunlar, sanki, cilâlı olmıyan îmanı, îman bilmedi. Cilâlılardan bazısını da, îman
bilip, fakat az dedi. Îman, parlaklıkları başka başka olan, karşılıklı iki ayna gibi oluyor. Cilâsı çok olup, cismleri parlak gösteren ayna, az parlak
gösteren aynadan daha çoktur demeye benzer. Başka birisi de, iki ayna müsâvîdir. Yalnız, cilâları ve cismleri göstermeleri, yâni sıfatları başkadır demesi
gibidir. Bu iki adamdan birincisi, görünüşe bakmış, öze, içe girememiştir. (Ebû Bekrin îmanı, ümmetimin îmanları toplamından daha ağırdır) hadis-i şerifi,
îmanın cilâsı, parlaklığı bakımındandır. Vehhâbî kitabı:


(Bir kimse, beni çocuklarından, ana babasından ve herkesten daha çok sevmedikçe, îmanı tamam olmaz) hadis-i şerifini yazıyor. (Muhabbet, kalbde olur. Kalbin
işidir. Bunun için, bu hadis, amellerin, ibâdetlerin îmandan parça olduğunu, îmanın şartı olduğunu gösteriyor) diyor.


Muhabbet, kalbin işi değil, sıfatıdır. Kalbin işi olduğunu kabûl etsek bile, bedenin, organların işi, kalbin işi değildir. Büyük günahları işliyen cezâ
görür. Bunları kalbinde bulunduran, yapmaya niyet eden cezâ görmez. Kalbin iyi işi, inanmaktır. Kalbin kötü işi inanmamaktır, îmansızlıktır. Bedenin kötü
işi, îmansızlık değildir. Meselâ, yalan söylemek haramdır. Yalan söyliyen kötü iş yapmış olur. Fakat, kâfir olmaz. Yalan söylemenin haram olduğunu kabûl
etmiyen veya beğenen kâfir olur.


(Îmanın doğru olması, kalbin inanması ve amel etmesi, dilin bunu söylemesi ve ibâdetleri yapmakladır. Ehl-i sünnet velcemâ'at da böyle söylemiştir) diyor.


Üçyüzotuzdokuzuncu sayfasında, (Allah sevgisi olunca, Ona itaat edenleri, Onun Peygamberlerini, sâlih kullarını, Allahın sevdiklerini de sevmek lâzım olur)
diyor.


O hâlde, Evliyâyı sevmek, Allah sevgisinin alâmetidir. Bu sevgisini açıklıyanlara dil uzatılamaz. Vehhâbî kitabının da yazdığı gibi, Allahü teâlânın sevmediklerini
sevmek yasaktır, küfürdür. Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek lâzımdır ve îmanın alâmetidir. İbâdetlerin en üstünü olduğu bildirilen (hubb-i fillah ve
buğd-ı fillah) da bu demektir. Kâfirler, müşrikler, Allahü teâlâyı sevmiyor. Başka şeyleri seviyor. Müslümanlar, Allahü teâlâyı sevdikleri için, Onun sevdiği
Peygamberi ve Evliyâyı seviyorlar. Vehhâbî kitabı, bu iki sevgiyi birbirine karıştırıyor. Birincisinin kötü olduğunu bildiren âyet-i kerimeleri, ikinci
sevgiye de yaymaya kalkışıyor.


Yetmişiki (Bid'at) fırkasından biri olan (Hâricî)lerden bir kısmı ve (Vehhâbî)ler, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere karşı gelmiyor. Fakat, mânaları
açık ve kesin olmayıp, kapalı ve şüpheli olan nassları yanlış tevil ederek, bunlardan yanlış mâna anlıyarak, farzları yapmak ve haramlardan sakınmak, îmanın
parçasıdır diyorlar. (Mümin olmak için, hem îmanın altı şartına inanmak, hem de, islâmiyete uymak lâzımdır. Bir farzı yapmıyan veya bir haram işliyen kâfir
olur) diyorlar. Bunun için, müslümanlara kâfir damgasını basıyorlar. Hâlbuki, farzların farz olduklarına ve haramların haram olduğuna inanmak, îmandır.
İnanmamak başkadır. İnanıp da yapmamak başkadır. Bunlar, bu ikisini birbiri ile karıştırdıkları için, Ehl-i sünnetten ayrılıyorlar. Fakat, böyle inandıkları
için, kâfir olmazlar. Bid'at ehli, sapık oluyorlar. Fakat, ibâdet yapmıyan, bir haram işliyen müslümanlara, nassları tevil etmeksizin kâfir diyenler kâfir
olmaktadır. Hadis-i şerifte, (Bid'at sahibini beğenmiyenin kalbini, Allahü teâlâ, îman ile doldurur. Bid'at sahibini kötüliyeni, Allahü teâlâ, kıyâmet
gününün korkusundan korur) buyuruldu.


3- Ölmüşden ve uzakdakinden yardım istemek şirk imiş


3 - Kitabın doksansekizinci ve yüzdördüncü sayfalarında, Allahü teâlâdan başka şeylere tapınanların, onları vesîle yapanların müşrik olduklarını bildiren
âyet-i kerimeleri yazarak: (Peygamberlerden ve sâlih kullardan ölmüş veya uzakta olanlardan herhangi bir sözle yardım istiyenler, bu âyetlere göre müşrik
olur) diyor.


Biz müslümanlar, Evliyânın kendiliklerinden birşey yapacaklarına inanmayız. Allahü teâlâ, onları çok sevdiği için, onların duâ ve hâtırı ile yaratacağına
inanırız. Kullara tapınmak demek, onların sözlerine uyarak, islâmiyetin dışına çıkmak, onların sözlerini, kitap ve sünnetten üstün tutmak demektir. İslâmiyeti
emredenlere uymak, böyle değildir. Buna uymak, islâmiyete uymak demektir. Hayber gazâsında, Hz. Alînin gözü ağrıyordu. Resûlullah, mübârek tükrüğünü onun
gözlerine sürdü ve duâ eyledi. Gözleri iyi oldu. Peygamberin hâtırı için, Allahü teâlâ şifâ ihsân eyledi. Vehhâbî kitabı da, doksanbirinci sayfasında bunu
yazıyor ve Buhârî ile Müslimin haber verdiklerini bildiriyor. Onsekizinci maddeyi okuyunuz.
4- Tesavvufcular, kâfir imiş. Mürîd şeyhine tapınıyormuş. Buna (Üsûl-Ül-Erbe'a) kitabından terceme ederek cevâb verildi.


4 - Yüzsekizinci sayfasında: (Tasavvufcular, şirk ve küfür üzeredir. Mürîd şeyhine tapınıyor. Şa'rânînin kitapları, bu küfürlerle doludur. Hüseynin babasının
ve çocuklarının ve Şâfi'înin, Ebû Hanîfenin ve Abdülkâdir-i Geylânînin mezarlarını putlaştırıyorlar. Onlara tapınıyorlar) diyor. [Abdülkâdir Geylânî 561
[m. 1166] de Bağdâdda vefât etti.]


(Üsûl-ül-erbe'a fî-terdîd-il-vehhâbiyye) kitabının üçüncü kısmında, fârisî olarak diyor ki:


Böyle inanan kimse, gâib olan, yâni yanında bulunmıyan bir kimseye, ismini söyliyerek seslenmek büyük şirk olur diyor. Böylece, Resûlullahın mübârek ruhunun
bile hazır olacağını düşünerek seslenen kimse müşrik olur diyor. Yemenli Şevkânî de, (Dürr-ün-nadîd) kitabında, (Mezarları büyük bilmek, kabirlere seslenerek,
ihtiyaçlarını istemek küfür olur) dedi. Yine o, (Tathîr-ül-îtikat) kitabında da, (Melek, Peygamber veya Velî de olsa, ölüye yâhut gâib olan diriye böyle
seslenen müşrik olur) diyor. Mezhepsizlerden bir kısmı burada iki fikir ortaya atmaktadır. Bunlara göre, eğer işiteceğini düşünmiyerek, sevdiği için, (yâ
Resûlallah!) derse, müşrik olmaz. Eğer işiteceğine inanarak söylerse, kâfir olur. Selef-i sâlihînin yaptığı şeylere şirk diyen ve müslümanlara müşrik damgasını
basan bu kimseye sorarız: (Gâib olan) sözü ile ne demek istiyorsun? (Görmediğimiz herşey gâibdir) diyorsan, (yâ Allah) dememiz de şirk olmaktadır. Çünkü
bu, Allahü teâlânın Cennette görüleceğine de inanmamaktadır. Eğer, (gâib, yok demektir) diyorsan, Peygamberlerin ve Evliyânın ruhlarına nasıl yok diyebilirsin.
Ruhların var olduklarını kitabımızın, ikinci kısmında isbât etmiştik. Yok eğer, (ruhların var olduklarına ve idrâk ve şu'ûr sahibi olduklarına, yâni anladıklarına,
duyduklarına inanırız. Fakat, tasarruf yaptıklarına inanmayız) derse, bu sözü Allahü teâlâ red etmekte, (En-nazi'ât) sûresinin beşinci âyetinde, (Güç işleri
yapanlara yemin ederim) buyurmaktadır. Tefsîr âlimlerinin çoğu meselâ (Beydâvî tefsîri) [ve bunun Şeyhzâde şerhi ve tefsîr-i Azîzî ve Ruh-ul beyan tefsîri,
tefsîr-i Hüseynî], bu âyet-i kerime, meleklerin ve Evliyâ ruhlarının iş yaptıklarını bildirmektedir dediler. [Abdüllah Beydâvî 685 [m. 1286] da Tebrîzde
vefât etti. Şeyhzâde Muhammed 951 [m. 1544] de vefât etti.] Ruh, madde değildir. Bunun için, melekler gibi, Allahü teâlânın emri ve izni ile, dünyada iş
yaparlar. Meleklerin, Allahü teâlânın izni ile, bu dünyada, iş yaptıkları, yok ettikleri, diriltmek, öldürmek gibi işlerin yapılmasına vâsıta oldukları,
Kur'an-ı kerimin çeşidli yerlerinde bildirilmiştir. Cin ve şeytanlar da, güç şeyleri kolayca yapıyorlar. Süleymân aleyhisselâma, cinnin hizmetlerini Kur'an-ı
kerim haber veriyor. Meselâ Sebe' sûresinin onüçüncü âyetinde meâlen, (Cin, Onun her istediğini, kal'a, resim, büyük kazanlar ve yerinden kaldırılamıyan
çanaklar yaparlardı) buyuruyor. Cin, melekler ve ruhlar kadar olgun ve kuvvetli olmadığı hâlde, büyük işler yapıyor. Bu dünyada, göremediğimiz çok şey
var ki, insan gücünün yetişemediği işleri yapmaktadırlar. Meselâ, çok hafîf olan ve göremediğimiz hava, fırtına, kasırga şeklinde eserek, ağaçları devirmekte,
binâları yıkmaktadır. [Elektrik ve laser ışınları ve elektro-mağnetik dalgaları, atomlar, gözle, hattâ ultra-mikroskopla görülemedikleri hâlde, akılları
şaşırtan büyük işler yapmaktadır.] Nazar değmesi, sihir yâni büyü ve benzerleri kuvvetleri göremiyoruz. Hâlbuki, korkunç te'sîrlerini işitmiyen yoktur.
Bütün bunların yaptıklarının yapıcısı, hiç şüphesiz, Allahü teâlâdır. Bunlar, Allahü teâlânın yapmasına, yaratmasına sebep oldukları için, bunlar yaptı
sanıyoruz ve bunlar yaptı diyoruz. Bunların yaptığını söylemek, küfür, şirk olmıyor da, Evliyânın ruhları yapıyor demek niçin şirk olsun? Onlar, Allahü
teâlânın izin vermesi ile ve yaratması ile yaptıkları gibi, Evliyânın ruhları da, Allahü teâlânın izin vermesi ile ve yaratması ile yapmaktadır. Onların
yaptıklarını söylemek de, şirk olur denirse, Kur'an-ı kerime karşı gelinmiş olur.


Bu kimse, (Cinnin, şeytanların ve havanın ve sihrin te'sîr ettiklerini, Kur'an-ı kerim haber veriyor. Bunun için, onlar yapıyor demek câiz olur. Evliyânın
ruhlarının birşey yaptıklarını Kur'an-ı kerim bildirmediği için, ruhlardan birşey istemek şirk olur) derse, yukarıda bildirdiğimiz, (En-nâzi'ât) sûresinin
beşinci âyet-i kerimesini unuttun mu deriz. Gözlerinin açılmasını isteyen âmâya bildirilen hadis-i şerifteki duâ ve çölde yalnız kalanın okumasını emreden
duâ ve (kabir ziyâret ederken, ölüye selâm veriniz!) emri ve Osman bin Huneyfin haber verdiği hâdise, bundan evvelki kısmda bildirilmişti. Bunların hepsi
ve benzerleri daha nice vesikalar, gâib olandan yardım istemenin câiz olduğunu göstermektedirler. Fakat bu kimse, meşhûr ve sahih olan bu hadis-i şeriflere
daîf veya mevdû' damgasını basıyor. Ehl-i sünnet âlimlerinin ve tasavvuf büyüklerinin sözlerine de kıymet vermiyor. Çünkü, dört mezhepten birini taklîd
etmek şirk, küfür olur diyor. Meselâ, Gulâm Ali Kusurî, (Tahkîk-ul-kelâm) kitabında (dört mezhepten birini taklîd eden ve Kâdiriyye, Çeştiyye ve Sühreverdiyye
gibi tarîkatlerde bulunan, kâfir ve müşrik ve bid'at ehlidir) diyor. (Üsûl-ül-erbe'a)dan tercüme tamam oldu. Bu kitap 1346 [m. 1928] de Hindistânda fârisî
dili ile yazılmış, Pâkistânda basılmış, 1395 [m. 1975] de İstanbulda ikinci baskısı yapılmıştır. Yazarı, İmâm-ı Rabbânînin soyundan, Hakîm-ül-ümmet hâce
Muhammed Hasen Cân sahiptir. [Muhammed Hasen Cân Müceddidî 1349 [m. 1930] da vefât etti.] Bunun (Tarîk-un-necât) kitabı da (bid'at) fırkalarına cevap vermektedir.
Arabî olup, Urdu tercümesi ile birlikte 1350 de Pâkistânda basılmış, 1396 [m. 1976] da, İstanbulda (Hakîkat Kitabevi) tarafından ofset baskısı yapılmıştır.


5- Türbe yapmak, kabr ile teberük şirk imiş. Bu iftirâlarına (Savâık-ı İl3ahiyye) kitâbından terceme ederek cavâb verildi.


5 - Yüzonbirinci sayfasında: (Lâ ilâhe illallah diyerek, Allahdan başka şeylere tapınmıyanların malı ve cânı haram olur) hadis-i şerifini yazarak, (Yalnız
kelime-i tevhîdi söylemek, insanın kanını ve malını kurtaramaz. Bugün, kabirlere ve ölülere tapınanlar böyledir. Bunlar, Kur'an-ı kerimde bildirilen, câhiliyye
müşriklerinden daha kötüdür) diyor.


Bazıları da (Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz!) meâlindeki âyet-i kerimeyi de ileri sürerek, müslümanları öldürmeği, mallarını yağma etmeyi istiyor.
Hurûfîlerin ve câhillerin küfür ve şirk olan sözlerini yazarak, tasavvufa ve tasavvuf büyüklerine saldırıyor. Ağaçlara, taşlara, mezarlara tapınanlar için
olan hadis-i şerifleri yazarak, kabir üzerine türbe yapmak, kabir ziyâret etmek şirktir, küfürdür diyor.


Taştan, ağaçtan, bilinmiyen mezardan teberrük elbette şirktir. Fakat Peygamberlerin ve Evliyânın kabirlerini ziyâret edip, onların bereketi ile Allahü teâlâdan
feyz ve bereket beklemeyi bunlara benzetmek, ahmaklık ve câhilliktir. Bu yüzden milyonlarca müslümana küfür ve şirk damgasını basmak ise, müslümanlar arasında
bölücülüktür.


(Es-Savâık-ul ilâhiyye firreddi alel-vehhâbiyye)nin yazarı, büyük âlim Süleymân bin Abdülvehhâb-ı Necdî Muhammed bin Abdülvehhâbın kardeşidir. [Muhammed
bin Abdülvehhâb 1206 [m. 1791] de Der'ıyyede öldü.] Kardeşinin ingilizlerle işbirliği yaparak, ortaya çıkardığı (Vehhâbîlik) yolunun hatâlı olduğunu vesikalarla
isbât etmektedir. Kırktördüncü sayfasında diyor ki:


Yolunuzun bozuk olduğunu gösteren vesikalardan biri de, (Sahîhayn) denilen iki doğru hadis kitabında, yâni (Buhârî) ve (Müslim) kitaplarında bildirilen
hadis-i şeriftir. Bu hadis-i şerifi bildiren, Ukbe bin Âmir diyor ki, (Resûlullah, minbere çıktı. Kendisini minber üzerinde son görüşüm bu idi. (Benden
sonra, müşrik olmanızdan korkmıyorum. Dünyaya düşkün olarak, birbirinizi öldürmenizden, böylece, geçmiş kavmler gibi, helâk olmanızdan korkuyorum) buyurdu).
Resûlullah, Kıyâmet gününe kadar ümmetinin başına gelecek olan şeylerin hepsini haber vermiştir. Yukarıdaki sahih hadis-i şerif, ümmetinin putlara tapmıyacağını,
bundan emîn olduğunu haber vermektedir. Bu hadis-i şerif, bid'at yolunu temelinden yıkmaktadır. Çünkü vehhâbî kitabı, ümmet-i Muhammedin hepsinin putlara
taptıklarını, islâm memleketlerinin putlarla dolu olduğunu, türbelerin puthâne olduklarını söyliyor. Türbelerden yardım, şefaat istiyenlerin kâfir olduklarına
inanmıyanlar da kâfirdir diyor. Hâlbuki, müslümanlar asırlar boyunca kabirleri ziyârete gitmiş, Evliyâya tevessül ve istigâse eylemiştir. Böyle yapanlara
hiçbir islâm âlimi müşrik dememiş, müslüman olarak tanımışlardır.


Suâl: Bir hadis-i şerifte, (Başınıza gelecekler arasında en çok korktuğum şey şirktir) buyuruldu. Buna ne dersiniz?


Cevap: Bu hadis-i şerifin (Şirk-i asgar)ı bildirdiği, diğer hadis-i şeriflerden anlaşılmaktadır. Şeddâd bin Evs ve Ebû Hüreyre ve Mahmûd bin Lebîbden gelen
böyle hadis-i şeriflerin hepsi, Resûlullahın, ümmetine şirk-i asgarın gelmesinden korktuğunu bildiriyorlar. Hadis-i şeriflerde bildirildiği gibi olmuş,
müslümanların çoğu şirk-i asgara yakalanmışlardır. Siz, bu şirk-i asgara şirk-i ekber diyorsunuz. Böylece müslümanları tekfîr ediyorsunuz. Müslümanlara
kâfir demiyen müminlere de, kâfir damgasını basıyorsunuz. (Es-Savâık-ul-ilâhiyye)den tercüme tamam oldu. Bu kitap ilk olarak binüçyüzaltı (1306) hicrî
senesinde Bağdâdda, (Nuhbet-ül-ahbâr) matbaasında basılmış, 1395 [m. 1975] de İstanbulda, (Hakîkat Kitabevi) tarafından ofset ile ikinci baskısı yapılmıştır.


(Hadîka)nın dörtyüzellibirinci sayfasında, (Ey insanlar! Çok gizli olan şirkten sakınınız!) hadis-i şerifini açıklarken, buyuruyor ki, (Bu şirk, yalnız
sebepleri görmek, Allahü teâlânın yarattığını düşünmemektir. İşleri sebeplerin yaptığına inanmak, Allahü teâlâya şerîk yapmak olur. Görünen, düşünülen
şeyleri şerîk yapmaya (Şirk-i celî), [yâni açık şirk] denir. Şer'an, aklen ve âdet ile sebep olan şeylerin yaptığına inanmaya (Şirk-i hafî), [yâni gizli
şirk] denir). Abdülhak-ı Dehlevî, (Eşi'at-ül-leme'ât) hadis kitabının birinci cilt ellinci sayfasında diyor ki, (Putlara tapmaya (Şirk-i ekber) denir.
Küfür olan şirk budur. Riyâ ile, [yâni gösteriş için] ibâdet, iyilik yapmaya (Şirk-i asgar) denir. Bu küçük şirk küfür değildir). Bu şirklerin ikisi de
şirk-i celîdir. [Abdülhak Dehlevî 1052 [m. 1642] de vefât etti.]


(Hadîka)dan aldığımız, yukarıda yazılı hadis-i şerifte, ruhlardan ve ölülerden birşey istemeye şirk denmiyor. Görünen veya görünmiyen şeylerden ve insanlardan
birşey isterken, yâni sebeplere yapışırken, bu işi sebeplerin yaptığına inanmaya şirk deniyor. Canlı veya cansız, herhangi bir sebebin, her istediğini
yapabileceğine, yâni yaratacağına inanmak, onu Allahü teâlâya şerîk yapmak olur. Bu inançla, ondan birşey istemek, ona ibâdet etmek olur. Sebebin yaratacağına
inanmayıp, sebebe yapışınca, Allahü teâlânın yaratacağına inanmak, sebebe tapınmak olmaz. Sebebe yapışmak olur. Müslümanlar, dirilerden, ölülerden ve görünenlerden
ve görünmiyenlerden bir dilekte bulundukları zaman, bunların her istediklerini kendilerinin yapacaklarına inanmıyorlar. Sebebe yapışınca, dileklerini,
Allahü teâlâdan bekliyorlar. Allahü teâlânın yaratacağına inanıyorlar. Bunun için, müslümanların ruhlardan ve ölülerden birşey istemeleri, bunlara tapınmak,
onları mâbut yapmak olmaz. Allahü teâlâ, herşeyi sebep ile yaratıyor. Sebeplere yapışmamızı emrediyor. Bunun için dileklerimize kavuşmak için, bunların
sebeplerine yapışıyoruz. Sebeplere yapışmamız şirk olmıyor. Günah olmıyor. Fakat sebeplerden beklemek, şirk oluyor. Her istediklerini yapabileceklerine
inanarak onlardan beklemek de, şirk-i ekber oluyor. Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile yapacaklarına inanmak, şirk-i hafî oluyor. Sebeplerden beklemeyip,
onların yapacaklarına inanmayıp, yalnız Allahü teâlânın yaratacağına inanarak, dileği yalnız Allahdan beklemek, müslümanlık oluyor. İslâm dînine uymak
oluyor. Müslümanların ölülerden ve ruhlardan dilekte bulunmaları böyledir. Böyle meşru dilekte bulunmaya (Tevessül) ve (İstigâse) denilmektedir.


Ölüden veya diriden dilekte bulunanın, ibâdet mi, yoksa tevessül mü yaptığını, yâni niyetinin ne olduğunu anlamak için, dilekte bulunurken islâmiyetin dışına
çıkıp çıkmadığına bakılır. İslâmiyetin dışına çıkıyorsa yâni onun gönlünü hoş etmek için, haram işliyor veya farzı yapmıyorsa, ona tapındığı anlaşılır.
Görülüyor ki, diriden dilekte bulunurken, onun gönlünü hoş etmek için, islâmiyetin dışına çıkan vehhâbîler, müşrik olmaktadırlar. İslâmiyetin dışına çıkmadan
tevessül eden müslümanlar ise, Allahü teâlânın emrini yapmakta, yâni sebebe yapışmaktadırlar. Bunlara müşrik diyenlerden tevili olmıyanları kâfir olur.
İnsan, kendi nefsinin isteklerine, yâni şehvetlerine kavuşmak için islâmiyetin dışına çıkarsa, nefsine tapınmış olur. Fakat nefse tapınmaya, dînimiz şirk
dememiştir. Yâni bunlar kâfir değil, fâsık olurlar.


6- Eshâb ve din büyükleriPeygamberimizden başka kimse ile bereketlenmezmiş.


6 - Kitabının yüzkırkikinci sayfasında: (Eshâb ve onlardan sonra gelenler, Peygamberden başka, kimse ile bereketlenmedi. Peygambere mahsûs olan şeylerde,
kimse ona ortak olamaz) diyor.


Bu da, yazarın yalanlarından biridir. Hz. Ömer, yağmur duâsına çıkarken, Hz. Abbâs ile bereketlendi. Bunu yirmidördüncü maddede uzun bildirdik. Lütfen oradan
okuyunuz! İslâm âlimleri, Resûlullaha mahsûs olan şeyleri uzun yazmışlardır. Meselâ, (Mevâhib-i ledünniyye) tercümesinde vardır. Bu kitapların hiçbiri,
Resûlullahla bereketlenmek, yalnız ona mahsûstur. Başkaları ile bereketlenmek câiz olmaz dememişlerdir. Başkaları ile de bereketlenildiğini bildirmişlerdir.
Allahü teâlânın sevdiği kullarının kabirlerini ziyâret ederek, onlardan bereketlenmeği, Lât ve Uzzâ putlarına tapınmaya benzetmek, Kur'an-ı kerime ve hadis-i
şeriflere iftirâ etmektir. Hadis-i şerifte, (Kur'an-ı kerime yanlış mâna veren kâfir olur) buyuruldu. Kitabın müellifi, mânaları şüpheli olan âyet-i kerimelere
yanlış mâna vererek, Ehl-i islâma müşrik diyor.


7- Tesavvuf Hind yehûdîlerinden alınmış. Bunaa Muhammed Ma'sûm hazretlerinden cevâb verilmiştir.


7 - Yüzyirmialtıncı sayfasında: (Görülüyor ki, tasavvufun başlangıcı, Hind yahudilerinin bir oyunudur. Eski yunanlılardan alınmıştır. Böylece, islâmiyeti
fırkalara ayırdılar, parçaladılar) diyor.


Pâkistânlı Mevdûdî adındaki mezhepsiz birisi de, (İslâmda İhyâ Hareketleri) kitabında, yukarıdaki yazıları yaymaktadır. [Mevdûdî 1399 [m. 1979] da öldü.]
Sapık kimseler, isteklerine kavuşmak, çıkarlarını sağlamak için, insanlar arasında değer taşıyan kılıklara giriyorlar. Aklı ve bilgisi olan, böyle bozuk
kimseleri hemen anlar. Bunları iyilerden ayırır. Fakat câhiller, bunları doğru sanır. Tasavvufcu kılığına girmiş bozuk kimseleri de tasavvufcu sanarak,
tasavvuf büyüklerini de bunlar gibi sanır. Bu yüzden, tasavvuf büyüklerini de kötülemeye kalkışır. Müslümanlar doğruyu iğriden ayırabilmeli, tasavvuf büyüklerine
dil uzatmamalıdır.


Tasavvuf bilgilerinin mütehassısı, zamanının büyük âlimi, Evliyânın önderi, imam-ı Muhammed Mâsum Fârûkî [Muhammed Mâsum 1079 [m. 1668] de Serhendde vefât
etti.] (Mektûbât) kitabının ikinci cildi ellidokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki:


Sûrî ve mânevi kemâlâtın hepsi, Muhammed Resûlullahdan alınmıştır. Sûrî olan emirler, yasaklar, mezhep imamlarımızın kitapları ile bizlere gelmiştir. Kalbin,
ruhun gizli bilgileri de, tasavvuf büyükleri[nin kalbleri] yolu ile gelmiştir. Ebû Hüreyrenin (Resûlullahdan iki kap doldurdum. Birisini sizlere açıkladım.
İkincisini açıklamış olsam, beni öldürürsünüz) buyurduğu, Buhârîde yazılıdır. Yine Buhârî bildiriyor ki, Ömer vefât edince, oğlu Abdüllah, ilmin onda dokuzu
öldü, dedi. Yanında bulunanların, bu söze şaştıklarını görünce, Allahı tanımak ilmini söyledim. Fıkh bilgilerini söylemek istemedim dedi. Tasavvuf yollarının
hepsi, Resûlullahdan gelmektedir. Tasavvuf büyükleri, her asırda bulunmuş olan rehberleri vâsıtası ile, Resûlullahın mübârek kalbinden saçılan marifetlere
kavuşmuşlardır. Tasavvuf ne yahudilerin, ne de tasavvufcuların uydurması değildir. Evet, tasavvuf yolunda hâsıl olan şeyleri bildiren, (fena, bekâ, cezbe,
sülûk, seyr-i ilallah) gibi ismler, tasavvuf büyükleri tarafından konulmuştur. (Nefahât) kitabında diyor ki, (fena) ve (bekâ) kelimelerini ilk söyliyen
Ebû Sa'îd-il-harrâz [Ebû Sa'îd Ahmed Harrâz 277 [m. 890] da Bağdâdda vefât etti.] olmuştur. Tasavvuf marifetleri Resûlullahdan gelmektedir. Bunların ismleri
sonradan konulmuştur. Resûlullahın Peygamber olduğu bildirilmeden önce, kalb ile zikretmekte olduğunu, kitaplar yazmaktadır. Allahü teâlâya teveccüh, nefy
ve isbât ve murâkaba, Resûlullahın zamanında da vardı. Eshâb-ı kirâm zamanında da vardı. Resûlullahdan böyle ismler işitilmedi ise de, çok zaman konuşmaması,
bu hâllerinin bulunduğunu göstermektedir. (Biraz tefekkür bin sene ibâdetten daha hayrlıdır) buyurmuştur. Tefekkür, bâtıl düşünceleri bırakıp, hakkı düşünmek
demektir. Tasavvufcuların, (Kelime-i tevhîd) ile zikretmelerini, Hızır Abdülhâlık-ı Goncdüvânîye öğretti. [Abdülhâlık 575 [m. 1180] de Buhârâda vefât etti.]


Suâl: Tasavvuf marifetlerinin hepsi Resûlullahdan geldiğine göre, aralarında ayrılık olmamalı idi. Hâlbuki, tasavvuf yolları çeşidlidir. Hepsinin hâlleri
ve marifetleri başkadır?


Cevap: Bu ayrılığa sebep, insanların isti'dâdlarının ve bulundukları şartların başka olmasıdır. Meselâ, bir hastalığın ilâcı bellidir. Fakat, hastalara
göre, hastalığın seyri ve tedâvîsi değişmektedir. Bir insanın çeşidli fotoğrafcıda çektirdiği resmlerinin başka başka olmaları gibidir. Her kemâl, Resûlullahdan
alınmıştır. Alış kuvvetine ve şekline göre ufak ayrılıklar olmuştur. Resûlullah de, marifetleri, gizli bilgileri, Eshâbına başka başka sunardı. Nitekim
hadis-i şerifinde, (Herkese, anlıyabileceği kadar söyleyiniz!) buyurmuştur. Resûlullah, Hz. Ebû Bekr ile ince bilgiler konuşuyordu. Hz. Ömer yanlarına
gelince, sözü değiştirdi. Sonra, Hz. Osman gelince, yine değiştirdi. Hz. Ali gelince daha başka konuştu. Herbirinin isti'dâdına, yaratılışına göre, başka
başka konuştu.


Bütün tasavvuf yolları, imam-ı Câfer Sâdık hazretlerinde birleşmektedir. [Câfer Sâdık 148 [m. 765] de Medînede vefât etti.] İmâm-ı Câfer Sâdık da, iki yoldan,
Resûlullaha bağlıdır. Birisi, babalarının yolu olup, Hz. Ali vâsıtası ile Resûlullaha bağlıdır. İkincisi, anasının babalarının yolu olup, Hz. Ebû Bekr
vâsıtası ile Resûlullaha bağlanmaktadır. İmâm-ı Câfer Sâdık hem ana tarafından Ebû Bekr-i Sıddîk soyundan olduğu için, hem de, onun vâsıtası ile Resûlullahdan
feyz almış olduğu için, (Ebû Bekr-i Sıddîk, beni iki hayata kavuşturmuştur) buyurdu. İmâm-ı Câfer Sâdıkta bulunan bu iki feyz ve marifet yolu, birbirleri
ile karışmış değildir. İmâm hazretlerinden Ahrâriyye büyüklerine, Hz. Ebû Bekr yolu ile, öteki silsilelere ise, Hz. Ali yolu ile feyz gelmektedir.


[Kitabın, yüzyirmiikinci sayfasında: (Resûlullah, Tebük gazvesinden dönerken, münâfıkların ismlerini Huzeyfe-tebnil-Yemâna bildirdi. Huzeyfe, fitne çıkmasın
diye bunların ismlerini kimseye söylemedi. Yoksa, tasavvufcu sapıklarının dedikleri gibi, Huzeyfede gizli din bilgileri yoktu. Çünkü, islâm açıktır. Gizli
bilgiler yoktur) diyor. Tasavvuf bilgilerinin, yahudi düzmesi, uydurma şeyler olduğunu anlatmak istiyor. Otuzuncu sayfasında ise: (Resûlullahın Mu'âz bin
Cebele söylediği din bilgisini, Eshâbın çoğu bilmiyordu. Çünkü Resûlullah, Mu'âza bunları kimseye söyleme demişti. Bir maslahat, bir fayda için, ilmi saklamak
câiz olduğu buradan anlaşılmaktadır) diyor.


Görülüyor ki, kitabın yazıları birbirini tutmamaktadır. Beşyüz sayfalık kitabın heryeri böyle uygunsuz yazılarla doludur. Yüzlerce âyet-i kerime, binlerce
hadis-i şerif yazarak, herbirine kendine göre mânalar verip, okuyanları, doğru yoldan saptırmaya çalışmaktadır].


Muhammed Mâsum, ikinci cildin altmışbirinci mektûbunda buyuruyor ki: Bu dünyada en kıymetli ve en faydalı şey, Allahü teâlânın marifetine kavuşmaktır. Yâni
Onu tanımaktır. Allahü teâlâyı tanımak iki türlü olur. Biri, Ehl-i sünnet âlimlerinin, kitaplarında bildirdikleri gibi tanımaktır. İkincisi, tasavvuf büyüklerinin
tanımalarıdır. Birinci tanımak, inceleme ve düşünme ile olur. İkincisi, kalbin keşf ve şühûdü ile olur. Birincisinde ilim vardır. İlm ise, akıl ve zekâdan
doğar. İkincisinde hâl vardır. Hâl ise, asldan, özden doğar. Birincisinde, âlimin varlığı aradadır. İkincisinde, ârifin varlığı aradan kalkar. Çünkü, birşeye
ârif olmak, o şeyde yok olmak demektir. Nazm:


Yakın olmak, inip çıkmak değildir,


Hakka yaklaşmak, yok olmak demektir!


Birincisi (İlm-i husûlî) iledir. İkincisi (ilm-i hudûrî) iledir. Birincisinde, nefis, azgınlığından vazgeçmemiştir. İkincisinde, nefis yok olmuş, hep Hak
iledir. Birincisinde îman, îmanın sûretidir. İbâdetler, ibâdetlerin sûretidir. Çünkü nefis, îmana gelmemiştir. Hadis-i kudsîde, (Nefsine düşmanlık et!
O, bana düşmanlık etmektedir) buyuruldu. Buradaki kalbin îmanına, (Mecâzî îman) denilir. Bu îman, gidebilir. İkincisinde, insanın varlığı kalmadığı için
ve nefis de îmana geldiği için, bu îman, yok olmaktan korunmuştur. Buna (Hakîkî îman) denir. Burada yapılan ibâdetler de, hakîkî olur. Mecâz yok olabilir.
Hakîkat yok olmaz. Hadis-i şerifte, (Yâ Rabbî! Senden, sonu küfür olmıyan îman istiyorum) buyurulması ve Nisâ sûresi, yüzotuzaltıncı âyetinde meâlen, (Ey
îman sahipleri! Allaha ve Resûlüne îman ediniz!) emrolunması, bu hakîkî îmanı göstermektedir. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel bu marifete kavuşabilmek için, ilim
ve ictihâdda pek yüksek derecede olduğu hâlde, Bişr-i Hafînin hizmetine koşmuştur. Bişr-i Hafînin yanından niçin ayrılmıyorsun dediklerinde, (Allahı benden
daha iyi tanımaktadır) demiştir.


[Kitabın, yüzondokuzuncu sayfasında diyor ki, imam-ı Ahmed bin Muhammed bin Hanbelin soyu, Nizâr bin Me'adda, Resûlullah ile birleşmektedir. Fıkh ve hadiste
zamanın en üstün âlimi idi. Verâ ve sünnete uymakta pek ileri idi. Yüzaltmışdört [164] senesinde Bağdâdda tevellüd, ikiyüzkırkbir 241 [m. 855] de orada
vefât etti. Bişr-i Hafî hazretleri yüzellide [150] tevellüd, ikiyüzyirmiyedide [227] vefât etti. Ferîdüddîn-i Attâr fârisî (Tezkire-tül-Evliyâ)da diyor
ki, Ahmed bin Hanbel, çok meşâyıhın sohbetinde bulundu. Zünnûn-i Mısrî ve Bişr-i Hafî bunlardandır. Bir hanım, kötürüm olmuştu. Çocuğunu imam-ı Ahmede
gönderip duâ etmesini diledi. İmâm abdest alıp namaz kıldı. Duâ eyledi. Çocuk evine gelince, annesi kapıya gelip oğlunu karşıladı. İmâm-ı Ahmedin duâsı
bereketi ile iyi oldu].


İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ömrünün son yıllarında, ictihâdı bıraktı. İki sene Câfer Sâdık hazretlerinin sohbetinde bulundu. Sebebini sorduklarında, (Bu iki
sene olmasaydı, Nu'mân helâk olurdu) buyurdu. Her iki imam, ilimde ve ibâdette son derece ileri oldukları hâlde, tasavvuf büyüklerinin yanına giderek,
marifet ve bunun meyvesi olan (hakîkî îman) edindiler. İctihâddan daha kıymetli ibâdet olur mu? Ders vermekten, islâmiyeti yaymaktan daha üstün amel olur
mu? Bunları bırakıp, tasavvuf büyüklerinin hizmetlerine sarıldılar. Böylece marifete kavuştular.


Amellerin, ibâdetlerin kıymeti, îmanın derecesi ile ölçülür. İbâdetlerin parlaklığı, ihlâsın miktârına bağlıdır. Îman ne kadar kâmil ise, ihlâs o kadar
çok olur. Ameller de, o kadar çok nûrlu olur ve kabûl edilir. Îmanın kâmil olması ve ihlâsın tamam olması, marifete bağlıdır. Marifet ve hakîkî îman, fena
hâsıl olmasına ve ölmeden önce olan ölmeye bağlı olduğu için, fenası çok olanın îmanı daha kâmil olur. Bunun içindir ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın îmanının,
bütün ümmetin îmanlarından üstün olduğu hadis-i şerifte bildirilmiştir. (Ebû Bekrin îmanı, bütün ümmetimin îmanı ile tartılsa, Ebû Bekrin îmanı daha üstün
olur) buyurulmuştur. Çünkü o, fenada bütün ümmetten daha ileridedir. (Yer yüzünde, yürüyen ölü görmek istiyen, Ebû Kuhâfenin oğluna baksın!) hadis-i şerifi,
bunu göstermektedir. Eshâb-ı kirâmın hepsi fena makamına kavuşmuştu. Bu hadis-i şerifte, yalnız Ebû Bekr-i Sıddîkın fenasının seçilmesi, bunun fena derecesinin
çok yüksek olduğunu göstermektedir. Altmışbirinci mektûbdan tercüme burada tamam oldu.


İmâm-ı Muhammed Mâsum ikinci cildin, yüzaltıncı mektûbunda buyuruyor ki: (Lâ ilâhe illallah) güzel sözünü çok söyleyiniz! Bu zikri, kalb ile birlikte yapınız.
Bu mübârek söz, kalbin temizlenmesinde pek faydalıdır. Bu güzel sözün yarısı söylenince, Allahdan başka herşey yok edilmiş olur. Geri kalan yarısı söylenince
de, hak olan mâbudun varlığı bildirilmiş olur. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bu ikisine kavuşmak içindir. Hadis-i şerifte, (Sözlerin en kıymetlisi, Lâ
ilâhe illallah demektir) buyuruldu. Çok kimse ile görüşmeyiniz. Çok ibâdet yapınız. Resûlullahın sünnetlerine sıkı sarılınız! Bid'atlerden ve bid'at sahiplerinden
ve günah işlemekten çok sakınınız! İyi işleri, iyiler de, kötüler de yapabilir. Fakat kötülüklerden yalnız sıddîklar sakınır.


Helâldan olan çok kıymetli elbiseler giymek, tasavvuf yolcularına zarar verir mi diyorsunuz. Fena derecesine kavuşup, kalbinin, Allahdan başka, hiçbirşeye
bağlılığı kalmıyan kimsenin elinde, üstünde olan şeyler, onun kalbinin, zikretmesine mani olmaz. Onun kalbinin, dış organları ile ilgisi kalmamıştır. Uyku
bile, kalbinin zikretmesine mani değildir. Fena makamına varamamış olan böyle değildir. Bunun zâhir organları, kalbi ile ilgilidir. Fakat bunun da yeni,
kıymetli elbisesi, kalbinin çalışmasına mani olur denilemez. Din büyükleri, Ehl-i beyt imamları, imam-ı a'zam Ebû Hanîfe ve Abdülkâdir-i Geylânî, çok kıymetli
elbise giymişlerdir. (Hazâne-türrivâye) ve (Metâlib-ül-müminin) ve (Zahîre) kitapları, Resûlullahın bin dirhem gümüş kıymetinde cübbe giydiğini bildiriyorlar.
Dört bin dirhem gümüş değerinde cübbe ile namaz kıldığı görülmüştür. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe talebesine yeni ve kıymetli elbise giymelerini söylerdi. Ebû
Sa'îd-i Hudriye soruldu ki, yimekte, içmekte ve giyinmekte olan bu değişikliklere ve yeniliklere ne dersiniz? Helâl para ile olur ve gösteriş ve riyâ için
olmazsa, hepsi Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetleri göstermektir, buyurdu. [Ebû Sa'îd-i Hudrî 64 [m. 683] de İstanbulda vefât etti.]


Allahdan başka birşeyi sevmek iki türlü olur: Birincisi, bir mahlûku kalb ile ve beden ile birlikte sevmek, ona kavuşmak istemektir. Câhillerin sevmeleri
böyledir. Tasavvuf yolunda çalışmak, kalbi bu sevmekten kurtarmak içindir. Böylece, kalbde yalnız Allah sevgisi kalır. İnsan, şirk-i hafîden kurtulur.
Görülüyor ki tasavvuf, insanı şirk-i hafîden kurtarmak içindir. (Ey îman sahipleri! Îman ediniz!) meâlindeki âyet-i kerimede emrolunan îmana kavuşmak içindir.
En'am sûresinin yüzyirminci âyet-i kerimesindeki, (Organlarla açıkça işlenen ve kalb ile yapılan günahları terk edin!) meâlindeki emr, kalbi Allahü teâlâdan
başka şeylere bağlılıklardan kurtarmak lâzım olduğunu göstermektedir. Allahdan başkasına tutulmuş olan bir gönülden ne iyilik gelir? Allahü teâlâdan başkasını
özliyen bir ruhun Allah yanında hiç kıymeti ve önemi yoktur.


Sevginin ikincisi, yalnız organların sevmesi, istemesidir. Kalb ve ruh, Allahü teâlâya bağlanmıştır. Ondan başka hiçbirşey bilmezler. Böyle olan sevgiye
(Meyl-i tabî'î), iç güdü denir. Bu sevgi, yalnız bedenin sevmesidir. Kalbe, ruha bulaşmamıştır. Bu sevgi, bedendeki maddelerin ve enerjinin özelliklerinden,
ihtiyaçlarından ileri gelmektedir. Fenaya ve bekâya kavuşanlarda ve yüksek derecelerdeki Evliyâda mahlûklara karşı bu sevgi bulunabilir. Hattâ hepsinde
vardır. Resûlullah serin ve tatlı içmeyi severdi. (Dünyanızdan üç şey bana sevdirildi) hadis-i şerifini herkes işitmiştir. (Şemâil) kitapları diyor ki,
Resûlullah (Bürd-i yemânî) denilen pamuk ve ketenden yapılmış elbiseyi severdi.


Nefis, fena ile şereflenince ve itmînâna kavuşunca, kalb, ruh, sır ve hafî ve ahfâ denilen beş latîfe gibi olur. Nefis böyle olunca, yalnız bedendeki maddelerin
ve ısı ve hareket enerjisinin kötü isteklerine karşı cihâd edilir. (His organları ile duyulan duygular, temiz kalblere ve temizlenmiş nefslere de te'sîr
eder) buyuruldu. Başkalarına te'sîrini, bu hadis-i şeriften anlamalı.


Bid'at sahibi olanın ve rüşvet yiyenin ve başkasının hakkını alanın ve günah işliyenin evine gitmek, onun verdiğini yimek câiz olur mu diyorsunuz? Gitmemek
ve yimemek iyi olur. Hattâ, tasavvuf yolunda olanlar için, bundan sakınmak lâzımdır. Zarûret olunca, câiz olur. Haram olduğu bilinen şeyi yimek haramdır.
Helâl olduğu bilineni yimek helâldir. Bilinmiyorsa, şüpheli ise, yimemek iyi olur.


Suâl: Tasavvuf bid'at mıdır? Yahudilerin uydurması mıdır?


Cevap: Allahü teâlâyı tanımaya çalışmak, bunun için, tasavvuf yolunu bilen ve gösteren bir Rehber aramak ve ona uymak, islâmiyetin emirlerindendir. Allahü
teâlâ, (Ona kavuşmak için vesîle arayınız!) buyurdu. Talebenin Mürşidden feyz ve marifet alması, Resûlullahın zamanından bu zamana kadar yapılagelen ve
her müslümanın bildiği birşeydir. Tasavvuf büyüklerinin sonradan ortaya çıkardığı birşey değildir. Her Mürşid kendisini yetiştiren kâmile bağlanmıştır.
Bu bağlanışları, Resûlullaha kadar uzanmaktadır. Ahrâriyye büyüklerinin bağlantı dizisi, Resûlullaha, Hz. Ebû Bekr ile ulaşmaktadır. [Ubeydullah-ı Ahrâr
895 [m. 1490] da Semerkandda vefât etti.] Başka yolların dizisi ise, Hz. Ali ile ulaşmaktadır. Buna bid'at denilebilir mi? Evet, mürşid, mürîd gibi ismler,
sonradan çıktı. Fakat kelimelerin, ismlerin değeri yoktur. Bu ismler olmasa da, mânaları ve kalblerin bağlılığı yine vardır. (Vehhâbî kitabı da, kelimelere
bakılmaz. Mânalara bakılır demektedir). Tasavvuf yollarının ortak olan temel işi, zikir yapmasını öğretmektir. Bu ise, dinimizin emrettiği birşeydir. Sessiz
zikretmek, sesle yapmaktan daha kıymetlidir. Hadis-i şerifte, (Hafaza meleklerinin işitmediği zikir, hafazanın işittiği zikirden yetmiş kat daha kıymetlidir)
buyuruldu. Hadis-i şerifte övülen zikir, kalb ile ve öteki latîfelerle yapılan zikirdir. Resûlullahın, Peygamber olduğu kendisine bildirilmeden önce, kalb
ile zikir yaptığı, kıymetli kitaplarda yazılıdır. Tasavvuf bilgilerine bid'at demek ve yahudi uydurması demek, (Buhârî) hadis kitabını ve (Hidâye) fıkh
kitabını okumak bid'attır demeye benzer. Yüzaltıncı mektûbdan tercüme burada tamam oldu.


Muhammed Mâsum Fârûkî, (Mektûbât) kitabında, ikinci cildin otuzaltıncı mektûbunda diyor ki, (Hâcegân) denilen Tasavvuf yolunun reîsi, Abdülhâlık-ı Goncdüvânîdir.
Bu yoldaki Kayyûmiyyet cezbesi, kendisine Hz. Ebû Bekr-i Sıddîktan gelmiştir. Kendisi de, bu cezbeyi elde etmek yolunu bildirdi. Bu yola (Vükûf-ı adedi)
denir ki, (Zikr-i hafî)den ibârettir. Bu da, Hz. Ebû Bekrden gelmektedir. (Cezbe-i mâıyyet) denilen ikinci yol ise, Behâüddîn-i Buhârîden başlamaktadır.
Zamanının kutbu olan Alâüddîn-i Attâr, bu cezbenin hâsıl olması şartlarını koydu. [Alâüddîn-i Attâr Muhammed 802 [m. 1400] de Buharâda vefât etti.] Bu
şartlara (Tarîka-i Alâiyye) denildi. En yakın olan [az zamanda kavuşturan] yolun, Alâiyye olduğu bildirilmiştir.


[Alâüddîn-i Attârın talebesinden olan Ubeydüllah-i Ahrâr, hocasının yolunu yaydığı için (Ahrâriyye) de denildi.]


Muhammed Mâsum, ikinci cildin yüzellisekizinci mektûbunda buyuruyor ki, saadetin başı, iki şeye kavuşmaktır. Birincisi, Bâtının (yâni kalbin) mahlûklara
düşkün olmaktan kurtulmasıdır. İkincisi, Zâhirin (yâni bedenin) (Ahkâm-ı islâmiyye)ye sarılmakla süslenmesidir. Bu iki nîmete kavuşmak, tasavvuf ehlinin
sohbetinde kolay nasip olur. Başka yoldan kavuşmak güçtür. İslâmiyete tam yapışabilmek ve ibâdetleri kolay yapabilmek ve yasak olunanlardan sakınabilmek
için, nefsin fânî olması, (teslim olması) lâzımdır. Nefis, azgın olarak ve âsî olarak ve kendini beğenici olarak yaratılmıştır. Bu kötülüklerden kurtulmadıkça,
islâmiyetin hakîkati hâsıl olamaz. Teslimden, itmînândan önce, islâmiyetin sûreti, görünüşü vardır. Nefsin itmînânından sonra, islâmiyetin hakîkati hâsıl
olur. Sûret ile hakîkat arasındaki fark, yerle gök arasındaki fark gibidir. Sûret ehli, islâmiyetin sûretine, hakîkat ehli de, islâmiyetin hakîkatine kavuşur.
Avâmın (yâni câhillerin) îmanına (Îman-ı mecâzî) denir. Bu îman, bozulabilir ve yok olabilir. Havâsın (yâni hakîkat ehlinin) îmanları zevâlden ve halelden
mahfûzdur. Nisâ sûresinin yüzotuzbeşinci âyetinde, (Ey îman edenler! Allaha ve Onun Peygamberine îman ediniz!) meâlindeki emr, bu hakîkî îmanı göstermektedir.


Muhammed Mâsum, üçüncü cildin onaltıncı mektûbunda buyuruyor ki, (Herşey odur. Allah kelimesi, herşeyin adıdır. Zeyd isminin bir insanı göstermesi gibidir.
Hâlbuki, her uzvunun ayrı ismleri vardır. O hâlde Zeyd, nerdedir? Hiçbir yerde değildir. Allahü teâlâ da, her varlıkta görünmektedir. Bunun için, herşeye
Allah demek câizdir. Bu varlıklar bir görünüştür. Bunlardaki yok olmak da, bir görünüştür. Hakîkatte yok olan birşey yoktur) gibi sözler, bir varlığa inanmağı
değil, çok varlığı göstermekte olup, tasavvuf büyüklerinin bildirdiklerine uygun değildir. Bu söz, Allahü teâlâyı, madde âleminde göstermektedir. Ayrı
bir varlık değildir demektir. Allahü teâlânın varlığında ve sıfatlarının varlıklarında, mahlûklarına muhtaç olduğunu göstermektedir. Bileşik cismin varlığının,
elementlerinin varlıklarına muhtaç olması gibidir. Bu ise, Allahü teâlânın varlığına inanmamak olup, küfürdür. Allahü teâlânın varlığının, madde ve mâna
âlemlerinin varlıklarından ayrı olduğuna inanmak lâzımdır. Yâni, vâcib ile mümkinler, ayrı bir varlıktırlar. İkilik olan herşeyde ayrılık vardır. (Âlem,
[yâni Allahdan başka herşey], hakîkatte var olsaydı, o zaman ikilik olurdu. Âlemin varlığı görünüştedir) denirse, buna cevap olarak, (Hakîkî mevcut, mevhûm
olan görünüşle birleşmez) deriz. Yâni herşey Odur denilemez. Bu söz ile, (Hiçbirşey yoktur. Yalnız O vardır) demek istenirse, o zaman doğru olur. Fakat,
hakîkat olarak değil, mecâz olarak söylenmiş olur. Zeydin aynadaki [ve televizyondaki] hayâlini görenin, Zeydi gördüm demesine benzer. Teşbîh olarak söylemeyip,
hakîkat olarak söylemek, arslana eşek demeye benzer. [Radyodan, hoparlörden çıkan sese, bunu söyliyen insanın sesidir demek de böyle yanlıştır.] Arslan
başkadır. Eşek başkadır. Lâf ile, ikisi bir yazılamaz. Tasavvuf büyüklerinden, (Vahdet-i vücûd) söyliyenler, (Hakîkî varlık, mahlûklarda bulunuyor. Ayrıca
mevcut değildir) demedi. (Mahlûktur, Onun zuhûrlarıdır, görünüşleridir) dediler. Muhyiddîn-i Arabî ve ona tâbi olanlar, bu mâna ile (Heme-ûst) yâni (herşey
Odur) dediler. [Muhyiddîn-i Arabî 638 [m. 1240] da Şâmda vefât etti.]


(Âlem, böyle gelmiş, böyle gider) sözü, âlemin kadîm olduğunu gösteriyor. Böyle inanmak küfürdür. Âlemin yok olacağını inkâr etmektir. Kur'an-ı kerim, herşeyin
yok olacağını açıkça bildiriyor. İnsanların yok olacağına ve tekrar var olacaklarına inanıyoruz diyenler arasında, bazı kimseler (İnsan, toprak maddesinden
meydana gelmiştir. Ölünce çürüyüp, yine toprak [su ve gazlar] hâline dönecektir. Bu maddelerden bitkiler ve bitkilerden hayvanlar hâsıl olmakta, bunları
insanlar yiyerek, et, kemik ve menî hâline dönmekte ve böylece başka insanlar meydana gelmektedir. Kıyâmet olması, insanların tekrar yaratılması, işte
böyle olur) diyorlar. [Bu sözdeki madde değişmeleri elbette doğrudur. Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi böyledir. Fakat] insanların tekrar yaratılması
böyle olur demek, Haşrı, Neşri ve Kıyâmeti inkâr etmektir. Kıyâmet gününün gelmesi ve ölülerin mezarlarından kalkacakları, bütün canlıların bir meydanda
toplanacakları, kitapların ortaya çıkarılacağı, hesap verileceği, terâzînin kurulacağı, müminlerin Sırât köprüsünden geçecekleri, kâfirlerin Cehenneme
düşecekleri ve sonsuz azâbda kalacakları, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde bildirilmiştir.


(Bu bilinen namaz, câhil halk için emrolunmuştur. Sâf, temiz, yükselmiş insanların ibâdetleri [namazları], zikir ve tefekkürdür. İnsanın bütün zerreleri
ve bütün eşya, her an zikir, ibâdet yapmaktadır. İnsan bunu anlamasa da, böyledir. İslâmiyet, aklı az olanlar için gönderilmiştir. Böylece, fesat çıkarmaları
önlenmiştir) gibi lâflar, câhillerin ve aklı az olanların sözleridir. Peygamberimiz, namazın dînin direği olduğunu bildirdi. (Namaz kılan, din binâsını
yapmıştır. Namaz kılmıyan, dînini yıkmıştır. Namaz, müminin mîracıdır) buyurdu. Rahatını, huzurunu namazda bildi. Namazdaki yakınlık, başka şeylerde bulunmaz.
Hadis-i şerifte, (Allah ile kul arasındaki perdeler, ancak namazda kaldırılır) buyuruldu. Her kemâl, (Şeriate) yâni (Ahkâm-ı islâmiyye)ye uymakla hâsıl
olur. Bu ahkâmdan, yâni emir ve yasaklardan ayrılan, yoldan sapar. Saadete kavuşamaz. Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler, bu ahkâma uymağı emrediyorlar.
Doğru yol, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yoldur. Başka yollar, şeytanların yollarıdır. Abdüllah ibni Mes'ûd diyor ki, Resûlullah, bir
doğru çizdi. (Bu, insanı Allahın rızasına kavuşturan tek doğru yoldur) dedi. Sonra bunun sağına, soluna [balık kılçığı gibi] çizgiler çizip, (Bunlar da,
şeytanların yollarıdır. Herbirinde bulunan şeytan, kendine çağırır) buyurdu ve (Bu, doğru olan yolumdur. Buna geliniz!) âyet-i kerimesini okudu.


Peygamberlerin sözbirliği ile bildirdikleri ve islâm âlimlerinin bizlere ulaştırdıkları bilgiler, şunun bunun düşünceleri ile, hayâlleri ile yok edilemez.


Ondördüncü asrın müceddidi, zâhir ve bâtın ilimlerinin hazînesi, seyyid Abdülhakîm Efendinin (Er-riyâdut-tasavvufiyye) kitabı, tasavvufun, tarifini, tarihini,
mevzû'unu ve ıstılâhlarını gayet vecîz olarak yazmaktadır. [Abdülhakîm Arvâsî 1362 [m. 1943] de Ankarada vefât etti.] Kitap, türkçe olup, 1341 [m. 1923]
senesinde, İstanbulda, Harbiyye mektebi matbaasında basılmıştır. Önsözünde diyor ki:


Peygamberimizin sohbetinde bulunmaktan daha şerefli, daha kıymetli bir üstünlük olmadığı için, bu şerefe kavuşanlara (Sahâbe) denildi. Onlardan sonra gelenlere,
onlara tâbi oldukları için (Tâbiîn), bunlardan sonra gelenlere de, (Etbâ'ı tâbiîn) denildi. Daha sonra, din işlerinde yükselmiş olanlara, (Zühhâd) ve (Ubbâd)
denildi. Bunlardan sonra, bid'atler çoğalıp, her fırka, kendi önderlerine Zâhid ve Âbid dedi. Ehl-i sünnet denilen, Eshâb-ı kirâm yolundaki fırkadan olup,
kalblerini gafletten koruyan ve nefslerini Allaha itaate kavuşturanların bu hâllerine, (Tasavvuf) ve kendilerine (Sôfî) ismi verildi. Bu ismler, hicretin
ikinci asrı sonunda işitildi. Kendisine evvelâ Sôfî denilen Ebû Hâşim Sôfîdir. Kûfe şehrinden olup, Şâmda irşâd ederdi. Süfyân-ı Sevrînin üstâdı idi. [Süfyân-ı
Sevrî 161 [m. 778] de Basrada, Ebû Hâşim Sôfî 115 de vefât etmişlerdir. Süfyân demiştir ki, (Ebû Hâşim Sôfî olmasaydı, Rabbânî hakîkatleri bilmezdim. Onu
görmeden önce tasavvufun ne olduğunu bilmiyordum). Tekke en önce, Ebû Hâşim için, Remleh şehrinde yapılmıştır. (Dağları iğne ile oyarak toz etmek, kalblerden
kibri çıkarmaktan kolaydır) sözü onundur. (Faydasız ilimden Allaha sığınırım) sözünü çok söylerdi.]


Tasavvuf ehli, başka din adamlarında bulunmayan bir ilim ile şereflenmişlerdir. Haris bin Esed Muhâsibî 241 [m. 855] de Basrada vefât etti. (Kitap-ür-riâye)de,
verâ ve takvâ üzerinde geniş bilgi verdi. İmâm-ı Abdülkerîm Kuşeyrî, 376 [m. 987] da Nişâpûrda vefât etti. Meşhûr risâlesinde ve Şihâbüddîn-i Ömer Sühreverdî,
632 [m. 1234] de vefât etti. (Avârif-ül-me'ârif)de, tarîkat edeblerini ve vecdlerini ve hâllerini bildirmişlerdir. İmâm-ı Muhammed Gazâlî, (İhyâ) kitabında,
bu iki kısm bilgileri, birlikte uzun açıklamıştır.


Görülüyor ki, tasavvufun başlangıcı, nübüvvetin ve risâletin başlangıcıdır. Tasavvuf bilgileri, semavî dinlerin hakîkatlerini anlamak ile hâsıl olmuşlardır.
Tasavvufun bir parçası olan (Vahdet-ül-vücûd) marifetlerini, budistlerin, yahudilerin akıl ve riyâzet ile anladıkları (Vahdet) ile karıştırmamalıdır. Birincisi,
zevk ile anlaşılan marifetler, ikincisi akıl ile hâsıl olan hayâllerdir. Bu zevki tatmıyan gâfiller, ikisini aynı sanırlar.


[Allahü teâlâ, Ezzâriyât sûresinde meâlen, (Cinni ve insanları ibâdet etmeleri için yarattım) buyuruyor. İbâdet etmek de, kurb ve marifet hâsıl eder. Demek
ki, insanların Evliyâ olmaları emrolunmaktadır. Bu da, farzları, nâfileleri birlikte yapmakla ve bid'at sahiplerinden uzaklaşmakla hâsıl olur. Tasavvuf
yolunda yapılan vazîfeler, nâfile ibâdetlerdir. Farzların kabûl olmaları için bulunması şart olan ihlâs, bu vazîfelerle elde edilir. Tasavvuf, yahudilerden
ve eski yunanlılardan alınmıştır sözünün çok çirkin, yalan ve iftirâ olduğu, yukardaki bilgilerden pek iyi anlaşılmaktadır.


Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için, farzları, sünnetleri ve nâfile ibâdetleri yapmak lâzımdır. Bunlar, şartlarını, müfsidlerini bilerek ve
ihlâs ile yapılır. Farzların birincisi, Ehl-i sünnet îtikatına uygun inanmak, ikincisi haramlardan ve haram nafakadan sakınmaktır. İhlâs, kalbi mâ-sivâdan
temizlemek yâni herşeyi yalnız Allah için yapmaktır. Bu da mürşid-i kâmil sohbetinde bulunmakla, az zamanda hâsıl olur. Mürşid bulunmazsa, bir mürşide
râbıta yaparak veya çok zikir yaparak da hâsıl olur. Mürşid-i kâmil bir ayna, bir gözlük gibidir. Bir kimse, gönül gözüyle, bir mürşidin kalbine bakarsa,
orada Resûlullahın mübârek kalbini görür. O, Resûlullahın vârisidir. Ona râbıta yapılınca, Resûlullaha yapılmış olur. Onun mübârek kalbine mürşidleri vâsıtası
ile Resûlullahdan gelmiş olan nûrlar, bunun kalbine de akar. Kalb temizlenerek ihlâs hâsıl olur.]


8- Ölüden bir şey beklemek, Evliyânın rûhları hâzırdır demek şirk imiş.


8 - (Feth-ul-mecîd) kitabının yüzaltmışsekizinci ve üçyüzelliüçüncü sayfalarında: (Allahü teâlâ ile kulları arasında birini vâsıta yapmak, ondan birşey
istemek, sözbirliği ile küfür olur. İbni Kayyım, ölüden birşey istemek, ondan Allahü teâlâ katında şefaat etmesini dilemek, büyük şirktir, dedi. Hanefî
kitaplarından Fetâvâ-yı Bezzâziyye, ervâhı meşâyih hazırdır diyen kâfir olur demektedir. [Fetâvâ-yı Bezzâziyyenin yazarı İbnülbezzâz Muhammed Kerderî 827
[m. 1424] de vefât etti.] Meyyitte his ve hareket olmadığı, âyetlerden ve hadislerden anlaşılmaktadır) diyor.


Yetmişinci sayfasında, (Ukâşe, Cennete hesapsız girmesi için Resûlullahdan duâ istedi. Bu da, diriden duâ istemek câiz olduğunu göstermektedir. Fakat gâibden
ve ölüden duâ istemek şirktir) demektedir.


Resûlullahın duâsı kabûl olduğu gibi, Onun yolunda, izinde bulunanların da, duâları kabûl olur. Kendisi de, üçyüzseksenbirinci sayfada, İmâm-ı Ahmedin ve
Müslimin, Ebû Hüreyreden bildirdikleri hadis-i şerifte, (Saçları dağınık ve kapılardan kovulan öyle kimseler vardır ki, bir şey için yemin etseler, Allahü
teâlâ onları doğrulamak için, o şeyi yaratır) buyurulduğunu, yazmaktadır. Allahü teâlâ, sevdiği kullarını yalancı çıkarmamak için, yemin ettikleri şeyleri
bile yaratınca, duâlarını elbette kabûl buyurur. Allahü teâlâ, Mümin sûresinin altmışıncı âyetinde meâlen, (Bana duâ ediniz! Duânızı kabûl ederim) buyuruyor.
Duâların kabûl olması için şartlar vardır. Bu şartları taşıyan duâ elbet kabûl olur. Herkes bu şartları bir araya getiremediği için, duâları kabûl olmıyor.
Bu şartları yaptıklarına güvendiğimiz Âlimlerin, Velîlerin duâ etmeleri için, onlara yalvarmak, niçin şirk olsun? Biz, Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına
işittirir. Onların hâtırı için, istenileni yaratır diyoruz. Allahü teâlâ için hayvan kesiyor ve Kur'an-ı kerim okuyoruz. Sevabını meyyitin ruhuna gönderip
ondan şefaat, yardım istiyoruz. Ölü için ibâdet eden elbet müşrik olur. Allahü teâlâ için ibâdet edip, sevabını ölüye bağışlıyan müşrik olmaz ve hiç suçlu
olmaz. Bunları, arabça (Minhat-ül-vehbiyye) kitabı da çok güzel bildiriyor. Oradan türkçeye tercüme ederek yirmidördüncü maddede bildirdik. Hz. Meryemin
ve Esyed bin Hudayrın ve Ebû Müslim Abdüllah Havlânînin kerâmetlerini, kendisi de yazmaktadır. [Abdüllah-ı Havlânî 62 de Şâmda vefât etti.] Evliyânın ruhlarından
yardım isteriz. Çünkü, Allahü teâlânın sevdiği kullarının ruhları, diri iken de, öldükten sonra da, Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile ve izni ile, dirilere
yardım ederler. Böyle inanarak Evliyâdan yardım istemek, Allahü teâlâdan başkasına tapınmak olmaz. Ondan istemek olur.


Vehhâbî kitabının (Allâme) ismini verdiği ve yazılarını kendilerine senet olarak kullandığı İbni Kayyım-ı Cevziyye 751 [m. 1350] de vefât etti. Bunun (Kitap-ür-ruh)da,
(Bir kimse, bir kabri ziyâret edince, kabirde bulunan meyyit, ziyâret edeni bilir. Onun sesini işitir. Onunla ferahlanır. Onun selâmına cevap verir. Bu
hâl, yalnız şehitlere mahsûs değildir. Başkaları için de böyledir. Belli bir zamana mahsûs da değildir. Her zaman böyledir) dediği, (El-Besâir)in yirmiikinci
sayfasında yazılıdır. Vehhâbînin yukarıdaki yazısı kendi Allâmelerinin bu sözüne ters düşmektedir. (El-besâir li-münkir-ittevessül-i bi-ehlil mekâbir)
kitabı Pâkistânda ve 1980 de İstanbulda bastırılmıştır.


9- Resûlullahı övmek, ondan yardım istemek şirk imiş. Buna (Mir'ât-i Medîne) kitâbından cevâb verildi.


9 - Kitabının yüzyetmişdokuzuncu ve yüzdoksanbirinci sayfasında: (Yâ Fâtıma, benden dilediğin malı iste! Fakat, seni Allahü teâlânın azâbından kurtaramam!
hadis-i şerifini yazıp, insandan, onun dünyada yapabileceği şeyi istemek câizdir. Günahların affedilmesini, Cennete gidilmesini, Cehennemden, azâbdan kurtulmasını
ve bunlar gibi, ancak Allahın yapacağı şeyleri, yalnız Allahdan istemek câizdir. İstigâse, yâni sıkıntıdan kurtarması için, ancak Allahü teâlâya yalvarılır.
Uzakta olanlardan ve ölülerden istigâse edilmez. Onlar işitmez. Cevap veremez. Birşey yapamaz. Hz. Hüseyn ve babası, kabirlerinde nîmetler içindedir. Ahmed
Ticânî müşriki ve ibni Arabî ve ibni Fârıd gibi mâbut tanınanlar da, azâb içindedir. Birşey işitmezler. Peygamberden de istigâse edilemez. Busayrî ve Ber'î
kasîdelerinde Resûlullahı övmekte taşkınlık yaparak, küfre, şirke sürüklenmişlerdir) diyor.


Kitabının birçok yerinde, meselâ üçyüzyirmiüçüncü sayfasında, (Ölünün veya uzakta olanın duâsının fayda vereceğine ve zararları gidereceğine inanmak, yâhut
ona duâ edenlere şefaat edeceğine inanmak şirktir. Allahü teâlâ Peygamberini bu şirki yok etmek için ve böyle müşriklerle harp etmek için gönderdi) diyor.


Kitap, kendi kendini yalanlamaktadır. İkiyüzbirinci sayfasında, (Allahü teâlâ, göklerde his ve marifet yaratır. Allahdan korkarlar. Her zerre Allahı zikretmekte,
Ondan korkmaktadırlar) diyor. Buna karşılık Peygamberler ve Evliyâ, mezarlarında his etmezler, işitmezler demektedir.


(Mir'ât-ı Medîne) kitabını yazan Eyyüb Sabri Pâşa, 1308 [m. 1890] de vefât etmiştir. Diyor ki:


İslâm âlimleri, her zaman Resûlullahı vesîle ederek, Allahü teâlâdan lutf ve merhamet dilemişlerdir. İnsanların babası yer yüzüne indirildiği vakit, (Yâ
Rabbî! Beni, Muhammed aleyhisselâm hurmetine affeyle!) demişti. Allahü teâlâ, bu duâyı kabûl buyurmuştu ve (Sen, sevgili Peygamberim olan Muhammed aleyhisselâmı
nereden biliyorsun? Ben Onu daha yaratmadım!) buyurunca, (Beni yarattığın zaman, başımı kaldırır kaldırmaz, Arş-ı ilâhînin kenârlarında (Lâ ilâhe illallah,
Muhammedün resûlullah) yazılı olduğunu görüp, Muhammed aleyhisselâmın yaratılmışların en üstünü olduğunu anladım. Muhammed aleyhisselâmı herkesten çok
sevmemiş olsaydın, Onun ismini, kendi adının yanına yazmazdın) dedi. Allahü teâlâ da, (Ey Âdem! Doğru söyledin. Muhammed aleyhisselâmı çok severim. Ondan
daha sevgili, hiç kimse yaratmadım. Onu yaratmak istemeseydim, seni yaratmazdım. Onun hurmeti için af dileyince, duânı kabûl edip, seni affettim) cevabını
verdi.


İki gözü kör bir kimse, gözlerinin açılması için Resûlullahdan duâ istedi. Resûlullah de (İstersen duâ ederim. Fakat, sabr edip katlanırsan, senin için
daha iyi olur) buyurdu. (Sabr etmeye gücüm kalmadı. Duâ etmeniz için yalvarırım) dedi. (Öyle ise, abdest alıp şu duâyı oku!) buyurdu. Bu duâ, arabî (Ed-dürer-üsseniyye)
ve (El-Fecr-üs-sâdık) kitapları ile (Merâkıl-felâh) ve bunun (Tahtâvî) şerhinde ve bu ikisinin türkçe tercümesi olan (Ni'met-i islâm) kitabında, (hâcet
namazı) sonunda yazılıdır. O kimse, bu duâyı okuyunca, Allahü teâlâ kabûl buyurarak gözlerinin açıldığını, hadis âlimlerinden imam-ı Nesâî bildiriyor.
[Ahmed Nesâî 303 [m. 915] de Remlehde vefât etti.] Bunu imam-ı Hasen de tasdik etmiştir. Vehhâbîlerin inanmamaları için hiçbir sebep yoktur. Bunu haber
veren Osman bin Hanîf, ayrıca diyor ki, Osman bin Affân halîfe iken, büyük sıkıntısı olan bir kimse, Halîfenin karşısına çıkmaya utandığı için, bana dert
yanmıştı. Ben de, hemen abdest al! Mescid-i saadete git! Şu duâyı oku diyerek, yukarıda yazılı kimsenin okuyarak gözlerinin açıldığı duâyı okumasını söyledim.
Adamcağız, duâyı okuduktan sonra, Halîfenin bulunduğu yere gider. Halîfeye çıkarılır. Halîfe, bunu seccâdesi üstüne oturtup, derdini dinler ve kabûl eder.
Adamcağız, işinin birdenbire yapıldığını görünce sevinerek, Osman bin Hanîfi bulup, (Allahü teâlâ senden râzı olsun! Halîfeye sen söylemeseydin, sıkıntıdan
kurtulamıyacaktım) der. Osman bin Hanîf ise, (Ben Halîfeyi görmedim, işinin çabuk yapılması, sana öğrettiğim duâdandır. Resûlullah, o duâyı bir âmâya öğretirken
işitmiştim. Vallahi âmânın, Resûlullahdan ayrılmadan önce, gözleri açılmıştı) dedi.


Hz. Ömer halîfe iken, kıtlık oldu. Eshâb-ı kirâmdan Bilâl bin Hars, Resûlullahın türbesine gidip, (Yâ Resûlallah! Ümmetin açlıktan ölmek üzeredir. Yağmur
yağması için vesîle olmanı yalvarırım) dedi. Resûlullah o gece rü'yâsında görünüp, (Halîfeye git! Benden selâm söyle! Yağmur duâsına çıksın!) buyurdu.
Hz. Ömer, yağmur duâsına çıkıp, yağmur yağmaya başladı.


Allahü teâlâ, sevdiklerinin hâtırı için diyerek yapılan duâları kabûl buyurmaktadır. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı çok sevdiğini bildirmiştir. Bunun
için, bir kimse, (Allahümme innî es'elüke bi-câh-i Nebiyyikel-Mustafâ) diyerek bir duâ etse, duâsı red olunmaz. Bununla berâber, ufak tefek dünya işleri
için, Resûlullahı vesîle etmek, edebe uygun olmaz.


Burhâneddîn İbrâhîm Mâlikî 799 [m. 1397] de vefât etmiştir. Buyuruyor ki, çok aç olan fakir bir kimse, hucre-i saadete gidip, (Yâ Resûlallah! Karnım açtır)
dedi. Az sonra, birisi gelip, fakiri evine götürdü, karnını doyurdu. Fakir, yaptığı duânın kabûl olduğunu söyleyince, (Kardeşim! Çoluk çocuğundan ayrılıp,
uzak yollardan sıkıntılar çekerek Resûlullahı ziyâret için geldin. Bir lokma ekmek için Resûlullahın huzuruna çıkmak yakışır mı? O yüksek huzurda, Cenneti
ve sonsuz nîmetleri istemeli idin! Burada istenilen şeyleri Allahü teâlâ red etmez) dedi. Resûlullahı ziyâret etmek şerefine kavuşanlar, kıyâmet gününde
şefaat etmesi için, duâ etmelidir.


İmâm-ı Ebû Bekr-i Makkarî bir gün, imam-ı Taberânî ve Ebû Şeyh ile mescid-i saadette oturuyorlardı. [Ebuşşeyh bin Hayyân Abdüllah İsfehânî 369 [m. 979]
da vefât etti.] Birkaç günden beri acıkmışlardı. Yatsı namazından sonra, imam-ı Ebû Bekr artık dayanamıyarak, (Açım yâ Resûlallah!) dedikten sonra, bir
köşeye çekildi. İki arkadaşı kitap okuyorlardı. Seyyidlerden bir zat, iki hizmetçisi ile gelerek, (Kardeşlerim! Dedem Resûlullahdan açlıktan yardım istemişsiniz.
Biraz uyumuştum. Sizi doyurmamı emir buyurdu) dedi. Getirdiklerini birlikte yidiler. Artanını bunlara bırakıp gitti. [Ebül-Kâsım Süleymân Taberânî, hadis
imamıdır. 260 da Taberiyyede tevellüd, 360 [m. 971] de İsfehânda vefât etti.]


Ebül Abbâs bin Nefîs âmâ idi. Üç gün aç kaldı. Hucre-i saadete gelip, (Yâ Resûlallah! Açım) deyip, bir tarafa çekildi. Az zaman sonra, biri gelip, bunu
evine götürdü. Karnını doyurdu ve (Ey Ebül Abbâs! Resûlullah efendimizi rü'yâda gördüm. Seni doyurmamı emretti. Aç kaldığın zamanlar, bize gel!) dedi.


İslâm âlimlerinden imam-ı Muhammed Mûsâ bin Nu'mân Merâkîşî Mâlikî 683 [m. 1284] de vefât etti. (Misbâh-uz-zulâm Fil-müstegîsin bi-hayr-il-enâm) adındaki
kitabında, Resûlullahı vesîle ederek murâdlarına kavuşanları yazmaktadır. Bunlardan biri, Muhammed bin Münkedirdir. Muhammed diyor ki, bir adam, babama
seksen altın bırakıp cihâda gitmişti. Bunları sakla! Çok muhtaç olana da yardım edebilirsin demişti. Medînede kıtlık oldu. Babam, altınların hepsini açlıktan
bunalanlara dağıttı. Altınların sahibi gelip istedi. Babam, bir gece sonra gel dedi. Hucre-i saadete gidip, sabaha kadar Resûlullaha yalvardı. Gece yarısı,
bir adam gelip, (Uzat elini!) demiş, bir kese altın verip, sonra hiç görünmemiştir. Babam evde altınları sayıp, seksen aded olduğunu görünce, sevinerek
hemen sahibine vermişti.


İbn-i Celâh Medînede fakir düşmüştü. Hucre-i saadete geçip, (Yâ Resûlallah! Bu gün sana misafir geldim. Karnım çok açtır) dedi. Bir kenâra çekilip uyudu.
Resûlullah rü'yasında görünüp, büyük bir ekmek verdi. Diyor ki, çok aç olduğum için, hemen yimeye başladım. Yarısı bitince uyandım. Kalan yarısını elimde
buldum.


Ebül-Hayr Akta' Medînede beş gün aç kalmıştı. Hucre-i saadetin yanına gelip, Resûlullaha selâm verdi. Aç olduğunu bildirdi. Bir yana çekilip uyudu. Rü'yâda,
Resûlullahın geldiğini gördü. Sağında Ebû Bekr-i Sıddîk, solunda Ömer Fârûk ve önünde Aliyy-ül Mürtezâ vardı. Hz. Ali gelip, yâ Ebel Hayr! Kalk, ne yatıyorsun?
Resûlullah geliyor dedi. Hemen kalktı. Resûlullah gelip, büyük bir ekmek verdi. Ebül-Hayr diyor ki, çok aç olduğum için hemen yimeye başladım. Yarısı bitince
uyandım. Kalan yarısını elimde buldum.


Ebû Abdüllah Muhammed bin Ber'a diyor ki, babam ile Mekkede parasız kaldık. Ebû Abdüllah bin Hafîf de yanımızda idi. Medîneye geldik. Ben çocuktum. Acıktım
diyerek ağlardım. Babam dayanamadı. Hucre-i saadete gelip, (Yâ Resûlallah! Bu gece sana misafiriz) dedi. Bir yana oturdu. Gözlerini kapadı. Biraz sonra,
başını kaldırıp güldü. Sonra çok ağladı. Gözünü açıp, Resûlullah elime para verdi dedi. Avucunu açtı. Paraları gördüm. Bunları hem kullandık, hem de sadaka
verdik. Rahatça Şîrâzda evimize geldik. [Ebû Abdüllah Muhammed bin Hafîf 371 [m. 981] de vefât etmiştir.]


Ahmed bin Muhammed Sôfî diyor ki, Hicâz çöllerinde varlığım kalmadı. Medîneye geldim. Hucre-i saadet yanında Resûlullaha selâm verdim. Bir yana oturup uyudum.
Resûlullah görünüp, (Ahmed geldin mi? Avucunu aç!) buyurdu. Avucumu altınla doldurdu. Uyandım. Ellerim altın dolu idi. [Ebül-Abbâs Ahmed bin Muhammed Vâiz
Endülüsî 671 [m. 1284] de Mısrda vefât etti.]


Resûlullahın âşıklarının temiz kalblerinden çıkan sözler, edebe, saygıya uygunsuz görünürse, bunlara birşey dememeli, susmalıdır. Buradaki edeblerden, saygılardan
biri de, susmaktır. Âşıklardan biri, Kabr-i saadetin yanında, her sabah ezan okur, namaz uykudan daha iyidir derdi. Mescid-i Nebî hizmetçilerinden birisi,
Resûlullahın huzurunda terbiyesizlik yapıyorsun diyerek, bunu dövdü. Bu da, (Yâ Resûlallah! Yüksek huzurunuzda adam dövmek, söğmek, edebsizlik sayılmaz
mı? dedi. Biraz sonra döven kimsenin felç olduğu, eli ayağı tutmadığı görüldü. Üç gün sonra da öldü. Bunu, hâfız Ebül-Kâsım kitabında yazmaktadır. Sâbit
bin Ahmed Bağdâdî de, bunu gördü demektedir. [Ebül-Kâsım Ali ibni Asâkir 571 [m. 1176] de Şâmda vefât etti.]


İbnün-Nu'mân [Ebû Nuaym Ahmed İsfehânî şâfi'î 430 [m. 1039] da vefât etti.] kitabında diyor ki, İbnüs-Sa'îd ve arkadaşları Medînede parasız kalmışlardı.
Hucre-i saadeti ziyâretten sonra, (Yâ Resûlallah! Paramız bitti. Yiyeceğimiz kalmadı!) deyip çekildi. Mescid kapısından çıkarken, birisi bunu evine götürüp,
bol bol hurma ve para verdi.


Şerif Ebû Muhammed Abdüsselâm Fâsî diyor ki, Medînede üç gün kaldım. Minber önünde, iki rekât namaz kılıp, (Ey yüce ceddim! Açlığa dayanamıyacak hâle geldim!)
dedim. Biraz sonra, birisi gelip, bir tepsi yiyecek getirdi. Pişmiş et, tereyağı ve ekmek vardı. Bana birisi yetişir dedim ise de, hepsini yiyiniz! Bunları
Resûlullahın emri ile getirdim. Çocuklarım için hazırlamıştım. Rü'yâda Resûlullahı gördüm. (Bir parçasını da, Mesciddeki din kardeşine götür yisin!) buyurdu.


Şerif Mühessir Kâsımî, Hucre-i saadetin Şâm tarafındaki teheccüd mihrâbı önünde uyumuştu. Ânsızın kalkıp, Hucre-i saadetin önüne geldi. Gülerek geri gitti.
Mescid-i Nebî hizmetcilerinin müdîri olan Şemseddîn Savâb, mihrâb yanında idi. Niçin güldüğünü sordu. (Birkaç günden beri evimde yiyecek yoktu. Hz. Fâtımanın
makamında, yâ Resûlallah ! Aç kaldım demiş, buraya gelip uyumuştum. Rü'yâda, yüce Ceddim, bir kâse süt verdi. İçtim. Uyandım. Kâse elimde idi. Teşekkür
için, Hucre-i tâhire önüne geldim. Oradaki zevkten, lezzetten güldüm. İşte kâse!) dedi. (Misbâh-uz-zulâm) kitabı bunu uzun yazmaktadır.


Ali bin İbrâhîm Busrî diyor ki, Abdüsselâm bin Ebî Kâsım Sahâbî, Hucre-i saadet önünde durup, (yâ Resûlallah! Mısrdan geldim. Beş aydır sana misafirim.
Kaç gündür aç kaldım. Allahü teâlâdan yiyecek isterim) dedi. Bir yana çekilip oturdu. Bir kimse gelip, Hucre-i saadete selâm verdikten sonra, Abdüsselâmın
elinden tutup, çadırına götürdü. Yemek ikrâm eyledi. Biraz yidi. Medînede bulunduğu zaman, bu adam onu çadırına götürür doyururdu.


İmâm-ı Semhûdî kapısının anahtarını düşürdü. Bulamadı. Hucre-i saadet önüne gelip, yâ Resûlallah! Anahtarımı düşürdüm. Evime gidemiyorum dedi. Bir çocuk
elinde anahtarı getirdi. Bunu buldum. Acaba sizin mi dediğini, (Medîne tarihi) adındaki kendi kitabında yazmaktadır. [Nûreddîn Ali bin Ahmed Semhûdî, 911
[m. 1505] de vefât etti. (El-vefâ) ve (Hülâsat-ül-vefâ) kitaplarında Medîne-i münevvereyi anlatmaktadır.]


Şeyh Sâlih Abdülkâdir buyuruyor ki, Medîne-i münevverede birkaç gün aç kaldım. Hucre-i saadeti ziyâretten sonra, Resûlullahdan ekmek, et, hurma istiyecek
kadar ileri gittim. Sonra, (Ravda-i mutahhera)da iki rekât namaz kılıp, bir yanda oturdum. Biraz sonra, kibar bir kimse gelip, evine götürdü. Et kızartması,
ekmek ve hurma yidirdi. Dedi ki, (Öğle vakti (Kaylûle) sünnetini yapmak için uyumuştum. Rü'yâda, Resûlullah efendimiz göründü. Bu yemekleri size vermemi
söyledi.)


Seyyid Ahmed Medenî, (Delâil-ül-hayrât) kitabının sahibi olan Süleymân Cezûlînin soyundandır. [Süleymân Cezûlî Muhammed şâzilî mâlikî 870 [m. 1465] de şehit
oldu.] (Mir'ât-ı Medîne) kitabının yazıldığı 1301 [m. 1883] senesinde sağ idi. Babası fakir imiş. Çocuk, elma, armut, hurma gibi şeyler isteyince, satın
alamazmış. Oyalamak için, git Resûlullahdan iste dermiş. Hucre-i saadet kapısına gidip, dilediğini istermiş. Şebeke-i saadetin iç tarafından bunlar uzatılır,
alır yirmiş.


Kilisli Mustafâ Işkî efendi (Mevârid-i Mecîdiyye) tarih kitabında diyor ki, Mekkede yirmi sene kaldım. 1247 [m. 1831] senesinde altmış altın biriktirip,
çoluk çocuk ile Medîneye geldik. Paralar yolda bitti. Bir tanıdığıma misafir olup, Hucre-i saadete geldim. Resûlullahdan yardım istedim. Üç gün sonra,
bulunduğum eve bir bey gelerek, benim için bir ev kiraladığını söyledi. Eşyalarımı oraya taşıttı. Bir senelik kira bedelini ödedi. Birkaç ay sonra, bir
ay hasta yattım. Evde yiyecek ve satacak birşey kalmadı. Zevcemin yardımı ile dama çıkıp, Resûlullahın türbesine karşı, sıkıntımı anlatıp yardım dilemek
istedim. Ellerimi kaldırınca, dünyalık istemekten utandım. Birşey söyleyemedim. Odama indim. Ertesi gün, bir kimse gelip, filan efendi bu altınları sana
hediye gönderdi, dedi. Keseyi aldım. Geçimimiz düzeldi ise de, hastalıktan kurtulamadım. Yardımla Hucre-i saadet önüne gelip, Resûlullahdan şifâ istedim.
Mescidden çıkıp, kimseden yardım istemeden evime yürüdüm. Eve girerken, hastalığım hiç kalmadı. Nazar değmemesi için, sokağa birkaç gün bastona dayanarak
çıktım. Fakat, para bitmişti. Çoluk çocuğu karanlıkta bırakıp, Mescid-i Nebevîye geldim. Yatsı namazından sonra, sıkıntımı Resûlullaha söyledim. Yolda
tanımadığım bir kimse yanıma gelip, elime bir kese verdi. İçinde, beheri dokuz kuruşluk kırkdokuz altın vardı. Mum ve lüzûmlu şeyleri aldım, eve geldim.


Mustafâ Işkî efendi diyor ki, oğlum Muhammed Sâlih kundakta iken, anası hastalandı. Sütü kesildi. Çok sıkıldık. Çocuğu Hucre-i saadete götürdüm. Perde eteğine
bıraktım. (Allahümme innî es'elüke ve eteveccehü ileyke bi-Nebiyyinâ ve seyyidinâ Muhammedin Nebiyyirrahme, yâ seyyidinâ, yâ Muhammed ! İnnî eteveccehü
ilâ Rabbike ersil mürdiate li-hâzel-mâsum) diyerek duâ ettim. Sabah erken, Şerif isminde bir subay gelip, (Efendim! Üç aylık kızım vefât etti. Vâlidesinin
sütünü kesemiyoruz. Acaba, süt anası arıyan var mı?) dedi.


Çocuğu gösterdim. Çocuğu bize verirseniz, Allahü teâlânın rızası için ona süt veririz. İyi terbiye ederiz. Zevcem de, buna sevinir dedi. Çocuğu götürdü.


Yine diyor ki, (1257) senesinde çok sıkıntı çektim. İstanbula gitmeyi düşündüm. (Regâib) gecesinde, Ravda-i mutahheranın bir köşesinde oturdum. Resûlullahdan
izin istemek için, gönlümü Hucre-i saadete bağladım. Uyumuşum. Rü'yâda bir ses, üç kere (İstanbula git. Mustafâ pâşaya misafir ol!) dedi. Eve gittim. Çoluk
çocuğa vedâ edip yola çıktım. İskenderiye şehrine kadar yürüdüm. Vapur param yoktu. Çok sıkıldım. (İşlerinizi şaşırıp, sıkıldığınız zaman, kabirdekilerden
yardım isteyiniz!) hadis-i şerifini hâtırladım. (Kasîde-i bürde) yazarı olan imam-ı Busayrînin türbesine gittim. Ziyâret ettim. Allahü teâlânın sevgili
kullarından olan bu zatın mübârek ruhunu vesîle ederek, Cenâb-ı Haktan yardım diledim. [İmâm-ı Muhammed Busayrî, 695 [m. 1295] de vefât etmiştir.] Dışarı
çıkınca, Serezli Ahmed Bey adında birisi ile karşılaştım. Beni arıyormuş. (Efendim, Osmanlı devlet adamlarından Sa'îd Muhîb efendi yola çıktığınızı işitip,
sizi görmekle şereflenmek istiyor. Zahmet buyurup, gelirseniz, çok sevinecektir) dedi. Konağa gittik. Muhîb efendi, büyük bir nezâket ile ve saygı ile
karşıladı. (Kabûl buyurursanız, vapurla İstanbula birlikte gidelim) dedi. Ertesi gün, Mısr vâlisi Muhammed Ali pâşadan üç kese para geldi. Vapurla İstanbula
geldik. Yirmibir gün, vapurda karantinada kaldık. Cuma günü, vapurdan çıkınca, doğru Eyyûb sultana gittim. Hâlid bin Zeyd hazretlerini ziyâret edip, kendisine
garîb bir misafir olduğumu kalbimden geçirip, yardım etmesi için yalvardım. [Hâlid bin Zeyd Ensârî 50 [m. 670] de İstanbulda vefât etti.] Eyyûb câmiinde,
Cuma namazını kıldıktan sonra, cemaat ile birlikte türbeye girdik. Bir yanda oturdum. Bilmediğim bir zat, (Nereye gideceğiz? Emrediniz efendim!) dedi.
Arkamdan, birisi, sırtıma yumruk vurup (emrolunan yere) dedi. Yolda giderken:


- Arkama yumruk vuran kim idi dedim.


- Onun ismi Mahmûddur. Eyyûb ehâlisi, kendisine meczûb derler dedi.


- Beni nereye götürüyorsunuz dedim.


- Bendeniz, eski ser kâtib-i yârî ve şimdi ser asker (Harbiye nâzırı) olan Mustafâ Nûri pâşanın adamıyım. Sizi bulmağı emir buyurdu.


- Mustafâ pâşa ile tanışmıyoruz. Acaba, niçin böyle emir verdiler?


- Orasını bilemem. Adınızı saygı ile söyliyerek, sizi beklediklerini bildirdiler.


- Beni bilmez idin. Eyyûbde hiç bilen de yoktur. Acaba yanlışlık olmasın dedim.


- Hayır efendim! Pâşa hazretleri beni gönderirken, (Bugün Eyyûbde, Cuma namazından sonra, şöyle mübârek bir zat bulacaksın. Saygı ile, edeb ile, alıp buraya
getir) dedi. Şeklinizi anlattı dedi.


Bu sözleri işitince, Mustafâ pâşanın mânevi bir işaret aldığını düşündüm. Karşısına çıkınca, büyük bir nezâket ile ve edeb ile karşıladı. Efendim, benim
misafirimsin. İstediğin kadar kalırsın. Dilediğin yerleri gezer, dolaşır, yine gelirsin dedi. Bir odaya yerleştirdi. Emrime birkaç hizmetçi verdi. Ertesi
gün, şeyh Abdülkâdir Mevlevî tekkesinin ziyâret günü imiş. Gidip bir yanda oturdum. Biri gelip edeb ile, (Efendi hazretleri! Mübârek isminiz nedir? Ne
zaman geldiniz? Kimin yanında misafirsiniz?) dedi. Cevaplarımı dinleyip gitti. Akşam dönüşte, Mustafâ pâşa hazretlerine bu soruları anlattım. (Yüce pâdişâhımız,
bugün orasını şereflendirdiler. Kendileri Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede bulunan müslümanları çok sever ve sayarlar. Soran kimsenin pâdişâhımız
efendimiz tarafından gönderilmiş olmasını sanırım) buyurdu. Pâdişâhımızın mübârek yüzünü görmekle şereflenebilir miyim dedim: Evet, Cuma namazı kıldıkları
selâmlığa giderseniz, o şerefe kavuşabilirsiniz dedi. Beni, Cuma selâmlığına gönderdi. Selâmlık merâsimi, Beylerbeyi Câmiî şerifinde idi. Bir yana durup,
sultanın mübârek cemâlini görmek için bekledim. Pâdişâhımızın hakkı gören mübârek gözleri, bu âşık fakire ilişince, şahlanarak giden atını durdurdu. Ser
asker pâşayı gönderdi. Ser asker pâşa gelip, (Işkî efendi! Pâdişâhımız selâm söylediler! Size üçyüz kuruş maaş irâde buyurdular. Çoluk çocuğu düşünerek
üzülmesin! İstanbulun her yerini gezsin, görsün buyurdular) dedi. Sultan Abdülmecîd hân efendimizin bu şâhâne fermanlarının, her zaman işitmiş olduğum
keşf ve kerâmetlerinden biri olduğunu anlıyarak, çoluk çocuk düşüncesinden kurtuldum. Birkaç ay sonra, Medîne-i münevvereye döndüm. Çoluk çocuğumu rahat
ve sevinç içinde buldum. Meğe, Pâdişâh Abdülmecîd hân hazretleri, benim adım ile, çoluk çocuğuma üçbin kuruş göndermiş. Arkamdan da, yedi bin kuruş daha
göndererek, hepimizi sevindirdiler. Bütün müslümanlar gibi, biz de, her namazda o mübârek pâdişâha duâ eyledik. Abdülmecîd hân [Abdülmecîd hân 1277 [m.
1861] de vefât etti.] hazretlerinin ihsânlarını ve kerâmetlerini anlatmakla şereflenmek için, şu kıtayı her yerde okur oldum:


Işkî efendinin gitmiş olduğu Beşiktaş Mevlevî-hâne tekkesi idi. Sonradan, Eyyûbde Behâriye caddesindeki tekkeye taşınmıştır. O zaman, tekke şeyhi Abdülkâdir
dede imiş.


Işkî efendi, büyük bir zat olmalıdır. Çünkü, Hucre-i saadet önünde her ne dilemişse, kabûl olmuştur. Bahriye şûrâsı kâtiblerinden hâcı Tevfik bey, Medîne-i
münevverede iken, gözleri pek ağrımıştı. Hucre-i saadeti ziyâret edip, ağrıdan kurtulması veya İstanbula gitmesi için duâ etmiş, evine dönmüştü. Arkasından
evine Işkî efendi gelip gözlerine okumuş, üflemiş, ağrı hemen kalmamıştır.


İstanbullu bir kimse yedi sene Medînede kalıp, her gün (Ravda-i mütahhera) denilen yerde (Delâil-i hayrât) kitabını okurdu. Fakat Delâil-i şerifi, ne zaman
okumaya başlasa, üstü temiz, güzel kokulu, sakalı, bıyığı sünnete uygun olarak kesilmiş bir ihtiyârı yanında görürmüş. İstanbula döneceği zaman, Hucre-i
saadetin önünde duâ ederken, (Yâ Resûlallah! Biliyorsun ki, bu mübârek yerde, her gün Delâil-i şerif okuyup bitirdim. Kabûl olduğunu anlıyamadım. O mübârek
kitabı okurken, acaba gerekli saygıyı yapamadım mı?) dedi. Bir kenâra oturdu. Uyuyuverdi. Rü'yâda, Resûlullah efendimizin (Muvâcehe-i saadet) penceresinden
bir kâse süt ihsân buyurduğunu görerek, hemen alıp içer, uyandığı zaman, yanında o güzel kokulu ihtiyâr görünerek (âfiyet olsun kardeşim) der ve gider.


Resûlullahı vesîle ederek yapılan duâların kabûl olduğunu bildiren ve misâller veren, nice kitaplar yazılmıştır. Ebû Süleymân Dâvüd Şâzilînin (Beyan-ı intisâr)
kitabında şaşılacak çok şeyler yazılıdır. Ebû Süleymân Dâvüd Şâzilî İskenderî 732 [m. 1332] de vefât etti. Mâlikî idi.


İbni Muhammed Eşbilî diyor ki, İspanyada Gırnata şehrinde, eski bir arkadaşımın evinde misafir idim. Arkadaşım hasta oldu. Yaşamasından Ümit kesildi. O
zaman vezîr olan İbnül-Hisâl hastayı ziyârete geldi. Hucre-i saadete götürüp bırakmak üzere bir mektûb yazdı. Hastanın iyi olması için Resûlullahdan yardım
diledi. Hasta, birkaç gün sonra iyi oldu.


(Şakâyık-i Nu'mâniyye) [Şakâyık müellifi Taşköprü-zade Ahmed bin Mustafâ 968 [m. 1561] de İstanbulda vefât etti.] kitabının tercümesinde ikinci ciltte diyor
ki, Osmanlı devletinin ilk Şeyh-ul-islâmı ve zamanının müceddidi olan büyük islâm âlimi Mevlânâ Şemseddîn Muhammed bin Hamza Fenarînin gözlerine perde
geldi. Göremez oldu. Bir gece, Resûlullah efendimiz (Tâhâ sûresini tefsîr eyle!) buyurdukta, (Yüksek huzurunuzda, Kur'an-ı kerimi tefsîr etmeye gücüm olmadığı
gibi, gözlerim de görmüyor) demiş. Peygamberlerin tabîbi olan Resûlullah efendimiz, mübârek hırkasından bir parça pamuk çıkarıp, mübârek tükrüğü ile ıslattıktan
sonra, gözleri üzerine koymuştur. Molla Fenarî uyanıp, pamuğu gözlerinin üstünde bularak kaldırmış, görmeye başlamıştır. Allahü teâlâya hamd ve Şükretmiştir.
Pamuk-ipliklerini saklayıp, öldüğü zaman gözleri üzerine konmasını vasıyet etmiştir. 834 [m. 1431] de Bursada vefât edince, vasıyetini yerine getirdiler.


Resûlullah efendimizi vesîle ederek Allahü teâlâya yapılan duâlar kabûl olduğundan, müslümanların halîfesi, Hz. Ömer, Medînede kıtlık olunca, Abbâs bin
Abdül Muttalibi vesîle edinerek yağmur duâsına çıktı ve (Yâ Rabbî! Sevgili Peygamberini vesîle yaparak duâ ederiz! Resûlünün muhterem amcası hurmetine,
senden yağmur isteriz! Duâmızı kabûl buyur!) demiştir.


Hz. Ömer halîfe iken, bir daha kıtlık olmuştu. Kâ'b-ül-Ahbâr hazretleri, (Yâ Emîrel müminin”! İsrâîl oğulları zamanında, kıtlık olunca, Peygamberleri vesîle
ederek duâ olunurdu) dedi. Bunun üzerine, Hz. Ömer, Resûlullahın minberine çıkıp, (Yâ Rabbî! Peygamberinin amcasını vesîle ederek sana yalvarırız ve onun
hurmeti için senden mağfiret ve ihsân dileriz) demiştir. Cemaate dönüp, (Rabbinize duâ ediniz! O, duâları kabûl edicidir) demiştir. Halîfenin bu emri üzerine,
Hz. Abbâs, uzun bir duâ yaptı. Duâ bitmeden önce, yağmurdan Medîne sokakları sudan geçilemez oldu. O gün, Hz. Abbâsın adı (Sâkî-i Harameyn) oldu. Resûlullahın
şairi olan Hassân bin Sâbit o gün, Hz. Abbâsı öven bir şiir okudu.


Abbâsî halîfelerinin ikincisi Ebû Câfer Mensûr, [Ebû Câfer 158 [m. 773] de Mekkede vefât etti.] Mescid-i Nebevî içinde imam-ı Mâlik ile konuşuyorlardı.
Ey Mensûr! Burası Mescid-i saadettir! Hafîf sesle söyle! Hak teâlâ, Hucurât sûresinde meâlen, (Sesinizi Resûlullahın sesinden daha yüksek yapmayınız!)
buyurarak bir cemaati azarlamıştır. (Resûlullahın yanında hafîf sesle konuşanlar) âyet-i kerimesi ile de, hafîf konuşanları övmüştür. Resûlullaha, öldükten
sonra saygı göstermek, sağ iken saygı göstermek gibidir dedi. Mensûr, boynunu bükerek, yâ Ebâ Abdüllah! Kıbleye karşı mı durmalı, yoksa Kabr-i saadete
karşı mı durmalı dedi. İmâm-ı Mâlik hazretleri, Resûlullahdan yüzünü çevirme! Kıyâmet gününün şefaatçısı olan o yüce Peygamber, Kıyâmet günü, senin ve
baban Âdem aleyhisselâmın kurtulması için vesîle olacaktır. Kabr-i saadete dönerek ve Resûlullahın mübârek ruhuna sarılarak şefaat dilemelisin! Nisâ sûresinde
altmışüçüncü âyetinde meâlen, (Nefslerine zulmedenler, sana gelip, Allahü teâlâdan af dilerse ve Resûlüm de, onlar için af dilerse, Allahü teâlâyı, tevbeleri
kabûl edici ve merhamet edici bulurlar) buyuruyor. Bu âyet-i kerime, Resûlullahı vesîle edenlerin tevbelerinin kabûl olunacağını söz vermektedir dedi.
Bunun üzerine, Mensûr, olduğu yerden kalkıp, Hucre-i saadet önünde durdu. (Yâ Rabbî! Bu âyet-i kerimede, Resûlünü vesîle edenlerin tevbesini kabûl edeceğine
söz verdin. Ben de, yüce Peygamberinin yüksek huzuruna gelip Senden af diliyorum. Kendisi sağ iken af dileyip af buyurduğun kulların gibi, beni de affeyle!
Yâ Rabbî! Nebiyyür-rahme olan yüce Peygamberini vesîle edinerek sana yalvarıyorum. Ey Peygamberlerin en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm! Sana tevessül
ederek, Rabbime yalvardım. Yâ Rabbî! O yüce Peygamberi bana şefaatçı eyle!) diyerek yalvarmaya başladı. Arkası kıbleye, yüzü (Muvâcehe-i saadet) penceresine
karşı ayakta durup, duâ eyledi. Minber-i nebevî sol tarafında kalmıştı.


DİKKAT - İmâm-ı Mâlikin [Mâlik bin Enes bin Mâlik bin Ebî Âmir Esbahî 179 [m. 795] de Medînede vefât etti.] Mensûr halîfeye verdiği nasihat (Hucre-i saadet)
önünde duâ edenlerin çok uyanık olmaları lâzım geldiğini göstermektedir. O makama uygun edebi ve saygıyı gösteremiyecek olanların, Medîne-i münevverede
çok kalmaları doğru olmaz. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, (Biz Bağdâdda, kalbimiz burada olmak; biz burada, kalbimiz Bağdâdda olmaktan daha iyidir) buyurdu.


Anadolu köylülerinden biri, Medîne-i münevverede senelerce kalmış, evlenmiş ve Hucre-i saadette belli bir hizmet yaparmış. Ateşli bir hastalığa yakalanmış.
Canı ayran istemiş. Eğer köyümde olsaydım, yoğurttan ayran yaptırıp içerdim, düşüncesini gönlünden geçirmiş. O gece, Resûlullah, (Şeyh-ul-Harem) efendiye
rü'yâda görünüp, o kimsenin yaptığı işin başkasına verilmesini emir buyurmuş. Şeyh-ul-Harem, Yâ Resûlallah! O hizmeti, ümmetinden filan kimse yapmaktadır
deyince, (O kimseye söyle! Köyüne gidip, ayran içsin!) buyurmuştur. Ertesi gün, bu emir bildirilince, köylü baş üstüne diyerek memleketine gitmiştir.


Yalnız gönülden geçen bir düşünce, bu kadar zarar verince, Allah korusun, şaka bile olsa, uygunsuz bir sözün yâhut edebe uymıyan bir hareketin ne büyük
bir zararı olacağını bundan anlamalıdır.


Hucre-i saadeti ziyâret edenlerin çok uyanık olmaları lâzımdır. Gönlünde dünya düşünceleri bulunmamalıdır. Muhammed aleyhisselâmın nûrunu ve derecesinin
yüksekliğini düşünmelidir. Dünya işlerini ve büyük kimselerle görüşüp fayda sağlamağı ve alış veriş düşünenlerin duâları kabûl olmaz. Dileklerine kavuşamazlar.


Hucre-i saadeti ziyâret etmek çok şerefli bir ibâdettir. Buna inanmıyanların, müslümanlıktan çıkmalarından korkulur. Çünkü bunlar, Allahü teâlâya ve Onun
Resûlüne ve bütün müslümanlara karşı gelmiş olur. Mâlikî âlimlerinden birkaçı, Resûlullahı ziyâret etmek vâcibdir demiş ise de, müstehab olduğu sözbirliği
ile bildirilmiştir.
10- Ölüye yalvarmakla, şefâ'ati elde edilmez diyor.


10 - Kitabın ikiyüzsekizinci sayfasında diyor ki: (İbni Kayyım-i Cevziyye dedi ki, şirkin çeşidleri vardır: Muhtaç olduğu şeyleri ölüden istemek, ölülerden
istigâse etmek de şirktir. Ölü iş yapamaz. Kendine lâzım olan şeyi yapamaz ve zarar veren şeyi gideremez ki, başkalarına faydası olsun. Kendisi için Allaha
şefaat etmesini ölüden istemek de şirktir. Allah izin verirse, ölü şefaat edebilir. Onun ölüye yalvarması, Allahın izin vermesi için sebep olmaz. Bu müşrik,
izne mani olan birşey ile şefaat istemektedir) diyor.


Hâlbuki, Allahü teâlânın şefaat edemiyeceklerini bildirdiği şeylerden, yâni putlardan, tapınılan, şerîk edilen şeylerden, şefaat istemek yasak edilmiştir.
Peygamberlerin, Velîlerin, âlimlerin şefaat edecekleri bildirilmiştir. Bunların şefaat etmeleri için, kendilerine yalvarmak, Kur'an-ı kerime ve hadis-i
şeriflere inanmış olmayı göstermektedir. Evet, şefaat, Allahü teâlânın izin vermesi ile olacak. Fakat, izin vereceği kimseleri, Kur'an-ı kerim ve hadis-i
şerifler bildirmektedir. Bunlar da, dilediklerine, râzı olduklarına, şefaat edeceklerdir. (Vedduhâ) sûresinde, (Rabbin sana, râzı oldum deyinceye kadar,
her istediğini verecek) buyurması da, bunu göstermektedir. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe [Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbit 150 [m. 767] de Bağdâdda şehit edildi.]
(Fıkh-ı ekber) kitabının ondördüncü maddesinde, (Peygamberler ve âlimler, sâlihler, büyük günahı olanlara şefaat edip, Cehennemden kurtaracaklardır) buyurdu.
(Fıkh-i ekber)in, (Kavl-ül-fasl) şerhinde, bu husûsta geniş bilgi vardır.


Evliyâya yalvarmak, Allahü teâlânın, onlara izin vermesi için değil, izin verdiği zaman bize de şefaat etmeleri içindir. Bu inceliği anlıyamıyan bir kimse,
sapıtmakta, şefaat istiyen milyonlarca müslümana kâfir damgası basmaktadır. Resûlullahın müminlere şefaat edeceğini buyurduğunu, müşriklere şefaat edilmiyeceğini,
kendi kitapları da yazıyor. Ölülerden şefaat istemenin şirk olduğunu kendisi uyduruyor. Bu müşriklere şefaat edilmiyeceğini Kur'an-ı kerim bildiriyor diyerek,
Allahü teâlânın kitabını kendine yalancı şâhit göstermeye kalkışıyor.


11- Şeyhlere, Ahmed Bedevînin mezârına tapınılıyormuş.


11 - Kitabın ikiyüzonaltıncı, ikiyüzyirminci ve ikiyüzyirmidördüncü sayfalarında, Resûlullahın amcası Ebû Tâlib için gelmiş olan, Kasas sûresinin, (Sen
sevdiğini hidâyete getiremezsin. Fakat, Allahü teâlâ, dilediğini hidâyete kavuşturur) meâlindeki ellialtıncı âyet-i kerimesini yazıp, kalbleri küfürden,
fısktan îmana ve itaate ancak Allahü teâlânın çevireceğini bildirdikten sonra: (Tasavvuf büyüklerinden talebesinin kalbine girerek, kalbinde olanları bildiklerini
ve kalbini dilediği gibi çevirdiklerini söyliyenler yalancıdır. Bunlara inananlar da, Allaha ve Peygamberlere inanmamış olur. Allahdan başka tapınılan
herşeye (Vesen) denir. Kabir, türbe de vesendir. Meselâ, Mısrlıların en büyük mâbutları Ahmed Bedevîdir. Adı belli olmadığı gibi, bir üstünlüğü, ilmi ve
ibâdeti de bilinmiyor. Birgün câmiye girip, bevl yapmış. Namaz kılmadan çıkmış olduğunu Sahâvî, İbni Hayyandan haber veriyor. Bunu iki cihânda tasarruf
eder, yangınları söndürür. Fırtınada olan gemileri kurtarır sanıyorlar. İlâh, Rab ve gaybleri bilir diyorlar. Uzaktan işitir ve dilekleri yapar diyor,
türbesinin toprağına secde ediyorlar. Ammân ve Irak ehâlisi de Abdülkâdir Geylânîye böyle tapınıyorlar. Muhyiddîn-i Arabî, yeryüzünün en büyük kâfiridir)
diyor.


Tasavvuf büyükleri, Allahü teâlânın, hidâyetlerini ve saadetlerini dilemiş olduğu, azâbdan kurtulacaklarını ezelde takdîr etmiş olduğu kimseleri tanırlar.
Onların irşâdlarına sebep olurlar. Evliyâya rastlamak, o seçilmiş büyükleri tanımak, onlara yalvarmak da, Allahü teâlânın takdîri ve ihsânıdır. Allahü
teâlâ, ezelde hidâyet takdîr etmiş olduğu kimseye, Ehl-i sünnet âlimlerinin, tasavvuf büyüklerinin kitaplarını okumak nasip ederek, saadete ve şefaate
kavuşturur. Dalâletini, felaketini dilediklerini de, zındıkların tuzaklarına düşürür. Onların bozuk kitaplarını, alçak yalanlarını okuyarak Cehenneme sürüklenir.
Vehhâbî kitabı, ismleri geçen, Allahü teâlânın sevgili kullarına, büyük Velîlere iftirâlar yaparak, müslümanlara saldırmaktadır. Evet birkaç câhilin ve
dînini dünya çıkarına âlet eden sapığın, islâmiyete uymıyan çirkin sözü ve hareketi olabilir. Fakat, bunları ileri sürerek, bütün Ehl-i sünneti kötülemeye
kalkışması, hıristiyanlar kendisine tapınıyor diyerek, Îsâ aleyhisselâma dil uzatmaya benzemektedir.


Ahmed Bedevî, Evliyânın büyüklerindendir. Şeyh Berînin talebesidir. Şeyh Berî de, Ali bin Nu'aym Bağdâdînin talebesidir. Bu da, harîkalar, kerâmetler sahibi,
şerif Ahmed Rifâ'înin yetiştirdiği büyük bir Velîdir. Ahmed Bedevî, şeriflerdendir. Hicretin 675 [m. 1276] senesinde, Mısrda vefât etti. Tanta şehrindeki
türbesini her yıl yüzbinlerce müslümanın ziyâret ederek feyz aldıklarını ve islâmiyete uymıyan hiçbirşey yapılmadığını (Mir'ât-ül-Medîne) kitabı, binkırkdokuzuncu
sayfasından başlayarak, uzun yazmaktadır. Abdülkâdir-i Geylânî ve Muhyiddîn-i Arabînin büyüklüklerini de, ancak onlar gibi yüksek olan islâm âlimleri anlamış
ve yazdıkları yüzlerce kitaplarında anlatmaya çalışmışlardır. İmâm-ı Rabbânînin (Mektûbât) kitabı, bu yüce Velîlerin medh ve senâları ile doludur. Abdülganî
Nablüsî de (Hadîka) kitabında anlatmaktadır.


12- Peygamber yardımedebilseydi, Eshâb arasındaki fitneyi önlerdi diyor.


12 - İkiyüzyirmidördüncü sayfasında: (Şa'rânî, şeyhi Aliyyül-havâsın Resûlullahdan bir ân ayrılmadığını yazıyor. Bunlar yalandır. Doğru olsaydı Peygamber
gelip, Eshâbı arasındaki ayrılıkları önlerdi) diyor. Zerre kadar aklı ve din bilgisi olan, böyle söyliyemez. Çünkü, Resûlullah, Eshâbı arasında olacak
fitnelerin, ayrılıkların hepsini haber vermişti. Gelip de, bunları önlemesi, nasıl düşünülebilir? Şa'rânînin bildirdiği berâberlik, keşf ve müşâhede idi.
Bu ahmakların anladıkları gibi maddî bir şey değildi. Anlamadıklarını, bilmediklerini inkâr ediyorlar. (İnsan bilmediği şeylerin düşmanıdır) ata sözü,
burada tâm yerini bulmaktadır. Hz. Ebû Bekr, Resûlullahı her ân gördüğünü söyler ve senden utanıyorum derdi. Otuzikinci maddeyi okuyunuz!


13- Kasîde-i bürde gibi medhiyyeler şirk dolu imiş. Buna Muhammed Ma'sûm hazretlerinden cevâb verilmiştir.


13 - Yüzsekseninci sayfasında, İmâm-ı Busayrînin (Kasîde-i bürde)sinden örnek vererek: (Bu sözler Allahdan başkasına güvenmek, mahlûku büyültmektir. Şirktir)
diyor.


Resûlullahı, Allahü teâlâ övmüştür. Kendisi de, kendisini överek, Allahü teâlânın kendisine ihsân etmiş olduğu nîmetleri saymıştır. Bu övmeleri, o kadar
çoktur ki, Busayrî hazretlerinin övmesi, onların yanında hiç kalmaktadır. Resûlullahı övmek ibâdettir. Eshâb-ı kirâmın hepsi övmüşlerdir. Bunlardan Hassân
bin Sâbit ve Kâ'b bin Züheyrin uzun medhleri meşhûrdur. Kâ'b bin Züheyr, (Bânetsü'âd) kasîdesinde, Busayrîden daha çok övmüştü. Resûlullah, bunu beğenip,
Kâ'bın kusurunu af buyurmuş ve mübârek hırkasını ona hediye etmişti. Bu hırka-i saadet, şimdi İstanbulda Topkapı sarayındadır. Vehhâbî kitabı, Busayrînin
kasîdesindeki, (Yâ ekremelhalkı mâ lî men e'ûzü bihi-sivâke inde hulûl-i hâdisil-amemi) beytini yazarak, Resûlullahdan istigâse şirktir diyor. Bu beyt,
(Ey bütün yaratılmışların en üstünü ve en cömerdi olan yüce Peygamber! Son nefesimde, sığınacağım senden başka kimse yoktur) demektir. Vehhâbî yazar, Taberânînin
bildirdiği hadis-i şerifi yazarak, kuldan istigâse etmek şirktir diyor. Bu hadis-i şerifte, bir münâfık, müminlere sıkıntı veriyordu. Ebû Bekr-i Sıddîk,
gidelim, Resûlullaha istigâse edelim, ona sığınalım dedi. Resûlullah da, (Bana istigâse olunmaz. Allaha istigâse olunur) buyurdu. Vehhâbî, bu hadis-i şerifi
ileri sürerek, Ehl-i sünnete hücûm etmek çabasındadır. Hâlbuki hadis-i şerif, herkesi her zarardan koruyan Allahü teâlâdır. Koruyucu sebepleri yaratan
ve bu sebeplere koruma kuvvetini ve te'sîrini veren Odur. O korumak istemese, sebebe kavuşturmaz. Sebep olsa da, te'sîr edemez demektir. Hadis-i şerif,
(Bana sığınanlar, te'sîri benden değil, Allahdan bilsin) demektir. Hz. Ebû Bekr, böyle olduğunu bilmiyor mu idi. Elbet biliyordu. Fakat kıyâmete kadar
gelecek olan müminlerin, onun bu sözünü yanlış anlamamaları için, Resûlullah, onun bu kısa sözünü açıkladı. Bunun için, bütün müminler, her zaman, te'sîri
yalnız Allahü teâlâdan bilirler. İmâm-ı Muhammed Mâsum, (Mektûbât)ının birinci cildi, yüzonuncu mektûbunda buyuruyor ki: Allahü teâlâ, kendi kudretini
sebepler altında gizledi. Kudret sahibi yalnız kendisi olduğunu bildirdiği gibi, sebeplere yapışmağı emir buyurdu. Tâm müslümanın, sebeplere yapışmasını
ve sebeplere kuvvet veren yaratana güveneceğini bildirdi. Ya'kûb aleyhisselâmın bu ikisini birlikte yaptığını Kur'an-ı kerimde bildirerek, onu övdü. Yûsüf
sûresinde meâlen, (Ya'kûb aleyhisselâm, bizim bildirdiğimizi bilir. Fakat, insanların çoğu, takdîrin tedbîre gâlib olduğunu bilmezler) buyurdu. Tibyân
tefsîrinde, bu âyet-i kerimeye (Müşrikler, Allahü teâlânın Evliyâsına ilhâm ettiği şeyleri bilmezler) demiştir. Te'sîri sebeplerden bilip, Allahü teâlânın
kuvveti ile te'sîr ettiklerini bilmiyenler sapıktır. Sebepleri ortadan kaldırmak isteyen de, Allahü teâlânın hikmetini bilmemiş, Allahü teâlânın, mahlûkları
boş yere, faydasız yaratmış olduğunu söylemiş olur. İnsanları tenbelliğe sürükler. Sebeplere te'sîr kuvvetini Allahü teâlânın verdiğine inanan ise, hak
yola kavuşmuş olur. Her iki tehlikeden kurtulmuş olur. Yüzonuncu mektûbun tercümesi tamam oldu. Bu inceliği anlıyabilen, yukarıdaki hadis-i şerifi de doğru
anlayabilir.


İmâm-ı Muhammed bin Sa'îd Busayrî sôfiyye-i aliyyenin büyüklerindendir. Şâzilî olan Ebûl-Abbâs-i Mürsînin yetiştirdiği Evliyâdandır. Ebül-Abbâs-i Mürsî
de, Ebül-Hasen-i Şâzilînin talebesidir. 695 [m. 1295] senesinde Mısrda vefât etmiştir. Kendisine felç hastalığı geldi. Bedeninin yarısı hareketsiz kaldı.
Resûlullaha tevessül edip, insanların en üstününü öven meşhûr kasîdesini hazırladı. Rü'yâda Resûlullaha okudu. Çok hoşuna gidip arkasından mübârek hırkasını
çıkarıp, imama giydirdi. Bedeninin felçli olan yerlerini mübârek eli ile sığadı. Uyanınca, bedeni sağlam idi. Hırka-i saadet de arkasında idi. Bunun için,
bu kasîdeye (Kasîde-i bürde) denildi. Bürde, hırka, palto demektir. İmâm-ı Busayrî sevinerek, sabah namazına giderken, salâh ve zühd ile meşhûr bir zata
rastladı. İmâma, kasîdeni dinlemek isterim dedi. Benim kasîdelerim çoktur. Hepsini herkes bilir dedi. Kimsenin bilmediği bu gece Resûlullaha okuduğunu
istiyorum deyince, bunu hiç kimseye söylemedim. Nerden anladın dedi. O zat da, imamın rü'yâsını, olduğu gibi haber verdi. Vezîr Behâeddîn bu kasîdeyi işitince,
hepsini okutup, saygı ile ayakta dinledi. Hastalara okununca, iyi oldukları, okunan yerlerin derdlerden, belâlardan emîn oldukları görüldü. Faydalanmak
için, inanmak ve hâlis niyet ile okumak lâzımdır.


Kasîde-i bürde, on kısmdır:


Birinci kısm, Resûlullaha olan sevginin kıymetini bildirmektedir.


İkinci kısm, insanın nefsinin kötülüğünü anlatmaktadır.


Üçüncü kısm, Resûlullahı övmektedir.


Dördüncü kısm, Resûlullahın dünyaya teşrifini anlatmaktadır.


Beşinci kısm, Resûlullahın duâlarının hemen kabûl olduğunu bildirmektedir.


Altıncı kısm, Kur'an-ı kerim övülmektedir.


Yedinci kısm, Resûlullahın mi'racındaki incelikleri bildirmektedir.


Sekizinci kısm, Resûlullahın cihâdlarını anlatmaktadır.


Dokuzuncu kısm, Allahü teâlâdan af ve mağfiret ve Resûlullahdan şefaat istemektedir.


Onuncu kısm, Resûlullahın derecesinin yüksekliği bildirilmektedir.


Vehhâbî yazar, binlerce müslümanı şehit etmiş olan zâlimleri övüyor. Onların, mâsum kanları damlıyan kılınclarını, islâm mücâhidlerinin mübârek kılınclarına
benzetiyor da, Allahü teâlânın yüce Peygamberini övmeği, puta tapanların putlarını övmelerine benzetiyor. Resûlullahı övenlere müşrik damgası vuruyor.
Kâfirler putlarını hâlık, mâbut olarak övmüştü. Böyle övmek ancak Allahü teâlâ için olur. Müslümanlar, yalnız Allahü teâlâyı böyle över. Resûlullahı överek
mahlûkların en üstüne çıkarırız. Resûlullaha âşık olan, Onu çok öven, islâm âlimlerinin hiçbiri, o yüce Peygamberi hâlık ve mâbut derecesine çıkarmamış.
Allahü teâlâyı över gibi övmemiştir. Bu kitabı yazan, hak ile bâtılı birbirinden ayıramıyor. Kitabını, kâfirleri bildiren âyet-i kerimelerle ve hadis-i
şeriflerle doldurmuş. Bunlara yanlış mânalar vererek, islâm âlimlerine saldırmakta, tasavvuf büyüklerine, Allahü teâlânın sevdiği müslümanlara müşrik ve
kâfir demektedir. Bu kitabı okuyanlar, her sayfasındaki âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri görerek aldanmakta, bunlara verilen mânaları doğru sanarak
felakete sürüklenmektedirler.


14- Türbeleri yıkmalı imiş. Buna, İbni Hacer hazretlerinin (Zevâcir) kitâbından cevâb verildi.


14 - İkiyüzotuzdokuzuncu sayfasından başlıyarak diyor ki: (Hadis-i şerifte, insanların en kötüsü, kıyâmet kopacağı zaman diri olanlardır ve kabirleri mescid
yapanlardır buyuruldu. İslâmiyetten önce, mezarlar mescid yapılmıştı. Bu ümmetin sonra gelenleri, câhiliyye ehlinden de ileri gitmiş. Sıkıştıkları zaman,
Allahı unutuyorlar. Ölüleri ilâh yapıyorlar. Ölülerin, kendilerinden istenilenleri yapacaklarına inanıyorlar. Abdülkâdir-i Geylânî [Abdülkâdir Geylânî
561 [m. 1166] da Bağdâdda vefât etti.] duâ edenleri işitir ve yardım eder diyorlar. Onun gaybı bildiğini sanıyorlar. Hâlbuki, o ölmüştür. Böyle söyliyenler
kâfirdir. Kur'anı inkâr etmiş oluyorlar. İbni Kayyım, mezarların üzerindeki kubbeleri yıkmak vâcibdir dedi. İmâm-ı Nevevî, her ne niyet ile olursa olsun,
kabir üzerine türbe yapmak haramdır dedi. Mezarlıklar pis olduğu için, orada namaz kılınması yasak edildi diyenler yanılmaktadır. Çünkü, Peygamberlerin
mezarları pis olmaz. İbni Hacer-i Hiytemî (Kebâir) kitabında, mezar üzerine kubbe yapmak büyük günahtır. İslâm hükûmet adamlarının bu kubbeleri yıkmaları
lâzımdır. Önce İmâm-ı Şâfi'înin türbesini yıkmalıdır, dedi).


Burada da müslümanlara iftirâ etmektedir. Müslümanlar, hergün beş kere, Allahü teâlâya ibâdet ediyor. Ona yalvarıyorlar. Böyle olan bir kimse için, Allahı
unutuyor demek, açık bir yalancılıktır. Müslümanlar ölüye tapınmaz. Allahü teâlânın sevdiği kullarının, hattâ her ölünün, mezarda işittiğini, hadis-i şerifler
bildirdiği için, Onun mezarına gidip, Onun sebebi ile Allahü teâlâya duâ ediyorlar. Meyyitten vesîle olmasını, şefaat etmesini istiyorlar. Ölü her dilediğini
yapamaz. Diri de, her dilediğini yapamaz. Fakat, Allahü teâlâ, sevdiği kullarının ve en önce Peygamberlerin duâlarını kabûl buyuracağını söz vermiştir.
Müslümanlar, Peygamberlerden ve Evliyâdan birşey yapmalarını istemez. Allahü teâlânın birşeyi vermesi için duâ etmelerini ister. Evliyâ, kabir başına gelenin
dilediğini işitir. Bunu vermesi için, Allahü teâlâya duâ eder. Allahü teâlâ da, duâsını kabûl eder.


İbni Hacer-i Hiytemînin [İbni Hacer-i Mekkî 974 [m. 1566] da Mekkede vefât etti.] (Zevâcir) kitabının yüzyirmibirinci sayfasından tercüme yaparak, vehhâbî
kitabının yalanlarını ortaya koyalım: İbni Hacer, hadis-i şerifleri yazdıktan sonra buyuruyor ki: Şâfi'î âlimlerinden birkaçı, yukarıdaki hadis-i şeriflerden
alarak, altı şeyin büyük günah olduklarını bildirmişlerdir. Bunlardan biri, kabirleri mescid yapmaktır. Çünkü, hadis-i şerifte, (Peygamberlerin kabirlerini
mescid yapmayınız!) buyuruldu. Kabirleri mescid yapanlara lânet edildi ve sâlihlerin kabirlerini mescid yapanların, kıyâmet günü, insanların en kötüleri
olacakları bildirildi. Mezarı mescid yapmak demek, ona karşı namaz kılmak demektir. Bunun içindir ki, Şâfi'î âlimlerimiz Peygamberlerin ve Evliyânın mezarlarına
karşı, onlara saygı olarak namaz kılmak haram olur dediler. Haram olması için, iki şart lâzımdır. Biri, kabirdekinin sayılı, büyük bilinen kimse olması,
ikincisi, namazın ona karşı olmasını niyet etmektir. Mezara kandil yakmak da, ölüye saygı için olunca, haram olur. Mezar etrâfında dönmek de böyledir.
Bunlar saygı için değil ise, mekruh olacağı anlaşılmaktadır. Kabre secde ederek saygı göstermek, ona tapınmak olur. Bu ise büyük günah, hattâ küfürdür.
Hanbelî âlimlerinden bazıları, kabir yanında saygı namazı kılmak büyük günahtır ve küfre sebep olur. Böyle yapılan türbeleri yıkmalıdır dedi.


İbni Hacer-i Mekkî Hiytemînin (Fetâvâ-yi kübrâ fıkhiyye)sinin Mısr baskısı, cenâze kısmında diyor ki, (Her meyyitin gömüldüğü umûmî kabristanda, mezar üstüne
türbe yapılmaz. Bunları yıkmalıdır. Umûmî olmıyan mezarlıktaki türbelerin yanına meyyit gömmek için türbeleri yıkmak câiz değildir.) Onyedinci sayfasında
diyor ki, (Umûmî olan kabristana türbe yapmak haramdır. Yapılmış olanı yıkmalıdır. Vakf olan kabristanda ve sahibinden izin almadan, bunun kabristanına
binâ yapmak da haramdır. Kendi mülkünde veya başkasının izni ile onun mülkünde türbe yapmak mekruhtur). Yirmibeşinci sayfasında diyor ki, (Umûmî kabristanda
türbe yapmak, çok yer kaplıyarak, başkalarının ölülerini gömmelerine mani olduğu için haramdır. Umûmî kabristandaki türbeleri yıkmalıdır. Şâfi'î âlimlerinden
çoğu bunun için, imam-ı Şâfi'înin türbesinin yıkılmasına fetvâ vermiştir. Çünkü, bu türbe umûmî kabristandadır). Görülüyor ki, ibni Hacer-i Mekkî her türbe
haramdır ve yıkılmalıdır dememiştir.


Evliyânın kabirleri üzerine türbe yapmanın câiz olduğu (Câmi'ul fetâvâ)da, (Keşf-ün-nûr)da ve (Üsûl-i erbe'a)da açık yazılıdır.


Zevâcir kitabı, ikiyüzdokuzuncu sayfasında, gösteriş için yüksek ev yapmanın da büyük günah olduğunu bildirmektedir. Bu hadis-i şeriflere uyarak, türbeleri
yıkmayıp, Rıyâdda, Tâifte ve Ciddede yaptırdıkları sefâhet ve fuhuş evlerini yıkmaları vâcibdir. İkiyüzkırksekizinci sayfasında, (Kabirleri ziyâret ediniz!
Bu ziyâretler, sizlere âhıret gününü hâtırlatır) hadis-i şerifini yazıyor ve Resûlullahın mübârek annesinin kabrini ziyâret buyurduğunu bildiriyor. Fakat
bu hadis-i şerif kabirdekine istigâse etmeği, ondan birşey istemeyi göstermez diyerek Peygamberimizin ve Evliyânın türbelerini ziyâret etmeyi kâfirlerin
mezarlara tapınmalarına benzetmeye kalkışıyor.


15- Mescide girenlerin, hucre-i se'âdeti ziyâret etmeleri caiz değilmiş. Buna (Mir'ât-i Medîne kitâbından cevâb verildi.


15 - İkiyüzellidokuzuncu sayfasında, (Mescid-i nebevîye namaz kılmak için girenin, selâm vermek için, kabre gitmesi yasaktır. Mescide her girişte, kabr-i
Nebîye gitmeye, imam-ı Mâlik mekruhtur dedi. Sahâbe ve Tâbiîn mescide gelir. Namaz kılar ve çıkarlardı. Selâm vermek için kabre gelmezlerdi. Çünkü, islâmiyette
böyle birşey emredilmemiştir. Meyyitin ruhunun, kendi şeklinde görünmesi yalandır. Böyle görünmek, yalnız Mîraç gecesi olmuştur. Eshâbın yapmadıklarını,
sonra gelenler yaptılar. Eshâbdan birkaçı, yalnız uzaktan gelince, yalnız selâm vermek için kabre uğrardı. Abdüllah ibni Ömer yoldan gelince, kabre uğrar
selâm verirdi. Başkasının böyle yaptığı görülmedi. Ahmed Rıfâ'înin Peygamberin elini öptüğü yalandır, uydurmadır. Hucre-i saadet önünde duâ ederken, kabre
dönmeyip kıbleye dönmek lâzım olduğu sözbirliği ile bildirilmiştir. Hucre-i saadeti ziyâret için, uzak yerlerden gelmek hadis ile yasak edilmiştir) diyor.


(Mir'ât-i Medîne) kitabında diyor ki:


Hadis-i şerifte, (Kabrimi ziyâret edene şefaatim vâcib oldu) buyuruldu. Bu hadis-i şerifi ibni Huzeyme ve Bezzâr ve Ali DâreKutnî [Dâre-Kutnî 385 [m. 995]
de vefât etti.] ve Süleymân Taberânî [Taberânî 360 [m. 971] de vefât etti.] haber vermektedir. Bezzâr hazretlerinin bildirdiği başka bir hadis-i şerifte,
(Kabrimi ziyâret edene şefaatim helâl oldu) buyuruldu. Müslim-i şerifteki ve Ebû Bekr bin Mekkârînin (Mu'ceme) kitabında bildirilen hadis-i şerifte, (Bir
kimse beni ziyâret etmek için gelse ve başka birşey için niyeti olmasa, kıyâmet günü, ona şefaat etmemi hak etmiş olur) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, Resûlullahı
ziyâret etmek için Medîne-i münevvereye gelenlere, şefaat edeceğini haber vermektedir.


İmâm-ı Taberânînin ve Dâre-Kutnînin ve diğer hadis imamlarının bildirdikleri hadis-i şerifte, (Hac edip kabrimi ziyâret eden kimse, beni diri iken ziyâret
etmiş gibi olur) buyuruldu. İbni Cevzî de, bu hadis-i şerifi haber vermektedir. Dâre-Kutnînin haber verdiği başka bir hadis-i şerifte, (Hac edip de, beni
ziyâret etmiyen kimse, beni incitmiş olur) buyuruldu. Bu hadis-i şerifi imam-ı Mâlik de bildirmiştir. Resûlullahın ziyâret olunmak istemeleri, ümmetinin,
bu yoldan da sevap kazanmaları içindir. İmâm-ı Beyhekînin haber verdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse bana selâm verince, Allahü teâlâ, ruhumu geri verir.
Onun selâmına cevap veririm) buyuruldu. İmâm-ı Beyhekî, bu hadis-i şerife dayanarak, Peygamberler mezarlarında diridirler buyurdu. Mübârek ruhunun geri
verilmesi demek, yüksek makamında iken, selâm verene cevap verir demektir.


Peygamberlerin mezarlarında diri olduğunu bildiren hadis-i şerifler o kadar çoktur ki, birbirlerini kuvvetlendirmektedirler. Meselâ, (Kabrimin yanında,
benim için okunan salevâtı işitirim. Uzak yerlerde okunanlar bana bildirilir) buyurulmuştur. Bu hadis-i şerifi Ebû Bekr bin Ebî Şeybe bildirmiştir ve altı
büyük hadis imamının kitaplarında vardır.


Abdüllah bin Abbâstan ibni Ebiddünyanın haber verdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse, bir tanıdığının kabrine uğrayıp selâm verse, meyyit onu tanır ve cevap
verir. Tanımadığı meyyite selâm verirse, meyyit sevinir ve cevap verir) buyuruldu. Resûlullah, dünyanın her yerinde, aynı zamanda salât ve selâm edenlerin
herbirine ayrı ayrı nasıl cevap verir denilirse, güneşin bir anda binlerce şehre ışık salması gibidir cevabı verilir. Resûlullah hazretlerine selâm verince,
onu tanıdığı ve cevap verdiği anlaşılınca, bir müslüman için bundan büyük bir şeref ve saadet olabilir mi? İbrâhîm bin Bişâr, (Hac ettikten sonra, kabr-i
saadeti ziyâret için Medîneye gittim. Hücre-i saadet önünde selâm verdim. Vealeykesselâm cevabını işittim) buyurmuştur. Şiir:


Sakın terk-i edebden, küy-i mahbûb-i Hudâdır bu,


Nazargâh-ı ilâhîdir, makam-ı Mustafâdır bu!


Murâ'ât-i edeb şartiyle gir Nâbî bu dergâhe,


Metâf-i kudsiyândır, bûsegâh-i Enbiyâdır bu!


Hadis-i şerifte, (Ben öldükten sonra, diri iken olduğu gibi anlarım) buyuruldu. Başka bir hadis-i şerifte, (Peygamberler kabirlerinde diri olup namaz kılarlar)
buyuruldu. Bu hadis-i şerifler, Peygamberimizin kabirde, bilmediğimiz bir hayat ile diri olduğunu göstermektedir. Evliyânın büyüklerinden Seyyid Ahmed
Rıfâ'înin ve birçok Velîlerin, Resûlullaha verdikleri selâmın cevabını işittikleri ve Ahmed Rıfâ'înin, Resûlullahın mübârek elini öpmekle şereflenmiş olduğu,
çok sağlam kitaplarda yazılıdır. Bunlara yalandır demek güneşi balçıkla sıvamaya benzer. Seyyid Ahmed Rıfâ'î, 578 [m. 1183] de Basrada vefât etti. İkinci
Abdülhamîd hân bunun türbesini ve mescidini tâmîr ve fevkal'âde tezyîn etti. İslâm âlimlerinin büyüklerinden Celâleddîn Abdürrahmân Süyûtî (Şeref-ül Muhkem)
adındaki kitabında bunlara vesikalarla cevap vermekte, Resûlullahın kabrinde diri olup, selâm verenleri işittiğini isbât eylemektedir. Bu kitabında bildirdiği
hadis-i şeriflerden biri (Mîraç gecesinde, Mûsâ Peygamberi kabrinde namaz kılarken gördüm)dür. Bu hadis-i şerifi, (Hilye) kitabının sahibi Ebû Nu'aym da
bildirmektedir. Abdürrahmân Süyûtî, 911 [m. 1505] de Mısrda vefât etmiştir.


Ebû Ya'lânın [Ahmed Ebû Ya'lâ 307 [m. 920] de Mûsulda vefât etti.] (Müsned)inde bulunan bir hadis-i şerifte, (Peygamberler, kabirlerinde diri olup namaz
kılarlar) buyuruldu. Resûlullah son hastalığında, (Hayberde yimiş olduğum yemeğin acısını her zaman duyardım. O gün yidiğim zehir, şimdi ebherimi, yâni
avort damarımı koparmaktadır) buyurdu. Bu hadis-i şerif, Resûlullahın şehit olarak vefât ettiğini bildiriyor. Allahü teâlâ, İmrân sûresinin yüzaltmışdokuzuncu
âyetinde meâlen, (Allah yolunda şehit olanları, ölü sanmayınız! Onlar diridirler) buyurdu. Resûlullah efendimizin de bütün şehitler gibi kabrinde diri
olduğu buradan da anlaşılmaktadır.


İmâm-ı Süyûtî kitabında, (Yüksek derecedeki Velîler Peygamberleri ölmemiş gibi görürler. Peygamber efendimizin Mûsâ aleyhisselâmı mezarında diri olarak
görmesi bir [Mucize] idi. Evliyânın da böyle görmeleri [Kerâmet]dir. Kerâmete inanmamak, câhillikten ileri gelir) buyurmaktadır.


İbni Habbân ve İbni Mâce ve Ebû Dâvüdün bildirdikleri hadis-i şerifte, (Cuma günleri bana çok salevât okuyunuz! Bunlar, bana bildirilir) buyuruldu. Öldükten
sonra da bildirilir mi denildikte, (Toprak, Peygamberlerin vücûdünü çürütmez. Bir mümin bana salevât okuyunca, bir melek bana haber vererek, ümmetinden
falan oğlu filan, sana selâm söyledi ve duâ etti der) buyurdu. Bu hadis-i şerifler, Peygamberimizin mezarında, dünyadakilerin bilemediği bir hayat ile
diri olduğunu göstermektedir. Zeyd bin Sehl buyurdu ki, bir gün Resûlullahın huzurunda oturuyordum. Mübârek yüzü gülüyordu. Niçin tebessüm buyurduklarını
sordum. (Nasıl sevinmiyeyim? Biraz önce Cebrâîl aleyhisselâm müjde getirdi: Allahü teâlâ buyurdu ki, ümmetinden biri sana bir salevât söyleyince, Allahü
teâlâ, ona karşılık on salevât eder dedi) buyurdu.


Resûlullah diri iken, Eshâbına Allahü teâlânın bir rahmeti olduğu gibi, öldükten sonra da bütün ümmeti için, büyük nîmettir. İyiliklere sebebdir.


Mehâl bin Amr diyor ki, bir gün Sa'îd bin Müseyyib ile birlikte Ümm-i Seleme vâlidemizin odasının yanında oturuyordum. Birçok kimse ziyâret için Hucre-i
saadet önüne geldiler. Sa'îd, bunlara şaşıp, ne kadar ahmak adamlar! Resûlullahı kabirde sanıyorlar. Peygamberler kabirlerinde kırk günden ziyâde kalırlar
mı? dedi. Hâlbuki Sa'îd Medînedeki Harre denilen felaket gününde, Kabr-i saadetten ezan sesi işittiğini haber vermiştir. Hz. Osman evi sarıldığı zaman,
(Ben Medîneden ve Resûlullahın yanından ayrılıp başka yere gitmem) buyurmuştur. Mehâl bin Amrın Sa'îdden işittim dediği söz doğru olsaydı, Resûlullah kabrini
ziyâret için çağırmazdı. Şöyle ki: Bilâl-i Habeşî Kudüsün fethinden sonra, rü'yâsında Resûlullahdan aldığı emir üzerine Medîneye gelip, Kabr-i saadeti
ziyâret etti. Müslümanların halîfesi olan Ömer bin Abdülazîz Şâmdan Medîneye husûsî memurla salât ve selâm gönderirdi. Hz. Ömer Kudüsü aldıktan sonra,
Medîne-i münevvereye dönünce, önce Hucre-i saadete girip, Resûlullahı ziyâret etti ve salât ve selâm söyledi. [Sa'îd bin Müseyyib, Medînedeki yedi meşhûr
âlimden biri olup, 91 [m. 710] de Medînede vefât etmiştir.]


Yezîd bin Mehrî diyor ki, Şâmdan Medîneye giderken, Mısr vâlîsi olan Ömer bin Abdülazîze uğradım. [Ömer bin Abdülazîz 101 [m. 720] de şehit edildi.] Bana
dedi ki, ey Yezîd! Resûlullahı ziyâret saadetine kavuştuğun zaman benden salât ve selâm söylemeni ricâ ederim!


Abdüllah ibni Ömer, her seferden dönüşte, Hucre-i saadete girer, önce Resûlullahı, sonra Hz. Ebû Bekri, ondan sonra babası Hz. Ömeri ziyâret edip, her birine
selâm verirdi. Bunu, imam-ı Nâfi' haber vermektedir. Doğru olduğunu (Feth-ul Mecîd) vehhâbî kitabı da yazmaktadır. Hem, Peygamberin kabrini ziyâret etmek,
islâmiyette bildirilmemiştir diyor. Hem de, yalnız Abdüllah bin Ömer ziyâret ederdi diyor. Başkaları ziyâret etmedi diyor. Hâlbuki, Eshâb-ı kirâmın çoğunun
ziyâret ettikleri, kıymetli kitaplarda bildirilmiştir. [Nâfi', Abdüllah bin Ömerin âzâdlısı idi. 120 [m. 737] de, Medînede vefât etti.] Abdüllah ibni Ömerin
islâmiyette izin verilmemiş bir şeyi yaptığını söylemek çirkin bir iftirâdır. Kitabın yazarı, işine geldiği zaman, Eshâb-ı kirâmı çok övmekte, işine gelmediği
zaman da, böyle çok çirkin iftirâ yapmaktan sıkılmamaktadır. Kabr-i saadeti ziyâret edip, salât ve selâm okumak câiz olmasaydı, Abdüllah bin Ömer böyle
yapmazdı ve onu gören Eshâb-ı kirâm yasak olduğunu ona söylerlerdi. Onun yapması ve görenlerin ses çıkarmamaları, câiz ve sevap olduğunu göstermektedir.
İmâm-ı Nâfi' diyor ki, Abdüllah ibni Ömerin Resûlullahın kabri başına gelip, (Esselâmü aleyke yâ Resûlallah!) dedikten sonra, (Esselâmü aleyke yâ Ebâ Bekr!)
dediğini ve sonra (Esselâmü aleyke yâ ebî) dediğini, belki yüzden fazla gördüm.


Hz. Ali, birgün mescid-i şerife girip, Fâtımanın odası önünde çok ağladı. Sonra Hucre-i saadete girip, (Esselâmü aleyke yâ Resûlallah) dedi. Yine ağladı.
Sonra, (Aleykümesselâm ya ehaveyye ve rahmetullah) diyerek, Hz. Ebû Bekr ile Hz. Ömere selâm verdi. Sonra çekilip gitti.


Bunun için, fıkh âlimlerimiz hac vazîfesini yaptıktan sonra, Medîne-i münevvereye gelerek, Mescid-i şerifte namaz kıldılar. Sonra (Ravda-i mutahhera) ile
minber-i münîri ve Arş-ı âlâdan eftal olan Kabr-i şerifi, sonra oturdukları, yürüdükleri, dayandıkları yerleri, vahy geldiği zaman dayandıkları direği
ve mescid yapılırken ve tâmîr edilirken çalışan ve para vermekle şereflenen Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin geçtikleri yerleri ziyâret ederler, görmekle bereketlenirlerdi.
Onlardan sonra gelen âlimler, sâlihler de, hacdan sonra Medîneye gelirler, fıkh âlimlerimiz gibi yaparlardı. Bugüne kadar hâcılar da, bunun için Medîne-i
münevverede ziyâretler yapmaktadırlar.


Âlimler, önce Medîneye mi gitmeli, yoksa Kabr-i saadeti hacdan sonra mı ziyâret etmeli suâline başka başka cevap verdiler. Tâbiînin büyüklerinden Alkama
ve Esved ve Amr bin Meymûn önce Medîneye gitmeli dediler. İslâm âlimlerinin güneşi olan imam-ı a'zam Ebû Hanîfe önce Hac yapmak, sonra Mekkeden Medîneye
gitmek daha iyi olur buyurdu. Ebülleys-i Semerkandînin fetvâsında da böyle yazılıdır. [Ebülleys Nasr Semerkandî, 373 [m. 985] de vefât etmiştir.]


Sultan ikinci Abdülhamîd hân [Abdülhamîd hân 1336 [m. 1918] de vefât etti.] zamanında bundan dolayı Osmanlı hâcılarının iki bayram arasında Medîne-i münevvereye
gidip, hac zamanı gelince, Medîneden Mekkeye gitmeleri âdet olmuştur. Hâcıların bir kısmı da, önce Mekkeye gidiyor. Arafâttan sonra Medîneye gelip ziyâretleri
yapıyorlar. Buradan Yenbû' iskelesine gelip vapurlara biniyorlar. Süveyş kanalı yolu ile memleketlerine dönüyorlardı.


(Şifâ-i şerif) kitabının yazarı kâdı İyâd ve Şâfi'î âlimlerinden imam-ı Nevevî ve Hanefî âlimlerinden ibni Hümâm buyurdular ki, Resûlullahın mübârek türbesini
ziyâretin çok sevap olduğu, icmâ'i ümmet ile belli olmuştur. Vâcib diyen âlimler de vardır. Kabir ziyâreti sünnettir. Kabirlerin en kıymetlisi olan (Hucre-i
saadet)i ziyâret, sünnetlerin en kıymetlisi olur. [Kâdı İyâd 544 [m. 1150] de Merrâkişte, Yahyâ Nevevî 676 [m. 1277] de Şâmda, İbni Hümâm Muhammed Sivâsî
de 861 [m. 1456] de vefât ettiler.]


Resûlullah Bakî kabristanını ve Uhud şehitlerini ziyâret ederdi. Hindistânın büyük âlimlerinden, Abdülhak-ı Dehlevî 1052 [m. 1642] de vefât etti. Fârisî
(Medâric-ün-nübüvve) kitabında Uhud gazvesini anlatırken buyuruyor ki, Ebû Ferde buyurdu ki, Resûlullah, birgün Uhud şehitlerini ziyâret etti. (Ey ibâdete
lâyık olan Rabbim! Senin bu kulun ve Resûlün şâhidim ki, bunlar senin rızanı kazanmak için şehit oldular!) dedikten sonra, bize dönerek, (Bir kimse bunları
ziyâret ederse ve selâm verirse, bunlar o selâm sahibine cevap verirler. Kıyâmete kadar, böyle cevap verirler) buyurdu. Peygamberimiz, Uhud şehitlerini
ziyârete gider, (Sabr ettiniz. Size selâm olsun!) buyururdu. Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer de, halîfe iken, Uhud şehitlerini ziyâret ederek, böyle söylerlerdi.
Fâtıma-ı Huzâiyye diyor ki, Uhud meydanından geçiyordum. (Ey Resûlün amcası Hamza, sana selâm olsun!) dedim. (Allahın selâmı ve rahmeti ve bereketi sana
olsun!) cevabını işittim. Utâf bin Hâlid Mahzûmî teyzesinden haber verdi ki, Uhud şehitlerini ziyârete gitmişti. Şehitlere selâm verdi. Selâmına cevap
verdiler ve (Biz sizi tanıyoruz) dediler.


Nisâ sûresinin altmışüçüncü âyetinde meâlen, (Onlar nefslerine zulmettikten sonra, gelirler. Allahü teâlâdan af dilerler. Resûlüm de, onlar için istiğfâr
ederse, Allahü teâlâyı elbette tevbeleri kabûl edici ve merhamet edici olarak bulurlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, Kabr-i saadeti ziyâret etmeyi emretmektedir.
Bu âyet-i kerime, hem erkekler içindir, hem de kadınlar içindir. Kabr-i saadeti ziyâret ederken, bu âyet-i kerimeyi okumanın müstehab olduğu bildirilmiştir.


İmâm-ı Ali buyurdu ki, Muhammed bin Harp Hilâlîden işittim. Dedi ki, Resûlullah defnolunduktan üç gün sonra, Hucre-i saadeti ziyâret edip, bir köşeye oturmuştum.
Bir köylü gelip, kendini Kabr-i saadet üzerine attı. Kabr-i şerif üstünden toprak alıp, yüzüne gözüne saçtı. Yâ Resûlallah ! Hak teâlâ senin için buyuruyor,
diyerek yukarıdaki âyet-i kerimeyi okudu. Ben, nefsime zulmettim. İstiğfâr için seni vesîle ediyorum, dedi. Kabr-i saadetten bir ses gelerek, sana müjde
olsun! Günahların affedildi dediği işitildi.


Resûlullah, Uhud şehitlerini ziyâret için, Medîneden Uhuda teşrîf etmiştir. Bundan dolayı, Kabr-i saadeti ziyâret için, Medîne-i münevvereye gitmek de elbette
ibâdet olur. Bunun çok sevap olduğunu, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir.


(Yalnız üç mescide ziyâret için gidilir) hadis-i şerifi, Kabr-i saadeti ziyâret için Medîne-i münevvereye gitmenin çok sevap olduğunu göstermektedir. Bu
ziyâreti yapmıyanlar, bu çok sevaptan mahrum kalırlar. Belki de, vâcibi terk etmiş olacaklardır. Bu üç mescidden başkasını ziyâret için, uzak yola çıkmak,
Allah rızası için olursa câizdir. Başka niyetlerle olursa haramdır. [Bu üç mescid: Mescid-i haram ve mescid-i Nebevî ve mescid-i Aksâdır.]


Suâl: İmâm-ı Hasen bin Ali, Kabr-i saadet yanında ziyâretcilerin kabre yaklaşmalarına izin vermezdi. İmâm-ı Zeynel'âbidîn [Zeynel'âbidîn Ali 94 [m. 713]
de şehit edildi.] de, Resûlullahın, (Kabrimi bayram yeri yapmayınız! Evlerinizi mezarlık yapmayınız! Bulunduğunuz yerde bana salât ve selâm söyleyin! Söyledikleriniz
bana bildirilir) buyurduğunu söyliyerek, Kabr-i saadete yaklaşmaya izin vermezdi. Buna ne dersiniz?


Cevap: Bu sözler, (yalnız üç mescide ziyâret için gidilir) hadis-i şerifine uygun değildir. Fakat, bu iki imamın sözü, ziyârette saygısızlık yapanlar için
olsa gerektir. Hattâ imam-ı Mâlik, Kabr-i saadet yanında çokca oturmaya izin vermemiştir. İmâm-ı Zeynel'âbidîn Hucre-i saadeti ziyâret ederdi. (Ravda-i
mutahhera) tarafındaki direk yanında durup, selâm verirdi. Resûlullahın mübârek başının, hucrenin bu tarafında olduğu, bundan anlaşılırdı. Resûlullahın
mübârek zevcelerinin odaları (Mescid-i saadet) içine katılmazdan önce, burası, ziyâret yeri idi. Hucre-i saadetin kapısı önünde durup selâm verirlerdi.


Hârun bin Mûsâ Hirevî, ceddi Alkamaya sordu ki, Peygamberimizin mübârek zevcelerinin odaları Mescid-i saadete katılmazden önce Kabr-i saadet hangi tarafından
ziyâret olunurdu? Alkama, Hz. Âişenin vefâtından önce, Hucre-i saadet kapısı kapatılmamış olduğundan, bu kapı önünden ziyâret olunurdu cevabını verdi.


Hadis âlimlerinden hâfız Abdülazîm Münzirî, (Kabrimi bayram yeri yapmayınız!) hadis-i şerifi için, elinizden geldiği kadar sık ziyâret ediniz demektir,
dedi. Yâni, (Benim kabrimi, yılda bir iki kere ziyâret etmekle bırakmayınız! Her vakit ziyâret ediniz!) demektir dedi. (Evlerinizi mezarlık yapmayınız!)
hadis-i şerifi de, evlerinizi namaz kılmamakla mezarlığa benzetmeyiniz demektir dedi. Mezarlıkta namaz kılmak câiz olmadığı için, Abdülazîm-i Münzirînin
sözü doğru olmaktadır. Âlimlerin çoğuna göre, Kabr-i saadeti ziyâret için, bayram günleri gibi belli zamanlar ayırmayın demektir dediler. Yahudiler ve
hıristiyanlar Peygamberlerin mezarlarını ziyâret etmek için çalgılı, oyunlu toplantı yaparlardı. Abdülazîm Münzirî, 656 [m. 1257] de Mısrda vefât etti.


Bunlardan anlaşılıyor ki, Kabr-i saadeti ziyâret için gelenler, selâm verip duâ ettikten sonra, durmayıp gitmelidir. Müslümanlar, Kabr-i saadeti ziyâret
etmeği, ibâdet ve çok sevap bilmeli. Ne kadar uzak olursa olsun, ziyâret için Medîne-i münevvereye gitmeli. Sık sık ziyâret etmeye çalışmalıdır. Yâni hac
farîzası ömründe bir kere olduğu gibi, Medîne-i münevvereye gitmeyi de, ömründe bir kereye bırakmamalıdır. Gücü yettikçe gidip ziyâret etmeli. Fakat, (Hucre-i
saadet) önünde çok durmamalıdır.


İslâm âlimlerinin güneşi Ebû Hanîfe, müstehabların en üstünlerinden olan, Kabr-i saadetin ziyâreti, vâcib derecesine yakın bir ibâdettir buyurdu.


Kabr-i saadeti ziyâret etmeyi adak yapanların, şâfi'î mezhebine göre, bu adaklarını yapmaları lâzım olur. Başka mezarları ziyâreti nezr edenlerin, bu adaklarını
yapmaları için sözbirliği yok ise de, adaklarını yapmaları daha iyi olur.


Mescid-i haramı yürüyerek ziyâreti nezr edenlerin, bu adaklarını yapmaları lâzımdır. Çünkü, (Mescid-i haram) içinde, hac farîzeleri yapılmaktadır. (Mescid-i
saadet)de ise, Kâbe-i muazzamadan ve Kudüsteki (Mescid-i aksâ)dan daha kıymetli olan (Kabr-i saadet) vardır. Bu mübârek mescide yürüyerek gitmeyi nezr
etmek, Kabr-i şerifi ziyâret etmeyi de niyet etmek olduğu için, bu nezri yerine getirmek de, elbet lâzım olur.


(Kâbe-i muazzama)yı ziyâret için yapılan nezri yerine getirmek dört mezhepte de lâzımdır. Mescid-i saadet ile Mescid-i aksânın ziyâreti için yapılan nezri
yerine getirmek lâzım olduğunda sözbirliği olmadı. Bu ayrılık, Mescid-i saadeti ziyâret içindir. Kabr-i saadeti ziyâret için nezr yapanların, bu adaklarını
yerine getirmeleri lâzımdır.


Suâl: Ebû Muhammed bin Ebû Zeydden soruldu ki, vekîl olarak hacca gönderilen ve Kabr-i saadeti de ziyâret etmesi emrolunan kimse, hac edip, Kabr-i saadeti
ziyâret etmeden geri dönse, ziyâret için, kendisine verilmiş olan parayı geri vermesi lâzım olur mu?


Cevap: İbni Zeyd cevabında buyurdu ki, bu parayı geri vermesi lâzım olur. [Abdüllah Ebû Muhammed bin Zeyd, mâlikî âlimlerinin büyüklerindendir. 389 [m.
999] da vefât etti.]


Kabr-i saadeti ziyâret için imam-ı Mâlik buyurdu ki, Mescid-i şerife girdikte, kıbleyi arkaya almalı, yüzünü Hucre-i saadete karşı dönmelidir. Edeb ve saygı
ile, selâm verip, salevât-ı şerife okumalıdır. Mescid-i şerife girince, önce iki rekât (Tehıyye-tülmescid) namazı kılmalıdır. Bunu (Ravda-i mutahhera)
içinde kıldıktan sonra, (Muvâcehe-i saadet) karşısında durup, önce Resûlullaha, sonra Hz. Ebû Bekre ve Hz. Ömere selâm vermeli, sonra belli duâları okumalıdır.
Çünkü, Resûlullah ve her mümin, ziyârete gelenleri ve bunların selâmlarını, duâlarını işitirler. Dilediği gibi ve hâtırına geldiğini söyleyerek duâ etmek
câiz ise de, âlimlerin bildirdikleri belli duâları okumak daha faydalı olur.


İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe buyurdu ki, ben Medînede iken, sâlihlerden Eyyûb-i Sahtiyânî gelip, Mescid-i şerife girdi. Yüzünü Kabr-i nebevîye döndü. Kıble arkasında
kaldı. Ayakta ağladı. [Eyyûb-i Sahtiyânî, 131 [m. 748] de, Basrada vefât etti.]


Ebülleys-i Semerkandînin [Ebülleys Nasr Semerkandî 373 [m. 983] de vefât etti.] imam-ı a'zam Ebû Hanîfeden haber verdiğine göre, kıbleye dönülür. Hucre-i
saadet arkada kalır. Şeyh Kemâleddîn ibni Hümâm, imam-ı a'zam Ebû Hanîfenin Müsnedinde bildirdiği üsûle bakılırsa, Ebülleys ile ona uyanların bildirdikleri,
İmâm-ı a'zamın önceki ictihâdı olduğu anlaşılır. Sonra, Hucre-i saadete karşı ziyâret edilmesini bildirmiştir. Abdüllah ibni Ömer de, Hucre-i saadete dönerek
selâm vermelidir dedi.


İbni Cemâ'a (Menâsik) kitabında, ziyâret eden, Resûlullahın mübârek başı bulunan köşeyi sol tarafına ve kıbleyi sağ tarafına alıp, köşeden iki metre kadar
uzakta durmalıdır. Sonra kıble duvarını yavaş yavaş arkaya alıp, (Muvâcehe-i saadet) penceresine karşı oluncaya kadar dönmelidir. Tam Kabr-i saadete dönünce
selâm vermelidir) demektedir. [Muhammed ibni Cemâ'a, şâfi'î âlimlerinden olup, 733 [m. 1333] de Şâmda vefât etti.]


Görülüyor ki, Hucre-i saadetin, Ravda-i mutahhera köşesi ile kıble duvarı arasına gelip mübârek başı sol tarafa almalı. İki metre uzak durmalı. Sonra yavaş
yavaş, Hucre-i saadete doğru dönmeli ve Kıbleyi arkaya almalıdır. Sonra salât ve selâm verip, duâ etmelidir. İmâm-ı Şâfi'î ve başka imamlar, böyle ictihâd
buyurmuşlardır. Şimdi de böyle ziyâret edilmektedir.


Resûlullahın mübârek zevcelerinin odaları, Mescid-i saadete katılmadan önce, Hucre-i saadetin kıble tarafında yer pek azdı. Muvâcehe-i saadete karşı durmak
güçtü. Ziyâretçiler, Hucre-i saadetin Ravda-i mutahhera duvarındaki kapısı önünde kıbleye karşı durup, selâm verirlerdi. Sonra imam-ı Zeynel'âbidîn Ravda-i
mütahherayı arkaya alıp, selâm verirdi. Mübârek zevcelerin odaları, mescide katıldıktan sonra, (Muvâcehe-i şerife) penceresi önünde durup ziyâret edildi.


Din imamları, Medîne-i münevverede kalacaklar ve ziyâretçiler için birçok edeb ve şartlar bildirmişlerdir. Bu şartlar ve edebler, fıkh ve menâsik kitaplarında
yazılıdır. (Mir'ât-ül-Haremeyn) kitabının yazarı Eyyûb Sabri pâşanın (Tekmile-tül-menâsik) kitabında hepsi yazılıdır.


İslâmiyette ilk yapılan türbe, Resûlullahın medfûn olduğu (Hucre-i muattara)dır. Resûlullah efendimiz, çok sevdiği zevcesi Âişe vâlidemizin odasında, hicretin
onbirinci 11 [m. 632] senesi, Rebî'ulevvel ayının onikinci pazartesi günü, öğleden önce vefât etti. Çarşamba gecesi, bu odaya defnedildi.


Âişe hazretlerinin odası, üç metre yüksekliğinde, kerpiçle hurma dallarından yapılmıştı. Biri garp, öteki şimâl tarafında iki kapısı vardı. Garp kapısı,
Ravda-i mutahhera tarafındadır. Hz. Ömer halîfe iken, onyedi senesinde, Mescid-i saadeti genişletirken, Hucre-i saadetin etrâfına kısa bir taş duvar çevirdi.
Abdüllah bin Zübeyr halîfe iken, bu duvarı yıkıp, siyah taş ile yeniden sağlam yaptırdı. Bu duvarın üstü açık olup, şimâl tarafında bir kapısı vardı. Abdüllah
bin Zübeyr, 73 [m. 692] de şehit edildi. Hz. Hasen, kırkdokuz senesinde vefât edince, vasıyeti gereğince, Hz. Hüseyn, kardeşinin cenâzesini Hucre-i saadet
kapısına getirip, duâ ve istigâse edeceği zaman, buraya defnedeceklerini sanarak, içeri sokmasını istemiyenler oldu. Gürültüyü önlemek için, içeri sokulmayıp,
Bakî' kabristanına defnolundu. İleride böyle hâller olmaması için, duvarın ve odanın kapısını duvarla örüp kapattılar.


Emevî halîfelerinin altıncısı olan Velîd Medîne vâlîsi iken, duvarı yükseltti ve üzerini küçük bir kubbe ile örttü. Üç kabir, dışardan görülemez ve içeri
girilemez oldu. Ömer bin Abdülazîz, Medîne-i münevvere vâlîsi iken, 88 [m. 707] de, halîfe Velîdin emri ile, zevcât-ı tâhirâtın odalarını yıktırıp, Mescid-i
saadeti genişletirken, etrâfına ikinci bir duvar yaptırdı. Bu duvar beş köşeli idi. Hiç kapısı yoktu.


Irakta Zengîlerin idare ettiği Atabekler devletinin vezîri, yâni başvekîli ve Salâhuddîn-i Eyyûbînin [Salâhuddîn Eyyûbî 589 [m. 1193] de Şâmda vefât etti.]
amcası oğlu olan Cemâleddîn-i İsfehânî, 584 [m. 1189] senesinde, Hucre-i saadetin dış duvarı etrâfına sandal ve abanos ağaçlarından bir parmaklık yaptırdı.
Parmaklık, mescidin tavanına kadar yüksekti. Fakat, birinci yangında yandı. Altıyüzseksensekiz (688 [m. 1289]) senesinde demirden yapılıp yeşile boyandı.
Bu parmaklığa (Şebeke-i saadet) denir. Şebeke-i saadetin kıble tarafına (Muvâcehe-i saadet), şark tarafına (Kadem-i saadet), garp tarafına (Ravda-i mutahhera)
ve şimâl tarafına (Hucre-i Fâtıma) denir. Mekke-i mükerreme şehri, Medîne-i münevvere şehrinin cenûbunda olduğu için, Mescid-i nebînin ortasında, yâni
Ravda-i mutahherada, kıbleye dönen kimsenin sol tarafında Hucre-i saadet, sağ omuzu tarafında ise, Minber-i şerif bulunur.


232 [m. 847] senesinde, Şebeke-i saadetin bulunduğu yer ile dış duvarlarının arasına ve bu yerin dışına mermer döşendi. Mermerler, zaman zaman değiştirildi.
Son olarak sultan Abdülmecîd hân döşetti.


Hucre-i saadetin beş köşeli duvarları yapılırken üzerlerine bir de küçük kubbe yapılmıştı. Bu kubbeye (Kubbe-tün-nûr) denir. Osmanlı pâdişâhlarının gönderdikleri
(Kisve-i şerife) bu kubbe üzerine örtülürdü. Kubbe-tün-nûr üzerine gelen, Mescid-i saadetin büyük yeşil kubbesine (Kubbe-tül-hadrâ) denir. Şebeke-i saadet
denilen parmaklığın dış tarafına örtülen kisve, Kubbe-i hadrâ altındaki kemerlere asılırdı. Bu iç ve dış perdelere (Settâre) denir. Şebeke-i saadetin şark,
garp, şimâl taraflarında birer kapısı vardır. Şebeke-i saadet içine harem-i şerif ağalarından başka kimse giremez. Duvarların içine ise, hiç kimse giremez.
Çünkü kapıları ve pencereleri yoktur. Yalnız kubbe ortasında ufak bir delik olup, tel kafes ile kapalıdır. Bu deliğin hizâsında olarak, Kubbe-i hadrâya
da bir delik açılmıştır. Mescid-i şerif kubbesi 1253 [m. 1837] senesine kadar kurşun renginde idi. Sultan Mahmûd-i Adlî hânın emri ile yeşile boyandı.
1289 [m. 1872] da, sultan Abdülazîz hânın [Abdülazîz hân 1293 [m. 1876] da şehit edildi.] emri ile yeniden boyandı.


Mescid-i saadeti tâmîr ve tezyîn için sultan Abdülmecîd hân kadar çok para harc eden ve gayret eden hiçbir kimse olmamıştır. Haremeyni tâmîr için yediyüzbin
altın sarfetmiştir. Tâmîr 1277 [m. 1861] de tamam olmuştur. Hergün Resûlullaha bir hizmette bulunmuştur. Bu yolda keşf ve kerâmetleri de görülmüştür. Sultan
Abdülmecîd hân, Mescid-i nebevînin eski şeklini, İstanbulda Hırka-i şerif câmiinde bulundurmak için emir buyurmuş, bunun için, 1267 senesinde, mühendis
mektebi hocalarından binbaşı ressam hâcı İzzet efendi Medîneye gönderilmiştir. İzzet efendi her yeri ölçerek elliüç defa küçültülmüş bir modelini yapıp
İstanbula gönderdi. Sultan Abdülmecîd hânın yaptırdığı (Hırka-i şerif) câmiine kondu.


Abdülmecîd hânın tâmîrinden sonra, kıble duvarı ile Şebeke-i saadet arası yedibuçuk metre, şark duvarından Kadem-i saadet şebekesine altı metre, Şebeke-i
Şâmî genişliği onbir metre, Muvâcehe-i şerife şebekesi genişliği onüç metre, Muvâcehe-i şerife şebekesi ile şebeke-i Şâmî arasındaki uzunluk ondokuz metredir.
Mescid-i nebevînin kıble tarafında genişliği yetmişyedi metre, Kıble duvarından, duvar-ı Şâmîye kadar uzunluğu yüzonyedi metredir. Hucre-i saadet ile minber-i
şerif arası olan (Ravda-i mutahhera) genişliği ondokuz metredir. Bu ölçüler, bir Medîne zrâ'ı kırkiki santimetre olduğuna göredir. Hanefî fıkh kitaplarındaki
şer'î zrâ ise, kırksekiz santimetredir.


Süûd oğullarından Abdülazîz, Osmanlıların Haremeyn-i şerifeyne olan muazzam hizmetlerini gizlemek, Osmanlıların gözleri kamaştıran zînetli, kıymetli eserlerini
yok etmek için, 1368 [m. 1949] tarihinde emrederek, Mescid-i nebevîyi yeniden tâmîre ve tevsî'a başladılar. 1370 de başlayıp, 1375 de bitirdiler. Bütün
sahâsı 11648 metre-kare oldu. Bundan evvel 9000 metre-kare idi. Şark ve garp duvarlarının uzunluğu 128, şimâl duvarının uzunluğu 91 metre oldu. Ravaklar
yâni kemerler içinde 232 direk vardır. Yeni yapılan iki minâreden herbiri 70 metre yüksekliktedir. Mekkedeki Mescid-ül-haram 1375 [m. 1955] de genişletildi.
29127 metre-kare iken 160168 metre-kare oldu. 7 minâresi 90 metre yüksektir. Safâ ve Merve tepelerinin üzerleri de örtülerek, Mescid-ül-haram ile birleştirildi.
Birçok yerlerin ismlerini değiştirip kendi ismlerini koydular.


Medînenin bir dânecik (Bakî') kabristanına ilk olarak Osman bin Ma'zûn defnedildi. Resûlullah bu süt kardeşinin kabrine mübârek eli ile büyük bir taş dikti.
Kabir taşı dikmek sünnet olduğu bundan anlaşılmaktadır.


Medîne-i münevveredeki türbeleri mezhepsizler yıkmıştı. İkinci sultan Mahmûd hân, [Mahmûd hân 1255 [m. 1839] da vefât etti.] hepsini yeniden yaptırdı. Birinci
cihân harbinden sonra, İngilizler burasını Osmanlılardan alıp, Abdülazîze verdiler. Tekrar hepsini yıktırdı. Mübârek binâları, hattâ Zemzem kuyusu üzerinde,
birinci Abdülhamîd hânın yaptırmış olduğu sanat eseri binâyı yıktılar. Resûlullahın dünyaya teşrîf ettiği mübârek evi de yıktılar. Yerine çarşı yaptılar.


Hucre-i saadetten sonra ilk yapılan türbeler, Bakî' kabristanında, Resûlullahın mübârek zevcelerinin kabirleri üzerine yapılmış olan kubbedir. Zeyneb bint-i
Cahş vâlidemiz pek sıcak günde vefât etmişti. Hz. Ömer, kabir kazılırken, cemaati güneşten korumak için, kabir üzerinde çadır kurdurdu. Çadır, uzun zaman
kabir üzerinde kaldı. Bundan sonra, kabirler üzerine çadır, çardak, zamanla, türbeler yapıldı. İslâmiyette ilk tabut da, yine Zeyneb vâlidemiz için yapıldı.
Hz. Ömer, cenâzeye mahremlerinden başkasının gitmesine izin vermemiş, Eshâb-ı kirâm bundan üzülmüştü. Esmâ bint-i Ümeys, (Habeşte tabut gördüm. Cenâzeyi
örtüyor) dedi. Bunun anlattığı şekilde tabut yapılıp, bütün Eshâb ile birlikte gidilerek defnedildi.


Resûlullah efendimiz, her sene Uhud şehitlerini ziyâret ederdi. (Hurre-i Vâkum) denilen yerde durup, şehitlere selâm verirdi. Hicretin sekizinci senesinde
ziyârete gidince, herbirine ayrı ayrı selâm verdi. (Bunlar şehittir. Ziyâret edenleri tanırlar. Selâm verince işitir, cevap verirler) buyurdu. Fâtıma-tüz-Zehrâ
hazretleri de, Hz. Hamzanın kabrini her iki günde bir ziyâret eder, yeri unutulmamak için, işaret kordu. Her Cuma gecesi gidip, uzun namaz kılar, çok ağlardı.


İmâm-ı Beyhekî [Beyhekî Ahmed 458 [m. 1066] da Nişâpurda vefât etti.] bildiriyor ki, Abdullah ibni Ömer buyurdu ki, Cuma günü, güneş doğmadan önce, babam
Hz. Ömer ile, şehitleri ziyârete gittik. Babam hepsine selâm verdi. Selâmına cevap işittik. Bana, sen mi cevap verdin dedi. Hayır, şehitler cevap verdiler
dedim. Beni sağ tarafına geçirip, herbirine ayrı ayrı selâm verdi. Her kabirden, üçer defa cevap işittik. Babam, hemen secdeye kapandı. Allahü teâlâya
Şükreyledi. Hz. Hamza ile, kızkardeşinin oğlu Abdüllah bin Cahş ve Mus'ab bin Umeyr bir kabirdedir. Yetmiş şehitten, geri kalanları da, ikisi üçü bir kabirdedir.
Birkaçı da Bakî' kabristanındadır. [Bu şehitlerin hepsinin ismleri, (Mir'ât-i Medîne)de yazılıdır.]


16- Okunan salevâtın haber verildiğini kendi de yazmaktadır.


16 - İkiyüzelliyedinci sayfasında, (Ebû Dâvüdün rivayet ettiği hadiste bana salevât okuyunuz! Her nerede okursanız okuyunuz, bana bildirilir denildi. Demek
ki, uzakta yakında okumak arasında ayrılık yoktur. Kabri bayram yeri gibi yapmaya hâcet yoktur) diyor.


Hucre-i saadeti ziyârete ihtiyaç olmadığını göstermek için, Resûlullahın, salât ve selâmdan haber aldığını yazmış, farkında olmıyarak, kendi kendisini yalanlamıştır.
Ölü his etmez, duymaz diyordu. Şimdi de, haber aldığını yazıyor.


Dörtyüzonaltıncı sayfasında, (Ölüler kendilerine söylenileni duymazlar. Ölüden duâ, şefaat istemek, ona tapınmak olur) diyor.


Resûlullahın kendisine okunulan salevâttan haberdar olduğunu yazması ve yukarıdaki yazısı, birbirlerine uymamaktadır. Bundan başka, Ebû Dâvüddeki hadis-i
şeriflerden birini yazıyor. İkincisini yazmak işine gelmiyor. Hadis âlimlerinden Abdülhak-ı Dehlevî, (Medâric-ün-nübüvve) kitabının üçyüzyetmişsekizinci
sayfasında diyor ki, Ebû Dâvüdün Ebû Hüreyreden haber verdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse bana selâm verince, Allahü teâlâ, ruhumu bana geri verir. Onun
selâmını işitir, cevap veririm) buyuruldu. İbni Asâkirin haber verdiği hadis-i şerifte, (Kabrim yanında, bana salevât okununca, o salevâtı işitirim) buyuruldu.


17- Evliyâdan yardım istemek şirk imiş. Buna, allâme Ahmed ibni Kemâl efendiden cevâb verilmektedir.


17 - İkiyüzyetmişbir ve sonraki sayfalarında, (Ümmetimin üzerine sapık imamlar gelmesinden korkuyorum buyuruldu. Yâni, müslümanları sapıttıran âmirler,
âlimler gelecek, kitaba uymıyan fetvâlar vereceklerdir. Bunlardan birçoğu derdleri, dileği olan, mezarıma gelsin, dileğini ona veririm derler. Ben Allaha
çok yaklaştım. İbâdet yapmak, benden affedildi der. Evliyâ, dilediğine yardım eder. Dilekler, onlardan istenilir. Sıkışanlar, onların dirilerine ve ölülerine
sarılınca saadete kavuşurlar. Onlar dilediklerini yapar. Kerâmet gösterirler. Levhilmahfûzu bilirler. İnsanların gizli düşüncelerini anlarlar. Peygamberlerin
ve Evliyânın mezarlarına türbe yaptırırlar. Bunlar, Allahdan başka şeylere tapınmaktır. Hadiste, münâfıklar hak sözleri söyliyerek aldatırlar denildi.
Hadiste, ümmetimden çokları putlara tapınmadıkça kıyâmet kopmaz denildi. Kabirlere tapınan, Allaha şirk edinenler, buna ne diyecekler? Son senelerde putlara
tapınmak fitnesi o kadar arttı ki, kimse görmez oldu. Muhammed bin Abdülvehhâb ortaya çıkıp, bunu önledi. Hükûmetler buna karşı durmak istediler ise de,
adı her yere yayıldı. Buna inanan da, inanmıyan da çok oldu. Ebû Tâhir diyor ki, Sü'ûd oğulları, Abdülvehhâb oğlunun tevhîd bayrağını Arabistânın her yerine
ulaştırdı. Şirkin yayılmasını önlemek, şirki yok etmek lâzımdır. Kabirler üzerine yapılan türbeler de böyledir. Her türbe puthâne olmuştur. Yeryüzünde
bunları hiç bırakmamalıdır. Bunların çoğu Lât ve Uzzâ putları gibidir. Müslümanların çoğu müşrik oldu. Ümmetimden otuz deccâl çıkacaktır hadisi meşhûrdur.
Seyyid Muhammed Sıddîk bin Hasen hân [Sıddık Hasen hân vehhâbî 1307 [m. 1891] de Hindistânda öldü.] (Kitap-ül-izâga)sında, bu deccâllardan birinin firenk
habîsi gulâm Ahmed Kadıyânî olduğunu yazmaktadır. Bu hindli kâfir, önce Mehdî olduğunu söyledi. Sonra, hıristiyan devletin yardımı ile, Peygamber olduğunu
bildirdi. Abdüllah ibni Zübeyrin hilâfeti zamanında ortaya çıkan Muhtâr Sekafî de, bu deccâllardan biri idi. Ehl-i beyti sevdiğini, Hz. Hüseynin kâtillerinden
intikam alacağını söyledi. Çok müslüman öldürdü. Sonra, Peygamber olduğunu, kendisine Cebrâîl geldiğini söyledi) diyor.


Kitabın müellifi, müslümanların üzerine sapık, dinsiz hükûmetlerin ve din adamlarının geleceğini haber veriyor. İslâm âlimleri bu sapık din adamlarının
müslümanları doğru yoldan çıkardıklarını bildirmektedir. Mezhepsizler islâm memleketlerinde câsûslar ele geçirip, bu satılmış mezhepsiz ajanlar ile müslümanları
aldatıyorlar. Bozuk kitaplar bastırarak, Ehl-i sünneti yıkmaya, Ehl-i sünnetin büyük âlimlerine, Velîlerine leke sürmeye çalışıyorlar.


İmâm-ı Rabbânî ikiyüzellibeşinci mektûbda buyuruyor ki, (Hz. Mehdî islâmiyeti yayacak. Resûlullahın sünnetlerini ortaya çıkaracak. Bid'at işlemeye ve bid'atleri
müslümanlık olarak yaymaya alışmış olan Medînedeki din adamı, Mehdînin sözlerine şaşıp, bu adam bizim dînimizi yok etmek istiyor diyecek. Hz. Mehdî, bu
din adamının öldürülmesini emredecektir). Bu haberden mezhepsizlerin Medînede zuhûr edeceği ve uzun zaman kalacağı ve Hz. Mehdî tarafından büsbütün yok
edileceği anlaşılmaktadır.


Kitabın müellifi, burada da, kâfirleri, müşrikleri ve münâfıkları bildiren âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri yazıyor. Ehl-i sünnet âlimlerinin bunlara
yaptıkları açıklamaları uzun bildirerek, doğru yolu savunucu görünüyor. Sonra, Ehl-i sünnet olan temiz müslümanlara saldırıyor. Türbelere puthâne, Evliyâya
put diyebilmek için, âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere yanlış mâna vermekten sıkılmıyor. Tevilli olan âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere yanlış
mâna veren kimse, tevilini biliyorsa, (Bid'at sahibi), yâni sapık olur. Tevile lüzûm olmayan açık nasslara yanlış mâna vererek, islâmiyete saldıran, müslümanlara
müşrik diyen ise kâfir olur. Nassları yanlış tevil eden, kâfir olmıyor ise de, müslümanlar arasında bölücülük yapıyor. Yalnız kendisi müslüman imiş. Asırlar
boyunca gelmiş geçmiş milyonlarca müslüman müşrik imiş. Şimdi yeryüzündeki müslümanların çoğu da ölülere tapınıyorlarmış.


Hadis-i şerifte bildirilen câhil, sapık imamların, kimler olduğu meydandadır. Bin seneden beri gelmiş müminlerin doğru yollarından ayrılarak sapıtmışlardır.
Müslümanları doğru yoldan sapıttıran zâlim devlet adamlarının da kimler olduğunu her mümin bilmektedir. Bunlar, müslüman ve (tevhîd ehli) adı ile müslümanlara
zulmeden, Ehl-i sünneti, doğru yoldaki müminleri öldürenlerdir. Yazar, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden yanlış mânalar çıkararak, kitaba uymıyan
fetvâlar veriyor. Müslümanlara müşrik diyor. Hiçbir islâm âlimi, (Dileği olan mezarıma gelsin, istediğini yaparım) dememiştir. Bunu, kitabın yazarı uydurmakta,
müslümanlara iftirâ etmektedir. İslâm âlimleri, Allaha çok yaklaştım dememiştir. Allahü teâlânın kendilerine ihsân ettiği kerâmetlerin duyulmasını bile
istememişlerdir. En büyük kerâmet, islâm dîninin ahkâmına, yâni emir ve yasaklarına uymak, Resûlullahın izinde bulunmak olduğunu bildirmişlerdir. Abdülkâdir-i
Geylânî talebesi ile çölde giderken, hava karardı. Şimşekler, gök gürültüleri arasında, bulutlardan bir ses gelerek, (Kulum Abdülkâdir! Seni çok seviyorum.
Bugünden sonra ibâdet yapmağı, senden affeyledim!) sesi işitildi. O büyük Velî hemen, (Kezzebte yâ Kezzâb!) dedi. (Yalan söyledin! Ey yalancı şeytan! Beni
aldatamazsın. Allahın sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâmdan, ibâdet affedilmedi. Ölüm hastalığında bile, dayanarak cemaate geldi. Hiçbir kuldan ibâdet
affolunamaz!) buyurdu. Kitabın müellifi böyle mübârek Velîlere iftirâ etmekten hayâ etmiyor. Türbelerdeki Evliyâya tevessül etmek, yalvarmak şirktir diyor.
Hâlbuki, Resûlullah efendimiz, (İşlerinizde şaşırdığınız [bunaldığınız] zaman, kabirde olanlardan yardım isteyiniz!) buyurdu. Müslümanların, Evliyânın
kabirlerini ziyâret etmeleri, onlardan yardım beklemeleri, bu hadis-i şerife uydukları içindir.


İslâm âlimleri, bu hadis-i şerife uyarak Evliyânın, kabirlerini ziyâret etmişler, feyz aldıklarını bildirmişlerdir. İmâm-ı Rabbânî ikiyüzdoksanbirinci mektûbunda
buyuruyor ki, (Dehli şehrinde, bayram günü, hocam Muhammed Bâkî billâhın mezar-ı şerifini ziyârete gitmiştim. Mübârek mezarına teveccüh ettiğim zaman,
mukaddes ruhaniyeti ile iltifât buyurdu. Bu garîbi öyle okşadı ki, Hâce Ubeydüllah-i Ahrârdan kendisine gelmiş olan feyzleri ihsân eyledi. Bu nisbete kavuşunca,
Tevhîd marifetlerinin hakîkati hâsıl oldu).


Yukarıdaki hadis-i şerif, birçok kitapta yazılıdır. Müslümanlar arasında meşhûr olmuştur. Osmanlı devletinin şeyh-ul-islâmlarından dokuzuncusu, büyük âlim,
müftî-üs-sekaleyn, yâni insanlara ve cinne fetvâlar vermiş olan Ahmed Şemseddîn ibni Kemâl efendinin [Ahmed ibni Kemâl 940 [m. 1534] de İstanbulda vefât
etti.] (Kırk hadis) kitabının türkçe tercümesi, hicretin (1316) senesinde İstanbulda basılmıştır.


İzâ tehayyertüm fil-umûr,


feste'înû min ehlil-kubûr!


(Yâni, işlerinizde şaşırdığınız zaman, kabirdekilerden yardım isteyiniz! İnsanın ruhu, bedenine âşıktır. Ölüp, ruh bedenden ayrılınca bu sevgisi yok olmaz.
Ruhun bedene olan bağlılığı ve çekmesi, öldükten sonra yok olmaz. Ölünün kemiğini kırmak ve kabir üzerine basmak, hadis-i şerifle, bunun için yasak edilmiştir.
Bir kimse, bir Velînin kabrini ziyâret edince, ikisinin ruhu buluşurlar. Çok fayda hâsıl olur. Kabir ziyâretine izin verilmiş olması, bu faydanın hâsıl
olması içindir. Bundan başka, gizli faydaları de yok değildir. [İbni Âbidîn, (Redd-ül-muhtâr) kitabının önsözünde diyor ki, imam-ı Muhammed Şâfi'î, imam-ı
a'zam Ebû Hanîfeye karşı çok edebli, saygılı idi. (Ebû Hanîfe ile bereketleniyorum. Kabri yanına gidiyorum. Güç bir suâl karşısında kaldığım zaman, kabri
yanında iki rekât namaz kılıp, Allahü teâlâya duâ ediyorum. Cevabı hemen hâtırıma geliyor) buyurmuştur.] Kabirdekinin ruhu ile ziyâretcinin ruhu, birer
ayna gibidir. Işıkları birbirlerine aks eder. Ziyâret eden, kabre bakıp, Allahü teâlânın kazasına râzı olup, ruhu bunu duyunca, ilmi ve ahlâkı feyzlenir.
Bu feyz, kabirdekinin ruhuna aks eder. Meyyitin ruhuna, cenâb-ı Haktan gelmiş olan ilim ve feyzler de, ziyâret edenin ruhuna aks eder. Şâfi'î âlimlerinden
Alâüddîn Ali bin İsmâ'îl Konevî, [Ali Konevî 729 [m. 1328] de vefât etti.] (El-a'lâm fî-Hayat-il-enbiyâ aleyhimüssalâtü vesselâm) kitabında diyor ki, Peygamberlerin
ve bütün müslümanların ruhları, kabirlerine ve anıldıkları yerlere inerler. Ruhların, kabirleri ile bağlılıkları vardır. Bunun için, kabir ziyâreti müstehabdır.
Kendilerine verilen selâmı işitirler ve cevap verirler. Hâfız, yâni hadis âlimi Abdülhak Eşbilî (Akîbet) kitabında diyor ki, hadis-i şerifte, (Bir kimse,
tanıdığı bir mümin kardeşinin kabrine gelip, ona selâm verince, meyyit onu tanır ve selâmına cevap verir) buyuruldu. Fahreddîn Gazanfer Tebrîzî diyor ki,
birşeyi çok düşünür, hiç anlıyamazdım. Hoca Tâceddîn-i Tebrîzînin kabri başında oturup düşündüm. Anladım. Bazı âlimler, (İşlerinizde şaşırdığınız zaman,
kabirdekilerden yardım isteyiniz) hadis-i şerifindeki (kabirde olanlar), (Ölmeden önce ölünüz!) emrine uyarak, tasavvuf yolunda yükselmiş olan Evliyâdır
dediler). Ahmed ibni Kemâl efendinin yazısı tamam oldu. [İbni Âbidîn, 1252 [m. 1836] de Şâmda, Abdülhak Eşbîlî Mâlikî, 582 [m. 1187] de vefât etmişlerdir.]


Bu hadis-i şerifin açıklanması, (El-Besâir li-münkir-it-tevessül-i bi-ehl-il-mekâbir) kitabında yazılıdır. Bu kitap arabî olup, İstanbulda 1395 [m. 1975]
de, ofset baskısı yapılmıştır.


(Münâfıklar, hak söyliyerek, müslümanları aldatırlar!) hadis-i şerifi de, bu kitabın müellifini haber veriyor. Kitaba, âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri
ve Ehl-i sünnet âlimlerinin hak sözlerini doldurup, aralarına sapık inançları serpiştirmiş. Resûlullah kabirdekilerden yardım isteyiniz buyuruyor. Bu ise,
böyle yapanlara müşrik diyor. Bu hadis-i şerifi yasak ediyor. Resûlullahın emrine şirk diyor.


18- Evliyânın kerâmetlerine küfr, şirk demektedir. Bunaa, imâm-ı Rabbânî hazretlerinden ve (Mevâhib) den cevâb verildi.


18 - Kitabının yüzaltmışsekizinci sayfasında, (Evliyâ kerâmet olarak, diri ve ölü iken, istediklerine yardım edermiş. Şaşırdıkları, sıkıştıkları zaman,
onlara yalvarıyor, yardım istiyorlar. Kabirlerine gidip, sıkıntılarının giderilmesini istiyorlar. Ölülerin kerâmet yapacaklarını zannediyorlar. Bunlara
Ebdâl, Nükâba, Evtâd, Nücebâ, yetmişler, kırklar, yediler, dörtler, Kutb, Gavs gibi ismler takıyorlar. Bunların yalan olduğunu İbnül-Cevzî [Abdürrahmân
Cevzî hanbelî 597 [m. 1202] de Bağdâdda vefât etti.]ve ibni Teymiyye bildirmektedir. Bunlar Kur'an-ı kerime karşı gelmektir. Evliyânın diri ve ölü iken
birşey yapacağını Kur'an red etmektedir. Herşeyi yapan Allahdır. Başkaları birşey yapamaz. Âyet-i kerimeler, ölüde his ve hareket olmadığını bildiriyor.
Ölü, kendine birşey yapamaz. Başkalarına hiç yapamaz. Allah, ruhların kendi yanında olduğunu bildiriyor. Bu zındıklar ise, ruhlar serbest olup, dilediklerini
yaparlar diyorlar. Bunların kerâmet olduğunu söylemeleri de yalandır. Kerâmeti, Allah dilediği velîsine verir. Kendi istekleri ile olmaz. Sıkıntılı zamanlarda,
onlardan yardım istemek, daha çirkindir. Peygamber, melek ve velî, kimseye iyilik ve kötülük yapamaz. Diri olan kimseden maddî yardım istemek câizdir.
Fakat maddî olmıyan, görülmiyen şeyler için, Allahdan başkasına yalvarılmaz. Hastanın, boğulacak olanın, fakirin, Peygamberlerden, ruhlardan, velîlerden
ve başka şeylerden yardım istemeleri şirktir. Bunlara kerâmet demek, puta tapanların koyduğu bir ismdir. Allahın Evliyâsı böyle olmaz) diyor. İkiyüzdoksandokuzuncu
sayfasında:


(Bir kimse velî olduğunu söylerse, gayb olan şeyleri bilirim derse, bu kimse, şeytanın Evliyâsıdır. Rahmânın Evliyâsı değildir. Kerâmet, Allahü teâlânın
müttekî kulunun elinde hâsıl ettiği bir şeydir. Duâsı ile veya ibâdeti ile hâsıl olur. Velînin bunda bir kuvveti ve arzusu te'sîr etmez. Evliyâ, Velî olduklarını
söylemez. Allahdan korkarlar. Sahâbe ve Tâbiîn Evliyânın en yüksekleri idi. Bunlar, gaybı biliriz demedi. Allah korkusundan ağlarlardı. Temîm-i Dârî, Cehennem
korkusundan uyumazdı. Evliyânın nasıl olduklarını Ra'd sûresi bildirmektedir. Böyle olan tasavvufculara Evliyâ denir) diyor.


Önce şunu bildirelim ki, bu son yazısında, işin doğrusunu yazmaktadır. Keşke, Evliyâdan yardım istemeye ve türbelerde duâ etmeye şirk demeseydi ve kubbeleri
yıkmak lâzımdır demeseydi, ne iyi olurdu. Fakat doğru yazıları arasında zehir saçıyor. Müslümanlar arasında bölücülük yapıyor.


Velî, kerâmet ne demek? Bunun doğrusunu imam-ı Rabbânîin (Mektûbât) kitabının çeşidli mektûblarından alarak aşağıda bildireceğiz:


Kerâmet haktır. Kerâmet, şirkten kaçıp kurtulmak, marifete kavuşmak, kendini yok bilmektir. Kerâmet ile istidrâcı birbiri ile karıştırmamalıdır. Kerâmet
ve keşf sahibi olmak istemek, Allahdan başkasını sevmek demektir. Kerâmet, kurb ve marifet demektir. Kerâmetin çok olması, tasavvuf yolunda yükselirken
pek ileri gitmek ve inerken, inişi az olmaktandır. Kerâmet, yakîni kuvvetlendirmek içindir. Yakîn ihsân olunmuş Velînin kerâmete ihtiyacı yoktur. Kalbin
zikre alışması yanında, kerâmetin hiç kıymeti yoktur. Evliyânın keşfinde hatâ olabilir. Keşfin yeri kalbdir. Sahih olan keşfler, hayâl değildir. İlhâm
ile kalbde hâsıl olur. Hayâl karışmış olan keşflere güvenilmez. Evliyânın keşfi, islâmiyete uygun olursa, ona güvenilir. Böyle değilse güvenilmez. Evliyânın
keşfleri, ilhâmları, başkaları için huccet, senet olamaz. Fakat müctehidin sözü, onun mezhebinde olanlar için huccettir. Keşf ve kerâmet sahibi olmak,
derecenin yüksek olmasını bildirmez. Keşfler, tecellîler, tasavvuf yolunun yolcularında hâsıl olur. O yolun sonunda olanlar, hayrette ve ibâdettedirler.
Evliyânın önüne, boynu bükük gelmelidir ki, fayda elde edilebilsin. Evliyânın elbisesini edeb ve saygı ile giyince, çok fayda hâsıl olabilir. Allahü teâlâ,
Evliyâsını büyük günah işlemekten korur. Evliyâdan birkaçı, uzak yerlerde görülmüştür. Bu görünüş, ruhlarının, kendi bedenlerinin şeklinde görünmesidir.
Evliyâ, küçük günahtan korunmuş değildirler. Fakat, hemen gafletten uyandırılıp tevbe eder ve iyi işler yaparak, afftilerler. Evliyâ, insanları hem islâmiyetin
açık emirlerine, hem de ince, gizli bilgilerine çağırırlar. Evliyânın bir kısmı, sebepler âlemine inmemiştir. Bunların Peygamberlik üstünlüklerinden haberleri
yoktur. İnsanlara faydalı olmazlar. Feyz veremezler. Evliyânın çoğunda, vilâyetin üstünlükleri vardır. Kutblar, evtâd ve ebdâl böyledir. Bunların gençleri
yetiştirebilmeleri, Alîın yardımı ile olur.


Velîlerin yükseklikleri arasındaki farklar, Allahü teâlânın bunları sevmesinin derecesine göredir. Evliyâlık, zıllere, gölgelere kavuşmak demektir. Sevgileri
ve zevkleri hep zılleredir. Evliyâlık, Peygamberliğin zıllidir, gölgesidir. Evliyâlığı abdest gibi, nübüvveti namaz gibi bilmelidir. Evliyâlık, kötü huylardan
kurtulmak demektir. Evliyânın, kendinin Velî olduğunu bilmesi lâzım değildir. Evliyâlık verilip de, Velî olduğu bildirilmezse, hiç kusur olmaz. Velî olmak
için, dünya ve âhıret sevgisini gönülden çıkarmak lâzımdır. Peygamberlik üstünlüklerinde, âhırete düşkün olmak iyidir. İnsanda, ruh âleminden gelmiş olan
on latîfe, on kuvvet vardır. Evliyâlık ve Peygamberlik üstünlükleri, bu on latîfede olur. Evliyâlık, fena ve bekâ demektir. Yâni, kalbi dünyaya düşkün
olmaktan kurtarıp, Allahü teâlâya düşkün olmaktır. Evliyâlık, akıl ile ve düşünmekle anlaşılamaz. Evliyâlık, Allahü teâlâya yakınlık demektir. Mahlûkları
düşünmeyi gönülden çıkaranlara ihsân edilir. Mahlûkların düşüncesini gönülden çıkarmaya (Fena) denir. Evliyâlığın bütün üstünlükleri, islâmiyete uymakla
hâsıl olur. Peygamberliğin üstünlükleri ise, islâmiyetin görünmiyen, herkesin bilemediği inceliklerine de uyanlara verilir. Peygamberliğin üstünlükleri
demek, Peygamberlik demek değildir. Evliyâlık derecelerinin hepsini geçip, sonuna varanların keşfleri ve ilhâm olunan bilgilerin hepsi, Ehl-i sünnet âlimlerinin
Nasslardan, yâni Kitap ve sünnetten anlayıp bildirdikleri bilgilere tâm uygun olur. Evliyâlıkta ilerlemenin yarısı yükselmek, yarısı da inmektir. Çok kimse,
yalnız yükselmeyi evliyâlık sanmış, inişe de, Peygamberlik üstünlükleri demişlerdir. Hâlbuki, bu iniş de, yükseliş gibi, evliyâlıktır. Evliyâlıkta cezbe
ve sülûk vardır. Bu ikisi, evliyâlığın iki temel direğidir. Peygamberlik üstünlükleri için, bu ikisi lâzım değildir. Evliyâlık derecelerinin sonu, kulluk
makamıdır. Kulluk makamının üstünde, hiçbir makam yoktur. Velîler Hakka doğrudurlar. Peygamberlikte, hem Hakka, hem de halka doğru olup, birbirine engel
olmaz. Evliyânın nefsleri mutmainne olmuş ise de, bedendeki maddelerin ihtiyaç ve istekleri vardır.


Evliyâlık, beş derecedir. Her biri, beş latîfeden birinin yükselmesidir. Her biri, Ulül'azm Peygamberlerden birinin yoludur. Birinci derecesi Âdem aleyhisselâmın
yoludur. Evliyâlığı birinci derecede olan bir Peygamberin evliyâlığı, beşinci derecede olan bir Velînin evliyâlığından daha kıymetlidir. Evliyâlığın (Vilâyet-i
hâssa) denilen en yüksek derecesine kavuşabilmek için, nefsin fânî olması lâzımdır. (Ölmeden önce ölünüz!) emri, bu fânîliği göstermektedir. Evliyâlık,
yâ hâssa [husûsî] olur veya umûmî olur. (Vilâyet-i hâssa), Muhammed aleyhisselâmın evliyâlığıdır. Onun ümmetinden, ona tâm tâbi olan evliyâ da bu vilâyete
kavuşabilir. Bu vilâyet, tâm fena ve olgun bekâdır. Burada nefis fânî olmuş, Allahü teâlâdan râzı olmuştur. Allahü teâlâ da, ondan râzıdır. Evliyâlığın
yüksekliği, beş latîfenin derecesine, sırasına göre değildir. En yüksek derecedeki (Ahfâ) latîfesinin evliyâlığına kavuşmak, öteki derecelerde bulunan
Evliyâdan daha yüksek olmayı göstermez. Evliyâlığın üstünlüğü, asla yakınlık ve uzaklıkla ölçülür. Kalb denilen aşağı derecedeki latîfenin evliyâlığına
kavuşmuş bir Velî, asla daha karîb [yakın] olunca, ahfâ latîfesinde bulunan, fakat o kadar yakın olmıyan Velîden daha üstün olur. Muhammed aleyhisselâmın
evliyâlığına kavuşan Velî, geri dönmekten korunmuştur. Yâni bulunduğu dereceyi kaybetmez. Öteki Velîler, korunmuş değildirler, tehlikededirler. Evliyâlık,
yalnız kalbin ve ruhun fânî olması ile hâsıl olabilir. Fakat, bunların fânî olmaları için, öteki üç latîfenin de fânî olmaları lâzımdır. Evliyânın evliyâlığına
(Vilâyet-i sugrâ) denir. Peygamberlerin evliyâlığına (Vilâyet-i kübrâ) denir. Vilâyet-i sugrânın sonu, enfüsteki ve âfâktaki ilerlemenin sonuna kadardır.
Vilâyet-i sugrâda, vehmden ve hayâlden kurtuluş yoktur. Vilâyet-i kübrâda vehmden ve hayâlden kurtuluş vardır. Vilâyet-i sugrâ, beş latîfenin, arşın dışındaki
asllarını geçtikten sonra başlayıp, bu aslların da aslları olan, Allahü teâlânın sıfatlarının zıllerini, görünüşlerini geçince, biter. Vilâyet-i sugrâ
âfâkta ve enfüste, yâni insanın dışındaki ve içindeki mahlûklarda olur. Yâni zıllerde, görünüşlerde olur. Bunda sona erenler, (Tecellî-yi berkî)ye, yâni
şimşek gibi çakıp geçen tecellîlere kavuşurlar. Vilâyet-i kübrâ, bu tecellîlerin [görünüşlerin] aslında olur. Allahü teâlâya yakın olan ilerlemedir. Peygamberlerin
evliyâlığı böyledir. Burada, tecellîler, dâimîdir. Vilâyet-i sugrâ, (cezbe) ile (sülûk)dür. Evliyâlık kemâlâtına kavuşmak için, sülûk, yâni çalışarak ilerlemek,
kalbin zikretmesi ve murâkaba ve râbıta ile olur. Peygamberlik kemâlâtında ilerlemek ise, Kur'an-ı kerim okumakla ve namaz kılmakla olur. Bundan sonra
ilerlemek için hiçbir sebebin te'sîri yoktur. Ancak, Allahü teâlânın lutfü ve ihsânı ile olur. Ne kadar ilerlerse ilerlesin, islâmiyetten dışarı çıkamaz.
İslâmiyete uymakta sarsıntı olursa, bütün vilâyet dereceleri yıkılır. Bundan da yukarı yükselmek, muhabbet ile, sevmek ile olur. Lutf ve ihsân başkadır.
Aşk ve muhabbet başkadır. Peygamberlerin evliyâlığı bile Peygamberlik üstünlükleri yanında aşağıdadır. (Vilâyet-i Muhammediyye), bütün Peygamberlerin vilâyetlerini
kendisinde toplamıştır. Peygamberlerden birinin vilâyetine kavuşmak, bu (Vilâyet-i hâssa)nın bir parçasına kavuşmaktır. Velînin inişi çok olunca, üstünlüğü
de çok olur. Velînin bâtını, yâni kalbi ve ruhu ve öteki latîfeleri zâhirinden, yâni duygu organlarından ve aklından ayrılmıştır. Zâhirinin gâfil olması,
bâtınına ulaşamaz. Hiçbir Velî, hiçbir Peygamberin derecesine ulaşamaz. Bir Velî, bir bakımdan, bir Peygamberin üstünde olabilir. Fakat, her bakımdan,
bu Peygamber, bu Velîden daha üstündür. Velî, küçük günah işliyebilir. Fakat, hemen tevbe eder ve velîlik derecesinden atılmaz. Tasavvuf yolunda aranılan
şey, fenanın ve bekânın, tecellîlerin ve zuhûrların, şühûd ve müşâhedenin, söz ve mânanın, ilim ve cehlin, ism ve sıfatın, vehm ve aklın ötesindedir.


Mürşid yâni Rehber, insanı Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturan vâsıtadır. Talebe rehberini ne kadar çok severse, Onun kalbinden feyz alması da,
o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, Resûlullahın mübârek kalbinden çıkıp, mürşidlerinin kalbleri vâsıtası ile, kendi kalbine gelen feyzleri neşreden bir
vâsıtadır. Maksat, Allahü teâlâdır. Mürşid-i kâmil, emme basma tulumba gibidir. Kalb makamına inmiş olup, kendi mürşidinden aldığı feyzleri, marifetleri,
talebesine ulaştırır. Rehberini inciten veya inanmıyan, hidâyete kavuşamaz. [Bunun için vehhâbîler, Allahü teâlânın feyzlerinden, marifetlerinden mahrumdurlar.]
Rehberini incitenden kalbin kırılmazsa, köpek senden daha iyidir, buyurmuşlardır. Rehberine inanmakta, güvenmekte sarsıntı olursa, feyz alamaz. Bu sarsıntının
ilâcı yoktur. Rehberden feyz almak için teveccüh olmaksızın, yalnız onu sevmek yetişir. Rehber ile bulunanların, îmanları kuvvetlenir. İslâmiyete uymak
isteği hâsıl olur. Rehberin sözleri, hâlleri, hareketleri, ibâdetleri hep islâmiyete uygundur. Ona uyan, onu dinliyen, Resûlullaha uymuş olur. Böyle olmıyan
kimse, rehber olamaz.


[Doğru yolda olmayıp, sözde rehber geçinenler, talebesini doğru yoldan saptırır. Zararlı olurlar.]


Tasavvuf, Resûlullahın izinde bulunmaktır.İnsanların yaratılışlarına göre, ayrı yollar hâsıl olmuştur. Tasavvuf, ihlâsı arttırmak içindir. Tasavvuf yolunda
Rehber lâzımdır. Rehber, oniki imam ve Abdülkâdir-i Geylânî ve bunlar gibi olanlardır.


Allahü teâlâya kavuşturan yol ikidir: Nübüvvet yolu, Vilâyet yolu. Nübüvvet yolunda rehber lâzım değildir. Bu yol asla kavuşturur. Vilâyet yolunda rehber
lâzımdır. Nübüvvet yolunda, fena, bekâ, cezbe ve sülûk gibi şeyler yoktur. Vilâyet yolunda ilerlemek için herşeyi [dünyayı ve âhıreti] unutmak lâzımdır.
Gönlün bunlara bağlı olmaması lâzımdır. Nübüvvet yolunda âhıreti unutmak lâzım değildir. Tasavvuf, îmanı kuvvetlendirmek ve islâmiyete uymakta kolaylık
duymak içindir. Tarîkat ve hakîkat, şeriatin hizmetcileridir. Tarîkat, mahlûkları yok bilmektir. Hakîkat, Allahü teâlâyı var bilmektir. Birincisi, herkesten
kaçıp, bir yere kapanmak demek değildir. Emr-i mâruf, nehy-i münker, cihâd ve sünnetlere uymaktır. (Mektûbât)dan tercüme burada tamam oldu.


Hiçbir islâm âlimi benim kerâmetim var, dilediklerinize kavuştururum dememiştir. Kerâmetlerini örtmeye çalışmışlardır. İslâm dînini, Kur'an-ı kerimin ve
hadis-i şeriflerin bilgilerini yaymaya uğraşmışlardır. Kitabın müellifi, sapıkların, münâfıkların, zındıkların yanlış, bozuk sözlerini ve câhil müslümanların
bilmiyerek yaptıkları yanlış hareketleri yazarak, islâm âlimlerine, tasavvuf büyüklerine saldırmakta, doğru yoldaki müslümanlara iftirâ etmektedir. Yalanlarına,
âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri de âlet etmek çabasındadır. Bu ise, sapıklığın en aşağı, en iğrenç ve en kötü bir örneğidir. Hiçbir islâm âlimi,
levhil-mahfûzu bilirim dememiştir. Allahü teâlâ, dilediği, sevdiği, seçtiği kuluna, gaybden bilgi verir. Kerâmetler ihsân eder. Fakat bunlar, bu kerâmetleri
kimseye söylemez. Kendileri, istemeden hâsıl olur.


Münâfıkların, fâcirlerin, hak sözü de söyliyecekleri hadis-i şerifte bildirildi. Bu hadis-i şerif, mezhepsizlerin âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler söyliyerek,
müslümanları aldatacaklarını haber vermektedir. Allahü teâlâ, sevdiklerinin duâlarını kabûl edeceğini söz veriyor. Müslümanlar da, Allahü teâlânın bu vaadine
güvenerek, islâmiyete uyan, Resûlullahın izinde giden, islâm âlimlerinin duâlarının kabûl olacağına inanıyorlar. Bu mübârek insanlara, kendilerine duâ
ve şefaat etmeleri için yalvarıyorlar.


Fâtiha sûresinde, (Yalnız Allahdan yardım isteriz) dememiz emrolundu. Bu âyet-i kerime gösteriyor ki, Allahü teâlâdan başka hiçbir mahlûk, hiçbirşey yaratamaz.
Allahdan başkasından birşey yapmasını istiyen, müşrik olur. Kitabın müellifi, insanları ölü ve diri olarak ikiye ayırıyor. Ölüden ve uzakta olandan birşey
istiyen müşrik olur. Yanında bulunan diriden maddî yardım istemek câizdir diyor. Böylece, Fâtiha sûresine karşı gelmektedir. Kur'an-ı kerimi değiştirmektedir.
Çünkü, bu âyet-i kerime, yanında bulunan diriden de birşey yapması istenilemiyeceğini, Allahdan başka kimsenin birşey yaratamıyacağını bildirmektedir.
Bunun için, böyle söyliyenlerin müşrik olmaları lâzım gelmektedir.


Hâlbuki, herşeyi yaratan, yapan yalnız Allahü teâlâdır. Fakat Allahü teâlâ, herşeyi bir sebep ile yaratmaktadır. Böyle olduğunu âyet-i kerimeler, hadis-i
şerifler ve günlük olaylar açıkça gösteriyor. Câhiller de, âlimler gibi, böyle olduğunu bilmektedir. Bunun için, dünya hayatına (Âlem-i esbâb) denilmiştir.
Birşeye kavuşmak için, o şeyin yaratılmasına sebep olan işi yapmak lâzımdır. Birşeyin sebebine yapışmak, Fâtiha sûresine karşı gelmek olmaz. Hadis-i şeriflerde,
(Herşeye kavuşmak için yol vardır. Cennetin yolu ilimdir) ve (Mağfirete kavuşmanın sebebi, müslümanı sevindirmektir) ve (Mağfirete kavuşturan sebeplerden
biri, aç olan müslümanı doyurmaktır) ve (Biz müşrikten yardım istemeyiz) ve (İlm öğretmek, büyük günahların afvına sebebdir) ve (Her hastalığın ilâcı vardır)
ve (Hâfızasını kuvvetlendirmek istiyen, bal yisin!) ve (Şarap içmek kötülüklere sebebdir) buyuruluyor. Hadis-i şerifler, Allahü teâlânın, herşeyi sebepler
ile yarattığını göstermektedir. Allahü teâlâ, Kehf sûresinde, (Zülkarneyne herşeyin sebebini öğrettim) buyurdu.


Mukaddemede bildirdiğimiz gibi, canlı, cânsız, yakın, uzak, herşey, bir olaya, bir reaksiyona sebebdirler. Cansızların ve hayvanların bir kimseye faydalı
sebep olmaları için, o kimsenin bunları akla uygun olarak kullanması lâzımdır. İnsanın birşeye sebep olması için, önce sebep olmayı kabûl etmesi, sonra
bir iş yapması veya duâ etmesi lâzımdır. İnsanın birşeye sebep olmayı kabûl etmesi de, buna lüzûm olduğunu kendiliğinden anlaması ile veya kendisinden
taleb edilmesi ile olur. Kitabın yazarı, cânsızların ve hayvanların, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olacaklarına, Ehl-i sünnet olan müslümanlar gibi
inanıyor. Bu sebeplere yapışmaya şirk demiyor. Bu sebeplerden beklenen şeyleri Allahü teâlânın yaratacağına inanıyor. Diri ve yanında bulunan insanın yardım
talebini işittiği zaman, bunun duâ ile yardım edeceğine de inanıyor. Uzakta olanın ve ölülerin ise, hem işitmelerine, hem de duâ ile yardım edeceklerine
inanmıyor.


Görülüyor ki, vehhâbî yazar, Ehl-i sünnet gibi, sebeplerin yaratıcı olmadıklarına inanmaktadır. Böylece müşrik olmaktan kurtulmaktadır. Fakat uzakta bulunanın
ve ölünün duyduklarına ve ölünün duâ edeceğine ve duâlarının kabûl olacağına inanmadığı için, Ehl-i sünnetten ayrılıyor. Ehl-i sünnete, bunlara inandıkları
için müşrik diyor. Uzakta olanların ve ölülerin işittiklerini ve sâlihlerin duâlarının kabûl olacağını yirmidördüncü maddede isbât ettik. Hadis-i şeriflerde,
(Din kardeşine arkasından yapılan duâ red olmaz) ve (Mazlumun duâsı kabûl olur) ve (Ümmetimin günah işlemiyen gençlerinin duâları kabûl olur) ve (Babanın
oğluna duâsı, Peygamberin ümmetine duâsı gibidir) ve (Duâ belâyı def' eder) buyuruldu. Yukarıdaki hadis-i şeriflerin hepsi, (Künûz-üd-dekâık) kitabından
alındı.


(Tenbîh-ül-gâfilîn) kitabındaki hadis-i şeriflerde, (Bir müslüman duâ edince, elbet kabûl olur) ve (Bir lokma haram yiyenin kırk gün duâsı kabûl olmaz)
buyuruldu. (Bostan)daki hadis-i şerifte, (Bismillâhillezî lâ yedurru me'asmihi şey'ün fil erdı ve lâ fisemâi ve huves-semî'ul alîm duâsını sabah, üç kere
okuyan kimse, akşama kadar, akşam okuyan da, sabaha kadar belâdan kurtulur) buyuruldu. Bu hadis-i şerifler, Sâlihlerin, Velîlerin duâlarının kabûl olacağını
göstermektedir. Kitabın müellifi, baştan başa her yerinde, buna saldırıyor. Allahü teâlânın sevdiklerine yalvarmaya şirk diyor. Allahü teâlânın sevdiklerine
yalvarmak, bunların sebep olmalarını istemek, Allahü teâlânın düşmanı olan putlara yalvarmaya, putların yaratmalarını istemeye benzetilebilir mi? Hak ile
bâtıl birbirlerine karıştırılır mı? Allahü teâlâ, vehhâbîlere ve bütün mezhepsizlere akıl versin, insâf versin, doğru yola getirsin! Müslümanları bu felaketten
kurtarsın!


Bu felaketi ortaya çıkaran kimse, islâm dîninde büyük bir yara açtı. Şimdi, câhiller, islâm memleketlerine zehir saçıyorlar. Müslümanların, bunlara aldanmamaları
için, islâmiyeti, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından doğru olarak öğrenmeleri lâzımdır. İslâmiyeti doğru olarak öğrenenler, vehhâbîlerin yalanlarına,
yaldızlı yazılarına aldanmazlar. Onların sapık, bölücü olduklarını, müslümanları bölmeye çalıştıklarını anlarlar. Vehhâbîliğin kurucusu, Muhammed bin Abdülvehhâb,
genç yaşında iken, Basrada, Hempher isminde bir ingiliz câsûsunun tuzağına düştü. İslâmın doğru îmanından, temiz ahlâkından ayrıldı. İngilizlerin (İslâmiyeti
yok etmek) çalışmalarına âlet oldu. Câsûsun yazdırdığı bozuk şeyleri, (Vehhâbîlik) ismi ile neşreyledi. (İngiliz câsûsunun itirafları) kitabımızda, vehhâbîliğin
kuruluşu uzun anlatılmaktadır. Mehdî (Deccâl)ı öldürdükten sonra, Mekkeye, Medîneye giderek, binlerle vehhâbî din adamını kılınçtan geçireceği hadis-i
şerifte açıkça bildirilmektedir. İmâm-ı Rabbânî, bu hadis-i şerifi (Mektûbât)da uzun açıklamaktadır. Bunlar, Ehl-i sünnete, doğru yoldaki müslümanlara
saldıracakları yerde, kâfirlere ve sapık fırkalara saldırsalardı, islâmiyete hizmet etmiş olurlardı. Ne yazık ki, islâmiyeti yıkanlara, islâmiyete hizmet
etmek nasip olmuyor.


Büyük islâm âlimi imam-ı Kastalânînin [Ahmed Kastalânî 923 [m. 1517] de Mısrda vefât etti.] (Mevâhib-i ledünniyye) kitabının tercümesi, beşyüzonbirinci
sayfasında diyor ki: Allahü teâlânın bu ümmete ikrâm ettiği kerâmetlerden birisi, bu ümmet arasında Kutblar, Evtâd ve Nücebâ ve Ebdâl vardır. Enes bin
Mâlik buyurdu ki, (Ebdâl) kırk kişidir. İmâm-ı Taberânînin (Evsat) kitabında bildirdiği hadis-i şerifte buyuruyor ki, (Yeryüzünde, her zaman kırk kişi
bulunur. Herbiri, İbrâhîm aleyhisselâm gibi bereketlidir. Bunların bereketi ile yağmur yağar. Biri ölünce, Allahü teâlâ, onun yerine başkasını getirir).
İbni Adî buyuruyor ki, (Ebdâl, kırk kişidir). İmâm-ı Ahmedin bildirdiği hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Bu ümmette, her zaman otuz kimse bulunur. Herbiri,
İbrâhîm aleyhisselâm gibi bereketlidir). Ebû Nu'aymın (Hilye) kitabında bildirdiği hadis-i şerifte, (Ümmetim içinde, her yüz senede iyiler bulunur. Bunlar
beşyüz kişidir. Kırkı ebdâldir. Bunlar, her memlekette bulunurlar) buyuruldu. Bunları bildiren, daha nice hadis-i şerifler vardır. Yine (Hilye) kitabında,
Ebû Nu'aymın merfû' olarak bildirdiği hadis-i şerifte, (Ümmetim arasında her zaman kırk kişi bulunur. Bunların kalbleri, İbrâhîm aleyhisselâmın kalbi gibidir.
Allahü teâlâ, onların sebebi ile, kullarından belâları giderir. Bunlara ebdâl denir. Bunlar, bu dereceye namaz ile, oruç ile ve zekât ile yetişmediler)
buyuruldu. İbni Mes'ûd sordu ki, yâ Resûlallah! Ne ile bu dereceye vardılar? (Cömerdlikle ve müslümanlara nasihat etmekle yetiştiler) buyurdu. Bir hadis-i
şerifte, (Ümmetim içinde ebdâl olanlar hiçbirşeye lânet etmezler) buyuruldu. Hâtib-i Bağdâdî [Ahmed Hatîb Bağdâdî 463 [m. 1071] de vefât etti.] (Tarih-i
Bağdat) kitabında, (Nükabâ) üç yüz kişidir. (Nücebâ) yetmiş kişidir. (Büdelâ) kırk kişidir. (Ahyâr) yedi kişidir. (Amed) dörttür. (Gavs) birdir. İnsanlara
birşey lâzım olsa, önce Nükabâ duâ eder. Kabûl olmazsa, Nücebâ duâ eder. Yine kabûl olmazsa, Ebdâl, daha sonra Ahyâr, sonra Amed duâ ederler. Kabûl olmazsa
Gavs duâ eder. Bunun duâsı elbet kabûl olur, dedi.


Görülüyor ki yazar, hadis-i şeriflerde bildirilen tasavvuf bilgilerini inkâr ediyor. Sonra, biz âyetlere, hadislere uyuyoruz diyerek, müslümanları aldatıyor.


Kerâmetleri inkâr etmek, islâmiyetten haberi olmamağı ve çok câhil olmayı açıkça göstermektedir. Eshâb-ı kirâm hiç kerâmet göstermedi demek de, alçakça
ve çok çirkin bir yalandır. Eshâb-ı kirâmdan herbirinin yüzlerce kerâmetlerini kıymetli kitaplar yazmaktadır. Yûsüf-i Nebhânînin (Câmi'-ul-kerâmât) kitabında
ellidört Sahâbînin kerâmetleri, vesikaları ile birlikte arabî yazılıdır. Bunlardan birkaçını bildirelim:


(Câmi'ul-kerâmât)ın doksanüçüncü ve (Kısas-ı enbiyâ) kitabının beşyüzseksendokuzuncu sayfalarında diyor ki, hicretin yirmiüçüncü senesinde, Sâriye adındaki
kumandan Nehâvendde bir ovada savaşa tutuşmuştu. Îrânlılar, müslümanları sarmak üzere idi. O zaman, Hz. Ömer, Medîne-i münevverede, minber üzerinde hutbe
okuyordu. Allahü teâlâ, ona, o ânda ordunun durumunu gösterdi. Hutbe arasında (Ey Sâriye dağa, dağa!) dedi. Halîfenin sesini, Sâriye işitti. Dağa arka
verdiler. Ovaya hücûm ederek düşmanı bozguna uğrattılar. Bu kerâmet, (Şevâhid-ün-nübüvve) kitabında uzun anlatılmaktadır. (İrşâd-üt-tâlibîn) kitabında
da vardır. Beyhekînin ibni Ömerden haber verdiği burada yazılıdır.


Muhammed Mâsum Fârûkî, (Mektûbât) kitabının üçüncü cildi ondokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki, Osman halîfe iken, Enes bin Mâlik yanına geldi. Yolda bir
kadın görmüştü. Hz. Osman, buna bakınca, (gözlerinde zinâ eseri anlaşılıyor) buyurdu. Bu da, Hz. Osmanın kerâmetlerinden biri idi. (Câmi'-ul-kerâmât)da
da yazılıdır.


Molla Câmî, (Şevâhid-ün-nübüvve)de buyuruyor ki, imam-ı Ahmed bin Hanbelden sordular. Eshâb-ı kirâm çok kerâmet göstermedi. Onlardan sonra gelenlerde çok
kerâmet göründü. Bunun sebebi nedir? Cevabında buyurdu ki, Eshâb-ı kirâmın îmanları çok kuvvetli olduğundan, îmanı kuvvetlendirmek için, bunlara kerâmet
verilmesine lüzûm yoktu. Sonra gelenlerin îmanları öyle kuvvetli olmadığından, bunlara verildi.


(Şevâhid-ün-nübüvve)de diyor ki, Ebû Bekr vefât edeceği zaman, çocuklarını Hz. Âişeye ısmarladı. Bir oğlum ile iki kızım sana emânet dedi. Hâlbuki, Hz.
Âişeden başka, yalnız Esmâ adında bir kızı vardı. Benim bir kızkardeşim var diye sorunca, refîkam hâmiledir. Kızı olacak sanırım buyurdu. Hz. Ebû Bekr
vefât ettikten sonra, dediği gibi, bir kızı oldu.


(Şevâhid-ün-nübüvve)de diyor ki, Ali vefât edeceği zaman Hüseyne buyurdu ki, benim tabutumu (Arneyn) denilen yere götürünüz. Orada, beyaz bir kaya görürsünüz.
Her yere ışık saçmaktadır. Orayı kazıp, beni defnediniz. Öyle yaptılar. Dediği gibi buldular.


(Şevâhid-ün-nübüvve)de diyor ki, Hz. Hasen, Abdüllah bin Zübeyr [Abdüllah bin Zübeyr 73 [m. 692] de şehit edildi.] ile yola çıkmıştı. Bir hurmalıkta dinlendiler.
Ağaçlar kurumuştu. Abdüllah bin Zübeyr, ağaçta hurma olsaydı, iyi olurdu dedi. Hz. Hasen, duâ etti. Bir ağaç hemen yeşerip hurma ile doldu. Bu bir sihirdir
denildi. Hasen, hayır, Resûlullahın torununun duâsı ile cenâb-ı Hak yaratmıştır, buyurdu.


Yine (Şevâhid-ün-nübüvve)de diyor ki, Ali Zeynel'âbidîn bin Hüseyn çoluk çocuğu ile kırda yemek yiyorlardı. Bir ceylân yakınlarında durdu. Ey âhû! Ben Zeynel'âbidîn
Ali bin Hüseyn bin Ali, anam Fâtıma bint-i Resûldür. Gel, sen de yi dedi. Ceylân gelip yidi ve gitti. Sofradaki çocuklar, yine çağır diyerek yalvardılar.
Birşey yapmazsanız çağırırım buyurdu. Yapmayız dediler. Yine çağırdı. Geldi, yidi. Bir çocuk elini hayvanın sırtına sürdü. Ürküp kaçtı.


Muhammed bin Hanefiyye, Ali bin Hüseyne ben senin amcan ve yaşça büyüküm. Halîfeliği bana bırak dedi. (Hacer-ül-esved)den soralım dedi. Muhammed sordu.
Taştan ses çıkmadı. Ali bin Hüseyn, ellerini kaldırıp duâ etti. Sonra, ey taş! Halîfelik kimin hakkı olduğunu Allah hakkı için söyle dedi. Hacer-ül esved
taşı titredi ve hilâfet Ali bin Hüseynin hakkıdır sesi işitildi.


İmâm-ı Ali Rıza, bir duvar yanında oturuyordu. Önüne bir kuş gelip ötmeye başladı. İmâm hazretleri, yanında oturana bu kuş ne diyor anlıyor musun dedi.
Hayır, Allah ve Resûlü ve Resûlünün torunu bilir dedi. Yuvama yılan yaklaştı. Gelip yavrularımı yiyecek. Bizi bu düşmandan kurtar diyor. Kuş ile git! Yılanı
bul, öldür buyurdu. Gitti, buyurduğu gibi buldu. [İmâm-ı Ali Rıza oniki İmâmın sekizincisi olup, 203 [m. 818] senesinde Tus yâni Meşhed şehrinde vefât
etmiştir.]


Abdüllah ibni Ömer yolculuk yapıyordu. Yolda, bir topluluk gördü. Sebebini sordu. Yolda bir arslan varmış. Kimse ileriye gidemiyor dediler. Gitti. Arslanın
yanına vardı. Sırtını okşayıp, yoldan uzaklaştırdı.


Resûlullahın âzâd etmiş olduğu kölelerinden Sefîne diyor ki, deniz yolcusu idim. Fırtına çıktı. Gemi battı. Bir tahta üstünde kaldım. Dalgalar, beni sâhile
götürdü. Bir orman içine düştüm. Karşıma bir arslan çıktı. Ey arslan! Ben, Resûlullahın Sahâbîsiyim dedim. Boynunu büktü. Bana sürtündü. Yol gösterdi.
Ayrılırken mırıldandı. Vedâ' ettiğini anladım.


Eyyûb-i Sahtiyânî, [Eyyûb-i Sahtiyânî 131 [m. 748] de Basrada vefât etti.] bir arkadaşı ile çölde kalmıştı. Arkadaşının susuzluktan dili sarkıyordu. Derdin
mi var dedi. Susuzluktan ölmek üzereyim dedi. Kimseye söylemezsen sana su bulayım dedi. Söylemem diye yemin etti. Ayağını yere vurunca, su belirdi, içtiler.
Eyyûb ölünciye kadar arkadaşı bunu kimseye söylemedi.


Görülüyor ki, Allahü teâlâ, sevdiği kullarına kerâmetler ihsân etmektedir. Velîler, kerâmetlerini saklarlar. Kimsenin duymasını istemezler.


Hâmid-i Tavîl diyor ki, Sâbit Benânîyi kabre koyup örterken bir tuğla düştü. Sâbit Benânînin kabirde namaz kıldığını gördük. Kızına sorduk. Babam elli sene
hep gece namaz kılar ve seher vakitleri duâ ederek, yâ Rabbî! Peygamberlerden başka kullarına kabirde namaz kılmak nasip ettin ise, bana da nasip et derdi,
dedi.


Habîb-i Acemiyi Terviye günü Basrada, ertesi arefe günü Arafâtta görürlerdi. [Habîb-i Acemi, Hasen-i Basrînin talebesidir. 120 [m. 737] de vefât etti.]


Fudayl bin İyâd [Fudayl 187 [m. 803] de Mekkede vefât etti.] diyor ki, gözleri kör biri, Abdüllah bin Mübârek hazretlerine gelip, gözlerinin açılması için
duâ etmesini istedi. Abdüllah, uzun duâ etti. Gözleri hemen açıldı. Gözleri açılmış görenler çok idi. [Abdüllah bin Mübârek, İmâm-ı a'zamın talebesidir.
181 [m. 797] de vefât etti.]


(Şevâhid-ün-nübüvve) kitabından aldığımız yukarıda yazılı, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin kerâmetleri mezhepsizlerin yalan söylediklerini ortaya koymaktadır.
Eshâb ve Tâbiîn hiç kerâmet göstermediler diyerek, müslümanları aldatmak istiyorlar. [(Şevâhid-ün-nübüvve) kitabını Nûrüddîn Câmî yazmış, 898 [m. 1492]
de, Hirâtta vefât etmiştir.]


Ehî-zade Abdülhalîm 1013 [m. 1604] de vefât etmiştir. (Riyâdüssâdât fî-isbât-il-kerâmât) kitabında, Evliyânın vefâttan sonra da kerâmetleri olduğunu isbât
etmektedir.


19- Evliyâ kerâmet satarmış. Velî ile zındıkları karıştırıyor. Buna Muhamme Ma'sûm hazretlerinden cevâb verildi.


19 - Kitabın üçyüzüncü sayfasında, (Kerâmet, Allahü teâlânın müttekî olan müminlere ihsân ettiği bir şeydir. Duâ veya ibâdet edince ihsân eder. Velînin
dileği ve gücü ile olmaz. Ben Velîyim, gaybleri bilirim diye ortaya çıkanlar, Velî değildir, şeytandırlar) diyor.


Kitabın müellifi, burada doğruyu inkâr edememektedir. Fakat, Evliyânın kerâmet sattığını söylemesi yalandır. Evliyâyı ve tasavvufu inkâr etmek için, yalan
söylemekten çekinmemektedir. Evliyâlığı ve kerâmeti bilmediği için, zındıkların, dinsizlerin bozuk, iğrenç sözlerini tasavvuf büyüklerine bulaştırıyor.
Bakınız, tasavvuf büyükleri, evliyâlığı ve kerâmeti, nasıl açıklamışlardır. Büyük islâm âlimi, Evliyânın önderi, Muhammed Mâsum (Mektûbât) kitabının birinci
cildi, ellinci mektûbunda buyuruyor ki:


Allahü teâlâyı tanımak, keşf ve kerâmet sahibi olmaktan daha kıymetlidir. Çünkü, Allahü teâlâya ârif olmak, Onun zâtındaki ve sıfatlarındaki gizli bilgileri
anlamak demektir. Hârika ve kerâmet ise, mahlûkların gizli bilgilerini anlamaktır. Allahü teâlâyı tanıyıp marifet hâsıl etmek ile, hârika, kerâmet arasındaki
fark, Hâlık ile mahlûk arasındaki fark gibidir. Marifet, Allahü teâlâyı tanımaktır. Hârika ve kerâmet ise, mahlûkları tanımaktır. Doğru olan marifetler,
îmanı arttırır, olgunlaştırır. Hârika ve kerâmet, böyle değildir. İnsanın yükselmesi, kerâmete bağlı değildir. Şu kadar var ki, Allahü teâlânın çok sevdiği
kullarından birçoğunda kerâmet hâsıl olmuştur. Evliyânın birbirlerinden üstünlükleri, Allahü teâlâya olan mânevi kurbları, marifetleri ile ölçülür. Kerâmetleri
ile ölçülmez. Hârikalar, kerâmetler, marifetten daha kıymetli olsalardı, Cûkıyye ve Berehmen denilen Hind papazlarının, Evliyâdan daha üstün olmaları lâzım
gelirdi. Çünkü onlar, riyâzet çekerek nefsin isteklerini yapmıyorlar. Böylece, kendilerinden hârika hâsıl oluyor. Evliyâda ise, kurb, marifet hâsıl olmuştur.
Hârika hâsıl olmasını istemezler. Allahü teâlâyı tanımak varken, mahlûkları tanımak istemezler. Hârika ve kerâmet, açlıkla ve riyâzet ile, her alçak kimsede
hâsıl olabilir. Bunun Allahü teâlâya karîb olmakla, tanımakla bir ilgisi yoktur. Keşf ve kerâmet istemek, mahlûklarla uğraşmak demektir.


İnsanın kemâli, yüksekliği, fenaya kavuşmak, her şeyi gönülden çıkarmaktır. İbâdetleri yapmak, tasavvuf yolunda yürümek ve nefse riyâzet çektirmek, insanın
kendi hiçliğini anlaması ve varlığın ve varlık sıfatlarının yalnız Allahü teâlâya mahsûs olduğunu anlaması içindir. Bir kimse, kerâmet göstererek, herkesi
yanına toplamak, böylece başkalarından daha üstün tanınmak isterse, kibir yapmış, kendini beğenmiş olur. İbâdetlerin, seyr ve sülûkün ve riyâzet çekmenin
faydalarından mahrum olur. Allahü teâlânın marifetine kavuşamaz. Tasavvuf büyüklerinden Şihâbüddîn-i Sühreverdî (Avârif-ül-me'ârif) kitabında buyuruyor
ki, kerâmetler, kalbin Allahü teâlâyı zikretmesi yanında hiç kalır. [Şihâbüddîn Sühreverdî, Abdülkâdir Geylânînin talebesidir. 632 [m. 1234] de Bağdâdda
vefât etti.] Şeyh-ul-islâm Abdüllah-i Hirevî buyuruyor ki, marifet sahibi olanların firâseti, yâni kerâmeti, Allahü teâlânın marifetine kavuşmaya elverişli
olup olmıyan kalbleri birbirlerinden ayırabilmektir. Açlık ve riyâzet çekenlerin firâseti ise, mahlûkların gizli şeylerini haber vermektir. Bunlar, Allahü
teâlânın marifetine kavuşamazlar. Marifet sahibi olan Evliyâ hep Allahü teâlâdan sözederler. İnsanlar, mahlûkların gizli şeylerini haber verenleri Velî
sanırlar.


[Nitekim, kitabın müellifi de, Evliyâ deyince, böyle kimseleri düşünmekte, bu aşağı kimseleri örnek vererek, islâm âlimlerini, tasavvuf büyüklerini kötülemektedir.]


Evliyâ-yı kiramın Allahü teâlânın marifetlerinden söylediklerine inanmazlar. Bunlar Velî olsalardı, mahlûkların gizli şeylerini bilirlerdi. Mahlûkların
gizli şeylerini bilemiyen, Allahı hiç bilemez derler. Bu bozuk düşünce ile, Evliyâya inanmazlar. Allahü teâlâ, Evliyâsını çok sevdiği için, bunları mahlûklarla
uğraşmaya bırakmaz. Mahlûkları bunların hâtırlarına bile getirmez. Allah adamları, mahlûklara düşkün olanları beğenmedikleri gibi, mahlûklara düşkün olanlar
da, Allah adamlarını tanıyamaz ve beğenmezler. Allah adamları, mahlûkların gizli şeylerini düşünürlerse, başkalarından daha iyi anlar.


Riyâzet çekenlerin ve mücâhede yapanların firâsetleri kıymetsiz olduğu için, müslümanlarda, yahudilerde, hıristiyanlarda ve her çeşit insanda hâsıl olabilir.
Yalnız Allah adamları için değildir. Şeyh-ul islâm Hirevînin sözü burada tamam oldu. [Abdüllah-i Ensârî, 481 [m. 1088] de Hirâtta vefât etti.]


Allahü teâlâ, faydalı olacağı zaman, Evliyâsının hârika göstermesini diler. Marifetleri işiten kötü kimselerin, bunları söyliyerek, kendilerini Evliyâ imiş
gibi göstermeleri, bu marifetleri lekeliyemez. Cevher çöplüğe düşerse, kıymetten düşmez.


Tasavvuf yolunda Rehber lâzımdır. Feyz Rehber vâsıtası ile gelir. Rehber doğru değilse, yol bulunamaz. Eshâb-ı kirâm Resûlullahın sohbeti bereketi ile,
tasavvufun yüksek derecelerine vardılar. Ellinci mektûbdan tercüme tamam oldu.


Ellibirinci mektûbda buyuruyor ki, (Zâriyât) sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (Cinni ve insanları bana ibâdet etmeleri için yarattım) buyuruldu. Tasavvuf
büyüklerinden birkaçı, bu âyet-i kerimeden (Beni tanımaları için yarattım) anlamışlardır. İyi düşünülürse, iki anlayış da birdir. Çünkü, ibâdetlerin en
iyisi, zikir yapmaktır. Zikrin en yüksek derecesi, zikrolunanı düşünmekten, kendini unutmaktır. Bu ise, marifet demektir. Görülüyor ki, ibâdetin en yüksek
derecesinde marifet hâsıl olmaktadır. Âyet-i kerimede, nefis ve şeytan karışmadan, ihlâs ile ibâdet yapılması emrolunmaktadır. Bu da, fenaya kavuşmadan
ve marifetsiz yapılamaz. Görülüyor ki, marifetsiz ibâdet hâlis olamaz.


İmâm-ı rabbânî, müceddid-i elf-i sânî, Ahmed Fârûkî Serhendî (Mektûbât)ın ikinci cildinin doksan ikinci mektûbunda buyuruyor ki: Velînin [yâni, Allahü teâlânın
râzı olduğu, sevdiği kimsenin] kerâmet göstermesi şart değildir. Âlimlerin hârika ve kerâmet göstermeleri lâzım olmadığı gibi, Evliyânın da, kerâmet ve
hârika göstermeleri lâzım değildir. Çünkü, evliyâlık, (Kurb-i ilâhî) demektir. [Yâni, Allahü teâlâya yaklaşmak, Ona ârif olmak, Onu tanımak demektir. İkiyüzaltmışaltıncı
mektûbda diyor ki, (Zâriyât) sûresinde, (Cinni ve insanları, bana ibâdet etmeleri için yarattım) meâlindeki âyet-i kerime, bana ârif olmaları için yarattım
demektir. Görülüyor ki, insanın ve cinnin yaratılmaları, Allahü teâlâya marifet hâsıl etmeleri içindir. Onu tanımakla kemâl bulmaları içindir.]


Bir insana kurb-ı ilâhî ihsân olunur. Fakat hiç kerâmet verilmez. Meselâ, gayb olan şeyleri bilmez. Bir başkasına, hem kurb, hem de kerâmet verilir. Bir
üçüncüye ise, kurb verilmeyip, yalnız hârika şeyler, gayblardan haber vermek ihsân olunur. Bu üçüncü kimse, Velî değildir. İstidrâc sahibidir. Nefsinin
cilâlanması, gaybleri bilmesine sebep olmuş, dalâlete düşmüş, hak yoldan ayrılmıştır. Birinci ve ikinci kimseler, kurb nîmetine kavuşmakla şereflenerek,
Evliyâ olmuşlardır. Evliyânın birbirlerinden yükseklikleri, kurblarının derecesi ile ölçülür.


Muhammed Mâsum-ı Fârûkî 1079 [m. 1668] senesinde, Hindistânın Serhend şehrinde vefât etti. (Mektûbât)ının ikinci cildinin yüzkırkıncı mektûbunda buyuruyor
ki: (Hadis-i kudsîde, (Evliyâmdan birine düşmanlık eden, benimle harp etmiş olur. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında bana en sevgili olanları, ona
farz ettiğim şeylerdir. Kulum nâfile ibâdetleri yapmakla bana o kadar yaklaşır ki, onu çok severim. Onu sevince, onun duyan kulağı, gören gözü ve tutan
eli ve yürüyen ayağı olurum. Her istediğini veririm. Benden yardım isteyince, imdâdına yetişirim) buyuruldu. [Bu hadis-i kudsî (Hadîka)nın yüzseksenikinci
sayfasında de yazılıdır ve (Buhârîyi şerif) de mevcut olduğunu bildirmekte ve (Burada zikrolunan nâfileler, farzlarla berâber yapılan nâfilelerdir. Bu
kulumun gözüne, kulağına, eline, ayağına öyle kuvvet veririm ki, başkalarının yapamadıklarını ihsân ederim demektir) buyurmaktadır. Bu ihsâna kavuşabilmek
için, Ehl-i sünnet îtikatında olmak ve ibâdetleri şartlarına uygun olarak ve ihlâs ile yapmak lâzımdır. Bu doğru îtikat ve ibâdetlerin şartları ve ihlâs
da, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin sohbetlerinden ve kitaplarından elde edilir. Hulâsa, insanı Allahü teâlânın rızasına kavuşturan (Vesîle), Ehl-i sünnet
âlimleridir. Bu âlimlere (Mürşid) ve (Velî) denir. Bu vesîleyi, yâni mürşidi arayıp bulmamızı Allahü teâlâ Mâide sûresinde emretmektedir.] Farzların kurb
hâsıl etmeleri için ve terakkî ettirmeleri için, âmâl-i mukarribînden olmaları lâzımdır. Bunun için de mürşidlerin bildirdikleri nâfile ibâdetleri yapmak
şarttır. Namaz için, önce abdest almak lâzım olduğu gibi, farzların da kurb hâsıl etmeleri için, önce tasavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır. Kalb ve ruh,
tasavvuf [mütehassıslarının, yâni Rehberin bildirdiği vazîfeyi yapmak] ile temizlenmedikce, farzların kurbuna kavuşulamayıp, Velî olmak şerefi hâsıl olamaz.)


Hadis-i şerifte, (Unutulmuş bir sünnetimi ihyâ edene yüz şehit sevabı vardır) buyuruldu. Unutulmuş sünneti ihyâ etmek, yâ onu yapmakla olur. Yâhut, hem
yapmak, hem de başkalarına öğreterek, onların da yapmalarına sebep olmakla olur. İslâmiyeti ihyâ etmenin bu ikinci şekli, âlâ şeklidir. Umûmî olan birinci
şekilden daha kıymetlidir. [Sünneti âlâ şekilde ihyâ edenlere, yâni Ehl-i sünnet îtikatını, farzları, haramları, sünnetleri, mekruhları, kısacası (İlmihâl)
kitaplarını yazanlara, yayanlara ve bunlara para yardımı yapanlara ve kendileri de bunlara tâbi olanlara müjdeler olsun!]


Allahü teâlânın rızasına kavuşmak ve kurb derecelerinde ilerlemek, ancak sünnete [yâni Resûlullahın yoluna] yapışmakla olur. Âl-i İmrân sûresinin otuzbirinci
âyeti olan, (Onlara de ki, Allahı seviyorsanız, bana tâbi olunuz! Allah da sizi sever) meâlindeki emr, bu sözümün vesikasıdır. [Hadis-i şerifteki sünnet
kelimesinin islâmiyet, yâni bütün ahkâm-ı islâmiyye demek olduğunu bu âyet-i kerime açıkça göstermektedir.]


Bid'atten çok sakınmalıdır. Bid'at sahibi ile arkadaşlık etmemeli, onunla görüşmemelidir. [Yâni îtikadı bozuk olan müslümanlarla, mezhepsizlerle ve bid'at
işliyenlerle konuşmamalıdır. Meselâ, sakalı bir tutamdan kısa yaparak, sakal bırakmak sünnetini yerine getirdiğini söylemek, bid'attir. Çünkü, (sakalı
çok uzatmak) emrolundu. Bu emrin, bir tutamdan kısa yapmayınız demek olduğu (Berîka)da ve başka kitaplarda yazılıdır. Bir tutam demek, sakalı alt dudak
kenârından avuçlayıp, avuçtan taşan fazlasını kesmektir. Bid'at, emrolunmıyan şeyi veya emri değiştirerek, ibâdet olarak yapmak demektir. Emri yapmamak,
bid'at olmaz. Fısk, günah olur. Fâsık, ibâdet yaptığına değil, suçlu olduğuna inanmaktadır. Özrsüz sakal kazımak, bid'at değildir, fısktır, suçtur. Özr
ile kazımak, fısk da değildir. Bid'at işlemek, en kötü fısktır. Adam öldürmekten de daha büyük günahtır. Hoparlör ile ibâdet yapmak, çalgı ile, ney ile
Kur'an, salevât ve ilâhî okumak ve böyle zikir yapmak da bid'attir. Bazı bid'atler, küfre sebep olurlar. Bid'at işliyen ve başkalarının işlemesine sebep
olan kimseyi din adamı sanmamalı, ona birşey sormamalı, onun din kitaplarını okumamalıdır.]


Hadis-i şerifte, (Bid'at sahipleri, Cehennemdekilerin köpekleridir) buyuruldu.


Muhammed Mâsum-i Fârûkî ikinci cildin yüzonüçüncü mektûbunda buyuruyor ki: Kalb ile yapılacak vazîfeler beş çeşittir: Birincisi, Allahü teâlânın ismini
zikretmektir. İnsanın yüreğinde kalb [gönül] denilen bir latîfe vardır. [Latîfe, maddesi olmıyan, cism olmıyan şey demektir. Ruh da bir latîfedir.] Sessiz
olarak, hayâl ile kalbde Allah, Allah denir. İkinci vazîfe, yine hayâl yolu ile Kelime-i tevhîdi zikretmektir. Her iki zikirde de hiç ses çıkarılmaz. Üçüncü
vazîfe, (Vukûf-i kalbî)dir. Bu da, hep kalbini düşünüp, Allahdan başka, hiçbir şey hâtırlamamak için dikkatli olmaktır. Kalb denilen latîfe hiç boş kalamaz.
Mahlûkların düşüncelerinden temizlenen kalb, kendiliğinden Allahü teâlâya teveccüh eder. [Boşaltılan bir şişeye havanın kendiliğinden dolması gibidir.]
(Kalbini düşmandan boşalt! Dostu kalbe çağırmaya lüzûm kalmaz) demişlerdir. Dördüncü vazîfe, (Murâkaba)dır. Buna (Cem'ıyyet) ve (Âgâhî) de denir. Allahü
teâlânın, her an, herşeyi gördüğünü, bildiğini hep düşünmektir. Beşinci vazîfe (Râbıta)dır. Resûlullaha tam uyan bir zâtın karşısında olduğunu, onun yüzüne
baktığını düşünmektir. Böyle düşünmek, ona karşı hep edebli olmayı sağlar. Edeb ve sevgi, kalbleri birleştirir. O zâtın kalbinden, kendi kalbine feyz,
bereket akmasına sebep olur. Bu beş vazîfeden en kolayı, en faydalısı râbıtadır. Resûlullaha tâm tâbi olmıyan kimse, kendisine râbıta yaptırırsa, ikisine
de zarar verir.


İmâm-ı Rabbânî, birinci cildin ikiyüzseksenaltıncı mektûbunda buyuruyor ki: Tasavvuf yolunda ilerlemek için, kâmil ve mükemmil, yolu bilen bir Rehberin
teveccühü, rehberlik etmesi lâzımdır. Böyle hakîkî bir Rehber bulmak, çok büyük nîmettir. Ona isti'dâdına uygun olan bir vazîfe verir. İsti'dâdına göre,
hiç vazîfe vermeyip, yalnız sohbetinde bulunmasını kâfî görmesi de câizdir. Onun hâline uygun gördüğünü emreder. Rehberin sohbeti ve teveccühü, diğer vazîfelerden
daha faydalıdır.


Beş vazîfe ve Rehberin sohbeti, Resûlullaha uymağı kolaylaştırmak içindir. İslâmiyete uyulmadıkca, bu vazîfeler ve sohbet fayda vermez.


Yukarıda bildirilen çeşidli mektûblardan anlaşılıyor ki, insanların birinci vazîfesi, Allahü teâlânın kurbuna, yâni marifetine, rızasına, sevgisine kavuşmaktır.
Bunun da tek yolu, Resûlullaha uymak ve bid'atlerden sakınmaktır. Resûlullaha kolay ve doğru uyabilmek için ihlâs lâzımdır. İhlâs ile yapılmıyan ibâdetler
faydalı olmaz. Kabûl edilmez. Kurb nîmetine kavuşturmaz. İhlâs elde etmek de, tasavvuf yolunda çalışmakla nasip olur. Görülüyor ki, tasavvufun bildirdiği
vazîfeleri yapmak, ibâdetlerin ihlâs ile yapılması ve kabûl olması içindir. Makbûl olan ibâdetler de, insanı Allahü teâlânın kurbuna, marifetine, rızasına
kavuşturur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, sohbet ve râbıta vazîfelerini yaparak, ihlâsın en üstün derecesine kavuştular. Onların bir avuç arpa sadaka vermelerinin
kıymeti, başkalarının dağ kadar altın vermelerinden katkat ziyâde oldu. Görülüyor ki, tasavvuf yolu, bid'at değildir. İslâm dîninin temellerinden biridir.
Eshâb-ı kirâm, tasavvuf yolunda bulunan vazîfeleri yapmışlar, bu sâyede, bu ümmetin en üstünleri olmuşlardır.


20- Allah ve mü'minler sana kâfîdir âyetini yanlış aanlatıyor. Buna (Berîka) kitâbından cevâb verildi.


20 - Kitabın üçyüzellidördüncü sayfasında, (Enfâl sûresinin Altmışdördüncü âyetinde, Allah sana ve sana tâbi olanlara yetişir. Ondan başkasına ihtiyacımız
yoktur buyurdu. İbni Kayyım ve İbni Teymiyye böyle olduğunu bildirdiler. Bu âyete, sana, Allah ve sana tâbi olanlar yetişir demek yanlıştır dediler. Allahdan
başka kimse kâfî olamaz. İki âyet önce, seni aldatmak isterlerse, Allah sana elbet kâfîdir. Seni, kendi yardımı ile ve müminlerin yardımları ile kuvvetlendirdi
denildi. Kâfî olmak ile kuvvetlendirmek kelimelerini birbirinden ayırdı. Kâfî olmayı yalnız kendisi için, kuvvetlendirmeyi ise, hem kendisi için, hem de
kulları için kullandı. Müminler de, Allah bize kâfîdir, yetişir derler. Allah ve Peygamber bize kâfîdirler diyen olmamıştır. Yalnız Allah kâfî olur ve
yalnız Ona tevekkül olunur) diyor.


İmâm-ı Beydâvî, tefsîr âlimlerinin baş tâcı olup, 685 [m. 1285] de Tebrîzde vefât etmiştir. Bu büyük âlim, (Bu âyet-i kerime Bedr gazâsında Bîdâ denilen
yerde nâzil oldu. Yâhut, Mekkede otuzüç erkek ve altı kadın îman etmişti. Sonra Hz. Ömer de îman edince, bu âyet-i kerime geldiğini Abdüllah ibni Abbâs
haber verdi) diyerek, âyet-i kerimenin (Allahü teâlâ ve müminler sana kâfîdir) demek olduğunu bildirdi. Hüseynî tefsîri de böyle yazıyor. Celâleyn tefsîri,
müminlerin kâfî olduğunu açıkça bildiriyor. İmâm-ı Rabbânî ikinci cildin doksandokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki, (Peygamberimiz, islâmiyetin, Hz. Ömerin
yardımı ile kuvvetlenmesini ve yayılmasını, Allahü teâlâdan istedi. Hak sübhânehu ve teâlâ, sevgili Peygamberine, Hz. Ömerle yardım eyledi ve Enfâl sûresinde
meâlen, (Ey Peygamberim! Sana Allah ve senin izinde olanlar, yardımcı olarak yetişirler) buyurdu. Abdüllah ibni Abbâs hazretleri, bu âyet-i kerimenin,
Hz. Ömer îmana gelince indiğini haber verdi.)


Muhammed Hâdimî, [Hâdimî 1176 [m. 1762] de Konyada vefât etti.] kitabının binelliüçüncü sayfasında diyor ki, (İmâm-ı Muhammed (Câmi'-us-sagîr) kitabında,
Peygamber hakkı için veya bir Velînin ismi hakkı için diyerek, duâ etmek, tahrîmen mekruhtur buyurdu. (Hidâye) kitabı bunu açıklarken, çünkü, mahlûkların
Allahü teâlâ üzerinde hakları yoktur dedi. Fakat, Allahü teâlânın sevdiği bir kuluna verdiği hakkı düşünerek böyle duâ etmek mekruh değildir denildi. Resûlullah
efendimiz, (Yâ Rabbî! Sana duâ edenlerin hakkı için ve Muhammed aleyhisselâmın hakkı için) diyerek duâ etti. Bezzâziyye fetvâsında da câiz denildi). İşte
bunun gibi herkese, her yerde, her zaman, her işlerinde, yalnız Allahü teâlâ kâfîdir. Ondan başka yardımcı yoktur. Ondan başkasından yardım istemek şirktir.
Fakat, Allahü teâlânın verdiği hakkı düşünerek, duâ etmek câiz olduğu bildirilmiştir. Allahü teâlâ, Peygamberleri, sâlih kulları ve fen adamlarını ve çeşidli
madde ve kuvvetleri, iş, para ve makam sahiplerini, kendi yaratmasına sebep kılmıştır. Bu sebeplere yapışmak ve Allahü teâlânın yaratmasını, bu sebeplere
sarılmaktan beklemek câiz olur. Bunlar, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olarak bize kâfîdir, yetişirler demek iyi olur. Bunun içindir ki, derin tefsîr
âlimleri, yukarıdaki âyet-i kerimeyi (Allahü teâlâ ve yanındaki müminler, sana kâfîdirler) olarak açıklamışlardır.


Vehhâbî kitabının da, üçyüzseksenbirinci sayfasında yazılı, imam-ı Ahmedin ve Müslimin [Müslim 261 [m. 875] de Nişâpûrda vefât etti.] Ebû Hüreyreden bildirdikleri
hadis-i şerifte, (Rubbe eş'asin medfû'un bil-ebvâbi lev akseme alellahi le ebirrehu) buyuruldu. Yâni sözlerine kulak asılmıyan nice kimseler görürsünüz
ki, bunlar, birşey için yemin etseler, Allahü teâlâ bu sevgili kullarının hâtırı için, o şeyi hemen yaratır. Bu hadis-i şerif, tasavvuf ilminin ve Rehber
arayıp onun gönlünü kazanmaya çalışmanın doğru olduğunu gösteren vesikalardan biridir. Bu hadis-i şerife dayanarak, (Berîka) ve (Hadîka) kitaplarında,
söylenilmesi yasak olan altmış sözün yirmiüçüncüsünde diyor ki, (Yâ Rabbî! Şu Peygamberin veya ölü yâhut diri sâlih, Velî, âlim kulunun hürmeti, senin
ona ihsân ettiğin kıymeti hürmetine senden istiyorum) demek câiz, yâni helâl olduğu, (Bezzâziyye) fetvâsında yazılıdır. (Münye) kitabından ve başka eserlerden
anlaşıldığına göre, böyle duâ etmek müstehabdır. Birçok âriflerin talebesine, (Allahü teâlâdan birşey istiyeceğiniz zaman, benden isteyiniz! Allahü teâlâ
ile aranızda, şimdi ben vâsıtayım) dedikleri kıymetli kitaplarında yazılıdır. Ebül-Abbâs-ı Mürsî [Ebül Abbâs Ahmed 686 [m. 1287] de vefât etti.] talebesine,
(Allahü teâlâdan birşey isteyeceğiniz zaman, imam-ı Muhammed Gazâlînin hurmeti için isteyiniz!) buyururdu. Bunlar, birçok kitaplarda ve meselâ (Hadîka)
ve (Hısn-ül-hasîn)de yazılıdır.


21- Mezheb imâmlarına uymak sapıklık imiş.


21 - (Feth-ul-mecîd) kitabının üçyüzseksenbeşinci sayfasında, (Din imamlarının ictihâd yapmaları câizdir. Çıkardıkları hükmleri, delîlleri ile yazarlar.
Bir kimse, eline geçen delîle, yâni âyete ve hadise uymayıp, imamının hükmüne uyarsa, bu kimse sapık olur. İmâm-ı Mâlik ve Ahmed ve Şâfi'î de böyle söyledi)
diyor.


Ehl-i sünnetin bu üç büyük imamı ve hattâ imam-ı a'zam Ebû Hanîfe, bunu müctehid olan derin âlimler için söylediler. Bir müctehid, bir âyet-i kerime ve
hadis-i şerif görünce, bu delîle uyar. Hiçbir müctehidin ve kendinin ictihâdlarına uyamaz. Çünkü, âyetin veya hadisin açıkça bildirdiği bir iş için ictihâd
yapmak câiz değildir.


(Berîka) üçyüzyetmişaltıncı sayfada diyor ki, (Bizler, müctehid değiliz. Bize (Mukallid) denir. Bizim gibi mukallidler için, delîl, senet, fıkh âlimlerinin,
yâni müctehidlerin sözleridir. Bildiğimiz âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler, bunların sözlerine uymaz görünürlerse, onlara değil, bunların sözlerine
uymamız lâzımdır. Bunlar, onları görmemiş veya görmüşler de anlıyamamışlar demek câiz olmaz). Yazar, Ahmed ibni Teymiyyeyi [İbni Teymiyye 728 [m. 1328]
de Şâmda öldü.] ve talebesi ibni Kayyım-ı Cevziyyeyi müctehid biliyor. Âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden bunların anladıklarına uyup, din imamlarımızın
ictihâdlarını beğenmiyor. Hâlbuki, kendisinin de yukarıda bildirdiği gibi, din imamlarımız ictihâd buyurdukları hükmleri bildirirken, dayandıkları âyet-i
kerimeleri ve hadis-i şerifleri birlikte yazmışlardır. Kitabın müellifi, din imamlarına uyan Ehl-i sünneti, Allahü teâlânın kitabını bırakıp da, papalarına,
hahamlarına uyan hıristiyanlara ve yahudilere benzetiyor. Müslümanlara müşrik diyecek kadar alçaklaşıyor. Kendisi, müctehid olmıyan câhillere, Ehl-i sünnet
âlimlerinin büyüklüklerini anlıyamıyanlara uyduğu için, kendisinin dalâlette olduğunu anlıyamamaktadır. Eğer anlıyabilseydi, ne güzel olurdu. İbni Âbidîn,
Tahâreti anlatmaya başlarken diyor ki, (Müctehidlerin delîllerini, senetlerini, mukallidlerin araştırmaları, anlamaları lâzım değildir). Vehhâbî yazar,
buna da inanmıyor. Mu'âz hadisini yazıyor. Hâlbuki, bu hadis-i şerif, onun sapık inanışlarını çürütmektedir. Memleketinin îcâbı olarak arabî dilini iyi
bildiğinden, her sözünü isbât etmek için bir çok âyet-i kerime ve hadis-i şerif yazıyor. Aklı ermediği, mantık ve muhakemesi olmadığı için, vesika sanarak
yazdığı âyet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin, kendi savunmalarının bozuk, çürük olduğunu açığa vurduğunu anlıyamıyor. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin talebesine
karşı (Âyeti, hadisi alınız! Benim sözümü bırakınız) buyurduğunu da yazıyor. Müctehidler için söylenmiş olan bu sözlerin, bizim gibi ve İbni Teymiyye,
İbni Kayyım, Muhammed Abdüh [Abduh 1323 [m. 1905] de Mısrda öldü.] ve Seyyid Kutb [Seyyid Kutb 1386 [m. 1966] da Mısrda öldürüldü.] ve Mevdûdî gibi mukallidler
için de olduğunu sanıyor. Bunların bir mezhep imamının kitaplarını okuyup öğrenmeleri ve mezhep imamına uyarak saadete kavuşmaya çalışmaları lâzımdır.


Üçyüzdoksanüçüncü sayfada, (Münâfıkları Allahü teâlâya ve Resûlüne çağırırsanız, yüzçevirirler, gelmezler), âyet-i kerimesini yazarak, Ehl-i sünneti bu
münâfıklara benzetiyor. (Ehl-i sünnete âyet, hadis gösterilince, bunlardan yüz çevirip mezhep imamlarına uymakta ısrâr ediyor, müşrik oluyorlar) diyor.


Burada da, Ehl-i sünnet olan müslümanlara iftirâ etmektedir. Âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden çıkardıkları yanlış, bozuk mânalara inanmadığımız
için, bize doğru yoldan ayrıldı diyor. Buna deriz ki, biz bu âyet-i kerimelerden yüz çevirmiyoruz. Bu âyet-i kerimelere değil, sizin bunlara verdiğiniz
yanlış mânalara uymayız. Bu âyet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin mânaları, sizin anladığınız gibi değildir. Bunların doğru mânalarını Peygamberimiz
Eshâb-ı kirâma anlattı. (Ehl-i sünnet) âlimleri de Eshâb-ı kirâmdan sorup öğrendiler. Anladıklarını, kitaplarına yazdılar. Açık bildirilmiş olanlarını
açık olarak yazdılar. Kapalı bildirilmiş olanlarını da, ictihâd buyurup anladıkları gibi açıkladılar. Biz o büyük âlimlerin anlayıp yazdıklarına uyuyoruz.
Mezhepsizlerin yanlış anladıklarına uyarak aldanmak istemiyoruz. Kitaptan ve sünnetten ayrılan, bizler değil, sensin diyoruz.


(Üsûl-ül-erbe'a fi-terdîd-il-vehhâbiyye) kitabının dördüncü aslında, fârisî olarak buyuruyor ki, islâm dîninin hükmlerini biz câhillere derin âlimler ve
olgun sâlihler bildirdi. Bunlar, (Muhaddisler) ve (Müctehidler)dir. Hadis âlimleri, hadis-i şerifleri incelemişlerdir. Doğru olanlarını ayırmışlardır.
Müctehidler de, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden ahkâm çıkarmışlardır. Biz, ibâdetlerimizi ve bütün işlerimizi bu ahkâma uygun olarak yaparız.
Resûlullahın zamanından çok uzak olduğumuz ve nassların nâsih ve mensûh olanlarını ve muhkem (mânası açık) ve müevvel (mânası açık olarak anlaşılamıyan)
olanlarını ve birbirine uymaz görünenlerinin uygun olduklarını anlıyamadığımız için, bir müctehidi taklîd etmemiz lâzımdır. Çünkü müctehid, Resûlullahın
zamanına yakın olduğu için ve derin âlim ve çok takvâ sahibi ve hükm çıkarmakta mehâret sahibi olduğu ve hadis-i şeriflerin mânalarını iyi anladığı için,
onun anladığına uymaktan başka çâre yoktur. Böyle olmıyan bir kimsenin Nasslardan, yâni Kitaptan ve sünnetten hükm çıkarmasının câiz olmadığını, mezhepsizlerin
çok büyük âlim dedikleri İbni Kayyım Cevziyye [Muhammed ibni Kayyım 751 [m. 1350] de vefât etti.] (İ'lâm-ül-mukî'în) kitabında bildirmektedir. (Kifâye)
kitabında diyor ki, (Âmî olan [yâni, müctehid olmıyan] kimse, bir hadis-i şerif işitince, bundan kendi anladığına göre iş yapması câiz olmaz. Belki, onun
anladığından başka mâna verilmesi Îcap eder. Yâhut mensûh olabilir. Müctehidin fetvâsı ise, böyle şüpheli değildir.) (Tahrîr) şerhi olan (Takrîr)de de
böyle yazılıdır. Bunda, (Mensûh olabilir) dedikten sonra, (Fıkh âlimlerinin bildirdiklerine uyması lâzımdır) demektedir. Seyyid Semhûdî, (İkt-i ferîd)
kitabında diyor ki: Hanefî âlimlerinin büyüklerinden İbn-ül-Hümâm, [İbnülhümâm Muhammed 861 [m. 1456] da vefât etti.] İmâm-ı Ebû Bekr-i Râzînin, (Avâmın
Eshâb-ı kirâmı taklîd etmekten men edilmelerini ve bunların sonra gelen âlimlerin kolay anlaşılan, kısmlara ayrılmış olan ve açıklamaları yapılmış olan
sözlerine uymaları lâzım olduğunu, derin âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir) sözünü haber vermiştir. 1119 [m. 1707] senesinde vefât etmiş olan Muhibbullah
Bihârî Hindînin (Müsellem-üs-sübût) kitabında ve bunun (Fevâtih-ur-rahemût) şerhinde, (Avâmın Eshâb-ı kirâmı taklîd etmekten men olunmalarını ve bunların,
islâmiyeti açıklıyan, sözleri kolay anlaşılan, kısmlara ayırmış olan âlimlere uymaları lâzım olduğunu derin âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir. Takıyyüddîn
Osman ibnüs-Salâh Şehir-i zûrî 577 [m. 1181]-643 [m. 1243], dört imamdan başkasını taklîd etmenin câiz olmadığını buradan çıkarmıştır) demektedir. (Şerh-i
minhâc-ül-üsûl)de diyor ki, (İmâm-ül-Haremeyn, (Burhân) kitabında, avâm Eshâb-ı kirâmın mezheplerine uymamalıdır. Din imamlarının, yâni dört mezhep imamının
mezheplerine tâbi olmalıdırlar demektedir). [İmâm-ül-Haremeyn Abdülmelik Nişâpûrî Şâfi'î 478 [m. 1085] de vefât etti.]


İslâm âlimlerinin yukarıda yazılı icmâ'larına uymıyanların sapık oldukları anlaşılır. Çünkü, Eshâb-ı kirâm cihâd ile, islâmiyeti yaymak ile uğraştıkları
için, tefsîr ve hadis kitapları hazırlamaya vakit bulamadılar. Resûlullahın nûru, Onların mübârek kalblerine o kadar çok işledi ki, kitaptan öğrenmeye
ihtiyaçları kalmadı. Herbiri, bu nûrun kuvveti ile, doğru yolu bulurdu. Asırların en iyisi [olan birinci asır] bitince, fikirlerde, bilgilerde ayrılıklar
hâsıl oldu. Eshâb-ı kirâmdan ve Tâbiînden nakledilen haberler, birbirlerine uymaz oldu. Hak yolu arıyanlar şaşırdılar. Allahü teâlâ, lutf ederek, bu ümmet-i
merhûme arasından sâlih, müttekî dört âlimi seçti. Nasslardan hükm çıkarmak üstünlüğünü bunlara ihsân eyledi. Bunları taklîd ederek bütün müslümanların
hidâyete kavuşmalarını diledi. Bunları taklîd etmeyi Nisâ sûresinin ellisekizinci âyetinde emretti. Bu âyet-i kerimede meâlen, (Ey îman edenler! Allaha
itaat ediniz ve Resûle itaat ediniz ve Ülül-emrinize itaat ediniz!) buyurdu. Burada Ülül-emr, ictihâd derecesine yükselmiş olan âlimler demektir. Böyle
âlimler de, herkesin bildiği dört büyük imamdır. Yâni meşhûr olan dört mezhebin imamlarıdır. Bu âyet-i kerimedeki Ülül-emr denilen üstün kimselerin, müctehidler
olduğunu, Nisâ sûresinin seksenikinci âyeti açıkça bildirmektedir. Bu âyet-i kerimede, (Ülül-emr, Nasslardan ahkâm çıkarabilen âlimlerdir) denilmektedir.
Bazıları, Ülül-emr, hâkimler, vâlîler demektir dedi. Bu söz, nasslardan ahkâm çıkarabilen hâkimlerdir demek ise, doğrudur. Bunlar, âlim oldukları için,
Ülül-emrdirler. Hâkim oldukları için değil! Dört halîfe ve Ömer bin Abdülazîz böyle idi. Câhil, fâsık veya kâfir olan emîrler böyle değildir. Çünkü, hadis-i
şerifte, (Hiçbir kimsenin, günaha sebep olan sözüne itaat edilmez!) buyuruldu. [Fakat, kanûnlara karşı gelmek, hükûmete isyân etmek, hiçbir zaman câiz
değildir. Müslümanlar, her zaman hükûmeti desteklemelidir. Hükûmet zayıflarsa, fitne, ihtilâl hâsıl olur. Bunlar ise, en kötü hükûmetten daha fenadır.]
Lokman sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Bilmediğin birşeyi bana şerîk yapmaklığın için uğraşırlarsa, onların bu emirlerine itaat etme!) buyuruldu.
Hadis-i şerif, Ülül-emrin ne demek olduğunu açıkça bildirmektedir. Abdüllah Dârimînin bildirdiği hadis-i şerifte, (Ülül-emr, fıkh âlimleridir) buyuruldu.
İmâm-ı Süyûtî (İtkân) ismindeki tefsîrinde, ibni Abbâsın (Ülül-emr, fıkh ve din âlimleridir) dediğini yazmaktadır. (Tefsîr-i kebîr)in üçüncü cildinin üçyüzyetmişbeşinci
sayfasında ve imam-ı Nevevînin [Yahyâ Nevevî 676 [m. 1277] de Şâmda vefât etti.] (Müslim şerhi) ikinci cildinin yüzyirmidördüncü sayfasında ve (Me'âlim)
ve (Nişâpûrî) tefsîrlerinde de yazılıdır. Âyet-i kerimelerin ve hadis ve tefsîr âlimlerinin bu açık beyanları, müctehidlere itaat etmek lâzım olduğunu
gösterdiği gibi, mezhepsizlerin (Allahdan ve Peygamberden başkasına itaat etmek şirk ve bid'attir) sözlerinin bozuk ve saçma olduğunu da ortaya koymaktadır.
Bu konuda birçok hadis-i şerif ve haberler de vardır. Bunlardan:


I - Resûlullah, Mu'âz bin Cebeli Yemene hâkim olarak gönderirken, (Orada nasıl hükm edeceksin?) buyurunca, Allahın kitabı ile dedi. (Allahın kitabında bulamazsan?)
buyurdu. Allahın Resûlünün sünneti ile dedi. (Resûlullahın sünnetinde de bulamazsan?) buyurunca, ictihâd ederek, anladığımla dedi. Resûlullah, mübârek
elini Mu'âzın göğsüne koyup, (Elhamdü lillah! Allahü teâlâ, Resûlünün resûlünü, Resûlullahın rızasına uygun eyledi) buyurdu. Bu hadis-i şerif, Tirmüzîde
ve Ebû Dâvüdda ve Dârimîde yazılıdır. Ülül-emrin müctehid demek olduğunu ve buna itaat edenden Resûlullahın râzı olduğunu, bu hadis-i şerif açıkça göstermektedir.


II - Ebû Dâvüdün [Süleymân Ebû Dâvüd Sicstânî 275 [m. 888] de Basrada vefât etti.] ve İbni Mâcenin bildirdikleri hadis-i şerifte, (İlm üçtür: Âyet-i muhkeme,
Sünnet-i kâime ve Farîdat-i âdile) buyuruldu. (Eşi'at-ül-leme'ât) ismindeki (Mişkât) şerhi, bu hadis-i şerifi, fârisî olarak açıklarken, (Farîda-i âdile,
Kitaba ve sünnete uygun ilimdir. İcmâ'a ve Kıyâsa işarettir. Çünkü, İcmâ' ve Kıyâs, Kitaptan ve Sünnetten çıkarılmaktadır. Bunun için, İcmâ' ve Kıyâs,
Kitaba ve Sünnete muâdil ve müsâvî tutuldu ve Farîda-i âdile denildi. Böylece, ikisi ile amel etmenin vâcib olduğu tenbîh buyuruldu. Hadis-i şerifin mânası,
dînin kaynağı dörttür: Kitap, Sünnet, İcmâ' ve Kıyâs demek oldu) demektedir.


III - Ömer-ibnül-Hattâb, Şüreyhi kâdı olarak gönderirken, (Allahın kitabında açık olarak bildirilene bak. Bunu başkasından sorma! Burada bulamazsan Muhammed
aleyhisselâmın Sünnetine tâbi ol! Burada da bulamazsan, ictihâd et ve anladığına göre cevap ver!) buyurdu.


IV - Hz. Ebû Bekre davâcı gelince, Allahü teâlânın kitabına bakardı. Burada bulduğuna göre hükm ederdi. Burada bulamazsa, Resûlullahdan işittiğine göre
cevap verirdi. İşitmemiş ise, Eshâb-ı kirâmdan sorup, Onların icmâ'ı ile hükm ederdi.


V - Abdüllah ibni Abbâsa birşey sorulunca cevabını Kur'an-ı kerimde bulup, cevap verirdi. Kur'an-ı kerimde bulamazsa, Resûlullahdan işittiğini söylerdi.
İşitmemiş ise, Ebû Bekr ile Ömere sorardı. Cevap alamaz ise, kendi re'yi ile bulup hükm ederdi.


Şimdi, Müctehid âlimlere sormak, dört mezhep imamlarına sormak demek olduğunu açıklıyalım! Eshâb-ı kirâmın asrından ve ondan sonraki asırda n, bu zamana
kadar, bütün müslümanlar, bu dört imamı taklîd etmişler. Bunlara itaat etmekte icmâ hâsıl olmuştur. (Ümmetim dalâlet olan birşeyde icmâ yapmaz!) ve (Allahü
teâlânın rızası, icmâ'dadır. Cemaatten ayrılan, Cehenneme gider) hadis-i şerifleri, bu icmâ'ın sahih olduğunu açıkça göstermektedir.


Dört imamı taklîd etmenin vâcib olduğunu gösteren ikinci vesika, İsrâ sûresinin yetmişbirinci âyetidir. Bu âyet-i kerimede, (O gün, her fırkayı imamları
ile çağırırız!) buyurulmaktadır. Kâdı Beydâvî, bu âyet-i kerimenin tefsîrinde, (Her ümmeti kendilerine reîs yaptıkları Peygamberleri ve dinde uydukları
kimselerin ismleri ile çağırırız) dedi. (Medârik)de de böyle yazılıdır. (Me'âlim-üt-tenzîl) tefsîrinde (İbni Abbâs, kendilerini dalâlete veya hidâyete
sürükliyen devlet reîsleri ile çağrılır dedi. Sa'îd bin Müseyyib [Sa'îd bin Müseyyib 91 [m. 710] da Medînede vefât etti.] ise, her kavm, kendilerini hayra
ve şerre sürükliyen reîslerinin yanına toplanırlar dedi) demektedir. Tefsîr-i Hüseynîde ve (Ruh-ul-beyan)da (Mezhebinin imamı ile çağrılırlar. Meselâ,
yâ Şâfi'î yâhut yâ Hanefî denilir) demektedir. Bundan anlaşılıyor ki, kâmil ve mükemmil olan imamlar kendilerine tâbi olanlara şefaat edeceklerdir. (Mîzân)da
diyor ki, şeyh-ul-islâm İbrâhîm-ül-Lâkânî vefât edince, bazı sâlihler, bunu rü'yâda görüp, Allahü teâlâ sana ne yaptı dediler. (Suâl melekleri beni oturtunca,
imam-ı Mâlik gelip böyle bir kimseye, Allahü teâlâya ve Resûlüne îmandan sorulur mu? Bunu bırakınız dedi. Beni bıraktılar) cevabını verdi. [İbrâhîm ibn-ül-Lâkânî,
mâlikî kelâm âlimi olup, 1041 [m. 1632] de vefât etmiştir.] Yine (Mîzân) kitabında, (Tasavvuf büyükleri ve fıkh âlimleri, kendilerine tâbi olanlara şefaat
ederler. Ruh teslim ederken ve kabirde Münker ve Nekîr suâl ederken ve Haşrda, Neşrde, Hesapta, Sırâtta yanında bulunurlar. Onu unutmazlar. Tasavvuf büyükleri,
kendilerine tâbi olanları, bütün korkulu yerlerde kollayınca, müctehid imamlar korumaz olurlar mı? Bunlar, mezhep imamlarıdır. Bu ümmetin bekçileridirler.
Sevin ey kardeşim! Dört mezhep imamlarından dilediğini taklîd et de saadete kavuş!). Görülüyor ki, kıyâmet günü, herkes mezhep imamının ismi ile çağrılacaktır.
İmâm, kendisini taklîd edene, şefaat edecektir. Dört mezhep imamlarının herbiri böyle yüksek idi. Allahü teâlâ, Lokman sûresinin onbeşinci âyetinde, (Bana
inâbet edenin yoluna tâbi ol!) buyurdu. Bu dört büyük imamın, Allahü teâlâya inâbet, rücû' etmiş oldukları sözbirliği ile bildirilmiştir.


Taklîd etmenin vâcib olduğunu bildiren üçüncü delîl, Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyet-i kerimesidir. Allahü teâlâ, bu âyet-i kerimede meâlen, (Hidâyet
yolunu öğrendikten sonra, Peygambere uymayıp müminlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fena olan Cehenneme sokarız!) buyurmaktadır.
İmâm-ı Şâfi'î hazretlerine İcmâ'ın delîl olduğunu gösteren âyet-i kerime hangisidir diye sordular. Kur'an-ı kerimi üçyüz kere okuyarak delîl aradı. Cevap
olarak, bu âyet-i kerimeyi buldu. Bu âyet-i kerime, müminlerin yolundan ayrılmağı haram ettiği için, bu yola uymak vâcib olur. Nesefî Abdüllah, [Nesefî
710 [m. 1310] da Bağdâdda vefât etti.] (Medârik) tefsîrinde, bu âyet-i kerimeyi açıkladıktan sonra, (İcmâ'ın delîl olduğunu ve Kitaptan, Sünnetten ayrılmak
câiz olmadığı gibi, icmâ'dan ayrılmanın da câiz olmadığını bu âyet-i kerime göstermektedir) yazılıdır. (Beydâvî) [Beydâvî Abdüllah 685 [m. 1286] da Tebrîzde
vefât etti.] tefsîri de, bu âyet-i kerimeyi açıklarken, (Bu âyet, icmâ'dan ayrılmanın haram olduğunu gösteriyor. Müminlerin yolundan ayrılmak haram olunca,
bu yola uymak vâcib olur) diyor. Bu ümmetin sâlihleri, âlimleri, (bir mezhebi taklîd etmek vâcibdir. Mezhepsiz olmak büyük günahtır) dediler. Âlimlerin
bu sözbirliğinden ayrılmak, bu âyet-i kerimeden ayrılmak olur. Çünkü, Allahü teâlâ, İmrân sûresinin yüzonuncu âyetinde meâlen, (Siz, insanlar için hayrlı
ümmetsiniz! İyi şeyleri emreder. Fena şeyleri men edersiniz) buyurdu. Bu ümmetin âlimleri mezhepsizliğin fena olduğunu bildirdiler. Mezhepsiz olmayınız
dediler. Bunun için, mezhepsiz olmak câizdir diyerek, âlimlerin bu sözlerinden ayrılan, bu âyet-i kerimeyi inkâr etmiş olur.


Suâl: Kadyânîler [Ahmed Kadyânî 1326 [m. 1908] de Hindistânda öldü.] ve Niçerîler ve diğer mezhepsizler mümin değil midir? Bunlara uymak da, müminlerin
yolunda olmak değil midir?


Cevap: Bu mezhepsizlerin âlimleri, (Edille-i şer'ıyye)nin dört kaynağından yalnız ikisine uyduklarını söyliyorlar. Diğer ikisini kabûl etmiyorlar. Böylece,
müslümanların çoğunun yolundan ayrılıyorlar. (Ehl-i sünnet vel-cemaat) yolundan sapıyorlar. Bunlara uymak, insanı Cehennemden kurtarmaz. (Şî'î)ler, (Hâricî)ler,
(Mu'tezile), (Cebriyye) ve (Kaderiyye) fırkalarında olanlar da, kendi âlimlerine tâbi olduklarını söyliyorlar. Mezhepsizlerin, o fırkalara verdikleri cevapları,
biz de mezhepsizlere cevap olarak söyleriz.


Bir mezhebi taklîd etmenin vâcib olduğunu gösteren dördüncü delîl, Nahl sûresinin kırküçüncü ve Enbiyâ sûresinin yedinci âyet-i kerimesidir. Bu âyet-i kerimede
meâlen, (Bilmiyorsanız, zikir ehline sorunuz!) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, ibâdetlerin ve işlerin nasıl yapılacağını bilmiyenlerin, bilenlerden sorup
öğrenmelerini emretmektedir. Âyet-i kerimede, sorup öğrenmek herkesten ve din câhillerinden değil, âlimlerden sormak ve bilinmiyenleri sormak emrolunmaktadır.
Bunun için, bir kimse, yapacağı şeyi, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde arayamaz, bulamazsa, taklîd ettiği mezhebin müctehidinden sorup [yâhut mezhebin
âlimlerinin kitaplarından okuyup] öğrenmesi lâzım olmaktadır. Sorup, öğrendiğine göre yapan kimse, o müctehidi (Taklîd) etmiş olur. Sormaz veya müctehidin
sözüne uymaz, inkâr ederse, mezhepsiz olur.


Âyet-i kerimede bildirilen (Zikir ehli) kimdir? Mezhep imamı demek midir? Yoksa, câhil din adamları mıdır? Bunun cevabını, hadis-i şerif bildiriyor: İbni
Merdeveyh Ebû Bekr Ahmedin bildirdiği ve Enes bin Mâlikin haber verdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse namaz kılar, oruç tutar, hac ve gazâ eder. Fakat münâfıktır)
buyurulunca, (Nifâkı nerden gelmiştir?) denildi. (İmâmına tân ettiği [beğenmediği] için münâfıktır. Onun imamı, zikir ehlidir) buyuruldu. [İbni Merdeveyh
Isfehânî, 410 [m. 1019] da vefât etti.] Bundan anlaşılıyor ki, âyet-i kerimedeki (Ehl-i zikr), Ülül-emr demektir. Ülül-emrin ne demek olduğu, birinci delîlde
bildirilmişti. Sahih olan kavle göre, Ülül-emr, ulemâ-i râsihîn ve dört mezhebin imamlarıdır. (Ancak akıl sahipleri anlar) ve (Elbet akıl sahipleri anlar)
ve (Ey akıl sahipleri, ibret alınız!) meâlindeki âyet-i kerimeler, dört mezhep imamlarının üstünlüklerini göstermektedirler. Biraz arabî, fârisî öğrenip,
zâhidlerden, takvâ ehlinden ve Allah adamlarından feyz almamış olan ve Nasslara, yâni âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere kendi kısa görüşlerine göre
mâna veren câhil ve sapıklar, mezhep imamlarının üstünlüklerinden çok uzaktırlar. Bu mezhepsizler, (Tefsîr ilminden haberi olmadan, Kur'an-ı kerime kendiliğinden
mâna verenler, Cehennemde, ateşten kazıklara oturtulacaklardır) ve (Bir zaman gelecek, din âlimi kalmıyacak. Câhiller din adamı yerine geçirilerek, bilmeden
fetvâ vereceklerdir. Bunlar, doğru yolda olmıyacak ve herkesi, doğru yoldan çıkaracaklardır) hadis-i şeriflerinde bildirilen sapıklardır. (Mişkât) kitabında,
Câbir diyor ki, yolculukta, arkadaşlarımdan birinin başı yaralandı. Mıska yapmak câiz olur mu dedi. Câiz olmaz, başını yıka denildi. Yıkadı. Öldü. Medîneye
gelince, Resûlullaha haber verdik. (Onun ölümüne sebep oldular. Allahü teâlâ da onları öldürsün. Bilmediklerini niçin sorup öğrenmediler? Cehlin ilâcı,
sorup öğrenmektir!) buyurdu. Bu sahâbîler, daha çok bilenlerden sormadan, kendiliklerinden fetvâ verdikleri için, çok sert sözle karşılaşıp, kendilerine,
(Allahü teâlâ, onları öldürsün!) buyurulunca, şimdi din adamı geçinen bir kimsenin islâm âlimlerinin kitaplarını okumadan, kendi boş kafası ve kısa görüşü
ile Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere mâna vermeye kalkışmasına, böylece, müslümanların dinlerini, îmanlarını bozmasına ne denileceği meydandadır. Böyle
kimseye, din, îman hırsızı demek yerinde olur. Allahü teâlâ, hepimizi böyle din hırsızlarının zararlarından muhâfaza buyursun! Âmîn. İbni Sîrin buyuruyor
ki, (Dîninizi kimden öğrendiğinize dikkat ediniz!). [Muhammed ibni Sîrin, 110 [m. 729] da Basrada vefât etti.] Ebû Mûsel Eş'arî hazretleri, Eshâb-ı kirâmın
büyüklerinden olduğu hâlde, Abdüllah bin Mes'ûdün yanında fetvâ vermekten çekinir. (Bu ilim deryasının yanında bana birşey sormayınız) derdi. Çünkü, Abdüllah
ibni Mes'ûd, Ebû Mûsel Eş'arîden daha âlim idi. Fıkh bilgisi daha çok idi. İmâm-ı Şâfi'î, derin âlim olduğu hâlde, imam-ı a'zam Ebû Hanîfenin mezarı yanında
iken, sabah namazında kunût okumağı ve rükü'dan kalkarken iki eli kaldırmağı terk ederdi. Bunun sebebini sorana, (O yüce imama olan edebim, huzurunda,
Onun ictihâdına uymıyan iş yapmama mani oluyor) buyurmuştu. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, böyle büyük bir islâm âlimi idi. Onun büyüklüğünü anlıyabilmek için,
imam-ı Şâfi'î gibi âlim olmak lâzımdır. Bu büyük âlim, İmâm-ı a'zamın kabirde diri olduğunu bilmiş, Onun huzurunda, Onun mezhebine uymıyan iş görmekten
sakınmıştır. Evet, bu büyük imamlar fıkh ilminin mütehassısları idi. Buhârînin bildirdiği, (Allahü teâlâ, birine iyilikler vermek isterse, Onu fıkh âlimi
yapar) hadis-i şerifindeki müjdeye kavuşmuşlardı. [İmâm-ı Muhammed Buhârî, hadis âlimlerinin reîsi olup, 256 [m. 870] da Semerkandda vefât etmiştir.]


Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, islâm ahkâmını, fıkh âlimlerinden, mezhebinin müctehidlerinden öğrenmek lâzımdır. Hadis-i şeriflerden ve tefsîrden öğrenmemelidir.
(Herkes, bir iş için yaratılmıştır) hadis-i şerifi, bu sözümüzün vesikasıdır. Hadis âlimleri, hadis-i şerifleri inceleyip, sahihlerini ayırmak için yaratıldı.
Tefsîr âlimleri, Kur'an-ı kerimin mânalarını doğru olarak anlayıp, bildirmek için yaratıldı. Bunların ikisi de, vazîfelerini yapmak için çok çalıştı. Maksadlarına
kavuştular. Fıkh âlimleri de, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin nasslarından ahkâm çıkarmak için yaratıldı. Bu büyük âlimler de, bu ilmin son noktasına
kadar yükseldi. Bizim gibi câhillerin işini kolaylaştırdılar. Derin ilimleri ile ve Allahü teâlânın kendilerine vermiş olduğu takvâ yardımı ile, nassların
birbirine uygunsuz görünen yerlerini birbirine uydurdular. Muhkem olanlarını, tevilli olanlarından ayırdılar. Sonra gelmiş olanlarını, önce gelmiş olanlarından,
nâsih olanlarını mensûh olanlarından ayırdılar. İşte bunun için, bu ümmet-i merhûmenin hepsi, yeryüzünün her tarafında, bu büyükleri taklîd etmeye sarıldılar.
Bu imamların izinde bulunmağı, islâm ahkâmının anahtarı bildiler. Bütün Âlimler, Fâdıllar, Sâlihler, Müttekîler, Velîler, Kutblar, Evtâd ve Allah yolunda
olanların hepsi ve Resûlullahın âşıkları, kendilerini islâm ahkâmının bu önderlerine teslim etti. Hadis âlimlerinin ve tefsîr mütehassıslarının ve fıkh
bilgisinde müctehid olan yüce imamların bilgilerinin biraraya toplanmasından (dîn-i islâm) meydana geldi. Bizim gibi câhillerin ve şaşkınların bu din büyüklerine
iktidâ etmemiz [uymamız, tâbi olmamız] vâcibdir. Kurtuluş yolu, ancak bu imamların gösterdiği yoldur. Ancak bu yola uyanlar kurtulur. Nefslerine uyup,
Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere kendi düşüncelerine göre mâna verenlere uyanlar felakete sürüklenir. En'âm sûresinin doksanıncı âyetinde meâlen, (Allahü
teâlâ, onlara doğru yolu gösterdi. Onların yoluna iktidâ et!) buyuruldu. Kendilerine hidâyet verilenler, mezhepsizler değil, mezhep sahibi olan yüce imamlardır.


Suâl: Kendilerine itaat etmemiz emrolunan Ülül-emr, müctehid olan imamlar olduğuna inandım. (Ehl-i zikr) denilen âlimler de bunlardır. Bunları taklîd etmemiz
de vâcibdir. Bunların belli birini mi, yoksa hepsini mi taklîd etmek lâzım olduğu nerden anlaşılmaktadır? Bir işin dört imamdan herhangi birine uygun olması
kâfî olur mu?


Cevap: İki veya üç yâhut dört imamı birlikte taklîd etmek mümkün değildir. Çünkü, dört imamın ictihâdlarının birbirlerine uymadığı çok iş vardır. Bir işi
yapmaya biri vâcib, diğeri ise haram demiştir. Meselâ, deriden kan çıkınca, İmâm-ı a'zam, abdest bozulur dedi. İmâm-ı Şâfi'î bozulmaz dedi. Erkeğin derisi,
kadının derisine değince, imam-ı Şâfi'î, ikisinin de abdesti bozulur dedi. İmâm-ı a'zam ise, ikisinin de bozulmaz dedi. İmâm-ı Mâlik ile imam-ı Ahmed bin
Hanbel arasında da böyle ihtilâflar vardır. Böyle ihtilâflı olan işlerde, meselâ İmâm-ı a'zama uysa, diğerlerine uymamış olur. Diğer imamlara uygun yapan
da, bu işte İmâm-ı a'zama uymamış olur. Böyle bir işi, dört mezhebe de uygun yapmak imkânsız olduğu gibi, üç imama ve iki imama birlikte uyarak yapılamıyacak
işler çoktur. Böyle [ihtilâflı] işler, ancak bir imama uyarak yapılabilir.


Suâl: Bazı işleri bir imama uyarak, başka işleri de, başka bir imama uyarak, daha başkalarını da, üçüncü imama uyarak, başka işleri de, dördüncü imama uyarak
yaparsak, dört imama da uymuş oluruz. Buna ne dersiniz?


Cevap: Böyle yapmak, dîni oyuncak yapmak olur. Helâl ve haram ortadan kalkar. Bu ise, memnû'dur. Haramdır. Müslimdeki hadis-i şerifte, (Münâfık, iki koç
arasında dolaşan koyun gibidir. Bir ona gider. Bir ötekine gider) buyuruldu. Buhârîdeki hadis-i şerifte de, (İnsanların kötüsü, iki yüzlü olanlardır. Bazılarına
bir yüz ile, başkalarına, başka yüz ile görünür) buyuruldu. Bunlar, Tevbe sûresinin otuzsekizinci âyetinde bildirilen kimselerdir. Bu âyet-i kerimede meâlen,
(Nesî, küfürde ziyâde olmaktır. Kâfirler bununla aldatılır. Bir ayı helâl sayarlar. Başka sene ise, bu ayı haram sayarlar) buyuruldu. Yâni, birşeye, bir
yıl helâl derler. Başka zamanda haram derler.


İbnül Hümâm, (Tahrîr-ül-üsûl) kitabında ve İbnül-Hâcib, (Muhtasar-ül-üsûl) kitabında ve (Dürr-ül-muhtâr)da, (Bir işi bir mezhebe göre yapmaya başladıktan
sonra, bu işi ve buna bağlı olan işleri yapmaya devam ederken, bu mezhebi taklîd etmekten vazgeçmenin memnû' olduğu sözbirliği ile bildirilmiştir) denilmektedir.
[Osman ibni Hâcib-i Mâlikî, 646 [m. 1248] de İskenderiyyede vefât etti.] (Bahr-ür-râık)da (İmâm-ı a'zamı taklîd edenin, hep hanefî mezhebine tâbi olması
vâcibdir. Zarûret olmadıkça, başka mezhebe göre iş yapması câiz değildir. Büyük âlim Kâsımın bildirdiği gibi, bir mezhebe göre amel edenin, bu mezhepten
ayrılmasının câiz olmadığı sözbirliği ile bildirilmiştir) diyor. [Kâsım bin Katlûbüga Mısrî hanefî 879 [m. 1474] de vefât etti.] (Müsellem-üs-sübût) kitabında
diyor ki, (Mutlak müctehid olmıyanın, âlim de olsa, bir [mutlak] müctehidi taklîd etmesi lâzımdır). Bu kitabı Muhibbullah Bihârî Hindî hanefî yazmış, 1119
[m. 1707] de vefât etmiştir.]


İmâm-ı Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, [Şa'rânî 973 [m. 1565] de vefât etti.] (Mîzân) kitabının yirmidördüncü sayfasında diyor ki, (Ayn-ül-ülâya yükselmemiş bir
âlimin, dört mezhepten birini taklîd etmesi vâcibdir. Taklîd etmezse, doğru yoldan sapar. Başkalarını da saptırır).


İbni Âbidîn, (Redd-ül-muhtâr)ın ikiyüzseksenüçüncü sayfasında diyor ki, (Âmînin mezhep değiştirmesi câiz değildir. Dilediği bir mezhebi taklîd etmesi lâzımdır).
Âmî, müctehid olmıyan demektir.


Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî [Veliyyullah Dehlevî 1176 [m. 1762] de vefât etti.] (İkt-ül-ceyyid) kitabında diyor ki, (İctihâd derecesine yükselmemiş din adamının,
hadis-i şeriften anladığı ile amel etmesi câiz değildir. Çünkü, hadis-i şeriflerin mensûh veya tevilli yâhut muhkem olduğunu ayıramaz). İbni Hâcib de,
(Muhtasar) kitabında böyle yazmaktadır. Yine Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, (Füyûd-ül-Haremeyn) kitabında, Hanefî mezhebi, mezheplerin en kıymetlisidir. (Buhârî)
kitabında toplanmış olan (sünnet-i Nebeviyye) yoluna en uygun olan, bu mezheptir) demektedir.


Dâtâ Genc-i Bahş-i Lâhorî, [Ali bin Osman Dâtâ Gencbahş 465 [m. 1072] de vefât etti.] (Keşf-ül-mahcûb) kitabında diyor ki, Yahyâ Mu'âz-ı Râzî Resûlullahı
rü'yâda gördü. Yâ Resûlallah! Seni nereden arayıp bulayım, dedi. (Ebû Hanîfenin mezhebinde) buyurdu. [Yahyâ bin Mu'âz, 258 [m. 872] de Nişâpûrda vefât
etti.]


İbni Hümâm, (Tahrîr) kitabında diyor ki, (Bir kimsenin, taklîd ettiği mezhebi, yâni ona uygun iş yapmaya başladığı mezhebi terk etmesinin câiz olmadığı
sözbirliği ile bildirilmiştir).


Mevlânâ Abdüsselâm, (Cevhere) şerhinde diyor ki, (İbâdetlerde ve ictihâd ile yapılan işlerde, dört mezhepten birini taklîd eden kimse, böyle yaptığı işi,
Allahü teâlânın emrine uygun olarak yapmış olur). [Abdüsselâm bin İbrâhîm Lâkânî Mâlikî, babasının (Cevheret-üt-tevhîd) manzûmesini şerh ederek, (İttihâf-ül-mürîd)
ismini vermiş, 1078 [m. 1668] de Mısrda vefât etmiştir.]


İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî, (Mebde' ve Me'âd) kitabında buyuruyor ki, (Hanefî mezhebinde, imam arkasında, cemaatin ayakta okumamasının haklı olduğunu,
Allahü teâlâ bu fakire bildirdi).


Şâh Abdülazîz-i Dehlevî, (Allahü teâlâya şerîk yapma!) âyet-i kerimesinin tefsîrinde buyuruyor ki, (İtâ'at olunması farz olan kimseler altıdır: Din bilgilerinde
müctehid olanlar, turuk-ı aliyye meşâyıhı,...). [Abdülazîz Dehlevî, 1239 [m. 1823] de Delhîde vefât etti.]


İmâm-ı Gazâlî, (Kimyâ-yı saadet) kitabında, emr-i mârufu anlatırken buyuruyor ki, (Taklîd etmekte olduğu mezhebe uygunsuz iş yapmaya, hiçbir âlim câiz dememiştir).


Abdülhak-ı Dehlevî, (Sifr-üs-saadet) kitabında diyor ki, (İslâm dîninin binâsı, bu dört direk üzerine kurulmuştur. Bir kimse, bu dört yoldan birine girerse
ve bu dört kapıdan birini açarsa, başka yola geçmesi ve başka kapıya sarılması, abes ve lehv olur. İşlerinin düzenini bozmuş, doğru yoldan ayrılmış olur).
Başka bir yerinde buyuruyor ki, (Âlimlerin sözbirliği ve âhır-zamanda müslümanlara en uygun yol, dört mezhepten birini taklîd etmektir. Din ve dünyanın
düzeni böyle olur. Herkes, önceden dilediği mezhebi seçer. O mezhebi taklîde başladıktan sonra, bunu bırakıp, başka mezhebe geçmek, hiç şüphesiz, birinci
mezhebe sû'i zannetmek olur. İşler ve sözler bozulur, karışır. Sonra gelen âlimler, bunu sözbirliği ile bildirdiler. Doğrusu da budur. Hayr bundadır).


İmâm-ı Kuhistânî (Muhtasar-ı Vikâye) şerhinde, (Kitap-ül-eşribe)den önce diyor ki, (Mu'tezile gibi, hak yolun çeşidli olduğuna inananlar, âmînin [câhilin]
mezhepleri dilediği gibi karıştırabileceğini söylediler. Ehl-i sünnet âlimleri, hak te'addüd etmez dedi ve âmînin belli bir imama uyması lâzım olduğunu
bildirdiler. (Keşf) kitabı, bunu uzun anlatmaktadır. Her mezhepte mubâh olanları, kolay olanları araştırıp, bunları yapmaya, mezhepleri (Telfîk) denir.
Böyle yapan, fâsık olur. Sa'îd bin Mes'ûdün (Tahâvî şerhi) bunu iyi anlatmaktadır). [Muhammed Kuhistânî Hanefî, 962 [m. 1508] de Buhârâda vefât etmiştir.]


Suâl: Mezhepleri (Telfîk) etmenin, din ile oynamak olduğuna inanan ve bir mezhebi taklîde başlayınca, başka mezhebe geçmenin câiz olmadığını kabûl eden
kimse, kendi mezhebinin haklı olduğunu söylemez mi?


Cevap: Her mezhepte bulunanın böyle söylemesi için, vesikaları vardır. Burada, Hanefî mezhebine tâbi olmanın daha iyi olacağını gösteren vesikaları bildireceğiz.
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbit, dört mezhep imamları içinde, Eshâb-ı kirâma en yakın olanı, en âlim olanı, fıkhda en derin olanı, verâ'ı en çok
olanı idi. İmâm-ı Abdülvehhâb-ı Şa'rânî şâfi'î mezhebinde olduğunu bildirdiği hâlde, insâf ile, İmâm-ı a'zamı şöyle tanıtmaktadır: (Ona hiç kimse dilini
uzatmamalıdır. Çünkü O, dört imamın en büyüğü, mezhebin ilk kurucusu, senetleri Resûlullaha en yakın olanı, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin yaşayışlarını en
çok göreni idi. Her sözü Kitaba ve Sünnete dayanmaktadır. Kendi re'yi, düşüncesi ile hiç birşey söylememiştir). İmâm-ı Şa'rânî gibi büyük bir âlimin (Rabbânî
âlim) dediği ve kendi re'yi ile hiçbir şey söylememiştir dediği bir yüce imam için ve talebeleri için, birkaç hadis âliminin (Eshâb-ı re'y) demeleri çok
haksız bir isnâddır. Böyle söyliyenleri Allahü teâlâ af buyursun. [İmâm-ı a'zam, 150 [m. 767] de Bağdâdda, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, 973 [m. 1565] de Mısrda
vefât etmişlerdir.]


Şâfi'î mezhebindeki büyük âlimlerden ibni Hacer-i Mekkî İmâm-ı a'zamı tanıtmak için ayrı bir kitap yazmıştır. Kitabının ismi (Hayrât-ül-hisân fî-menâkıb-in-Nu'mân)dır.
[Ahmed Tahâvî Hanefînin (Ukûd-ül-Mercân fî-menâkıb-ı Ebî Hanîfet-in-Nu'mân) kitabı da meşhûrdur. Tahâvî, 321 [m. 933[ de vefât etti.]


Hanefî âlimlerinden ibni Âbidîn, (Redd-ül-muhtâr) kitabının önsözünde diyor ki, İmâm-ı a'zamın, büyüklüğünün şâhidi, mezhebinin en çok yayılmış olmasıdır.
Diğer mezhep imamları, Onun bütün sözlerini senet olarak almışlardır. Mezhebinin âlimleri, Onun zamanından, bu zamana kadar, her yerde Onun sözleri ile
fetvâ verdiler. Evliyâdan çoğu, Onun mezhebine göre çalışarak kemâle geldiler. Anadolu, Balkan müslümanları, Hind, Sind ve Mâverâ'ünnehr [yâni Türkistân],
yalnız Onun mezhebini bilirler. Abbâsî devleti, her ne kadar, cedlerinin mezhebinde idi ise de, kâdîlarının, hâkimlerinin, âlimlerinin çoğu hanefî mezhebinde
idi. Beşyüz seneye yakın bu mezhebe göre amel ettiler. Bu devletin yerine kurulmuş olan Selçûkî ve sonra Harezmî melikleri ve büyük Osmanlı devleti hep
hanefî idi.


Büyük âlim Muhammed Tâhir sıddîkî hanefî, 981 [m. 1573] de vefât etti. (Mecma'ul-bihâr fî-garâib-it-tenzîl ve letâ'if-il-ahbâr) kitabında diyor ki, (İmâm-ı
a'zamdan Allahü teâlânın râzı olduğuna alâmet, mezhebinin her yere yayılmasını kolaylaştırmasıdır. Bu işte bir sırr-ı ilâhî olmasaydı, yeryüzündeki müslümanların
çoğu Onun mezhebinde olmazdı).


İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî (Mektûbât) ismindeki fârisî kitabının ikinci cildinin ellibeşinci mektûbunda buyuruyor ki, imam-ı a'zam
Ebû Hanîfe, Îsâ aleyhisselâma benzemektedir. Verâ ve takvâ nîmetine kavuştuğu için ve Sünnet-i seniyyeye uyduğu için, nasslardan ahkâm çıkarmakta ve ictihâd
yapmakta, çok yüksek dereceye ulaşmıştır. Bazı âlimler, Onun bu derecesini anlıyamadılar. Onun ictihâd ile bulduğu şeyler, çok ince bilgiler oldukları
için, Kitaba ve Sünnete uymıyor sandılar. Bu yüce imama, re'y sahibi dediler. Onun ilminin hakîkatine yetişemedikleri, Onun anladığını anlıyamadıkları
için, böyle yanıldılar. Hâlbuki, imam-ı Şâfi'î, Onun anladığı bilgilerden, az birşey sezerek, (Fıkh âlimlerinin hepsi, fıkh ilminde, Ebû Hanîfenin talebesidir)
dedi. Muhammed Pârisâ, (Füsûl-i sitte) kitabında, (Hz. Îsâ gökten [Şâma] inince ictihâd ve ameli imam-ı Ebû Hanîfenin mezhebine uygun düşecektir) buyurdu.
Bu söz, belki yüce imamın Îsâ aleyhisselâma benzerliğini göstermektedir. Ellibeşinci mektûbundan tercüme burada tamam oldu. [Muhammed Pârisâ, Buhârânın
büyük âlimi ve büyük Velî olup, 822 [m. 1419] de, Medînede vefât etti.]


Bu ümmetin Âlimlerinin, Sâlihlerinin [Velîlerinin] çoğu hanefî mezhebinde idiler. Mezhepsizlerin böyle bir âlime ve ilmi ile âmile dil uzatmaları ve mezhep
taklîd edenlere kâfir sözleri, hattâ (Fıkh kitaplarını okuyan kâfir olur) gibi küstahca konuşmaları, (El-cerh-u a'lâ Ebî Hanîfe) ve başka kitaplarında
açıkça yazılıdır. Bu nasipsizlerin, bu büyük ve mübârek imama böyle saldırmalarının sebebi acaba nedir? Bilmiyorlar ki, Ona düşmanlık, bu ümmet-i merhûmeye
düşmanlıktır. (Üsûl-i Erbe'a) kitabının, dördüncü kısmında, buraya kadar yazılmış olanların çoğu, mevlânâ mahbûb Ahmed Müceddidî Emretserînin (Kitap-ül-mecîd
fî-vücûb-it-taklîd) kitabından alındı.


Altıyüzaltmışbeş 665 [m. 1266] de vefât etmiş olan Ebül-Müeyyed Muhammed bin Mahmûd Hârezmînin toplamış olduğu (Müsned-i kebîr-i imam-ı Ebû Hanîfe) kitabı
on nev'dir. Birinci nev'de, İmâm-ı a'zamı medh eden haberler ve eserler bildirilmiştir. [Haber, hadis-i şerif demektir. Eser, sahâbî sözü demektir.] Birinci
nev'inde, Sadr-ül-kebîr Şeref-üd-dîn Ahmed bin Müeyyidin Hârezm şehrinde kendisine bildirdiği hadis-i şerifi yazmaktadır. Ebû Hüreyrenin bildirdiği bu
hadis-i şerifte, (Ümmetim arasında Ebû Hanîfe denilen biri gelecektir. O, kıyâmet günü ümmetimin ışığı olacaktır) buyuruldu. Yine bu yoldan gelen bir hadis-i
şerifte, (Ümmetim arasında biri gelecektir. İsmi Nu'mân, künyesi Ebû Hanîfedir. O, ümmetimin ışığıdır) buyuruldu. Yine bu yoldan gelen Enes bin Mâlikin
bildirdiği hadis-i şerifte, (Benden sonra bir kimse gelir. İsmi Nu'mân bin Sâbittir. Künyesi Ebû Hanîfedir. Allahü teâlâ, dînini ve benim sünnetimi Onun
elinde kuvvetlendirecektir) buyuruldu. Yine bu yoldan gelen haberde, (Size, Kûfe şehrinde gelecek birini bildiriyorum. Künyesi Ebû Hanîfedir. Kalbi ilim
ve hikmet ile doludur. Âhır zamanda, (Benâniyye) denilen kimseler, Onun yüzünden helâk olacaklardır) buyuruldu. Mezhepsizler bu hadis-i şeriflere karşı
gelir. Bunları haber verenler arasında, nasıl oldukları iyi bilinmiyen kimseler var derler. Onlara deriz ki, sonra gelenlerin bilmemeleri, önce gelmiş
olanlara kusur olmaz. Bu hadis-i şerifler, (Kütüb-i sitte)de yoktur derlerse, hadis-i şeriflerin sayısı, Kütüb-i sittede bildirilmiş olanlar kadar değildir.
Başka hadis kitaplarında da sahih hadislerin çok bulunduğu sözbirliği ile bildirilmiştir. Tirmizîde yazılı, Ebû Hüreyrenin bildirdiği hadis-i şerifte,
(Îman Süreyyâ yıldızına gitse, Fâris ehlinden biri, onu geri getirir) buyuruldu. Bunun İmâm-ı a'zamı bildirdiği muhakkaktır. (Üsûl-i erbe'a)dan tercüme
burada tamam oldu. [Bu kitabı fârisî olarak Muhammed Hasen Cân Serhendî Müceddidî yazmış, 1346 [m. 1928] da Hindistânda ve 1975 de İstanbulda basılmıştır.
Hasen Cân, 1349 [m. 1931] de Pâkistân Haydarâbâdda vefât etti.]


İmâm-ı Abdürrahmân Süyûtînin (Dürr-ül-mensûr) kitabında, Hâkimin [Hâkim Muhammed bin Abdüllah 405 [m. 1014] de Nişâpûrda vefât etti.] Abdüllah ibni Mes'ûddan
bildirdiği hadis-i şerifte, (Önce inen kitaplar, bir harf yâni kelime idi ve birşeyi bildirirlerdi. Kur'an-ı kerim yedi harf üzerine nâzil oldu. Yedi şey
bildirmektedir: Zecr (yasak), Emr, Helâl, Haram, Muhkem (açık bildirilenler), Müteşâbih (açıkça anlaşılamıyan) ve Misâller. Bunlardan, helâli helâl biliniz!
Haramı haram biliniz! Emredilenleri yapınız! Yasak edilenlerden sakınınız! Misâl ve hikâye olanlardan ibret alınız! Muhkem olanlara uyunuz! Müteşâbih olanlara
inanınız! Bunlara inandık. Hepsini Rabbimiz bildirmiştir deyiniz!) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, vehhâbî kitabının dörtyüzaltıncı sayfasında de yazılıdır.
Süriyede Hamâda Sultan câmii hatîb ve müderrisi allâme Muhammed Hâmid, (Lüzûm-ü ittibâ'ı mezâhib-il eimme) kitabında, hanefî mezhebini uzun anlatmakta
ve dört mezhepten birine tâbi olmanın vâcib olduğunu isbât etmektedir. Kitap 1388 [m. 1968] de yazılmış, 1984 de İstanbulda ofset ile tekrar basılmıştır.
[İmâm-ı Süyûtî 911 [m. 1505] de Mısrda vefât etti.]


22- Ölülerden şefâ'at beklemek şirkmiş. Buna (Hadîka) kitâbından cevâb verildi.


22 - Dörtyüzondördüncü sayfada, (Allahdan başkasına duâ etmek, başkasından sıkıntısını gidermesini istemek, ihtiyaçlarını başkasından beklemek, mezarları
büyük bilmek, onları putlaştırmak, üzerine türbe yapmak, türbelerde namaz kılmak, türbedekilere ibâdet etmek, kalb ile, söz ile, ibâdet ile ölülerden birşey
beklemek büyük şirktir. Cehennemde sonsuz kalmaya sebebdirler. Allah adı ile yalan yemin etmekten korkmuyorlar. Ahmed Bedevî adı ile yalan yemin etmekten
çekiniyorlar. Bu ise, onu Allahdan daha üstün, daha kuvvetli bilmektir) diyor.


Kitabın müellifi, doğru ile yanlışı karıştırmaktadır. Kuru yanında yaşı da yakmak istemektedir. Allahü teâlâyı bırakıp da, başka bir ölüden veya diriden
birşey beklemek, başkası adı ile yalan veya doğru yemin etmek, elbet şirk olur. Îmanı giderir. Fakat, birkaç kişi böyle yapıyor diyerek, kabir ziyâret
etmeye, türbede, Kâbeye karşı, Allah rızası için namaz kılıp, sevabını meyyite hediye etmeye, Allahü teâlânın sevdiği kulunu, Allahın yaratması için vesîle
etmeye şirk demek, bunun için türbeleri, mezarları yıkmak, islâmiyete ve müslümanlara iftirâ olur. Müslümanlara kâfir diyen kimse, bunu düşmanlık ile,
inat ederek söyliyorsa, kendisi kâfir olur. Şüpheli olan Nassları yanlış tevil ederek söyliyorsa, kâfir olmaz ise de, bid'at sahibi olur. Kitabın bu yazısı,
câmilere hırsızlık yapmak için veya mezhepsizlik propagandası için gidenler, vâizlere, hatîb efendilere, iftirâ ederek ihbâr yapmak için, göze girmek için,
iyi tanınmak için gidenler var, o hâlde, câmileri yıkmalıdır demeye benziyor. Böyle söyliyen, bilmez mi ki, câmiler, o kötü işler için yapılmamıştır. Namaz
kılmak, vaaz etmek, Kur'an-ı kerim dinlemek için yapılmıştır. Böyle, birkaç kötülük için, câmileri yıkmak değil, kötülük yapanları câmilere, iyi insanlar
arasına sokmamak lâzımdır. Kötü, bozuk kimseleri ileri sürerek, Ehl-i sünnet olan temiz müslümanlara müşrik demek, Resûlullahın ve Velîlerin, Âlimlerin
türbelerine saygısızlık yapmak, islâm düşmanlığıdır.


Büyük âlim Abdülganî Nablüsînin (Hadîka) kitabının yüzelliüçüncü sayfasından başlıyarak, sayfalarca yazdıklarının özeti şöyledir: (Edille-i şer'ıyye) yâni
din bilgilerinin kaynağı dörttür: Kitap, sünnet, kıyâs ve icmâ. Kıyâs ile icmâ, Kitaptan ve sünnetten çıkmıştır. Şu hâlde, din bilgisinin ana kaynağı Kitap
ve sünnettir. Bu ikisinden alınmıyan her bilgi, her iş, (Bid'at)dir. Bid'at olan inanışlar, bilgiler ve işler, sapıklıktır. İnsanı felakete götürür. Meselâ,
tasavvufcu, tarîkatçı olduğunu söyliyen kimseler, bir münkeri, yâni icmâ ile bildirilenlere uymıyan birşeyi yapınca, biz bâtın bilgilerini biliyoruz. Bu
iş bize helâldir. Siz kitaptan öğreniyorsunuz. Biz ise, Muhammed aleyhisselâmdan sorup anlıyoruz. Onun sözüne güvenmezsek, Allahdan sorup öğreniyoruz.
Şeyhimizin himmeti bizi marifetullaha kavuşturuyor. Kitaptan, üstâddan birşey öğrenmeye ihtiyacımız yoktur. Allah bilgilerine kavuşmak için kitap okumamak,
mektebe gitmemek lâzımdır. Bizim yolumuz bozuk olsaydı, nûrlar, Peygamberler, ruhlar, bize görünmezlerdi. Biz yanılırsak, haram işlersek, rü'yâda bize
bildirilir, doğruları öğretilir. İlm adamlarının kötü gördükleri şeyler, bize rü'yâda kötülenmedi, iyi bildiğimiz için yapıyoruz diyorlar. Bu gibi saçma
sözler, zındıklıktır, sapıklıktır. İslâmiyet ile alay etmektir. Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere hakâret etmek, güvenmemektir. Bunlarda yanlış ve zamana
uymıyan şey bulunduğunu söylemektir. Böyle bozuk sözlere inanmamalıdır.


Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, (İlhâm) vâsıtası ile ahkâm anlaşılamaz. Yâni, Allahü teâlânın, Velîlerin kalblerine verdiği bilgiler, helâl ve haramlar
için delîl, senet olamazlar. Resûlullahın mübârek kalbine ilhâm, her müslüman için senettir. Herkesin bunlara uyması lâzımdır. Evliyânın ilhâmı islâmiyete
uygun ise, yalnız kendisine senettir. Başkalarına senet olamaz. İlhâm, Kitabın ve Sünnetin mânalarını anlamaya yardım eder. İlhâm, sâlih müminlerde olur.
Bid'at sahiplerinin ve fâsıkların kalblerine şeytanın vesveseleri gelir. Kalbe gelen bilgilere (İlm-i ledünnî) denir. Bu ilim ruhanî veya şeytanî olur.
Birincisine (İlhâm), ikincisine (Vesvese) denir. İlhâm Kitaba ve Sünnete uygun olur. Vesvese, bunlara uygun olmaz. Rü'yâ da, rahmânî veya şeytanî olur.
Resûlullah, Peygamber olduğu bildirilmeden önce, altı ay, rü'yâ ile amel eyledi. Tasavvuf büyüklerinden yüksek Velî Cüneyd-i Bağdâdî [Cüneyd-i Bağdâdî
298 [m. 910] da vefât etti.] (İnsanları, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak yol, yalnız Muhammed aleyhisselâmın yoludur. Bundan başka olan dinler,
mezhepler, tarîkatler, rü'yâlar çıkmaz sokaktır. İnsanı saadete kavuşturmazlar. Kur'an-ı kerimin ahkâmını öğrenmiyen ve hadis-i şeriflere uymıyan kimse,
câhil ve gâfildir. Buna uymamalıdır. Bizim ilmimiz, mezhebimiz, Kitap ile Sünnettir) buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî buyuruyor ki, (Bir Velî, islâmiyete uydukca
ilerler. İlhâmları artar. Fakat, Velîlere gelen ilhâmlar, Kitap ve Sünnetin üstüne çıkamaz.) Sırrî-yi Sekâtî [Sırrî Sekâtî 251 [m. 865] de vefât etti.]
(Tasavvufun üç mânası vardır. Birincisinde sôfinin kalbinde Allahü teâlâya olan marifeti, verâının nûrunu söndürmez. Kalbinde olan marifet nûru ile, maddenin
ve enerjilerinin hakîkatlerini, özlerini anlar ve Allahü teâlânın ismlerinin, sıfatlarının tecellîlerine kavuşur. Bedeninde olan verâ nûru ile, islâmiyetin
ince bilgilerini anlar. Her işi, islâm ahkâmına uygun olur. İkinci mânasına göre, sôfinin kalbinde, Kitaba ve Sünnete uymıyan ilim bulunmaz. Uygun olup
olmadığını, zâhir ve bâtın bilgilerinde derin âlim olup, tasavvuf büyüklerinin kullandıkları kelimeleri anlıyanlar ayırabilir. Tasavvufun üçüncü mânasına
göre, sôfinin kerâmetleri, islâm bilgilerinin hiçbirine aykırı olmaz. İslâm ahkâmına uymıyan şeyler, (Kerâmet) olmaz. Bunlara (İstidrâc) denir) buyurdu.


Evliyânın sözlerinin, işlerinin islâm ahkâmına uygun olup olmadığını her ilim sahibi anlıyamaz. Tasavvuf bilgilerini iyi bilmek ve tasavvuf büyüklerinin
sözlerinin mânasını iyi anlamak lâzımdır. Meselâ, Bâyezîd-i Bistâmî [Bâyezîd-i Bistâmî 261 [m. 875] de vefât etti.] (Sübhânî mâ a'zama şânî) buyurdu. Yalnız
zâhirî bilgileri olanlar bu sözü, (Mahlûklardaki kusurlar bende yoktur. Benim şânım çok büyüktür) demek sanır. Muhyiddîn-i Arabî, bu söz için, Allahü teâlânın
büyüklüğünü, hiç kusurlu olmadığını en iyi olarak bildirmektedir dedi. Tenzîhin tenzîhidir buyurdu. Şöyle ki, Allahü teâlâyı Ona lâyık olarak tenzîh ve
tesbîh edemediğini gördü. Allahü teâlâ tâm münezzeh olarak tecellî ettiği gibi, Onun isti'dâdı ve gücü kadar yaptığı tenzîhe ve tesbîhe uygun tecellîler
de olmaktadır. Bu tecellîleri tesbîh etmesini, kendi isti'dâdını tesbîh etmek görüp, kendimi tesbîh ediyorum dedi. Böylece, Sübhânî dedikten sonra, başkalarının
tesbîhlerinin, daha aşağı olduğunu, onların tenzîhlerine göre olan tecellîlerde görerek, kendi tesbîhinin daha uygun olduğunu görünce, (Benim isti'dâdım
daha büyüktür) dedi. Görülüyor ki, bu sözü ile islâmiyete uygun olan birşeyi anlatmak istemiştir. Sekr hâlinde olduğundan, başka kelime bulamamış, ince
bilgilerini, herkesin anlıyamıyacağı kelimelerle bildirmiştir. Yine bu büyük Velî, Bistâm şehrinde talebesini alarak, bir velîyi görmeye gittiler. Zühdü,
takvâsı dillerde dolaşan o kimsenin yanına gidince, kıble tarafına tükürdüğünü gördü. Selâm vermeyip, yanından uzaklaştı. (Bu adam Resûlullaha karşı lâzım
olan edeblerden birini gözetmedi. Velî olmak için lâzım olan edebleri de gözetemez) dedi. Kıbleye karşı edebsizlik, kötü birşeydir. Ehl-i sünnet âlimleri,
yatarken ve otururken kıbleye karşı ayak uzatmaya mekruh dedi. Allahü teâlâ, Kâbeyi tavâf etmeyi ve tavâfta temiz olmayı emreyledi. Muhyiddîn-i Arabî buyuruyor
ki, duâlarının kabûl olduğunu söyliyen bir kimse, islâmın edeblerinden bir edebi gözetmezse, çok kerâmetleri görülse de, ona inanılmaz. Yine Bâyezîd-i
Bistâmî buyurdu ki, (Bir kimse, Velî olduğunu söylerse, hattâ havada oturursa, ibâdetleri yapmasına ve haramlardan sakınmasına ve islâmiyete uymasına bakmadan
sözüne inanmayınız). [Şimdi, din kitabı yazanları da, böyle kontrol etmeli, islâmiyete uymıyanların din kitaplarını okumamalıdır!] [Bâyezîd-i Bistâmî,
Hazer denizi cenûbunda Bistamda, Muhyiddîn-i Arabî 638 [m. 1240] da Şâmda vefât etmişlerdir.]


Abdürra'üf-i Münâvî, Câmi'ussagîr şerhinde diyor ki, avâmın yâni müctehid olmıyanların, Sahâbe-i kiramı taklîd etmelerinin câiz olmadığını, âlimler sözbirliği
ile bildirmişlerdir. Bu sözbirliğini, imam-ı Ebû Bekr-i Râzî haber vermektedir. Müctehid olanın, dört mezhepten başka olan ictihâdlara uymaları câizdir.
Fakat, uyarak yaptığı işte, onun bütün şartlarını gözetmesi lâzımdır. Ebû Süleymân-ı Dârânî buyuruyor ki, (Çok vakit, kalbime düşünceler geliyor. Kitaba
ve Sünnete uygun bulursam kabûl ediyorum.) Zünnûn-i Mısrî buyuruyor ki, (Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti, bütün ahlâkta ve bütün işlerde, Onun sevgili
Peygamberine uymaktır.) [Abdürra'üf Münâvî, 1031 [m. 1621] de Mısrda, Ebû Süleymân, 205 [m. 820] de Şâmda, Zünnûn-i Mısrî, 245 [m. 860] de vefât etmişlerdir.]


(Hadîka)da, yüzseksenikinci sayfasında, imam-ı Kastalânînin (Mevâhib-i ledünniyye) kitabından alarak buyuruyor ki, Allahü teâlâyı sevmek ikiye ayrılır:
Farz olan sevmek, farz olmıyan sevmek. Farz olan sevmekle, emirleri yapılır. Yasaklarından sakınılır. Kaza ve kaderine râzı olunur. Haram işlemek ve farzları
yapmamak, bu sevginin gevşek olduğunu gösterir. Farz olmıyan sevgi, nâfileleri yaptırır. Şüphelilerden sakınmaya sebep olur. Buhârînin Ebû Hüreyreden haber
verdiği, (Allahü teâlâ, kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında bana en sevgili olanları, ona farz kıldığım şeylerdir. Kulum nâfile ibâdetleri yapmakla
bana o kadar yaklaşır ki, onu çok severim. Onu sevince, onun duyan kulağı, gören gözü ve tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Her istediğini veririm. Benden
yardım isteyince, imdâdına yetişirim buyurdu) hadis-i kudsî gösteriyor ki, Allahü teâlânın çok sevdiği ibâdet, farzları yapmaktır. Burada bildirilen nâfile
ibâdetler, farzlarla birlikte yapılanlardır. Bunlar, bu farzlardaki kusurları tamamlar. Ömer bin Ali Fâkihânî diyor ki, (Bu hadis-i şerif gösteriyor ki,
farzlarla birlikte nâfile ibâdetleri yapan, Allahü teâlânın sevgisini kazanır.) Ebû Süleymân Hattâbî diyor ki, (Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, bunların
duâları kabûl olur). Bunların duâ ettikleri kimseler, murâdlarına kavuşurlar. [Fâkihânî İskenderî Mâlikî 734 [m. 1334] de vefât etmiştir. Ebû Süleymân
Ahmed Hattâbî Büstî, 388 [m. 998] de vefât etmiştir. Velîlerden duâ, yardım beklemek, bunun için onlara yalvarmak şirk olur demek, bu hadis-i şerife inanmamak
olur.]


Abdülganî Nablüsî, buyuruyor ki, Cüneyd-i Bağdâdîden başlıyarak, buraya kadar yazdıklarımızı, tasavvuf büyüklerinden Abdülkerim Kuşeyrînin [Kuşeyrî 465
[m. 1072] de Nişâpûrda vefât etti.] risâlesinden aldım. Tarafsız olarak bunları incele! Adı geçen bu tasavvuf büyüklerinin, Velîlerin, islâmiyete nasıl
yapışmış olduklarını gör! Bütün keşflerini, kerâmetlerini, kalb bilgilerini, ilhâmlarını, hep Kitap ve Sünnet ile ölçmektedirler. Resûlullahın yolundan
ayrılan câhillerin sözleri ileri sürülerek, Ehl-i sünnet âlimlerine, tasavvuf büyüklerine dil uzatmak, bir müslümana yakışır mı? Bu Velîlere ve bu Allah
adamlarını seven müslümanlara, müşrik diyene inanılır mı? Evliyânın kerâmetleri haktır, doğrudur. Ehl-i sünnet îtikatında olan ve islâmiyete uyduğu görülen
kimselere, Allahü teâlânın âdeti dışında, [yâni fizik, kimyâ ve fizyoloji kanûnları dışında] ikrâm ettiği, ihsân ettiği şeylere (Kerâmet) denir. Bir Velî,
kerâmet sahibi olduğunu söylemez. Kerâmet göstermesini dilemez. Kerâmet, Velînin ölüsünde de, dirisinde de hâsıl olur. Peygamberler ölünce, Peygamberlikten
ayrılmadıkları gibi, Velîler de ölünce, evliyâlık derecesinden düşmezler. Velîler, Allahü teâlâya ve sıfatlarına âriftirler. Kur'an-ı kerimde, birçok Velîlerin
kerâmetleri bildirilmektedir. Îsâ aleyhisselâm babasız dünyaya gelince, Hz. Meryemde görülen kerâmetler bunlardandır. Zekeriyyâ aleyhisselâm Hz. Meryemin
odasına geldiği zaman, yanında yiyecek olduğunu görür. Bunu nereden aldın derdi. Çünkü, onun yanına, Zekeriyyâ aleyhisselâmdan başka, kimse girmezdi. O
da, Allahü teâlâ yarattı cevabını verirdi. Eshâb-ı Kehfin kerâmetleri de, Kur'an-ı kerimde bildirilmektedir. Mağarada senelerce aç ve susuz kaldılar. Âsaf
bin Berhıyânın, Belkısın tahtını Süleymân aleyhisselâma getirmesi de Kur'an-ı kerimde bildiriliyor. Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin binlerce kerâmetleri, kitaplarda
yazılıdır ve dillerde dolaşmaktadır. Mezhepsizlerin, kerâmetlere inanmamalarına pek de şaşmamalıdır. Çünkü, kendilerinde kerâmet hiç hâsıl olmadığı gibi,
hocalarında ve büyük bildiklerinde böyle şeyler görüldüğünü duymuyorlar. İmâm-ı Necmeddîn Ömer Nesefîden kerâmeti sorduklarında, Allahü teâlânın, Evliyâsına,
yâni sevdiği kullarına, âdetini bozarak, ihsânda bulunması, ehl-i sünnete göre câizdir buyurduğu, ibni Âbidînde, Mürted bahsi sonunda yazılıdır. [Ömer
Nesefî, 537 [m. 1143] de, Semerkandda vefât etmiştir.]


Evliyânın az zamanda uzak yerlere gittikleri ibni Âbidînde, (Nesebin sübûtü faslı) sonunda da yazılıdır. Bunun üzerine şâfi'î ve hanefî mezheplerinde, fıkh
mes'eleleri bile yapılmıştır. İbn-i Hacer-i Hiytemînin fetvâlarında diyor ki, bir Velî, bulunduğu yerde akşam namazını kıldıktan sonra, garba doğru çok
uzağa gitse, gittiği yerde güneş batmamış olsa, burada güneş batınca, akşam namazını tekrar kılması lâzım olmadığını söyliyenler çoktur. Şemseddîn Remlî
ise, lâzım olur buyurdu. [İbni Hacer-i Hiytemî, 974 [m. 1567] de Mekkede, Muhammed Remlî, 1004 [m. 1596] de vefât etmişlerdir.] İhtiyâç olduğu zaman, yiyecek
içecek ve giyecek, hemen hâsıl olması da çok görülmüştür. Resûlullahın amcası oğlu Câfer Tayyârın havada uçtuğu tarih kitaplarına geçmiştir. Lokmân-ı Serahsînin
ve benzerlerinin uçtukları da meşhûrdur. Su üstünde yürümek, ağaç, taş ve hayvanlarla konuşmak da çok görülmüştür. Allahü teâlânın, böyle âdetinin ve kanûnlarının
dışında yaptığı şeyler, Peygamberlerde hâsıl olursa, (Mucize) denir. Peygamberlerin diri olması şart değildir. Öldükten sonra da, Allahü teâlâ mucize ihsân
eder. Bunun gibi, Velîler öldükten sonra da, Allahü teâlâ bunlara (Kerâmet) vermektedir. Hiçbir Velî, hiçbir Nebînin derecesine yükselemez. Velîler, dereceleri
ne kadar yüksek olursa olsun, Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymaları lâzımdır.


Velîlerin en yükseği Hz. (Ebû Bekr-i Sıddîk)dır. Bundan sonra, en yükseği Hz. (Ömer-ül-Fârûk)dur. Ömer müslüman olmadan önce, otuzdokuz müslüman vardı.
Gizli ibâdet ederlerdi. Bu, müslüman olunca, (Bugünden sonra artık gizli ibâdet olunmaz) dedi. İslâmiyette, açıkça ilk ibâdet eden, (Ömer-ül-Fârûk)dur.
Bu ikisinden sonra Velîlerin en yükseği, Hz. (Osman-ı Zin-nûreyn)dir. Resûlullahın Rukayye ve Ümm-ü Gülsüm adındaki iki mübârek kızı ile ard arda evlendiği
için, (İki nûr sahibi) adı ile şereflenmiştir. Bu iki zevcesi ölünce, Resûlullah, (Bekâr bir üçüncü kızım daha olsaydı, onu da Osmana verirdim) buyurdu.
Bundan sonra, Evliyânın en üstünü, Hz. (Aliyy-ül-mürtezâ)dır. Resûlullah Tebük gazâsına giderken, Hz. Aliyi, Medînede, Ehl-i beytini korumak için, kendi
yerine vekîl bırakmaya râzı oldu ve (Sen, bana, Hârûnun Mûsâya olduğu gibisin. Şu kadar var ki, benden sonra, hiç Peygamber gelmiyecektir) buyurmuştu.
Bunun için, kendisine mürtezâ denildi. Resûlullahdan sonra, bu dördünün hilâfeti, üstünlükleri sırasına göre oldu. Bunlardan sonra, Evliyânın en üstünleri
(Eshâb-ı kirâm)ın hepsidir. Eshâb-ı kirâmın ismlerini ve aralarında olan muhârebeleri söylerken, kalbimizin ve dilimizin onlara karşı saygılı ve iyi olması
lâzımdır. Çünkü, onların birbirleri ile muhârebeleri, ictihâd ayrılığı idi. Onların bu işlerine de sevap vardır. Yanılanlarına bir sevap, doğru olanlarına
iki sevap verildi. (Aşere-i mübeşşere) denilen on kişinin Cennete gideceklerini, Resûlullah haber verdi. Bunlar, dört halîfe ve Talha ve Zübeyr ve Sa'd
bin ebî Vakkâs ve Sa'îd bin Zeyd ve Ebû Ubeyde bin Cerrâh ve Abdürrahmân bin Avftır. Resûlullahın mübârek kızı Hz. (Fâtıma-tüz-Zehrâ) ile bunun iki oğlu,
(Hasen) ve (Hüseyn)in ve (Hadîce-tül-Kübrâ) ve (Âişe-i Sıddîka)nın da Cennetlik olduklarına inanırız. Bunlardan başka, hiç kimsenin ismini söyliyerek Cennetlik
olduğunu söyliyemeyiz. Başka âlimlerin, Velîlerin Cennete gideceklerini, çok zannederiz. Fakat, kesin söyliyemeyiz. Eshâb-ı kirâmdan sonra, Evliyânın en
üstünü, (Tâbiîn)in üstünleridir. Onlardan sonra (Tebe-i Tâbiîn)in üstünleridir.


Müellif, (Allahü teâlâyı sevmenin on sebebi vardır. Dokuzuncusu, Allahı sevenlerle berâber bulunmak, onların sözlerinden dökülen tatlı meyveleri toplamak,
onların yanında, ancak lâzım olunca konuşmaktır. Bu on sebebe yapışmakla, muhabbet dereceleri aşılır. Sevgiliye kavuşulur) diyor.


Biz de, böyle inanıyoruz. Tasavvuf büyüklerini bunun için seviyoruz. Allahü teâlânın sevdiği Velîlerin yanına onun için üşüşüyoruz. Onları bunun için övüyoruz.
Böyle yapanlara, niçin müşrik diyor anlıyamıyoruz.


23- Ehl-i sünnet, Kasîde-i bürdeyi Kur'ândan üstün tutuyormuş.


23 - (Feth-ul-mecîd) kitabının, dörtyüzonbeşinci sayfasında, (Kasîde-i bürde, büyük câhilliktir. Yalnız Peygamberlerin koruması ile necât olurmuş. Bu kasîde,
Kitaba ve Sünnete karşı gelmektedir. Bu kasîdeyi Kur'andan üstün tutuyorlar) diyor.


Kitabının önsözünde, (Sü'ûd torunu Abdülazîz [Abdülazîz bin Abdürrahmân bin Faysal 1372 [m. 1953] de öldü.] tevhîdi yeniledi. Arabistân yarım adasına sulh
ve emniyet getirdi. Oğlu Sü'ûd da, geçmişlerinin yoluna hayat verdi. Hulefâ-i râşidînin yolunu açtı) diyor. Sü'ûd oğullarının kılınclarının keskin olmasına
duâ ediyor. Yunanistanda, Atinanın en lüks otellerinde, yüzlerce gayrı meşru câriye ile, Yunan kızları arasında, yıllarca sefâlet, içki ve fuhuş âlemleri
sürerek 1384 [m. 1964] de zevk, safâ, işret içinde ölen Sü'ûdü ve dedelerini övmek için (hayat verdi, yol açtı) gibi medhiyeler söylemesi, ondan yardım
dilemesi şirk, suç olmıyor da, imam-ı Busayrînin, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini övmesi, o yüce Peygamberi, mahlûkların en yüksek derecesine çıkarması,
(Her istediğini vereceğim) müjdesi ile şereflenmiş olan o en yüksek Peygamberden yardım ve şefaat istemesi, suç ve şirk oluyormuş. Utanmadan bu yazıları,
din kitabı diyerek müslümanların önüne sürmektedir. Gençleri aldatmak, mezhepsiz yapmak için, islâm âlimlerine, müslümanların gözbebeklerine, müşrik, sapık
demekten hayâ duymamaktadır. İmâm-ı Rabbânînin birinci cilt, kırktördüncü mektûbda bildirdiği hadis-i şeriflerde, Resûlullahın kendi yüksek makamını anlatmasına,
acaba ne diyecektir. Peygamberlerin seyyidi, gelmiş gelecek, bütün insanların en üstünü olduğunu bildirdiği için, o şerefli Peygambere de, (hâşâ) kirli
kalemini bulaştırmak küstahlığını mı yapacak? Bu konuda, onüçüncü maddede geniş bilgi verildi. Lütfen o maddeyi de okuyunuz!


24- Ölü duymaz, fâide vermez. Ondan birşey istemek şirk olur diyor. Bunaa (Minhat-ül Vehbiyye) kitâbından cevâb verilmektedir.


24 - Bu vehhâbî kitabının dörtyüzonaltıncı sayfasında, (İbrâhîm Neha'î, Allahü teâlâya, sonra sana sığınırım demek câiz olur dedi ise de, bu söz diri ve
hazır olup birşey yapmaya gücü yeten ve sebep olan kimse için söylenir. Ölüler his etmez, duymaz, fayda ve zarar yapmaya güçleri yoktur. Ölülere ve gâib
olan dirilere karşı böyle söylenmez. Ölülere herhangi bir sûretle bağlanmak câiz değildir. Böyle olduğunu, Kur'an açıkça bildiriyor. Ölülerden birşey istemek,
yâhut onlara birşey söyliyerek değer vermek, kalbi ile veya bir iş yapmakla bağlanmak, onları ilâh, mâbut, tanrı yapmak olur) diyor.


Bu saçma yazıları ile, Kur'an-ı kerime de iftirâ etmektedir. İslâm âlimleri bu sapık yazılara, âyet-i kerimelerle ve hadis-i şeriflerle cevap vermişler.
Bunların aldandıklarını ve gençleri aldatarak felakete sürüklemekte olduklarını isbât etmişlerdir. Bu kıymetli kitaplardan Seyyid Dâvüd bin Süleymânın
(Minhat-ül-vehbiyye fî redd-il-vehhâbiyye) kitabı, ofset yolu ile, 1389 [m. 1969] da İstanbulda bastırılmıştır. 1973 de ikinci, 1990 da üçüncü baskısı
yapılmıştır. Arabî olan bu kitap, ilk olarak 1305 hicrî yılında, Bombayda basılmıştı. Seyyid Dâvüd, derin âlim, büyük Velî, kerâmetler sahibi olan mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdînin talebesi olup, 1222 de Bağdâdda tevellüd ve 1299 [m. 1881] da orada vefât etti. Hâl tercümesi (Müncid) lügat kitabında (Hâlidî) isminde
yazılıdır. İbrâhîm Neha'î İmâm-ı a'zamın hocasının hocasıdır. 96 da Kûfede vefât etti. (Minhat-ül-vehbiyye) kitabında diyor ki:


Ehl-i sünnet îtikatından ve mezheplerden ayrılanlar, bugünlerde çoğalmaktadır. Bu sapıklar, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine müşrik diyorlar. Bu mübârek
ümmeti öldürmeli, mallarını almalı diyorlar. Bunlar, böylece, felakete sürükleniyorlar. Allahü teâlânın yardımı ile, bu sapıkları, şu küçük kitabımla red
etmeye, yazılarının bozukluğunu isbât etmeye kalkıştım. Bunu okuyarak, belki yanıldıklarını anlar, hidâyete kavuşurlar. Böylece, büyük bir hizmet etmiş
olurum.


Peygamberleri ve sâlih kullardan Evliyâyı vâsıta yaparak, onları şefaatcı kılarak, Allahü teâlâdan dilekte bulunmaya ve Allahü teâlânın kerâmet olarak onlara
verdiği kuvvet ile sıkıntıdan kurtarmalarını istemeye ve Allahü teâlânın bir dileğe kavuşturması veya bu sıkıntıdan kurtarması için, kabirlerine gidip,
onlardan şefaat istemeye inanmıyanlar, insan ölüp, toprak olunca, işitmez, görmez, kabir hayatı diye birşey yoktur diyorlar. Dünyada birşeye kavuşmak için,
diriler sebep yapıldığı hâlde, ölülerin de, birşeye kavuşmak için sebep yapılmasına bir türlü inanmıyorlar. Eğer, ölülerin kabir hayatı denilen bir hayat
ile diri olduklarına ve bu hayatlarından dolayı, bildiklerine, işittiklerine, gördüklerine ve kendilerini ziyâret edenleri tanıdıklarına, selâm verenlere
karşılık selâm verdiklerine ve birbirlerini ziyâret ettiklerine, kabirde nîmet veya azâb içinde olduklarına ve nîmetim ve azâbın, ruh ile bedene birlikte
olduğuna ve tanıdıkları dirilerin yaptıkları işlerin kendilerine bildirildiğine ve iyi işleri öğrenince, Allahü teâlâya hamd edip birbirlerine müjde verdiklerine
ve işi yapana duâ ettiklerine, kötü işleri öğrenince, bunları yapanlara duâ ederek yâ Rabbî! Bunlara iyi işler yapmak nasip et! Bize yaptığın gibi, onlara
da hidâyet nasip eyle dediklerine inansalardı, böyle inkâr etmezlerdi. Çünkü ölmek, bir evden, başka bir eve göç etmektir. Bu bildirdiklerimizin hepsinin
doğru olduklarını, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler ve icmâ'ı ümmet bildirmektedir. Bunlara inanmıyan, îman edilmesi vâcib olan birşeye inanmamış olup,
bid'at fırkalarından olur. Resûlullahın sünnetinden ayrılmış olur. Çünkü, Mahşer yerinde toplanmak için dirilip, mezardan çıkmaya inanmak, îmanın altı
şartından biridir. Buna inanmıyan kâfir olur. Ölüler için kabir hayatı olup, nîmeti ve azâbı duyduklarına inanmamak, küçük kıyâmete inanmamaktır. Küçük
kıyâmet, büyük kıyâmetin örneğidir.


[Kabir azâbına inanmıyan câhiller, (Mezarda bedenler çürümüştür. Organlar kalmamıştır. Duymazlar, görmezler. Bedene azâb ve nîmet olmaz) diyorlar. Buna
deriz ki, ruhun ölmediğine siz de inanıyorsunuz. Bunun için, onun duyduğuna, işittiğine, gördüğüne de inanmalısınız. Böyle olunca, ruhdan şefaat dilemek,
ondan yardım istemek gibi, Allahü teâlânın yaratmasına vâsıta olmasını beklemeye, karşı olmamanız Îcap eder. Çünkü, bütün dinler, insan ölünce, ruhun diri
kaldığını bildirmektedir. Diri insanlar, Allahü teâlânın yaratmasına vâsıta, sebep oldukları gibi, diri ruhların da, Allahü teâlânın yaratmasına sebep
olacağı red edilmez. Bunu, iyi düşünemediği için, ölüden bir yardım beklenemez. Allahü teâlânın birşeyi yaratması için, Allahü teâlânın sevdiği kullarının
ruhlarından yardım bekliyen, onlardan şefaat istiyen kâfir olur, müşrik olur diyorlar.

yazının devamı burada

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...