5/02/2010

kuranda kıyamet ve ahiret



KUR’ÂN-I KERÎMDE


KIYÂMET ve ÂHIRET


Müellifi


İmâm-ı Gazâlî


Mütercimi


Ömer Beğ


ÖNSÖZÜ


Allahü teâlâya hamd olsun! Onun çok sevdiği Peygamberi Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun! O yüce Peygamberin temiz Ehl-i beytine ve âdil, sâdık
Eshâbının herbirine hayrlı duâlar olsun!


Allahü teâlâ Rabbül'âlemîndir. Her canlıyı, hattâ canlı cânsız her varlığı, hesaplı, düzenli ve faydalı olarak yaratmıştır. Hâlık, Bârî, Musavvîr, Bedî
ve Hakîm sıfatları ile, varlıkların hepsini, çok düzenli, çok güzel yaratmıştır. Her varlığın düzenli ve güzel olmaları için, birbirleri aralarında bağlantılar
kurmuş, var olmaları için, düzende kalabilmeleri için, birbirlerine sebep, vâsıta, vesîle etmiştir. Varlıkların aralarındaki bu bağlantılara, birbirlerinin
düzenine sebep olmalarına tabî'at olayları, fizi
k, kimyâ kanûnları, astronomi formülleri, fizyolojik faaliyetler gibi ismler veriyoruz. Fen bilgisi demek,
Allahü teâlânın yaratmış olduğu varlıkların düzenlerini, birbirlerine etkilerini, aralarındaki bağlılıkları, hesapları araştırmak, incelemek, böylece bunlardan
faydalanmak demektir.


Allahü teâlâ, canlı cânsız bütün varlıkların düzenli, hesaplı olmalarını dilemiş ve dilediği gibi yaratmıştır. Böyle yaratmasına, maddeleri, kuvvetleri,
enerjileri vesîle ve sebep kılmıştır. Allahü teâlâ, insanların yaşamalarının da, düzenli ve faydalı olmasını dilemektedir. Bunun için de, insanların irâdelerini
vesîle ve sebep kılmıştır. İnsan, birşey yapmak irâde eder, ister. Allahü teâlâ da isterse, o şeyi yaratır. İnsanların şahsî yaşamalarının ve âile yuvası
kurmalarının ve sosyal hayatlarının düzenli olması için, insanların iyi ve doğru ve faydalı şeyleri irâde etmeleri lâzımdır. İrâdenin, dileğin iyi olması
için, Allahü teâlâ, onlara (Akıl) vermiştir. Akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvettir. İnsanlar çok şeye muhtaç oldukları için ve lâzım olan şeyleri elde
etmek zorunda oldukları için, bunları elde etmek isteyen (Nefis) denilen kuvvet, aklı şaşırtıyor. Lâzım olan şey, zararlı olsa da, nefis bunu akla güzel
gösteriyor.


Allahü teâlâ, kullarına acıyarak, (Peygamber) denilen seçtiği insanlara, melek ile (Din) denilen bilgiler gönderdi. Peygamberler bu bilgileri insanlara
öğretti. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği (İslâm) dîni, her yerdeki her insanın karşılaşabileceği, her şeyin iyi veya kötü, faydalı veya zararlı olduğunu
ayırmakta, faydalı şeyleri yapmamızı emretmektedir.


Nefis, insanları yine aldatıyor. Din bilgilerine uymak istemiyor. Hattâ bunları ve îman edilmesi, inanılması lâzım olan şeyleri değiştirmeye, bozmaya kalkışıyor.
Allahü teâlânın Peygamberi Muhammed aleyhisselâm, insanların nefslerine uyarak, islâmiyeti değiştirmeye kalkışacaklarını haber verdi. (Ümmetim yetmişüçe
ayrılacak, yalnız biri Cennete gidecek) buyurdu. Bozuk inançlarından dolayı Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırka, meydana çıktı. Bu yetmişiki
fırka, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin, açık olmıyan, şüpheli olan mânalarını yanlış anladıkları için, kâfir olmıyorlar. Fakat, islâmiyeti değiştirdikleri
için, Cehenneme gireceklerdir. Bunlara (Bid'at) veya (Dalâlet) ehli, yâni mezhepsiz ve sapık denir. Bunlar, müslüman oldukları için, Cehennemden çıkacak,
yine Cennete gireceklerdir. Bunlardan başka, (Müslüman) ismini taşıyan, fakat islâmiyeti, bozuk bilgilerine ve kısa görüşlerine göre değiştiren, bunun
için, müslümanlıktan çıkanlar vardır. Bunlar, Cehennemde sonsuz kalacaklardır. Bunlar zındıklar ve reformculardır.


Şimdi mezhepsizler milyonlarca altın saçarak, kendi inançlarını, her memlekete yaymaya çalışıyor. Din câhillerinden çoğunun, bol paraya kavuşmak için, çoğunun
da aldatılarak, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirmiş oldukları doğru yoldan ayrıldıkları, acı acı görülmektedir. Hattâ, Ehl-i sünnet kitaplarını lekelemeye
kalkışıyorlar. Bunun için, mezhepsizlerin bir kısmı olan vehhâbîlerin, Ehl-i sünnete uymıyan inanışlarını vesikaları ile ayrıca bir kitap hâlinde bildirmek
ve bu kimselerin müslümanlara yaptıkları zararları sağlam kaynaklardan alarak yazmak zarûret hâlini aldı. Böylece müslümanların sahte, yalan sözlere ve
yazılara aldanmaktan korunmaları lâzım oldu.


Abdülvehhâb oğlu Muhammed isminde bir kimse, (Kitap-üt-tevhîd) adında küçük bir kitap yazdı. Torunu Süleymân bin Abdüllah, bunu şerh etmeye başladı ise
de, binikiyüzotuzüç 1233 [m. 1817] senesi sonunda, İbrâhîm Pâşa Der'iyyeye girip, cezâlarını verdiği zaman, öldü. İkinci torunu Abdürrahmân bin Hasen,
şerh edip, (Feth-ul-mecîd) adını verdi. [Abdurrahmân 1258 [m. 1842] de öldü.] Sonra bu şerhini kısaltıp (Kurre-ül-uyûn) adında ikinci bir kitap hazırladı.
Şerhin Mısrda 1377 [m. 1957] de, Muhammed Hamîd isminde bir vehhâbî tarafından yapılan yedinci baskısına ilâveler de yapıldı. Kâfirler için gelmiş olan
âyet-i kerimeleri ve birçok hadis-i şerif yazarak, müslümanların gözlerini boyamaktadır. Bunlara yanlış, bozuk mânalar uydurarak (Ehl-i sünnet) olan doğru
müslümanlara saldırmakta, bu temiz müslümanlara kâfir demektedir. Kitabının birkaç yerinde, şî'îlere mel'ûn müşrikler diyerek ateş püskürmektedir. Bu şerhin
çok yerlerini ibni Teymiyyeden ve onun talebesi ibni Kayyım-ı Cevziyyeden ve torunu Ahmed bin Abdülhalîmden almış, birine allâme, ikincisine şeyh-ül-islâm
ve Ebül-Abbâs adını takmıştır. İbni Teymiyyeye de demektedir. [Ahmed ibni Teymiyye 728 [m. 1328] de Şâmda öldü. Muhammed ibni Kayyım-ı Cevziyye 751 [m.
1350] de vefât etti.]


İşbu, (Müslümana Nasihat) kitabını hazırlamakta iken, elimize türkçe yazılmış küçük bir vehhâbî kitabı geçti. (Cevap-ı Nu'mân) adındaki bu kitap, 1385 [m.
1965] senesinde ikinci defa olarak Şâmda basılmış. Türk hâcılarını aldatarak, (Ehl-i sünnet) yolundan ayırmak için, parasız dağıtılıyormuş. Allahü teâlânın
lütfü ve ihsânı ile, bunun da bozuk, uydurma yazılarına, sağlam, vesikalı cevaplar yazmak nasip oldu.


İşbu (Müslümana Nasihat) kitabı iki kısm olarak hazırlandı. Birinci kısmda, (Feth-ul-mecîd) kitabından ve sonra (Cevap-ı Nu'mân) kitabından yazılar alınıp,
bunlara islâm âlimlerinin kitaplarından cevaplar verildi. Böylece, otuzbeş madde hâsıl oldu.


Kitabın ikinci kısmında, vehhâbîlerin nasıl meydana çıktıkları, nasıl yayıldıkları ve mal, mevki' ele geçirmek için, vehhâbîler arasına karışan câhil, vahşî
kimselerin, müslümanların canlarına, mallarına kıydıkları, islâm memleketlerine barbarca saldırdıkları, Osmanlı devleti tarafından nasıl cezâlandırıldıkları
ve birinci cihân harbinden sonra, ingilizlerin bol para ve silâh yardımı ile, tekrar nasıl devlet kurdukları yazılıdır.


Allahü teâlâ müslümanları mezhepsizlik felaketine düşmekten korusun! Bu yollara kaymış olan zevallıları da, bu felaketten kurtarsın! Âmîn.


Aşağıdaki şi'r, mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin fârîsi dîvânından bir parçanın tercemesidir:


ÂH YAZIK!


Ömrüm boş şeylerle geçdi, âh yazık!


Yârını hiç düşünmedim, âh yazık!


Hep hevâya binâ kurdum, şaşkınca,


din temeli çürük oldu, âh yazık!


Afvı sonsuzdur diyerek, pek azdım,


(Kahhâr) ismini unutdum, âh yazık!


Daldım günâha, yapmadım hiç hayr


niçin doğru yoldan sapdım? Âh yazık!


Mal için, mâkam için hep uğraşdım,


sonsuz ni'metlerden oldum, âh yazık!


Yol bozuk ve karanlık, önde şeytân,


günah ağır, ağlarım hep, âh yazık!


Hesâb ağır, ağlarım hep, âh yazık!


Hesâb defterimde yok bir iyilik,


nasıl kurtulur bu Hâlid? Âh yazık!
KIYÂMET ve ÂHIRET


Hamd, zâtının ebedî olduğunu bildiren Allahü teâlâya olsun. Kendisinden başka bütün varlıkların yok olmalarını diledi. Kâfirleri ve günahkârları kabir azâbı
ile cezâlandıracaktır. Kullarının dünya ve âhıret saadetine kavuşmaları için Peygamberleri vâsıtası ile emirlerini ve yasaklarını bildirdi. Kullarının
âhırette azâb veya mükâfât görmelerini dünyadaki yaptıkları birkaç günlük amellerine bağladı. Âhıret yoluna girip, rızasına kavuşmağı, seçtiği ve sevdiği
kullarına kolay eyledi.


Allahü teâlâ, sevgili peygamberi Muhammed aleyhisselâma, Onun Âline ve Eshâbına salât ve selâm eylesin ki, onların ismlerini müslümanlar arasında pek yüksek
eyledi.


Bilmelisin ki, herşeyi dirilten ve öldüren Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin yüzseksenbeşinci ve El-Enbiyâ sûresinin otuzbeşinci ve El-Ankebût sûresinin
elliyedinci âyetinin meâl-i şerifinde, (Her canlı ölümü tadacaktır) buyurdu. Bununla âlemlerin üç ölümünü bildirdi. Dünya âlemine gelen elbette ölür. Ceberût
âlemine ve melekût âlemine gelenler de elbette ölür. Bunlardan dünya âleminde olanlar, Âdemoğulları (insanlar) ile karada, denizde ve havada olan hayvanlardır.


Melekûtî olan [yâni gözle görülemiyen] ikinci âlem, melekler ile cin sınıflarının bulunduğu âlemdir.


Ceberûtî olan üçüncü âlem ki, meleklerden seçilenlerin âlemidir. Nitekim Kur'an-ı kerimde, Hac sûresinin yetmişbeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, meleklerden
ve insanlardan Peygamberler seçti) buyuruldu.


İşte bu üçüncü sınıf Ceberût âleminin ehli, Kerûbiyân, Ruhâniyân, Hamele-i Arş melekleri ve Surâdıkât-ı celâl ehli olanlardır. Enbiyâ sûresinin ondokuz
ve yirminci âyetlerinde meâlen, (Allahü teâlânın indinde olan öyle melekler vardır ki, kendisine ibâdette, kendilerini beğenmezler ve hiç yorulmazlar.
Gece gündüz hep Allahü teâlâyı tesbîh ederler, usanmazlar) buyurularak, bunları bildirmektedir. Allahü teâlâ onları bu âyet-i kerime ile medh buyurmuştur.
Bunlar çok şerefli olup, Cennet bahçelerinde bulunurlar. Bunlar Kur'an-ı kerimde bildirilmiş olup, sıfatları anlatılmıştır. Bunlar cenâb-ı Hakka yakîn
oldukları ve bulundukları mekânları Cennet olduğu hâlde yine ölürler. Allahü teâlâya yakîn olmaları, ölmelerine mani olmaz.


Sana önce dünya ölümünü anlatacağım. Haber vereceğim şeyi dinlemek için kulağını iyi ver ki, eğer Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne, kıyâmet gününe ve âhırete
inanıyorsan; sana insanların bir hâlden diğer bir hâle nasıl geçtiklerini nakledip, onların hâllerini, vasflarını haber vereceğim. Çünkü, bu haberler ancak
delîl ve şâhit iledir ki, anlatacaklarıma Allahü teâlâ ve Kur'an-ı kerim şâhittir. Kur'an-ı kerim ile Resûlullahdan nakledilen sahih hadisler sözümü tasdik
eder. [İnsân ölünce, (Dünya hayatı) biter. (Âhiret hayatı) başlar. Âhiret hayatı üç kısmdır: Tekrar dirilinciye kadar, (Kabir hayatı) dır. Sonra, (Kıyâmet
hayatı), bundan sonra, (Cennet ve Cehennem hayatı) dır. Bu üçüncü hayat, sonsuzdur.]
BİRİNCİ FASL


Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, belini kudretiyle mesh buyurduğu zaman, ondan iki avuç aldı. Birisini sağ tarafından, diğerini ise sol tarafından
aldı. Her insanın zerresini birbirinden ayırdı. Âdem aleyhisselâm onlara baktı ki, onların zerreler gibi olduğunu gördü. El-Vâkı'a sûresindeki bir âyet-i
kerimede meâlen, (İşte bu sağdakiler Cennet ehlinin amelini yapacaklarından, Cennetlik olanlardır. Bana bunların amellerinden bir fayda ve zarar yoktur.
Bu soldakiler Cehennem ehlinin amelini yapacaklarından, Cehennemlik olanlardır. Bana bunlardan da bir fayda ve bir zarar yoktur) buyuruldu.


Âdem Allahü teâlâya, (Yâ Rabbî! Cehennem ehlinin ameli nedir?) diye sordu. Allahü teâlâ da, (Bana şirk koşmak ve gönderdiğim Peygamberlere inanmamak ve
ilâhî kitaplarımda (Peygamberlere verilen kitaplar) olan emir ve nehyimi tutmayıp, bana isyân etmektir) buyurdu.


Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm, Allahü teâlâya duâ ederek, (Yâ Rabbî! Bunları kendilerine şâhit kıl. Umulur ki, Cehennem ehli ameli işlemezler) dedi. Allahü
teâlâ da, nefslerini şâhit yapıp (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) buyurdu. Hepsi, (Rabbimizsin. Biz şehâdet eyledik) dediler. Allahü teâlâ, melekleri
ve Âdemi de şâhit tuttu ki, onlar Allahü teâlânın rubûbiyyetini ikrâr ettiler. Bu sözleşmeden sonra, onları tekrar eski mekânlarına gönderdi. Çünkü bunların
hayatları yalnız ruhanî bir hayat idi. Cismânî bir hayat değildi. Allahü teâlâ bunları Âdem aleyhisselâmın sulbüne yerleştirdi. Ruhlarını kabz edip, arşın
hazînelerinden birinde muhâfaza kıldı.


Bir babanın nutfesi ananın rahminde karar edip, çocuğun cismânî sûreti tamam olduğu zaman, henüz ölüdür. Melekûtî bir cevheri olduğundan, cesedin fenalaşması
men edildi. Allahü teâlâ rahmde ölü olan bu çocuğa ruh vermeyi murâd buyurduğunda, arşın hazînelerinde bir müddet gizleyip muhâfaza buyurduğu ruhu, o cesede
iâde eder. Çocuk o zaman hareket etmeye başlar. Çok çocuk vardır ki, anne karnında hareket eder. Vâlidesi bâzan işitir. Bâzan işitmez. Allahü teâlânın
ruhlara, (Ben sizin rabbiniz değil miyim) diye sorduğu mîsâktan (sözleşmeden) sonraki ölüm yâni, ruhunu arşın hazînelerine göndermesi birinci ölüm ve şimdiki
ana karnındaki hayat, ikinci hayattır.
İKİNCİ FASL


Bundan sonra, Allahü teâlâ, insanı hayatı boyunca, dünyada durdurur. Belli olan eceli gelinceye kadar ve rızkı tükeninceye kadar ve ezelde takdîr edilmiş
olan amelleri bitinceye kadar, dünyada durur. Dünyadaki ölümü yaklaştığı vakit, dört melek gelir. Bunların biri, ruhunu sağ ayağından ve biri sol ayağından
ve biri sağ elinden ve biri sol elinden çekerler. Çok defa, ruhu gargara hâline gelmezden evvel (Âlem-i melekûtî)yi görmeye başlar. Melekleri, yaptıkları
işlerin hakîkatini, âlemlerinde durdukları hâl üzere görür. Eğer dili söyler ise, onların vücûdünü haber verir. Çok defa da, gördüğü şeyleri, şeytanın
bir işi zanneder. Lisanı tutuluncaya kadar hareketsiz kalır. Bu hâlde, yine melâike ruhunu parmak uçlarından çekerler. Soluğu ise, sanki saka kırbasından
su boşalır gibi, gırıl gırıl öter. Fâcirin ruhu da yaş keçeye takılmış olan diken çekilir gibi çıkarılır ki, bunu insanların en üstünü olan Peygamberimiz
haber verdi. Bu hâlde ölü karnını diken ile dolu zanneder. Ruhunu da, sanki bir iğne deliğinden çıkıyor ve gök yere bitişiyor ve kendisi arasında kalıyor
zanneder.


Hz. Kâ'bdan, ölüm nasıl oluyor diye suâl olundu. Buyurdu ki: (Bir diken dalını bir kişinin içerisine koymuşlar. Ve kuvvetli bir kimse onu çekiyor. Kestiğini
kesiyor. Kalan kalıyor gibi buldum).


Peygamberlerin efendisi buyurdu ki, (Elbette ölüm acılarından birinin şiddeti, üçyüz kere kılınç vurmaktan daha şiddetlidir).


İşte bu zamanda insanın cesedi terler. Gözleri sür'at ile iki tarafa gider. Burnunun iki tarafı çekilir. Göğüs kemikleri kalkar, soluğu kabarır, benzi sararır.
Âişe-i sıddîka vâlidemiz, Resûlullah kucağında iken, bu hâli görünce, gözünden yaş dökerek şu meâlde şiir söyledi:


(Nefsimi sana feda ederim yâ Resûlallah ki, seni fena hareketlerden birşey kederlendirmedi, incitmedi. Bu zamana kadar seni cin de çarpmadı. Birşeyden dahî
korkmadın. Şimdi ne oldu ki, güzel yüzün inci gibi terle örtülmüş görüyorum. Her ölünün rengi solduğu hâlde, senin mübârek yüzünün nûrları hakîkaten her
tarafı aydınlatıyor.)


Ruhu kalbe gelince dili tutulur. Hiç kimse ruhu göğsüne gelmiş iken konuşamaz. Bunun iki sebebi vardır. Biri, iş gayet büyük olduğundan, göğüs nefeslerle
sıkışıp, daralmıştır.


Görmezmisiniz, insanın göğsüne vurulsa bayılır. Ancak az sonra söze kâdir olur. Çok kere de söyliyemez. İnsanın neresine vurulsa seslenir. Göğsüne vurulsa,
hemen sessiz ölü gibi düşer.


İkinci sebebi de, ses akciğerlerinden dışarı çıkan havanın hareketinden hâsıl oluyor idi. Bu soluk ise kalmadı. Nefes alıp veremediği için, bedenin harâreti
kalmaz, soğur. Bu zamanda mevtâların hâlleri muhtelif olur.


Bazıları vardır ki, melek zehir ile su verilmiş kızgın demir ile vurur. Hemen ruh kaçar, hârice çıkar. Melek onu eline alır, civa gibi titremeye başlar.
Bal arısı kadar insan şeklinde olur. Sonra melek onu zebânîye (azâb yapıcı meleğe) teslim eder.


Bazı mevtâ vardır ki, ruhu azar azar çekilir. Tâ ki, boğazında tutulur. Boğazında da kalmaz. Ancak kalbe bağlı olarak kalır. Bu zamanda, melek zehirli kızgın
demir ile vurur. Zîrâ, o demirle vurmayınca, ruh kalbden ayrılmaz. Bu demirle vurmanın sebebi, demir ölüm denizine daldırılmıştır. Kalb üzerine konulunca,
diğer yerlerine de sirâyet eden zehir gibi olur. Zîrâ, hayatın sırrı ancak kalbdedir. Onun sırrı ancak dünya hayatında te'sîr eder. Bunun için, bazı kelâm
âlimleri (hayat ruhun gayrıdır) ve (hayatın mânası, ruhun beden ile karışmasıdır) dediler.


Ruh çekilip, son bağı kopacağı zaman, kendisine birçok fitneler ârız olur. Bu, ol fitnelerdir ki, iblis a'vânını (yardımcılarını) hâssaten o kimseye musallat
eder. O hâlde iken o insana gelirler ve onun anası ve babası ve kardeşi ve kızkardeşi ve sevdiği kimselerden vefât etmiş olanlar sûretinde görünürler ve
ona derler ki:


(Ey filan! Sen ölüyorsun. Biz, bu hâlde seni geçtik. Sen yahudi dîninde olarak öl. Bu din, Allah indinde, makbûl olan hak dindir). Eğer bunların sözlerine
aldanmaz, dinlemez ise, yanından giderler. Başkaları gelip, derler ki, (Sen nasrânî (hıristiyan) olarak öl! Zîrâ o din Mesîhin, yâni Îsâ aleyhisselâmın
dînidir ki, Mûsâ aleyhisselâmın dînini, nesh etmiştir.) Böylece, her milletin dinlerini ona söylerler. O zamanda, Cenâb-ı Hakkın şaşırmasını dilediği kimse
şaşırır. İşte bu; (Ey bizim Rabbimiz! Dünyada iken bize îman verdiğin gibi, ölürken de kalblerimizi şaşırtma) meâlindeki Âl-i İmrân sûresinin sekizinci
âyet-i kerimesinin haber verdiği hâldir.


Cenâb-ı Hak bir kuluna hidâyet ve îmanda sebâtını dilerse, o kimseye rahmet-i ilâhiyye gelir. Bazıları, bu rahmetten maksat Cebrâîl aleyhisselâmdır, dediler.


Rahmet-i ilâhiyye, şeytanı uzaklaştırıp, hastanın yüzünden o yorgunluğu giderir. O zaman insan ferahlar, güler. Çok kimselerin bu hâlde güldüğü görülür
ki, Allahü teâlâ tarafından rahmet gelmesi ile onu müjdeleyip, (Beni bilir misin, ben Cebrâîlim. Bunlar ise, senin düşmanların olan şeytanlardır. Sen Millet-i
Hanîfiyye ve şeriat-i Muhammediyye üzre vefât et!) der. İnsana işte bu melekten daha çok sevgili ve ferahlandırıcı bir şey yoktur. (Yâ Rabbî, bize rahmetini
ihsân eyle. İhsân sahibi ancak sensin) meâl-i şerifindeki, Âl-i İmrân sûresi sekizinci âyet-i kerimesi, bu hâli haber vermektedir.


Bazı kimseler vardır ki, ayakta namaz kılarken vefât eder. Bazısı uykuda iken, bazısı, bir şeyle meşgûl iken, bazısı da, çalgı ve oyunlara dalmış iken,
kimisi de, sarhoş iken, ansızın vefât eder. Bazı kimselere, ruhu çıkarken kendinden evvel geçen tanıdıkları gösterilir. Bunun için, etrâfında olan kimselere
bakar. Bu zamanda, o kimse için horuldamak olur ki, insandan başka herşey onu işitir. İnsan işitmiş olsa, elbette helâk olur, korkudan ölürdü.


Ölünün his duygularından en son gayb edeceği şey işitmesidir. Zîrâ ruh kalbden ayrıldığı vakit yalnız görmesi bozulur. Fakat işitmek, ruh kabz oluncaya
kadar gayb olmaz. Bunun için Fahr-i âlem efendimiz, (Ölüm hastalığında olanlara şehâdeteyn-i kelimeteyn ki, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah”dır.
Bu kelimeyi telkin ediniz!) buyurmuştur. Ölüm hâlinde olanın yanında çok söz söylemekten de nehy buyurmuştur. Çünkü o zaman, insan şiddetli sıkıntı içindedir.


Eğer ölünün ağzından tükrüğü akmış, dudağı sarkmış, yüzü kararmış, gözü dönmüş ise, bilmiş ol ki, o şakîdir. Âhıretteki şekâvetini görmüştür.


Eğer görür isen ki, ağzı açık, sanki gülüyor, yüzü gülümsiyor, gözü dahî kırpık gibidir. Bilmiş ol ki, o kimse âhırette kavuşacağı sürûr ile tebşir (müjde)
olunmuştur.


Melekler, bu ruhu Cennet ipeklerinden bir ipeğe sararlar. O sa'îd olan kimsenin ruhu, bal arısı kadar insan şeklindedir. Aklından ve ilminden hiçbirşey
gayb etmemiştir. Dünyada ne yapmış ise, hepsini bilir. O melekler, bu ruhla berâber semaya doğru uçarak yükselirler. Bu yükselmeyi bazı ölü bilir, bazı
ölü ise bilmez. Böylece, önceki geçmiş Peygamberlerin ümmetlerini ve yeni ölmüş olanları, bir yere yayılmış olan çekirgeler gibi görerek geçerler ve birinci
kat sema olan dünya semasına varırlar.


Bu meleklerin başında olan Cebrâîl, dünya semasına çıkar. Kimsin diye sorulur. Ben Cebrâîlim, yanımdaki de filandır, diyerek o kimsenin güzel ve sevdiği
ismleri ile haber verir. Dünya semasının bekçileri olan melekler, (Bu ne iyi bir kimsedir ki, îtikadı, inancı güzel idi. Ve hiç şüphesi yoktu) derler.


Bundan sonra ikinci kat semaya çıkarlar. Kimsin denir. Cebrâîl birinci kat semadaki meleklere söylediği sözünü tekrar eder. İkinci kat semadaki melekler,
o sâlih ruha, (Hoş safâ geldi. Dünyada iken namazlarını bütün farzlarına riâyet ederek edâ ederdi) derler.


Sonra geçer, üçüncü kat semaya ulaşırlar. Kimsin denir. Cebrâîl daha önce söylediklerini tekrar eder. Bunun üzerine (Malının hakkını muhâfaza edip zekâtını,
tarladan aldığı mahsûlün uşrunu emrolunan kimselere seve seve verip, hiç esirgemeyen bu zat hoş ve safâ geldi) denir. Oradan da geçerler.


Dördüncü kat semaya varırlar. Kimsin denir. Daha önce söylediği gibi cevap verir. (Dünyada, Ramazan orucunu tutup da, orucu bozan şeylerden ve yabancı kadınlarla
görüşmekten ve haram yemekten kendini muhâfaza eden kimse, hoş ve safâ geldi) denir.


Sonra geçerler. Beşinci kat semaya varırlar. Kimsin denir. Daha önce söylediği gibi cevap verir. (Farz olduğu zaman haccını riyâsız ve Allahü teâlâ için
edâ eden kimse hoş ve safâ geldi) denir.


Sonra geçerler. Altıncı kat semaya varırlar. Kimsin denir. Evvelce vermiş olduğu cevabı verir. (Seher vakitlerinde çok istiğfâr eden, gizli çok sadaka veren
ve yetimlere yardım eden zat, hoş, safâ geldi) denir.


Oradan da geçerek (Surâdikât-i celâl) denilen, celâl perdelerinin bulunduğu bir makama varırlar. Kimsin diye sorulunca, öncekiler gibi cevap verir. Yine
(Hoş ve safâ geldi. Çok istiğfâr edip, [çoluk çocuğuna ve sözü geçenlere] emr-i mâruf yapan, Allahü teâlânın dînini, Onun kullarına öğreten, miskinlere
[ve darda kalanlara] yardım eden, sâlih kula ve güzel ruha merhabâlar olsun) denir. Sonra meleklerden bir cemaate uğrarlar ki, hepsi onu Cennet ile müjdeleyip,
onunla müsâfeha ederler.


Sonra (sidret-ül-müntehâya) kadar giderler. Yine kimdir diye sorulunca, öncekiler gibi cevap verir. (Hoş safâ geldi. Her iyiliğini Allahü teâlânın rızası
için yapan zata merhabâ) denir.


Bundan sonra ateş tabakasından geçer. Sonra nûr, zulmet, su ve kar tabakalarından geçer. Sonra soğuk denizine uğrar ve geçerler. Her tabakanın birbirine
uzaklığı bin senelik yoldur.


Sonra Arş-ur-Rahmân üzerine örtülmüş olan perdeler açılır ki, seksen bin perdedir. Her perdede seksen bin şerefe vardır. Her şerefede bin kamer yâni ay
vardır ki, Allahü teâlâyı tehlîl ve tesbîh ederler. Onlardan bir kamer dünyada görünse, nûru âlemi yakar ve herkes Allahü teâlâdan başka olarak ona ibâdet
ederdi. Bu zamanda, perde arkasından bir münâdî nidâ eder ki, bu getirdiğiniz ruh kimdir? Cebrâîl filan oğlu filandır, der.


Allahü teâlâ, (Bunu yakınlaştırın. Ve sen ne güzel kulumsun buyurur.) Allahü teâlânın huzur-i maneviye-i ilâhiyyesinde durduğu vakit, bazı levm-ü itâb (azarlamak)
ile Hak teâlâ onu utandırır. Hattâ o kul, zanneder ki, hakîkaten helâk oldu. Sonra, Cenâb-ı Hak onu affeder.


Nitekim Kâdı Yahyâ bin Eksem hazretlerinden rivayet olundu. Vefâtından sonra rüyâda görülüp de suâl olundu ki, Hak teâlâ sana ne muâmele eyledi. Yahyâ bin
Eksem, (Allahü teâlâ beni mânevî huzurunda durdurdu. Ey Şeyh-i Sû [yâni fena ihtiyâr]! Sen şunu ve bunu işlemedin mi? buyurdu. Allahü teâlânın yaptıklarımı
bildiğini anladığım zaman, beni korku kapladı ve yâ Rabbî, böyle suâl soracağını bana dünyada bildirmediler, dedim. (Sana nasıl bildirildi) buyurdu. Ben
de, bana Mu'ammer, İmâm-ı Zührîden, o da Urveden, o da Âişe-i Sıddîkadan, O da Hz. Peygamberden, O da Hz. Cibrîlden, O da Zat-i teâlâdan haber verdiler.
Raûf ve rahîm olan Allahü teâlâ, (Ben azîmüşşan, islâmda ağaran saç ve sakala azâb etmekten hayâ ederim) buyurdu; dedim. O zaman Allahü teâlâ buyurdu ki,
(Sen ve Mu'ammer ve İmâm-ı Zührî ve Urve ve Âişe ve Muhammed aleyhisselâm ve Cibrîl sâdıksınız. Ben de seni mağfiret ettim.)


[Kâdı Yahyâ bin Eksem Bağdâdda kâdı iken 242 [m. 856] de Medînede vefât etti. Şâfi'î fıkh âlimi idi. (Tenbîh) adındaki kitabı meşhûrdur.


Mu'ammer bin Müsennâ, Ebû Ubeyd-i Nahvi adı ile meşhûrdur. Edib idi. 110 da Basrada tevellüd, 210 [m. 825] da vefât etti. Hâricî idi. Çok kitap yazdı. Hadis
ve tarih âlimi idi.


Muhammed bin Müslim Zührî tâbiîndendir. Kitaplarını duvar gibi dizip, içine kapanarak okumakla vakit geçirirdi. Zevcesi bir gün (Bu kitaplar bana üç ortaktan
daha şiddetlidir) demişti. 124 [m. 741] de vefât etti.


Urve bin Zübeyr, Zübeyr bin Avvâmın ikinci oğludur. Esmâ bint-i Ebî Bekrin oğludur. Fukaha-i seb'adan biridir. Âişeden çok hadis-i şerif bildirdi. 22 de
tevellüd, 93 de Medînede vefât etti.]


Yine, Abdülazîz ibni Nübâte rü'yâda görülüp, Allahü teâlâ hazretleri sana nasıl muamele buyurdu diye sorulunca, Allahü teâlâ bana buyurdu ki, (Sen şu kimse
değilmisin ki, sözünü kısaltır. Ve sana bu ne güzel fesâhatli söz söyler denilsin diye konuşurdun.) Ben de, yâ Rabbî! Yüce zatını noksan sıfatlardan tenzîh
ve taktîs ederim ki, ben hakîr kulun, dünyada zat-i rubûbiyyetini vasf ve medh ve senâ ederdim.) (Öyle ise, dünyada dediğin gibi vasf eyle) buyurdu. Ben
dahî, (Önce yoktan yaratan, onların yine ruhlarını kabz ederek öldürür. Onlara nutk (konuşma hassası) veren, yine nutklarını yok eder. Yok ettiği gibi,
sonra yine yoktan îcâd eder. İnsan öldükten sonra, uzvlarını birbirinden ayırdığı gibi, onları yine kıyâmet günü cem' eder) dedim. Günahları affedici olan
Allahü teâlâ, (Doğru söyledin. Git ben de seni mağfiret ettim) buyurdu dedi. [İbni Nübâte şair olup, divânı vardır. 405 [m. 1014] de Bağdâdda vefât etti.]


Mensûr bin Ammâr da, rü'yâda görülüp, Allahü teâlâ sana ne muamele buyurdu diye sorulunca, şöyle cevap verdi. Cenâb-ı Hak, beni mânevi huzurunda durdurup,
(Bana ne ile geldin ey Mensûr) buyurdu. Ben de, yâ Rabbî, otuzaltı hac ile geldim. (Onlardan hiçbirini kabûl etmedim. Ne ile geldin?) buyurdu Ben de; yâ
Rabbî, senin rızan için, okuduğum üçyüzaltmış hatm-i şerif ile geldim. (Onlardan hiçbirini kabûl etmedim. Ne ile geldin, ey Mensûr?) buyurdu. Ben de yâ
Rabbî, rahmetin ile geldim, dedim. Bunun üzerine, Allahü teâlâ da, (İşte şimdi bana geldin, git ben de seni mağfiret ettim) buyurdu dedi.


Bu hikâyelerin çoğu ölümün korkulu hâllerini haber verir. Ben sana, Allahü teâlânın yardımı ile, söz dinleyecek kimselerin uyabilecekleri şeyleri haber
verdim. Bazı insanlar vardır ki, kürsîye ulaştıkları zaman bir nidâ işitir. Ve orada, onu geri çevirirler. Bazıları da, perdelerden geri çevrilir. Allahü
teâlânın huzuruna ulaşanlar, Ârif-i billâh olanlardır, yâni Evliyâ-i kiramdır. Vilâyetin dördüncü derecesi ve daha üst makamlarında olan kimselerin dışındakiler,
Allahü teâlânın huzuruna ulaşamazlar.
ÜÇÜNCÜ FASL


Fâcirin, yâni kâfirin ruhu sert olarak şiddet ile alınır ve yüzü Ebû Cehl karpuzu gibi olur. Melekler ona hitâben, (Ey habîs olan ruh! Habîs olan cesetten
çık der. O da merkeb gibi bağırır. Ruhu çıkınca, Azrâîl aleyhisselâm, onu yüzü gayet çirkin ve siyah elbiseli ve fena kokulu zebânîlere (yâni azâb yapan
meleklere) teslim eder ki, ellerinde yünden yapılmış, eski kilim parçası gibi bir bez vardır. O ruhu buna sararlar. Bu zamanda, çekirge kadar insan şekline
çevrilir. Bunun sebebi, kâfirin cesedi âhırette müminin cisminden büyük olur. Hadis-i şerifte, (Cehennemde kâfirin bir azı dişi Uhud dağı kadardır) buyuruldu.


Cebrâîl aleyhisselâm, bu kötü ruhu yükseltir ve dünya semasına ulaşırlar. Sen kimsin denir. Ben Cebrâîlim der. Yanındaki kimdir denir. Filan oğlu filan
diye, kötü, çirkin ve dünyada sevmediği fena ismleriyle onu zikreder. Onun için gök ve sema kapısı açılmaz ve deve iğne deliğinden geçmedikçe, bu gibi
kimseler Cennete girmezler denir.


Cebrâîl aleyhisselâm bu sözü işitince, onu elinden bırakıverir. Rüzgâr onu uzaklara sürükler. İşte bu, Hac sûresinde, (Allahü teâlâya ortak koşan kimse,
şuna benzer ki, gökten düşüp, kendini yâ kuşlar kapışır. Yâhut rüzgâr onu uzak bir yere atar da orada helâk olur) olan otuzbirinci âyet-i kerimenin meâli
şerifidir. O kimse yere düşünce, bir zebânî onu alıp siccîne götürür. Siccîn yerin altında veya Cehennemin dibinde büyük bir taştır ki, kâfir ve fâsıkların
ruhu oraya götürülür.


Yahudi ile nasârânın ruhları kürsîden kabirlerine geri gönderilir. Eğer bunlar kendi dinleri üzere olurlarsa (bozulmamış yahudilik ve hıristiyanlık) kendilerinin
yıkanmalarını ve defnolunmalarını seyr ederler.


Müşrik yâni dinlere inanmayanlar, bunlardan birşey seyredemez. Zîrâ kendisi dünya semasından hakîr olarak bırakılmıştır.


Münâfık, ikinciler gibi, yâni müşrik gibi,Allahü teâlânın kahrına uğramış ve red olunmuş olarak, mezarına geri gönderilir.


Müminlerden kullukta kusur edenler çeşit çeşittir. Bazılarını, kılmış olduğu namazı geri çevirir. Zîrâ bir kimse, namazını horozun yem yediği gibi çabuk
çabuk kılarsa, namazından hırsızlık etmiş olur. Onun namazı eski bir bez parçası gibi toplanıp yüzüne vurulur. Sonra yükselir ve sen beni zâyi' ettiğin
gibi, Allahü teâlâ da, seni zâyi' etsin der.


Bazılarını zekâtı geri çevirir. Zîrâ o kimse, zekâtını filan kimse tesadduk ediyor, zekâtını veriyor desinler diye verirdi. Ve çok defa kadınların muhabbetini
çekmek için zekâtını onlara verirdi. Biz bunları gördük. Biz bunu müşâhede eyledik. Helâl olan şeylerle Allahü teâlâ herkese âfiyet versin.


Bazılarını da orucu geri çevirir. Çünkü o kimse yemekten oruç tutmuş, fakat mâlâ'ya'nî sözlerden ve gıybetten ve günah işlemekten kaçınmamış idi. İşte bu
oruç fuhuş ve hüsrândır. Bu şekilde oruç tutarken, Ramazan ayı çıkar. Zâhirde oruç tutmuş, hakîkatte ise,oruç tutmamış olur.


Bazı kimseleri de haccı geri çevirir. Çünkü o kimse, hac ediyor desinler diye veya haram mal ile hac etmiştir.


Bazı insanı da anaya-babaya âsî olmak gibi bir günahı geri çevirir. Bu hâlleri, esrâr âleminden haberi olanlar ve Allahü teâlânın rızası için ilim öğrenen
âlimler bilir.


Şimdiye kadar anlattığımız husûslar hakkında, Peygamberimizden hadisler, Eshâb-ı kirâmdan ve tâbiînden de haberler gelmiştir. Muâz bin Cebelın rivayetinde
bildirildiği gibi, amellerin geri çevrilmesi ve bunun dışındaki husûslarda çok haberler gelmiştir. Ben bu mes'eleyi kısaca ayırarak anlatmak istedim. Eğer
kısaltmamış olsaydım, çok kitapları doldururdum. Ehl-i sünnet îtikatında olan yâni doğru îtikat ve îmana sahip olanlar, çocuklarını bildikleri gibi, bu
anlattıklarımızın doğru olduğunu bilirler.


Ruh cesede geri döndürüldüğü zaman cesedi yıkanırken bulur ve başı ucunda gasli bitinceye kadar durur. Allahü teâlâ iyiliğini istediği kimsenin gözünden
perdeyi kaldırır ve o kimse, ölünün ruhunu dünyadaki insan sûretinde görür. Bir zat oğlunu yıkarken başı ucunda olduğunu gördü. Kendisine korku gelip gördüğü
taraftan diğer tarafa geçti. Kefenine sarılıncaya kadar bu hâli gördü. Kefene sarılınca, o şahsın şeklindeki ruh kefene geri döndü. Naaş, yâni tabut içine
koyunca da ruhu görenler oldu. Nitekim sâlihlerden çok kimseden rivayet olundu ki, naaş üzerinde iken filan nerededir. Ruh nerededir? diye ses işitildi.
Kefen göğüs tarafından iki yâhut üç kere hareket eyledi.


Rebî' bin Heysemdenrivâyet edildi ki, bir zat, yıkayan kimsenin elinde hareket etmiştir. Yine Ebû Bekr-i Sıddîk zamanında bir ölünün tabut üzerinde konuştuğu
görüldü ki, Ebû Bekr ve Ömer nın fazîletlerini zikretti.


Mevtânın bu hâlini görenler, melekler âlemini seyr eden Velîlerdir. Allahü teâlâ dilediği kimsenin gözünden ve kulağından perdeyi kaldırır, o da bu hâli
görür ve bilir.


Ölü kefene sarıldığı zaman ruh hâricde olarak göğüse yakın gelir. Bu sırada onun bağırması ve inlemesi vardır. Der ki, beni Rabbimin rahmetine acele götürünüz.
Eğer bana ihsân olunan nîmetleri bilseydiniz, beni götürmekte acele ederdiniz.


Eğer şekâvet ile korkutulmuş ise, der ki, aman bana azâb-ı ilâhîden bir müddet mühlet verip, ağır götürünüz. Eğer bilseydiniz, elbette beni omuzunuzda taşımazdınız.
Bunun için, Resûlullah, bir cenâze görünce, hemen ayağa kalkarlar, kırk adım kadar berâber giderlerdi.


Sahih hadiste bildirildi. Peygamberimizin önünden bir cenâze geçirildi. Tâzîm için Peygamberimiz ayağa kalktı. Eshâb-ı kirâm (Yâ Resûlallah, bu cenâze yahudi
cenâzesidir) dediler. Peygamberimiz (nefis değil midir?) buyurdu. Yâni insan değil midir? Resûlullah efendimizin böyle yapmalarının sebebi, mübârek zâtına
melekler âlemi keşf olunmuş, gösterilmiştir. Bunun için, cenâze gördüğü vakit neşeli olurlar idi.


[(Halebî)de diyor ki, önünden cenâze geçen kimse, cenâze için ayağa kalkıp dikili durmamalıdır. Cenâzeyi taşımak ve arkasından yürümek için kalkmalıdır.
Resûlullah efendimizin cenâze görünce kalktığı, geçtikten sonra oturduğu ve siz de böyle yapın diye emir buyurduğu bildirildi ise de, bu emir nesh edildi.
Yâni bir zaman sonra, bu emrini değiştirdi. (Merâk-ıl-felâh) ve (Dürr-ül-Muhtâr)da da cenâzeyi görenin saygı duruşu olarak ayağa kalkmasının câiz olmadığı
yazılıdır.]


Ölü kabre konulduğu zaman, üzerine toprak örtülünce, kabir meyyite şöyle söyler ki, benim üzerimde iken ferah idin. Şimdi altımda mahzûn olursun. Benim
üzerimde yemekler yirdin. Şimdi de seni benim altımda kurtlar yir. Kabir dolup, toprakla üzeri örtülünceye kadar böyle çok acı sözler söyler.


İbni Mes'ûddan rivayet olundu ki, Yâ Resûlallah, ölü kabre konduğu vakit, ilk karşılaştığı şey nedir diye sordu. Peygamberimiz buyurdu ki, (Yâ İbni Mes'ûd!
Bunu bana senden başka kimse sormadı. Ancak sen sordun. Ölü kabre konulduğu vakit, önce bir melek seslenir. O meleğin ismi (Rûmân)dır. Kabirlerin arasına
girer. Der ki, Yâ Abdellah! Amelini yaz! O kimse der ki, benim burada ne kâğıdım, ne kalemim var. Ne yazayım? O melek der ki; bu sözün kabûl edilmez. Senin
kefenin kâğıdındır. Tükrüğün mürekkebindir. Parmakların kalemindir. Melek kefeninden bir parça kesip verir. O kul dünyada her ne kadar yazı yazmak bilmese
de, orada sevabını ve günahını, âdeta o bir günde işlemiş gibi yazar. Bundan sonra melek, o yazdığı kefen parçasını dürer. O ölünün boynuna asar.) Bundan
sonra Resûlullah efendimiz, (Her insanın yaptığı işleri gösteren sayfalarını biz boynunda kıldık) meâlindeki İsrâ sûresinin onüçüncü âyet-i kerimesini
okudular.


Sonra, gayet korkunç iki melek gelir. İnsan şeklinde görünürler. Yüzleri gayet siyah olup, dişleriyle yeri yararlar. Başlarının tüyleri yeryüzüne sarkmış
görünür. Sözleri gök gürler gibi, gözleri şimşek çakar gibidir. Nefesleri de, şiddet ile esen rüzgâr gibidir. Herbirinin demir kamçıları vardır ki, insanlar
ve cinler bir araya gelseler, yerden kaldıramazlar. Dağlardan daha büyük ve ağırdır. Bir kere, bir kimseye vurursa, mâzallah parça parça eder. Ruh bunları
görünce, hemen kaçar. Ölünün burnundan göğsüne girerler. Göğsünden yukarısı dirilir. Öleceği zamandaki hâli gibi olur. Hareket etmeye kâdir olmaz. Fakat
ne söylenirse onu işitir ve görür. Bunlar ona şiddet ile suâl ederler. Cefâ ederek onu üzerler. Toprak ona su gibi olmuştur. Ne vakit kımıldarsa yer açılıp
bir boşluk olur.


Bu iki melek (Rabbin kimdir? Dînin nedir? Peygamberin kimdir? Kıblen neresidir?) diye suâl sorarlar. Allahü teâlâ, kimi muvaffak eder ve kimin kalbine hak
sözü yerleştirirse, der ki, (Sizi vekîl ederek bana kim gönderdi ise, rabbim odur. Benim rabbim Allah, Peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim Dîn-i islâmdır.)
Buna ancak, ilmi ile âmil olan hayrlı âlimler böyle cevap verir.


O zaman bunlar da der ki, (Doğru söyledi. Delîlini getirdi. Bizim elimizden kurtuldu.) Bundan sonra onun üzerine kabrini büyük bir kubbe gibi yaparlar.
Onun için sağ tarafına iki kapı açarlar. Sonra da kabrini güzel kokulu fesleğenlerle döşerler. Cennet kokuları, o meyyitin üzerine gelir. Dünyada yaptığı
güzel amelleri, en sevdiği dostu sûretinde gelip, onu eğlendirir ve ona güzel haberler söyler. Kabri nûr ile dolar. Kıyâmet kopuncaya kadar kabrinde neşeli
ve sevinçli olur. O kimseye kıyâmet kopmasından daha sevgili bir şey olmaz.


İlmi ve ameli az olan ve ilimden ve melekût esrârından haberi olmıyan müminlerin derecesi bundan aşağıdır ki, onun yanına Rûmândan sonra, güzel sûrette
ve güzel kokulu ve güzel elbiseli olarak ameli gelir. (Beni bilmez misin) der. O da der ki, (Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni benim şu garîb olduğum zamanda
bana ihsân eyledi.) O da der ki, (Ben senin sâlih işlerinim. Korkma, mahzûn olma! Biraz sonra, Münker ve Nekîr melekleri gelirler ve sana suâl ederler.
Onlardan korkma) der.


Bundan sonra, suâl meleklerine söyleyeceği şeyleri öğretirken, Münker ve Nekîr melekleri gelir. Şimdi anlatacağımız şekilde onu sıkıştırırlar. Onu oturturlar.
Ona (Men Rabbüke), yâni Rabbin kimdir, derler. O da evvelki söylediği gibi söyler: (Rabbim Allahdır. Peygamberim Muhammed aleyhisselâm, İmâmım Kur'an-ı
kerim, kıblem Kâbe-i şerif ve babam İbrâhîm aleyhisselâmdır ki, Onun milleti benim milletimdir) der. Onun dili hiç tutulmaz. Onlar da, (Doğru söyledin)
derler. Önceki melekler gibi muamele, ederler. Fakat onun için sol tarafından Cehennemden bir kapı açarlar. Cehennemin yılan, akrep, zincir, sıcak suyu
ve zakkûmu, velhâsıl ne varsa hepsini görür. O kimse, onun üzerine pek çok feryâd eder.


Ona (Korkma, buranın dehşeti sana bir zarar vermez. Burası senin Cehennemdeki yerindir ki, Allahü teâlâ, bunu senin Cennette olan yerinle değiştirdi. Uyu,
sen saîdsin) derler. Sonra onun üzerine Cehennem kapısı kapanır. Aylarca, senelerce geçen zamanı bilmez, öylece kalır.


Birçok kimsenin, ölürken dili tutulur. Eğer îtikadı bozuk olursa, [Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmadı, bid'at ehline uydu ise],
(Rabbim Allah) diyemez. Başka söz söylemeye başlar. Melekler bir kere vururlar, kabri ateşle dolar. Sonra söner. Birkaç gün sönük olarak durur. Sonra yine
kabirde, onun üzerinde ateş hâsıl olur. Kıyâmet kopuncaya kadar, bu hâl devam eder.


Birçok kimse dahî, (Dînim İslâmdır) diyemez. Bunlar, yâ şüphe üzre vefât etmişlerdir. Yâhut, vefât ederken, kendisine fitnelerden bir fitne ârız olmuştur.
[Ehl-i sünnet olmıyan kimselerin sözlerine, yazılarına aldanmıştır.] Buna bir kere vururlar. Kabri, yukarıda denildiği gibi ateşle dolar.


Bazı kimseler (El-Kur'anı imamî) yâni Kur'an-ı kerim imamımdır diyemezler. Çünkü bunlar, Kur'an-ı kerimi okurlar, fakat ondan nasihat almazlardı ve Kur'an-ı
kerimde olan emirlerle amel etmezler ve nehy ettiği şeylerden kaçınmazlardı. Bunlara da öncekilere yaptıkları gibi yaparlar.


Bazı kimsenin de ameli, korkunç şekil alır. Bunu çekerler. Kabrinde günahları kadar azâb olunur. Ahbârda vârid oldu ki, (Bazı insanların ameli hunût şekline
çevrilir.) Hunût, hınzır yavrusuna derler.


Bazı kimse de, Peygamberim Muhammeddır diyemez. Zîrâ bu kimse, dünyada sünnet-i nebeviyyeyi (yâni islâmiyetin emirlerini ve yasaklarını)unutmuş idi. Zamana,
modaya uymuş idi. Çocuklarına Kur'an-ı kerim okutmamış, Allahü teâlânın emirlerini, yasaklarını öğretmemiş idi.


Bazı kimse, kıblem Kâbe-i şerif diyemez. Zîrâ, namaz kılmak için kıbleye az yönelmiş, yâhut abdestinde fesat bulunurmuş, yâhut namazında başka şeylere iltifât
eder, dünya işleri ile meşgûl olurmuş, yâhut rükû'ünde ve sücûdünde noksanlık olup, tâdîl-i erkâna riâyet etmezmiş.


Sana, Peygamberimizden rivayet olunan (Allahü teâlâ, üzerinde kazaya kalmış namaz borcu bulunan kimsenin ve haram elbise [cilbâb] giyen kimsenin namazını
kabûl etmez) hadis-i şerifi kifâyet eder. [Bundan anlaşılıyor ki, farz namazını kazaya bırakan kimselerin sünnetleri ve nâfileleri kabûl olmaz.] Bazı kimse,
(Ve İbrâhîmü ebî) yâni İbrâhîm babamdır diyemez. Zîrâ, bir gün İbrâhîm yahudidir, yâhut nasrânîdir diye söz işitmiş ve bunun için şüpheye düşmüştü. [Yâhut,
kâfir olan Âzer, İbrâhîm aleyhisselâmın babasıdır demişti.] Buna dahî evvelkilere yapıldığı gibi yapılır. Bunların hepsini (İhyâ-ül-ulûm) kitabımızda geniş
olarak bildirdik.


[Yukarıdaki hadis-i şerif, namazını özürsüz olarak kılmamış ve derhâl kaza etmemiş olan kimsenin, bundan sonra kılacağı namazlarının hiçbirinin kabûl olmıyacağını
bildiriyor. Sonra kıldığı namazlar şartlarına uygun olarak ve doğru, ihlâs ile kılınırsa, sahih olurlar, yâni namaz kılmak vazîfesini yerine getirmiş,
bunların günahından kurtulmuş olur. Bu namazlarının hiç biri kabûl olmaz demek, Allahü teâlânın vaat ettiği sevaplara kavuşamaz, bunların faydasını görmez
demektir. Beş vakit namazın sünnetleri, sevap kazanmak için kılınıyor. Bu kimsenin sünnet namazları kabûl olunmıyacağı için, sünnetleri boşuna kılmış olur.
Sünnet namazlarının kendisine hiç faydası olmaz. Bunun için, farz namazı özürsüz kılmıyan kimse, bu namazını hemen kaza etmelidir. Kılmadığı namazların
sayısı çok ise, sünnetleri kılarken, o vaktin kılınmamış namazını kaza etmeye niyet etmelidir. Böylece, namazını kaza ettiği için, bunun büyük azâbından
kurtulmuş olur. Kazaları çabuk biterek, sünnetlerin sevabına da kavuşmaya başlar. Özr ile kaçırılmış olan farz namazlar böyle değildir. Bu hadis-i şerif,
özürsüz olarak, tenbellikle kılınmayan namazlar içindir. Bu husûsta (Se'âdet-i Ebediyye) kitabında, kaza namazları bahsinde geniş bilgi vardır.]
DÖRDÜNCÜ FASL


Fâcire, yâni kâfir olanlara Münker ve Nekîr melekleri (Men Rabbüke) dedikleri vakit, (Lâ-edrî), yâni (Ben bilmem)der. Onlar da, bilmedin ve hâtırlamadın
derler.


Sonra onu demirden kamçı ile döverler. Tâ ki, yedinci kat yerin altına girer. Sonra yer silkelenir. Yine kabrine çıkar. Böyle yedi defa döverler. Sonra
da, bunların hâlleri başka başka olur. Bazısının ameli köpek şekline çevrilip kıyâmete kadar onu ısırır. Bunlar, kıyâmet ve islâmiyetin bildirdiği husûslarda
şüphe edenlerdir. Kabirde bulunanların karşılaşacakları hâller çeşit çeşittir. Ancak biz burada çok kısa anlattık. Bu azâbın aslı şöyledir ki, bir insan
dünyada en çok neden korkarsa, kabirde onunla azâb olunur.


Meselâ, bazı insanlar, yırtıcı hayvan yavrusundan çok korkar. İnsanların tabî'atleri bunda muhteliftir. Allahü teâlâdan selâmet ve nedâmetten evvel mağfiret
isteriz.


Mevtâlardan çok defa rivayet olunmuş ve rü'yâda görülüp, hâlleri sorulmuş ve cevaplar alınmıştır. Bunlardan birisine hâli sorulunca, (Birgün abdestsiz namaz
kılmış idim. Allahü teâlâ, bana bir kurtcağız musallat etti. Onunla hâlim pek fenadır) dedi. [Namaz kılmıyanların ve kılmadığı namazı kaza etmiyenlerin
hâllerinin ne olacağını, buradan anlamalıdır.]


Bir diğeri de, rü'yâda görülüp, Allahü teâlâ sana ne muamele buyurdu diye sorulunca, (Bir gün cenâbetten gusletmemiştim. Allahü teâlâ, ateşten bir elbise
giydirdi. Onun içinde, kıyâmete kadar bir yerden bir yere çevirerek bana azâb ediyorlar) dedi. [Her müslüman ana ve baba, çocuklarına gusül abdesti almasını
öğretmelidir.]


Bir diğeri de, rü'yâda görülüp, Allahü teâlâ sana ne muamele buyurdu diye sorulunca, (Beni yıkayan kimse, bir taraftan bir tarafa şiddet ile çevirirken,
teneşirdeki demir çivi vücûdümü tırmaladı. Bundan çok zahmet çektim) dedi. Sabah olunca, yıkayan kimseden sorulunca, (İstemiyerek böyle birşey olmuştu)
dedi.


Bir başkası da, rü'yâda görülüp, hâlin nasıldır, sen ölmemiş miydin? diye sorulunca, (Evet, ben hayr üzereyim, lâkin üzerime toprak atılırken, bir taş düşüp,
iki kemiğimi kırdı. Bana çok sıkıntı verdi) dedi. Bunun üzerine kabrini açtılar. Dediği gibi buldular.


Bir kimse oğluna, rü'yâsında gelip, (Ey fena oğul! Babanın kabrini düzelt! Zîrâ, yağmur çok ezâ verdi) dedi. Bunun da kabrini açtılar. Âdeta su arkı (harkı)
gibi dolmuş buldular ki, sel doldurmuş idi.


Arâbîden biri, rivayet eder ki, oğluma, Allahü teâlâ sana ne muamele etti diye sordum. (Zararım yok, lâkin filan fâsıkın yanına defnolunduğumdan, ona olunan
azâblardan kalbime korku giriyor) dedi. Çok defa haber verilen, bunlar gibi hikâyelerden açıkça anlaşılan şudur ki, kabir ehli kabirlerinde azâb çekerler.
Onun için, Peygamberimiz ölünün kemiklerini kırmaktan nehy buyurmuşlar ve bir kimseyi kabrin bir tarafında oturduğunu gördüklerinde, (Mevtâya kabirlerinde
ezâ etmeyiniz) ve (Diri kimseler evlerinde nasıl elemi ve azâbı duyar ve his ederlerse, mevtâ da kabrinde öylece elem ve azâbı duyar, his eder) buyurmuştur.


Peygamber efendimiz vâlideleri Hz. Âminenin kabrini ziyâret ettiklerinde ağladılar. Yanlarında bulunanları da ağlattılar. Buyurdular ki, (Rabbimden bunun
için mağfiret taleb etmeye izin istedim. İzn vermedi), sonra (Kabrini ziyâret etmek için izin istedim, izin verdi. Öyle ise, siz de kabirleri ziyâret ediniz!
Zîrâ, ziyâret ölümü hâtırlamaya sebebdir.) [Resûlullaha, mübârek anasına, babasına mağfiret için sonradan izin verildi. Zaten mümin idiler. Sonradan diriltilip,
bu ümmetten de oldular].


[Bu hadis-i şerif, Resûlullahın muhterem ana ve babasının mümin olduklarını göstermektedir. Çünkü, kâfirlerin kabrini ziyâret etmek yasaktır. Bunların kabirlerini
ziyâret etmeye izin verilmesi, kâfir olmadıklarını açıkça bildiriyor. Mağfiret için izin verilmemesinin de sebebi vardı. Cenâb-ı Hak, Habîbinin hâtırı
için, Onun şerefi için, mübârek ana babasını daha büyük nîmete kavuşturmak istiyordu. Tâyîn buyurduğu, takdîr ettiği zaman gelince, onları diriltecek,
oğullarının Peygamberlerin en üstünü olduğunu gösterecek, Ona îman edecek, ümmeti olmakla şereflenecek ve sahâbîlik yüksek derecesine kavuşacaklardı.


Nişâncı zade Muhammed bin Ahmed efendinin [Nişâncı-zade 1031 [m. 1622] de vefât etti.] yazdığı türkçe (Mir'ât-ül-kâinât) kitabı, birinci kısm, ikiyüzyirmiyedinci
sayfada diyor ki:


Resûlullahın mübârek ana babalarının îman edip etmediklerinde, âlimler başka başka söyledi. 911 [m. 1505] de vefât eden Abdürrahmân bin Ebî Bekr Süyûtî
(Mesâlik-ül-hunefâ) kitabında ve başka birçok kıymetli kitaplarında beş çeşit haber bildirmiştir:


1 – Onların ikisi de, Resûlullahın dîne çağırmasından yâni bi'setten önce, câhillik zamanında vefât etti. Şâfi'î âlimlerinin hepsine ve hanefîlerin çoğuna
göre, bir Peygamberin dînini işitmiyen kimsenin îman etmesi vâcib olmaz. Çünkü, Peygamberin dînini işitmeden önce düşünerek îmanı akıl ile bulmak vâcib
değildir. İşittikten sonra, Allahü teâlânın var olduğunu düşünüp anlamak, îman etmek lâzım olur. Câhillik zamanında, geçmiş Peygamberler unutulmuş idi.
Çünkü asırlar boyunca, kâfirler, zâlimler idareleri ele alarak, dinleri ortadan kaldırmışlar, din adamlarına baskı, işkence yapmışlar, îmanlılar azalmış,
gizlenmiş, böylece, dîni, îmanı bilen kalmamıştı. Her asırda gelen zâlimler, kötü ruhlu, alçak kimseler, böyle çalışmakta, din adamlarını, din bilgilerini
yok etmek için îmanlılara karşı amansız bir kin ile, canavar gibi saldırmaktadır. İngilizler ve komünistler böyledir. Fakat, bu zâlimlerden hiçbiri îmanı
yok edememiş, kendileri kahr olmuş, çok acı, perîşan hâlde, saltanatlarından ayrılmış, zevklerine doyamadan ölümün pençesine düşmüşler, ismleri lânet ile
anılmış veya unutulmuştur. Allahü teâlâ, bir Peygamber veya bir âlim yaratarak, îman ışığı ile yer yüzünü yeniden aydınlatmıştır. Aklı olanların, bundan
ibret alması, uyanması, dünyada ve âhırette rezil olmamak için, din düşmanlarına aldanmaması lâzımdır.


2 – Câhillik zamanında yaşamış olanlar, kıyâmet günü imtihan edilecek, orada îman edenler, Cennete girecektir, diyen âlimler de varsa da, bu sözün zayıf
olduğu (Müjdeci Mektûblar Tercümesi) kitabında, 259. ncu mektûbun tercümesinde açıklanmıştır.


3 – Allahü teâlâ, sevgili Peygamberinin mübârek ana babasını diriltti. Oğullarına îman edip, ona ümmet olmakla şereflendiler ve tekrar vefât ettiler. İmâm-ı
Süyûtî, bunların diriltildiğini bildiren hadis-i şerifi yazıyor. (Zayıf bir hadis ise de, çok kimse bildirdiği için, kuvvetli olmuştur. Âlimlerin çoğuna
göre, kuvvetli hadistir. İbâdetlerin kıymetini, bir müslümanın üstünlüğünü bildiren zayıf hadise uyulur) buyuruyor.


4 – Fahrüddîn-i Râzî [Fahrüddîn Râzî 606 [m. 1209] da Hirâtta vefât etti.] ve birçok âlimler buyuruyor ki, Tevbe sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen,
(Müşrikler necestir) buyuruldu. Yâni bütün kâfirler pistir. Hâlbuki, Resûlullah (Ben her zamanda, temiz babalardan, temiz analara geçerek geldim) buyurdu.
Başka bir hadis-i şerifte, (Her asırda , o zamanın insanlarının en hayrlılarından getirildim) buyuruldu. Kâfire hayrlı demek ise, câiz değildir. Hele Şuarâ
sûresindeki ikiyüzondokuzuncu âyetinde meâlen, (Seni secde edicilerden geçirir) buyuruldu. Buradan, bütün babalarının, analarının mümin oldukları anlaşılmaktadır.
İbrâhîm aleyhisselâmın babası denilen Âzerin kâfir olduğu Kur'an-ı kerimde bildiriliyor ise de, Abdüllah ibni Abbâs ve İmâm-ı Mücâhid, (Âzer, İbrâhîm aleyhisselâmın
amcası idi) dediler. Arabistânda amcaya baba denilir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Cehennemde en hafîf azâb, Ebû Tâlibin azâbıdır). Ebû Tâlibin azâbı,
azâbların en hafîfi olunca, Resûlullahın mübârek ana-babası Cehennemde olsaydı, azâbın en hafîfi, bu ikisinin azâbı olurdu. Bu hadis-i şerif de, bu bakımdan,
ikisinin de mümin olduğunu göstermektedir.


5 – Âlimlerden çoğu, bu mes'elede edebe, saygıya aykırı konuşulmamasını, işin doğrusunu Allahü teâlâ bilir deyip, susulmasını uygun görmüştür. Şeyh-ul-islâm
allâme Ahmed ibni Kemâl Pâşa da, (Ebeveyn) risâlesinin sonunda buyuruyor ki, (Ölüleri kötüleyerek dirileri incitmeyiniz!) hadis-i şerifi ve Tevbe sûresinin
(Resûlullahı incitenlere Allah lânet eylesin!) meâlindeki altmışikinci âyet-i kerimesine göre, (Resûlullahın babası Cehennemdedir) diyen kimse mel'ûndur.
(Mir'ât-ül-kâinât)ın yazısı tamam oldu].


Peygamberimiz bir kabir yanında hazır oldukları vakit, (Dünya ve âhıret selâmeti, müslümanlardan ve müminlerden bu kabirde bulunanların üzerine olsun. Biz
inşâallah size lâhık oluruz [kavuşuruz]. Siz bizden evvel göçtünüz. Biz de, size tâbi olup, sonradan varırız. Yâ Rabbî! Bizi ve bunları mağfiret et ve
affınla günahlarımızdan geç) buyururdu. Peygamber efendimiz mübârek zevcelerine de kabir ziyâretinde bu kelâmı (duâyı) söylemelerini emrederdi.


Sâlih-i Müzenî buyurdu ki, bazı ulemâdan (Kabristanda namaz kılmak niçin nehy olundu?) diye suâl eyledim. Bunun hakkında hadis-i şerif vârid oldu diye haber
verdiler. (Siz kabirler arasında namaz kılmayınız. Zîrâ bu, nihâyeti olmıyan hasrettir). Yâni pişman olursunuz hadis-i şerifini okudular. [İsmâ'îl Müzenî,
imam-ı Şâfi'înin talebesi idi. 264 [m. 878] de Mısrda vefât etti.]


Bunun içindir ki, necâset bulunan yerlerde, meselâ kabristanda ve hamâmda namaz kılmak mekruhtur.


Bir zâttan rivayet olundu. Dedi ki, birgün kabirler arasında namaza durdum. Güneşin sıcaklığı pek şiddetli idi. Hemen pederime benzer bir şahsı kabrinin
üzerinde oturur gördüm. Korkarak namazın secdesini noksan ettim. İşittim ki, (Yeryüzünün genişliği sana dar geldi de, burayı mı buldun? Namazınla bir zaman,
bize ezâ edersin) dedi.


Resûlullah bir yetîme rastgeldi. Babasının kabri başında, yüksek sesle ağlıyordu. O yetîme merhamet ederek, kendileri dahî ağladılar. Buyurdular ki, (Ölü
elbette yakınlarının bağırarak ağlaması sebebi ile azâb olunur. Yâni hüzn ve fenalık gelir.)


Nice ölü vardır ki, rü'yâda görülüp, suâl eden kimseye, hâlim pek fenadır. Filan ve filandan eziyyet görüyorum. Onların çok ağlayıp, feryâd ve figânı bana
ezâ ediyor diye, haber verdiği vâki'dir. Lâkin zındıklar [kısa akıllarına uyarak], bunu inkâr ediyorlar.


Resûlullah efendimiz: (Sizlerden biriniz dünyada bildiğiniz bir ölmüş kimsenin kabrine uğrayıp da, selâm verince, o mümin sizi tanır ve selâmınıza cevap
verir) buyurdu.


Yine bunun gibi, Peygamberimiz bir cenâze defninden geldikte, (Ölü, ayakların sesini işitir ve işitirim işitirim diyerek üzüldüğünü bildirir) buyurdu.


Fıkh âlimlerinden, rivayet olunur ki, bir kimse vasıyet etmeden vefât etmişti. Sonra, gece çoluk çocuğunu dolaşıp (Filana ve filana şu kadar ekin verin.
Filan kimseden emânet aldığım kitabını verin) dedi. Sabah olunca, her biri diğerine gördükleri rü'yâyı söylediler. Ekini verdiler. Lâkin kitabı araştırdılar,
bulamadılar. Buna te'accüb ettiler. Bir zaman sonra, evin bir köşesinde buldular.


Bir zattan rivayet olundu ki, babam bizim için terbiye edici bir kimse tâyin eylemişti. Bize evde yazı öğretirdi. Bu zat vefât eyledi. Altı gün sonra kabrine
vardık. Allahü teâlânın emrini düşünüyorduk. Oradan bir tabak incir geçiriyorlardı. Onu satın aldık, yidik. Saplarını oraya attık. O gece bizim üstâdımız
babamızın rü'yâsında görünüp, hâlin nasıldır, diye sorunca, iyidir, ben de hayr üzereyim. Fakat evladın kabrimi mezbele yâni süprüntülük ettiler. Fena
lâflar söylediler dedi. Babam bize sordu. Biz ise (Sübhânallah! Bizi dünyada terbiye etmiş iken, âhırete gittiği hâlde, yine terbiye ediyor) dedik. Bu
gibi şeyler hakkında anlatılanlar çoktur. Fakat bu kadar vaaz ve nasihati kâfî gördüm ki, az sözden çok ibret alınsın.
BEŞİNCİ FASL


Kabirde ölüler dört hâlde bulunur. Bazısı ökçesi üzere oturur. Gözü dağılıp, bedeni şişip, cismi toprak oluncaya kadar bu hâlde kalır. Sonra ruhu, dünya
göğünden başka melekût âlemini dolaşır.


Bazısına cenâb-ı Hak bir uyku verir. Birinci sûra kadar ne olduğunu bilmez. Birinci sûrda uyanır, sonra yine ölür.


Bazısı kabrinde iki ay kadar yâhut üç ay kadar durur. Sonra ruhu bir Cennet kuşu üzerine biner, kuş onu Cennete kadar uçurur. Bunları bildiren hadis-i şerifler
sahihdir. İslâmiyetin sahibi buyurdu ki: (Müminin ruhu kuş ile berâberdir. Cennet ağaçlarından birine asılmış durur).


Bunun gibi şehitlerin ruhlarından sorulunca:(Şehitlerin ruhları, yeşil kuş kursaklarında olarak Cennet ağaçlarına asılı dururlar) buyurdu.


Bazı insanlar, diledikleri zaman makamlarından yükselirler. Bazıları da, sûr üfleninceye kadar orada durur.


Dördüncü nev' -Enbiyâ ve Evliyâya mahsûstur. Bunların bazısı kıyâmete kadar uçar ve çoğu gece görünür. Ben inanıyorum ki, Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül-Fârûk
bunlardandır.


Resûlullah, üç âlemi (Âlem-i nâsût, Âlem-i melekût, Âlem-i ceberût) dolaşmakta serbesttir. Buna tenbîh ve işaret için bir gün Peygamberimiz efendimiz, (Allahü
teâlâ beni üçten ziyâde yeryüzünde durdurmamasını kereminden ricâ ederim) buyurdu. Hakîkaten, üç aşerat olunca yâni otuz olunca, Hz. Ali, Resûlullahın
vefâtından otuz sene sonra [kırkbirinci yılda] şehit olup, Hz. Peygamber yerin ehâlîsine gücendi. Mübârek ruhu tamamen semaya yükseldi.


Bunu bazı sâlihler rü'yâsında gördü. [Çünkü şeytan her şeye temessül eder. Fakat Enbiyâ sûretine temessül edemez. Bunun için, Peygamberimiz rü'yâda görüldükte,
elbette sahih ve doğru olur. Bu cihedle, bu rü'yâlar bize delîl olur.] Bir zat buyurdu ki: (Yâ Resûlallah! Babam, anam sana feda olsun! Ümmetinin fitnelerini
görmüyor musun?) Hz. Peygamber, (Allahü teâlâ fitnelerini ziyâde eder. Hz. Hüseyni de şehit ettiler. Benim hürmetimi muhâfaza etmediler) buyurdu. Daha
çok söylediler ise de, diğerlerine râvînin şüpheleri olduğundan terk olundu.


Bunlardan bazısı (İbrâhîm aleyhisselâm gibi) yedinci kat semayı seçmiş olup, orada bulunur. Peygamberimiz Mîraç gecesi İbrâhîm aleyhisselâma uğradı. Gördü
ki: Beyt-i mamûre sırtını vermiş, müslümanların çocuklarına oradan şiddetli nazarla bakmaktadır.


Îsâ aleyhisselâm da, beşinci kat göktedir. Her gökte Resûller ve Nebîler vardır ki, oradan çıkmazlar ve gitmezler. Kıyâmete kadar orada dururlar. Bunlardan
istediği yere gitmekte muhayyer olanları, ancak Hz. İbrâhîm ve Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ aleyhimüsselâmla, Hz. Muhammed Mustafâ dir. Bunlar, üç âlemdeki istedikleri
yere gidebilirler.


Evliyâ-i kiramdan bazıları kıyâmet gününe kadar tavakkuf ederler, dururlar. Nitekim Bâyezîd-i Bistâmînin Arşı âlâ altındaki sofradan yemek yimede olduğu
rivayet olundu.


İşte kabirde olanların halleri bu dört şekildedir. Yâni azâb olunurlar, rahmet olunurlar, tahkîr olunurlar, ikrâm olunurlar.


Evliyâ-i kiramdan çok kimse vardır ki, ölüm hâlindeki bir kimseye dikkat ile bakarlar. O kimseye geniş menziller daralır. Çok kere de açılır. Bu hâli görürler
ve haber verirler. Ben, bu cinsten haber vereni gördüm.


Bazı arkadaşlarımı gördüm ki, kalb gözünden perde kaldırılıp, ölmüş olan çocuğunun evine girdiğini gördü. Bu bâtınî (gizli) faydalar, ikrâmlar ancak kerim
yâhut nesîb, mübârek olan kimseler içindir.


Kabirde olanlardan bazısı, Cuma ile bayramı bilirler. Dünyadan bir kimse çıktı mı onun yanına toplanırlar. Onu tanırlar. Kimi hanımından sorar. Kimi de
babasından. Her biri kendisi ile alâkası olan şeylerden suâl ederler.


Çok ölüler vardır ki, bildiği kimselerden daha önce ölmüş olan birine tesâdüf etmez. Çünkü, onun dünyada iken kendinde bulunan şey, ölüm hâlinde gitmişti.
Bunun içindir ki, bazısı yahudi olarak ölür. Bazısı nasrânî olarak ölür de onların içine gider. Bir kimse dünyadan çıkıp mevtâların yanlarına vardı mı,
mevtâlar, ona dünyadaki komşularından sorarlar ve filan nerededir derler. O, çoktan ölmüştü der. Biz onu görmedik, belki Hâviye Cehennemine gitmiştir,
derler.


Bir kimse, rü'yâda görülüp (Allahü teâlâ sana ne muamele buyurdu?) diye sorulunca, (Ben ve filan ve filan diyerek arkadaşlarından beş kimseyi sayıp, cümlemiz
çok hayr ve nîmetlere nâil olduk) der. Hâlbuki, onu arkadaşları ile berâber, hâricîler yâni yezîdî denilen sapıklar öldürmüştü. Komşusundan suâl olundukta,
biz onu görmedik, dedi. Hâlbuki o kimse de, kendini denize atıp boğularak vefât etmişti. Yemin ederek dedi ki: (Vallahi ben onu, intihâr edenlerle, yâni
kendisini öldürenlerle berâber olduğunu zannederim).


Resûlullah buyurdu ki: (Bir kimse kendini bir demir parçasiyle öldürürse, kıyâmet gününde, o demir parçası elinde karnına vurarak gelir. Cehennem içinde
müebbed olarak kalır. Ve bir kimse kendisini dağdan atar da öldürürse, kendini Cehennem ateşine atar).


Bir kadın da böyle yapar, intihâr ederse, onun acısını sûr üfürülünceye kadar duyar. [Bu hadis-i şerif, dünyada sıkıntıdan kurtulup rahata kavuşmak için
intihâr edenler içindir. Çünkü böyle düşünmek âhıret azâbını inkâr etmek olur ki, küfürdür. Aklını kaybederek intihâr eden veya hemen ölmeyip tevbe eden
ise, kâfir olmaz.] Sahih haberde bize geldi ki, Âdem Mûsâ ile buluştu. Mûsâ ona dedi ki: (Sen o kimsesin ki, Allahü teâlâ seni kudretiyle yarattı ve sana
ruh verdi. Seni Cennetine koydu. Niçin Ona isyân ettin?) Âdem da dedi ki: (Yâ Mûsâ! Allahü teâlâ seninle konuştu ve sana Tevrâtı indirdi. Tevrâtta görmedin
mi ki, (Âdem, Rabbine karşı kendisinden zelle sâdır oldu). Mûsâ (Evet, gördüm) dedi. Hz. Âdem (Ben bunu işlemeden kaç sene önce takdîr olundu) dedi. Mûsâ,
(Sen işlemeden ellibin sene evvel takdîr olundu) deyince, yine Hz. Âdem: (Öyle ise yâ Mûsâ, benim üzerime, işlemeden ellibin sene evvel takdîr olunan bir
günah ile mi beni ayblıyor ve kınıyorsun) dedi.


[Böyle konuşmaları, (Se'âdet-i Ebediyye) kitabının ikinci kısm, ellinci maddesinde daha geniş yazılıdır. Âdem aleyhisselâmın bu cevabının (Bu işin yapılmasını
irâde ve ihtiyâr edeceğimi, Allahü teâlânın ezelde bildiğini Tevrâtta okuduğun hâlde ve bu işten meydana gelecek nice faydaları bildiğin hâlde, beni ayblamak
sana yakışmaz) demek olduğu (Se'âdet-i Ebediyye)de uzun yazılıdır.]


Sahih olan hadis-i şerifte haber verildi ki: Resûlullah Mîraç gecesi Peygamberlerle iki rekât namaz kıldı. Hârûna selâm verdi. Hârûn da Hz. Peygambere ve
ümmetine rahmet ile duâ buyurdu.


İdrîsa da selâm verip, o da Peygamberimize ve ümmetine rahmet ile duâ eyledi. Hâlbuki, Hârûn Peygamberimizin peygamberliği bildirilmeden evvel vefât etmiş
idi. Mübârek ruhu göründü. İşte bu hâyat, hayat-i ruhanîdir.


Bu dünya hayatından sonra üçüncü bir hayat daha vardır. Birinci hayat, yâni dirilmek, Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmın belinden çıkarıp şehâdet ettirdiği
ve (Ben sizin rabbiniz değil miyim?) buyurduğu vakit, (Evet, biz kabûl ettik. Sen bizim rabbimizsin. Yâ Rabbî) dedikleri zamandır. Dünya hayatına îtibar
olunmaz. Zîrâ bu hayat, insanın nîmetlenmesine vâsıta olup, geçici ve gidicidir.


Peygamberimiz (İnsanlar uykudadırlar, öldükleri vakit uyanırlar) buyurdu.


Bu hadis-i şerif üçüncü hayatı, yâni kabir hayatını bildiriyor.


Kabir hayatındaki hâller, mevtâların hakîkatleri, sıfatları zâhir olduğu vaktteki hâllerdir. Mevtânın bazısı yerinde kalır. Bazısı dolaşır. Bazısı döğülür.
Bazısına da şiddetli azâb edilir. Bunun doğruluğuna delîl, Mümin sûresinin, (Nâr, füccar üzerine sabah akşam arz olunur. Kıyâmet gününde de, Cehennemde
vazîfeli olan meleklere, Fir'avna tâbi olanları azâbın en şiddetli mahalline atın) meâlindeki kırkaltıncı âyet-i kerimesidir.
ALTINCI FASL


Allahü teâlâ, Sûr üfürüldükten sonra, kıyâmetin kopmasını murâd buyurduğu vakit, dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeye başlar. Denizlerin bazısı bazısına
taşar. Güneşin nûru giderek simsiyâh olur. Dağlar toz hâline gelir. Âlemler birbirine girer. Yıldızlar, dizili incinin kopup dağıldığı gibi olur. Gökler
gülyağı gibi erir ve değirmen döner gibi deverân eder ki, şiddetli bir şekilde hareket eder. Bazı kere toplanır, bazı kere de dümdüz olur. Allahü teâlâ,
göklerin parça parça olmasını emreder. Yedi kat yerde ve yedi kat gökte ve kürsîde diri olarak kimse kalmaz. Her canlı vefât etmiş olur ve eğer ruhanî
ise, ruhu gitmiş olur. Her türlü varlık ölür. Yerde taş taş üstünde kalmaz. Göklerde hiç canlı kalmaz.


Allahü teâlâ ilâhlık makamında tecellî buyurup, yedi kat gökleri sağ kudret eline ve yedi kat yeri sol kudret eline alıp der ki: (Ey alçak dünya! Senin
içinde rablık davâsı edenler ve ahmakların rab tanıdıkları âcizler nerededir ve senin güzellik ve letâfetinle aldattığın ve âhıreti unutturduğun kimseler
nerededir?) Bundan sonra kahr, yok edici kuvveti ve hikmeti ile iftihâr eder. Sonra, Mümin sûresinde bildirildiği gibi, meâlen, (Mülk kimindir) der. Hiç
kimse cevap vermez. Kahhâr olan Allahü teâlâ kendi kendine meâlen, (Vâhid ve kahhâr olan cenâb-ı Allahındır) buyurur.


Bundan sonra evvelkinden daha büyük bir irâde ve kudret-i ilâhiyye açığa çıkar. Bu da, yedi kat gökleri bir kudret parmağına ve arzını bir kudret parmağına
almasıdır. Sonra meâlen, (Ben azîmüşşân, Melik-ü deyyânım [Yâni kıyâmet gününün tek hâkimi ve sahibiyim]. Benim verdiğim rızkı yiyip de, bana ortak koşanlar
ve benden gayrı, putlara ibâdet edenler nerededirler? Şol kimseler ki, benim verdiğim rızık ile kuvvetlenip de âsî olurlar. Cebbâr ve zâlimler nerededirler?
Kibrlenen ve öğünenler nerededirler? Şimdi mülk kimindir?) buyurur. Buna cevap verecek kimse bulunmaz. Hak sübhânehu ve teâlâ, murâd ettiği bir zaman kadar
bekler, sessizlik olur ki, o zaman, Arş-ı âlâdan makam-ı ehâdiyyete kadar düşünen ve görünen bir nefis yoktur. Zîrâ cenâb-ı Hak, hûrî ve gılmânın da Cennetlerinde
ruhlarını kabz etmiştir.


Bundan sonra Allahü teâlâ, Cehennem derekelerinden, çukurlarından olan Sakardan bir kapı açar. Oradan ateş fışkırır. İşte bu ateş, her şeyi yaktığı gibi,
ondört denizi kurutup, yeryüzünü kapkara eder ve gökleri sarı zeytinyağı yâhut erimiş bakır gibi bir hâle koyar. Sonra, ateşin şiddeti göklere yakın olduğu
vakit, Allahü teâlâ öyle bir dehşet ile men eder ki, tamamen söner. Ateşten hiç eser kalmaz.


Bundan sonra, Allahü teâlâ hazretleri, Arş-ı âlânın hazînelerinden birini açar. Onda hayat denizi vardır. Bu deniz, Allahü teâlânın emri ile yer üzerine
şiddetli yağmur yağdırır. Yağmur, o derece devam eder ki, yeryüzünü kaplayıp, kırk arşın kadar yukarı yükselir. O zaman, toprak olmuş olan insanlar ve
hayvanlar, ot gibi biterler. Zîrâ, hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İnsan kuyruk sokumu kemiğinden yaratılmıştır. Sonra yine ondan yaratılacaktır). Diğer
bir hadis-i şerifte, (Kişinin her yeri mahv olup çürür. Lâkin, kuyruk sokumu kemiği çürümez. İnsan ondan çıkmıştı. Yine ondan iâde olunur) buyuruldu. [Bu
kuyruk sokumu kemiği omurganın son kemiğidir.] Nohut kadar bir kemiktir ki, içinde iliği olmaz.


Canlılar ve bütün parçaları, mezarlarında yeşil ot gibi biter. Hep o kemikten neşet ederler. Bazısı bazısına girmiş ağ örgüsü gibi dolanmış olur ki, birinin
başı diğerinin omuzunda, öbürünün eli, diğerinin sırtında olarak insanın çokluğundan böyle girift olurlar. Allahü teâlâ Kaf sûresinin dördüncü âyetinde
meâlen, (Hakîkaten biz biliriz ki, arz onlardan birini noksan etmez. Zîrâ, bizim indimizde mahfûz kitap vardır. Yâni biz yarattıklarımızın hepsini biliriz)
buyurur.


Bu dirilmek hâli tamam olunca, hesap üzere, sabî, yine sabîdir. İhtiyâr, yine ihtiyârdır. Olgun yaşta olanlar, yine öyledir. Yiğit olanlar yine delikanlıdır.
Yâni Fena âlemi olan dünyadan Bekâ âlemi olan âhırete geçtikleri zaman yâni ölürken ne hâldeyseler, yine o sûret ile dirilirler. Allahü teâlâ, Arş-ı âlânın
altında bir latîf rüzgâr estirir. Bu rüzgâr yeryüzünü baştanbaşa kaplar. Yeryüzü toz gibi ince kum hâline girer.


Bundan sonra, Allahü teâlâ, İsrâfilı diriltir. Kudüs şehrindeki mübârek taştan sûr üfürülür. Sûr, nûrdan boynuz gibi bir mahlûktur ki, ondört parçadır.
Bir parçasında karada olan hayvanların adedince delikler vardır. Karada olan hayvânâtın ruhları onlardan çıkar. Arı sesi gibi sesler işitilir. Yerle gök
arasını doldurur. Sonra her bir ruh kendi cesedlerine girerler. Hak sübhânehu ve teâlâ bunlara kendi cesedlerini ilhâm eder. Hattâ dağlarda ölmüş olan,
vahşî hayvanların ve kuşların yimiş olduğu insanların ruhları, kendi cesedlerini bulur. Nitekim Allahü teâlâ Zümer sûresinin altmışikinci âyetinde meâlen,
(Kıyâmetin yok edici sûrundan sonra, ikinci bir sûr üflenir. Bu sese bütün beşeriyyet tâbi olur. Bu emir ile kalkıp, hazır olurlar) buyurur.


İnsanlar kabirlerinden ve yanıp kül oldukları, çürüdükleri yerlerden kalktıkları vakit görürler ki, dağlar atılmış pamuk gibi, denizler susuz kalmış, yer
ise, kendisinde ne iğrilik, ne de yükseklik var. Hepsi dümdüz olmuş, bir kâğıd sayfası gibi görünür. İşte insanlar, kabirlerinin üzerine oturdukları vakit,
uryân olarak, her tarafa hayret ve düşünceli bir şekilde bakarlar. Nitekim, Hz. Peygamber sahih olan hadiste: (İnsanlar her biri elbisesiz olup, hepsi
çıplak ve sünnetsiz oldukları hâlde haşr olunurlar) buyurur. Fakat gurbette elbisesiz olarak vefât etti ise, onlara Cennetten elbise getirilir ve giydirilir.
Şehitlerin ve sünnet-i seniyyeye [yâni ahkâm-ı islâmiyyeye] tutunup vefât etmiş olanların iğne deliği kadar elbisesiz yeri kalmaz. Zîrâ Peygamberimiz :
(Ey ümmetim ve Eshâbım! Siz ölülerinizin kefeninde mübâlaga ediniz! Zîrâ, benim ümmetim kefenleriyle haşr olunurlar. Hâlbuki sâir ümmetler çıplaktırlar)
buyurdu. Bu hadis-i şerifi, Ebû Süfyân rivayet eyledi. Yine Peygamberimiz buyurmuştur ki: (Ölüler kefenleri ile haşr olunur).


Bir hastanın, ölüm hâline gelince, bana filan elbisemi giydirin dediğini işittim. İstediğini giydirmediler. Tâ ki, üzerinde bir kısa gömlek olduğu hâlde
vefât etti. Başka hiç kefen de bulunmadı. Birkaç gün sonra, rü'yâda görüldü. Üzüntülü idi. (Sana ne oldu?) diye suâl olundukta; (Benden, istediğim elbiseyi
men ettiniz. Beni bu kısacık gömlekle haşr olunmaya terk eylediniz) dedi.
YEDİNCİ FASL


BU FASL, İKİ NEFHA ARASINDAKİ


TEVAKKUFU BİLDİRMEKTEDİR


Birinci nefhada olan ölüm ikinci ölümdür. Çünkü bu ölüm bâtınî hisleri de giderir, yok eder. Birinci ölüm ise, sâdece [konuşma, işitme, tadma gibi] zâhirî
hisleri gidermişti. O zaman bazı cesedler hareket ederdi. [Peygamberlerin kabirlerinde namaz kıldığını bildiren hadis-i şerif bunun açık delîlidir. Buna
bozuk îtikatlı kimseler inanmıyor.] İkinci ölümden sonra ise, namaz kılamazlar. Oruç tutamazlar. İbâdet edemezler. Allahü teâlâ bir yere melek koysa elbette
orada dururdu. Zîrâ melek de âleminde bulunmaya hırslıdır. Nefis [yâni ruh] basîttir. Eğer cesette olursa his etmeye ve harekete sebep olur. Âlimler bu
iki nefha arasındaki mevt zamanında ihtilâf ettiler. Çok âlimlere göre kırk senedir.


İlm ve marifette kâmil olduğuna inandığım bir zat haber verip, bunu Allahdan başka kimse bilmez. Bu ilâhî sırlardandır, dedi. Yine bana haber verdi ki,
(İllâ men şâ Allah) âyet-i kerimesindeki istisnâ, hâssaten Allahü teâlâdır, dedi. Ben de cevaben dedim ki: Hz. Peygamber aleyhisselâmın, (Kıyâmet gününde,
ilk benim kabrim açılacaktır. O zaman, kardeşim Mûsâ aleyhisselâmı, Arş-ı âlânın ayağına yapışmış bulurum. Benden evvel mi ba's olundu veya Allahü teâlânın
istisnâ ettiği kimselerden midir bilmiyorum) hadis-i şerifinin mânası nedir?


Bizim anladığımıza göre, eğer cismsiz olup, Mûsâın ruhu cism olarak görülmüş ise, bu hadis-i şeriften hâric olmaz ve Hz. Peygamberin istisnâsından sonra,
emr-i fezada yâni dehşet ve korku zamanında olur ise yine böyledir. Zîrâ her canlı, o zaman korku ve fezadadır. Yâni, birinci sûr üfürüldüğü vakit insanı
korku alır ve hemen vefât ediverir. İkinci nefhaya kadar, o hâlde devam eder. İşte o zaman mahlûkatta cesedli, cüsseli birşey bulunmaz. Hz. Fahr-i âlemin
kendisine yerin yarılması zamanı bu zamandır.


Nitekim Ka'b-ül-ahbâr, Hz. Ömerin meclisinde, bu makamın korku ve şiddetinden haber verdiği zaman dedi ki: (Yâ Hattâb oğlu! Bu zamanda yetmiş Peygamberin
amelini yapmış olsan, zannederim ki, sen kurtulamazsın, bu meşakkat ve feryâddan Allahü teâlânın müstesnâ kıldığı kimseler kurtulur. Onlar da dördüncü
kat semada bulunan kimselerdir.) Şüphesiz Mûsâ onlardandır. Allahü teâlânın müstesnâ buyurması, (Bugün mülk kimindir) ilâhî suâlinin beyanından öncedir.
Eğer emrolunduğu zaman, bir kimse bulunsaydı, Allahü teâlânın (Limen-il-mülk-ül-yevm) suâline cevap verip, muhakkak (Ey Vâhid, ey Kahhâr olan Allahım,
elbette senindir) derdi.
SEKİZİNCİ FASL


Herkes kabri üzerine çıkıp, bazısı çıplak, bazısı siyah, bazısı beyaz elbiseli, bazısı da nûr saçar bir hâlde oturur. Her biri başlarını eğmiş olarak, ne
yapacağını bilmiyerek, bin sene kadar dururlar. Sonra magribden bir ateş zuhûr eder ki, onun gürültüsüyle halk mahşere sürülür. Bu zamanda her mahlûk dehşete
düşer. İnsan olsun, cin olsun, vahşî hayvanlar olsun, her birini kendi ameli alıp, kalk mahşere git, der.


Ameli güzel olan kimsenin ameli eşek, bazısının da katır sûretinde görünür. Amel sahibini üzerine alıp mahşere götürür. Bazısının da, koç şeklinde görünür.
Bazı kere amel sahibini üzerine alır götürür, bâzan da bırakır. Her müminin bir nûru olur ki, önünden ve sağ yanından, o zamanki karanlık içerisinde her
tarafı aydınlatır.


Sol taraflarında nûr yoktur. Belki karanlıkta hiçbir kimse hiçbirşey göremez. O karanlıkta kâfirler hayrette kalır. Îmanlarında şek ve şüphe olan kimseler
[ve bid'at sahibi olanlar, mezhepsizler] şaşırırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak doğru inanmış olan [Sünnî] müminler ise, onların
zulmet ve tereddütlerine bakıp, Allahü teâlânın kendilerine hidâyet nûru verdiğine hamd ederler. Zîrâ, Cenâb-ı Hak, müminler için, azâb gören şakîlerin
hâllerini ortaya koyar ki, bunda bazı faydalar vardır. Nitekim, Cennet ehli ve Cehennem ehli ne yapmışlarsa hepsi belli olur. Onun için, Allahü teâlâ meâlen,
(Arkadaşına nazar etti. Onu Cehennem ateşinde gördü), buyurdu. A'râf sûresinin kırkyedinci âyetinde de meâlen: (Cehennem ehline baktıkları zaman, Cennet
ehli: Ey Rabbimiz! Bizi zâlim kavmlerle berâber kılma derler) buyurdu. Zîrâ, dört şey vardır ki, kadrini, kıymetini ancak dört kimse bilir:


Hayatın kadrini ancak ölü bilir. Nîmetim kadrini azâb çeken bilir. Servetin kadrini fakir bilir. (Burada dördüncüsü yazılmamış. Fakat, Cennet ehlinin kadrini,
Cehennem ehli bilir, demektir).


Bazısının nûru, iki ayağı üzerinde ve parmakları ucunda görünür. Bazısının nûru, bir parlar, bir söner. Bunların nûrları îmanları kadardır. Kabirlerinden
kalktıkları vakit, hareketleri de, amelleri miktârıdır. Sahih olan bir hadis-i şerifte Peygamber efendimize (Yâ Resûlallah! Biz nasıl haşr olunuruz?) diye
sorulunca, cevabında, (İki kişi bir deve üzerinde, beş kişi ve on kişi bir deve üzerinde haşr olunur) buyurdu.


Allahü teâlâ bilir, bu hadis-i şerifin mânası: (Bir kavm, islâmda birbirine yardım eder, dîni, îmanı, helâli, haramı birbirlerine öğretirlerse, Allahü teâlâ
onlara rahmet eder. Onların amelinden deve yaratır da, onun üzerine binerler. Öylece haşr olunurlar) demektir. Bu ise, amelin zayıf olmasındandır. Çünkü
bunların, kendi amelleri bir deve olamadığından, ancak bir kaçının ameli bir deve olmakta ve buna müşterek binmektedirler.


Bunlar şu insanlara benzerler ki, yolculuğa çıkmışlar. Fakat hiç kimsenin bir hayvan satın almaya vakti olmadığından, hayvan alıp gidecekleri yere gidemezler.
Bunlardan iki veya üç kişi, bir hayvan satın alıp yolda ona müşterek binerler. Bu yolda bâzan bir deveye on kişi binerler. Bu âcizlik amellerindendir.
Bunun mânası, malda elini kısmaktır. Yâni hasîs olmaktır. Bununla berâber, selâmete çıkarılırlar. Öyle ise, bir amel işle ki, o amel sebebiyle Allahü teâlâ
sana binek hayvanını nasip etsin.


Şunu bilmelidir ki, bu kimseler âhıret ticâretinde fayda görüp, kâr edenlerdir. Bu takdîrde Allahü teâlâdan korkanlar,Allahü teâlânın dînini yayanlar, binicilerdir.
Bunun için, Allahü teâlâ Meryem sûresinin seksenbeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâdan korkanlar, o gün, Rablerinin nîmetlerine müşterek olarak giderler)
buyurdu.


Peygamberimiz birgün Eshâbına buyurdular ki: (Benî-İsrâilde bir kişi vardı. Çok hayr yapardı. Hattâ, o zat sizin içinizde haşr olunacaktır). Eshâb-ı kirâm
dediler ki: (Yâ Resûlallah! Bu zat ne hayr yapardı?) Resûlullah buyurdu ki: (Ona babasından çok mal kalmıştı. Bununla, bir bostan satın alıp, onu fakirlere
vakf etti. Rabbim huzuruna vardığım zaman, bu, benim bostanım olur dedi. Yine bir çok altın ayırıp, onu fakir ve zayıf kimselere verdi. Bununla da, cenâb-ı
Haktan câriye ve köle satın alırım, dedi. Yine birçok köle âzâd etti. Bunlar dahî, Allahü teâlânın huzurunda benim hizmetçilerim olur, dedi. Birgün de,
bir âmâya rast geldi. Gördü ki, bâzan yürür, bâzan düşer. Ona bir binecek hayvan satın alıp, bu da, Allahü teâlânın huzurunda benim binecek hayvanımdır
dedi.)


Peygamber efendimiz bu hikâyeyi haber verdikten sonra da, (Nefsim, kudreti elinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, bu hayvan onun için eyerlenmiş ve
gem vurulmuş hazır olduğunu görüyorum. Bu zat, ona biner de mahşere öylece gelir) buyurdu.


(Sırât-ı müstekîm üzre gidenle, gözleri âmâ olup yüzüstüne gittiği yolu bilmiyen müsâvi midir) meâlindeki Mülk sûresi yirmiikinci âyet-i kerimesinin tefsîrinde
buyuruldu ki, Allahü teâlâ, kıyâmet günü için müminlerin haşr olunması ile, kâfirlerin haşrine, bu âyet-i kerimeyi misâl kıldı.


Nitekim Meryem sûresi seksenaltıncı âyet-i kerimesinde meâlen, (Kâfirleri yüzleri üzerine sürünerek, Cehenneme göndeririz) buyurdu. Bu mâna, bazı kere yürürler,
bazı kere de sürünürler demektir. Çünkü, cenâb-ı Hak, başka bir âyet-i kerimede, (Yürürler) buyuruyor. Nûr sûresi yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Ve yaptıklarını
dilleri, elleri ve ayakları haber verir) buyurdu. Bunun gibi, âyet-i kerimedeki (Kör olarak) mânası da, kâfirler, müminlerin önünde ve sağ yanında parlayan
nûrdan mahrum olurlar demektir. Tamamen kör olurlar demek değildir. Yâni karanlıkta kalır, göremezler demektir. Çünkü, biliyoruz ki, kâfirler semaya bakarlar,
bulut ile yarılmış olduğunu, meleklerin indiğini, dağların yürüdüğünü, yıldızların döküldüğünü görürler.


Kıyâmet gününün korkuları, meâli, (Bu Kur'an-ı kerim sihir midir? Yâhut siz onu göremiyorsunuz) olan Tûr sûresinin onbeşinci âyet-i kerimesinin tefsîridir.
Bunun için, kıyâmette olan âmâlıktan murâd, karanlığa dalmaktır. Ve Allahü teâlânın cemâl-i ilâhîsini görmekten men olunmaktır. Çünkü, Allahü teâlânın
nûru ile mahşer yeri aydınlanır. Hâlbuki, o zaman, onların gözlerine perde gelip bu nûrlardan birşey görmezler.


Allahü teâlâ, onların kulaklarına da perde çeker. Kelâmullahı işitmezler. Hâlbuki melekler, meâl-i şerifi, (Şimdi sizin üzerinize korku yoktur. Siz mahzûn
dahî olmazsınız. Siz ve zevceleriniz, Cennete sevincle dahil oldunuz) olan A'raf sûresi kırkdokuzuncu ve Zuhruf sûresinin yetmişinci âyetleri ile nidâ
ederler. Müminler bunu işitir, kâfirler işitmezler.


Kâfirler konuşmaktan da men olunur. Onlar dilsiz gibidirler. Bu da, Allahü teâlânın meâli, (Bu bir zamandır ki, onlar söylemezler ve söylemeye izin dahî
verilmez) olan, Mürselât sûresinin otuzbeş ve otuzaltıncı âyet-i kerimelerinden anlaşılmaktadır.


İnsanlar dünyadaki işlerine göre haşr olunur. Bazıları çalgı çalmakla ve dinlemekle meşgûl olmuştur. [Her çalgı kastolunmaktadır. İbâdetleri, Kur'an-ı kerim
ve zikir okumağı, çalgı ile yapmak da buna dahildir. Çünkü hiçbir çalgıda Allahü teâlânın rızası yoktur.] Hayatlarında çalgı çalmaya ve dinlemeye devam
edenler, kabrinden kalktığı vakit, sağ eliyle onu alır ve atar. O çalgıya der ki, (Lânet olsun sana! Beni Allahü teâlânın zikrinden meşgûl ettin!). O çalgı
ona geri gelir. Der ki, (Allahü teâlâ, aramızda hükm edinceye kadar, ben senin arkadaşınım. O vakte kadar ayrılamam). Böylece dünyada alkollü içki içenler,
sarhoş olarak haşr olunur. Başları, kolları, bacakları açık olarak sokağa çıkan kadınlar, kızlar, buralarından kanlar, irinler akarak haşr olunur. Zurnacı
zurna çalarak haşr olunur. Her kimse, böyle Allahü teâlânın yolundan ayrılırsa, o hâl üzere haşr olunur.


Sahih olan hadis-i şerifte rivayet olundu ki: (Şarap içen kimse, ateşten şarap kabı boynuna asılmış ve kadehi elinde olarak yeryüzündeki leşlerin hepsinden
daha fena koktuğu ve yeryüzündeki eşyanın hepsi ona lânet ettiği hâlde haşr olunur).


Zulmedilerek ölenler, zulüm olundukları üzre haşr olunurlar. Sahih olan hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allah yolunda öldürülüp, şehit olanlar, kıyâmet gününde,
yaralarının kanı akarak gelirler. Rengi kan ve kokusu misk kokusu gibi olur. Huzur-ı Mevlâya haşr oluncaya kadar, bu hâl üzre bulunurlar.)


Bu zamanda melekler, onları, fırka fırka, cemaat cemaat sevk ederler. Herbirinin altında, kendilerine zulmedenler bulunarak haşr olunurlar. İnsan, cin ve
şeytan ve yırtıcı hayvanlar ve kuşlar, bir yerde toplanırlar. O zaman yeryüzü düz beyaz, gümüş gibi düz olur.


Melekler, yeryüzündeki bütün canlıların etrâfında bir halka olmuşlardır. Yeryüzünde bulunanlardan on kattan ziyâdedir.


Bundan sonra, Allahü teâlâ, ikinci kat gök meleklerine emreder ki, birinci kat gök meleklerini ve mahlûkatı çevirirler. Bunlar da, hepsinin yirmi mislinden
ziyâdedir.


Sonra, üçüncü kat melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin otuz mislinden ziyâdedir.


Sonra dördüncü kat melekleri, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin kırk mislinden ziyâdedir.


Sonra, beşinci kat göğün melekleri nâzil olup, bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin elli mislinden ziyâdedir.


Daha sonra, altıncı kat gök melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin altmış mislinden ziyâdedirler.


En sonra, yedinci kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak hepsini çevirirler ki, bunlar cümlesinin yetmiş mislinden ziyâdedirler.


Bu zamanda, halk birbirine karma karışık olur. İzdihâmın çok olmasından birbirlerinin ayaklarına basarlar. Herkes, günahına göre, tere gark olur. Bazısı,
kulaklarına kadar, bazısı boğazına kadar, bazısı göğsüne kadar, bazısı omuzlarına kadar, bazısı dizlerine kadar, hamamdaki gibi bir tere gark olunmuşlardır.
Bazı kimseler de vardır, susuz olan kimse, su içtiği vakit, nasıl terlerse, o kadar az terler.


(Eshâb-ı rey) ki, onlar minber sahibi olanlardır. (Eshâb-ı rışh), terliyenlerdir. (Eshâb-ı ka'beyn), [yâni topuklarına kadar terliyenler] suda boğularak
vefât edenlerdir. Melekler bunlara: (Sizin için şimdi korku ve hüzn yoktur) diye nidâ ederler.


Bazı Ârifler bana haber verdi ki, bunlar (Evvâbûn)durlar. (Fudayl bin İyâd) ve gayrıları bunlardandır. [Fudayl 187 [m. 803] de Mekkede vefât etti.] Çünkü,
Peygamberimiz (Günahından tevbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibidir) buyururdu. Bu hadis-i şerif mutlaktır. Yâni bir şarta bağlı değildir. Bu üç sınıf,
yâni (ehl-i rey, ehl-i rışh, ehl-i ka'b), (O gün bazılarının yüzleri ak, bazılarının ise siyah olur) meâlindeki Âl-i İmrân sûresinin yüzaltıncı âyet-i
kerimesince, yüzleri beyaz olanlardır. Bunlardan gayrisinin yüzleri siyah olur. Nasıl ızdırâb ve terlemek olmasın ki, güneş başlarına yaklaşmıştır. Hattâ
bir kimse elini uzatırsa yapışacağım zanneder. Güneşin harâreti şimdiki gibi değildir. Yetmiş kat kadardır. Bazı selef dedi ki: Eğer güneş, kıyâmette olduğu
gibi, şimdi yer üzerine doğsa, elbette yeryüzünü yakar, taşları eritir ve ırmakları kuruturdu.


Bu zamanda, mahlûkat Arasât meydanında beyaz yerde, gayet şiddet ile sıkıntı çekerler. Bu beyaz yeri, Allahü teâlâ, meâl-i şerifi, (O gün, Vâhid ve Kahhâr
olarak yeryüzünü başka şekle, gökleri de başka şekle çevirdiğim zamandır. O gün, herşey bana itaat eder) olan İbrâhîm sûresinin kırksekizinci âyetinde
beyan buyurmuştur.


O zaman, yeryüzünde bulunanlar, çeşidli şekllerdedirler. Dünyada büyük görünenler, büyüklenenler, mahşerde zerre kadardır. Hadis-i şerifte kibrlilerin zerre
gibi olacakları bildirilmiştir. Onlar hakîkaten zerre kadar küçük değildirler. Belki ayaklar altında kalıp çiğnendiklerinden, zelîl ve hakîr olmalarından,
zerreler gibidir buyurulmuştur.


Bunların arasında bir kavm, tatlı ve soğuk sâf sular içerler. Zîrâ, sabî, küçük çocuk iken vefât eden mümin çocuklar, babalarının etrâfında, Cennet ırmaklarından
doldurdukları kâselerle dönerler ve onlara su verirler.


Selef-i sâlihînden bazılarından rivayet olundu ki, bir zatın rü'yâsında kıyâmet kopmuş. O zat, mevkıfte gayet susuz olarak dururmuş. Küçük çocukların su
dağıttığını görmüş. O zat buyurur ki:(Aman bana da bir yudum su verin). İçlerinden bir sabî dedi ki: (Bizim içimizde senin çocuğun var mıdır?) Ben hayır
dedim. (Öyle ise Cennet şarapından sana nasip yoktur) dedi.


Bu hikâyede evlenme ve çocuk sahibi olmanın eftal olmasına işaret vardır. Su dağıtan çocukların şartları (İhyâ-ül-ulûm) kitabımızda anlatıldı.


Bir kısm insanlar da bulunur ki, başlarına yakın bir gölge gelmiş. Mahşerin harâretinden onları muhâfaza eder. Bu gölge ise, dünyada verdiği zekât ve sadakalardır.


Bu hâlde bin sene kadar dururlar. (İhyâ-ül-ulûm) kitabımızda anlatılan Müddessir sûresinde meâl-i şerifi, (Sûra üfürüldüğü zaman) olan âyet-i kerimeyi işitince
bu hâlde dururlar. Bu âyet-i kerime Kur'an-ı kerimin sırlarındandır.


Sûra üfürmenin dehşetinden tüyler titrer, gözler nereye bakacağını şaşırır ve mümin ve kâfirler sevk olunurlar. Bu kıyâmet gününün şiddetini ziyâdeleştiren
bir azâbdır.


Bu vakit, Arşı sekiz melek yüklenip götürür. Onlardan bir melek bir adımında, yirmibin senelik dünya yolunu yürür.


Melekler ve bulutlar, Arş-ı âlâ karar edinceye kadar, akılların anlayamıyacağı tesbîhler ile tesbîh ederler. Bu şekilde, Arş-ı âlâ, Allahü teâlâ kendisi
için halk eylediği beyaz arzın üzerinde karar kılar. Bu zaman, hiçbirşeyin tâkat getiremiyeceği, Allahü teâlânın azâbından, başlar aşağı eğilir. Cümle
halk sıkıntı içinde mahbûs ve şaşkın kalıp, şefkat ararlar. Peygamberlere ve âlimlere korku gelir. Evliyâ ve şehitler hiç tâkat getirilemiyecek olan Allahü
teâlânın azâbından feryâd ederler. Bunlar, bu hâl üzereyken, güneşin nûrundan çok daha fazla olan bir nûr bunları içine alır. Zaten güneşin harâretine
tâkat getiremiyen kimseler, bunu müşâhede ettikleri gibi, karma karışık olurlar. Bin sene de, bu hâl üzere kalırlar. Allahü teâlâ tarafından kendilerine
bir şey söylenmez.


Bu vakit insanlar, ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâma giderler. (Ey insanların babası! Hâlimiz pek fenadır). Kâfirler ise: (Yâ Rab! Bize merhamet et.
Bizi şu şiddet ve meşakkatten kurtar), derler.


İnsanlar Âdem aleyhisselâma derler ki, (Yâ Âdem! Sen azîz ve şerif bir Peygambersin ki, Allahü teâlâ seni yarattı. Melekleri sana secde ettirdi. Sana kendi
ruhundan üfledi. Kaza ve hesaba başlaması için bize şefaat eyle ki, Allahü teâlâ ne murâd ederse, onunla mahkûm olalım. Ve nereye emrederse, herkes oraya
gitsin. Herşeyin hâkimi ve mâliki olan Allahü teâlâ, mahlûklarına dilediğini yapsın) diye yalvarırlar.


Âdem buyurur ki: (Ben Allahü teâlânın yasak ettiği ağacın meyvesinden yidim. Bu zamanda Allahü teâlâdan utanırım. Fakat siz, Resûllerin ilki olan Nuha gidiniz).
Bunun üzerine bin sene aralarında meşveret ederek dururlar.


Sonra Nuha giderler de: (Sen Resûllerin ilkisin. Hiç dayanılmayacak bir hâldeyiz. Bizim muhâkememizin çabuk yapılması için bize şefaat eyle! Şu mahşer cezâsından
kurtulalım) diye yalvarırlar. Nuh onlara cevap olarak: (Ben Allahü teâlâya duâ eyledim. Yeryüzünde ne kadar insan varsa, o duâ sebebiyle boğuldu. Bunun
için, Allahü teâlâdan utanırım. Fakat siz, İbrâhîma gidiniz ki, o Halîlullahdır. Allahü teâlâ Hac sûresinin son âyetinde meâlen, (İbrâhîm siz dünyaya gelmezden
evvel, size müslüman diye ism verdi) buyurdu. Belki o size şefaat eder) der.


Yine evvelki gibi aralarında bin sene daha konuşurlar. Sonra, İbrâhîma gelirler. (Ey müslümanların babası! Sen o zâtsın ki, Allahü teâlâ, seni kendine halîl,
dost eyledi. Bize şefaat eyle! Allahü teâlâ, mahlûkat arasında, hükmünü versin) derler. İbrâhîmonlara: (Ben dünyada üç kere kinâye söyledim. Bunları söyliyerek
din yolunda mücâdele ettim. Şimdi Allahü teâlâdan bu makamda şefaat izni istemekten utanırım. Siz Mûsâa gidiniz. Zîrâ, Allahü teâlâ onunla konuştu ve kendisine
mânevi yakınlık gösterdi. O, sizin için şefaat eder) buyurur. Bunun üzerine yine bin sene durarak birbirleriyle istişâre ederler. Fakat bu zamanda hâlleri
gayet güçleşir. Mahşer yeri ise, çok daralır. Sonra Mûsâa gelip, derler ki: (Yâ ibni İmrân! Sen o zâtsın ki, Allahü teâlâ seninle konuştu. Sana Tevrâtı
indirdi. Hesabın başlaması için bize şefaat eyle! Zîrâ burada durmamız çok uzadı. İzdihâm pek ziyâdeleşti. Ayaklar birbirleri üzerine birikti). Mûsâ onlara
der ki: (Ben, Allahü teâlâya, âl-i Fir'avnın senelerce hoşlanmıyacakları şeylerle cezâlandırılması için duâ ettim. Sonra gelenlere ibret olmalarını ricâ
eyledim. Şimdi şefaat etmeye utanırım. Fakat, Cenâb-ı Hak rahmet, mağfiret sahibidir. Siz Îsâa gidiniz. Çünkü yakîn cihetiyle Resûllerin en esahhı, marifet
ve zühd cihetinden, en eftali ve hikmet cihetinden en üstünüdür. Size O şefaat eder) buyurur. Bunlar, aralarında bin sene müşâvere ederler. Hâlbuki, onların
sıkıntıları daha ziyâde olur.


Sonra Îsâa gelirler. Derler ki: (Sen Allahü teâlânın ruhu ve kelimesisin, Allahü teâlâ senin için Âl-i İmrân sûresinin kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Dünyada
ve âhırette “Vecîh” yâni çok kıymetli) buyurdu. Bize Rabbinden şefaat eyle!) Îsâ buyurur ki: (Benim kavmim, beni ve annemi Allahdan başka ilâh ittihâz
eylediler. Nasıl şefaat ederim ki, bana da ibâdet ettiler. Ve bana oğul ve Allahü teâlâya baba ismini verdiler. Fakat, siz gördünüz mü ki, birinizin kesesi
olsun da, içinde nafakası olmasın. Ve ağzı da mühürlü olsun. O mührü bozmadan o nafakaya vâsıl olsun. Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusu Muhammede gidiniz.
Zîrâ O, dâvetini ve şefaatini ümmeti için hazırladı. Çünkü, kavmi Ona çok kere ezâ ettiler. Mübârek alnını yardılar. Mübârek dişini kırdılar. Kendisine
delilik isnâd ettiler. Hâlbuki, o yüce Peygamber onların iftihâr cihetinden en iyisi ve şeref cihetinden en yükseği idi. Onların tehammül olunmıyacak ezâ
ve cefâlarına mukâbil, Yûsüfın kardeşlerine söylediği, (Şimdi sizin, başınıza kakmak yoktur. Erhamürrâhimîn olan Cenâb-ı Allah, size mağfiret eder) meâlindeki
âyet-i kerime ile cevap verirdi. Îsâ, Peygamberimizin fazîletlerini anlatır, hepsi Muhammeda bir an evvel kavuşmak ister.


Hemen Muhammedın minberine gelirler. Derler ki: (Sen Habîbullahsın! Habîb ise, vâsıtaların en faydalısıdır. Bize Rabbinden şefaat eyle! Zîrâ, Peygamberlerin
birincisi olan Âdema gittik. Bizi Nuha gönderdi. Nuha gittik. İbrâhîma gönderdi. İbrâhîma gittik. Mûsâ aleyhisselâma gönderdi. Musâ aleyhisselâma gittik.
Îsâa gönderdi. Îsâ ise, size gönderdi. Yâ Resûlallah ! Senden sonra gidecek bir yer yoktur).


Resûlullah efendimiz: (Allahü teâlâ izin verir ve râzı olursa, şefaat ederim) buyurur.


(Surâdikât-i celâl), yâni celâl perdesine varır. Allahü teâlâdan şefaat için izin ister. Kendisine izin verilir. Perdeler kalkar. Arş-ı âlâya girer. Secdeye
kapanır. Bin sene secdede durur. Bundan sonra, cenâb-ı Hakkı bir hamd ile hamd eder ki, âlem yaratıldığından beri, hiç kimse, Allahü teâlâyı böyle medh
etmemiştir.


Bazı ârifler dedi ki: (Allahü teâlâ âlemleri yaratınca kendisini böyle hamdler ile medh ve senâ buyurmuştu). Arş-ı âlâ, Cenâb-ı Hakka tâzîmen hareket etmektedir.
Bu müddet içinde hâlleri pek ziyâde kötüleşir. Meşakkat ve zahmetleri artar. İnsanlardan her biri, dünyada sımsıkı sakladıkları malı boyunlarına geçirmişlerdir.
Deve zekâtını vermiyenlerin, boynuna deve yüklenir. Öyle bağırır ve ağırlaşır ki, büyük dağlar gibi olur. Sığır, koyun zekâtı vermiyenler de, böyle olur.
Bunların feryâdları âdetâ gök gürlemesi gibidir.


Ekin zekâtını, yâni uşrunu vermiyenlerin boynuna ekin denkleri yüklenir ki, dünyada hangi cins ekinin zekâtını vermemiş ise, o nev'den, o denkler dolmuştur.
Eğer buğday ise, buğday, arpa ise arpa dolmuştur ki, ağırlığından altında “vâveylâ”, “vâseburâ” diye bağırır. [“Veyl” azâb kelimesidir. İnsan azâba tâkat
getiremediği vakit, böyle bağırır. “Sebûr” da helâk zamanında kullanılır.] Altın, gümüş ve [kâğıd] para ve sâir ticâret malı zekâtından vermeyenler de,
dehşetli bir yılanı yüklenir ki, o yılanın başında yalnız iki örgüsü vardır. Kuyruğu burnuna girmiştir. Boynu ile halkalanmış, boynu üzerinde yüklenmiş,
hattâ değirmen taşlarını yüklenmiş kadar ağırlığı vardır. Bağırırlar, bu nedir, derler. Melekler onlara: (Bunlar, dünyada zekâtını vermediğiniz mallarınızdır)
derler. İşte bu dehşetli hâl, Âl-i İmrân sûresinin meâl-i şerifi, (Dünyada esirgedikleri, kıyâmet günü boyunlarına takılır) olan, yüzsekseninci âyet-i
kerimesi ile bildirilmiştir.


Diğer bir fırka ise, avret yerleri gayet büyümüş, cerahat ve irin akar. Onların fena kokusundan etrâfta bulunanlar çok rahatsız olur. Bunlar, zinâ yapanlar
ve başları, saçları, kolları, bacakları açık sokağa çıkan kadınlardır.


Diğer bir fırka da vardır ki, ağaç dallarına asılırlar. Bunlar dünyada livâta yapanlardır.


Diğer bir fırkası da, dilleri ağızlarından çıkmış ve göğüslerine sarkmış, gayet çirkin bir hâldedirler ki, insan görmek istemez. Bunlar yalan ve iftirâ
söyliyenlerdir.


Bir fırka dahî, karınları yüksek dağlar kadar büyümüş olduğu hâlde bulunur. Bunlar, dünyada zarûret olmadan ve muâmele yapmadan fâizli mal ve para alıp
verenlerdir. Bu gibi haram işliyenlerin günahları, fena hâlde açığa vurulur. [Fâiz için zarûretin ne olduğu ve muâmele ile satış yaparak fâiz almak (Se'âdet-i
Ebediyye) kitabında bildirilmiştir.]
DOKUZUNCU FASL


Allahü teâlâ meâlen buyurur ki, (Yâ Muhammed, başını secdeden kaldır! Söyle, dinlenir. Şefaat et, kabûl olunur). Bunun üzerine, Peygamber : (Yâ Rabbî! Kulların
arasından iyileri ve kötüleri ayır ki, zamanları gayet uzadı. Herbiri, günahlarıyle arasât meydanında rezil ve rüsvây oldular) der.


Bir nidâ gelir: (Evet yâ Muhammed!) denilir. Cenâb-ı Hak, Cennete emreder ki, her cins zîneti ile zînetlenir. Arasât meydanına getirilir. O derece güzel
kokusu vardır ki, beşyüz senelik yoldan duyulur. Bu hâlden kalbler ferahlanır. Ruhlar dirilir. [Lâkin kâfirler, mürtedler ve müslümanlarla alay edenler,
Kur'an-ı kerime hakâret edenler, gençleri aldatarak îmanlarını çalanlar ve] amelleri habîs, kötü olanlar, Cennetin kokusunu duymazlar.


Cennet, Arş-ı âlânın sağ tarafına konulur. Bundan sonra, cenâb-ı Hak, Cehennemi getirmeyi emreder. Cehenneme korku gelir, feryâd eder. Kendisine gönderilen
meleklere: (Allahü teâlâ, bana azâb ettirmek için bir mahlûk yarattı da, onunla bana azâb mı edecek) der. Onlar da: (Allahü teâlânın izzeti ve celâli ve
ceberûtü hakkı için, Rabbin seninle âsîlerden, islâm düşmanlarından intikam almak için, bizi sana gönderdi. Sen ise, bunun için halk olundun) derler. Cehennemi
dört tarafından çekerek götürürler. Yetmişbin ip takıp çekerler ki, her bir ipte yetmişbin halka vardır. Dünyadaki demirlerin hepsi toplansa onun bir halkası
kadar olamaz. Her halkada, zebânî denilen azâb meleklerinden yetmişbin melek vardır ki, yalnız birine dünyadaki dağları koparmak emrolunsa, parça parça
ederdi. O vakit, Cehennemin bağırması ve gürültüsü ve ateş saçması ve şiddetli dumanı vardır ki, bütün gökyüzünü simsiyâh eder. Mahşer yerine bin senelik
yol kalınca, meleklerin ellerinden kurtulur. Gürültüsü ve gümbürtüsü ve sıcaklığı tehammül olunmıyacak derecededir. Mahşerdekilerin hepsi, bundan çok korkarlar.
Bu nedir diye sorarlar. Haber verilir ki, Cehennem, zebânîlerin elinden kurtulmuş, size yaklaşıyor da, onun gürültüsüdür derler. Bunun üzerine, herkesin
dizinin bağı çözülüp çöküverirler. Hattâ Peygamberler ve Resûller dahî kendilerini tutamaz. Hz. İbrâhîm, Hz. Mûsâ, Hz. Îsâ, arş-ı âlâya sarılır. İbrâhîm
kurban ettiği İsmâ'îlı unutur. Mûsâ birâderi Hârûnı ve Îsâ vâlidesi Hz. Meryemi unuturlar. Her biri: (Yâ Rabbî! Bugün nefsimden başka birşey istemem) der.


O zaman Muhammed ise: (Ümmetime selâmet ve necât ver yâ Rabbî) der.


Orada buna tehammül edebilecek kimse bulunmaz. Zîrâ Allahü teâlâ, bunu haber verip; Câsiye sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Her ümmeti, dizleri
üzre cenâb-ı Hakkın korkusundan çökmüş olarak görürsün. Herbiri, dünyada işledikleri amellerin kitabına dâvet olunurlar) buyurmuştur. Cehennemin böyle
kurtulup kükremesi üzerine, herkes boğulma derecesinde ve kederlerinden yüzleri üzerine kapanırlar. Bu da, Allahü teâlânın Furkan sûresinin onikinci âyetinde
meâlen: (Nâr ehl-i mahşeri uzak mahalden gördüğü vakit, nâs ondan boğuk ve çirkin ve gayet büyük ses işitirler) buyurmasıyle sâbittir.


Allahü teâlâ, Mülk sûresinin sekizinci âyetinde meâlen, (Gayz ve şiddetinin çokluğundan, Nâr ikiye ayrılacak gibi olur) buyurur. Bunun üzerine, Peygamberimiz
ortaya çıkıp, Cehennemi durdurur. Buyurur ki, (Hakîr ve zelîl olarak geriye dön! Tâ ki, sana ehlin gürûh gürûh gelsinler). Cehennem dahî (Yâ Muhammed,
bana müsâ'ade et! Zîrâ, sen bana haramsın) der. Arştan nidâ gelerek: (Ey Cehennem, Muhammed aleyhisselâmın kelâmını dinle! Ve ona itaat et) der. Sonra
Resûlullah, Cehennemi çeker, Arş-ı âlânın sol tarafında bir yere yerleştirir. Mahşerdekiler, Peygamber efendimizin bu merhametli muamelesini birbirine
müjdelerler. Korkuları bir miktâr azalır. Enbiyâ sûresinde yüzyedinci âyet-i kerimenin (Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik) meâl-i şerifi zâhir olur.


Bu zamanda nasıl olduğu bilinmiyen mîzân kurulur. Mîzânın iki kefesi, yâni gözü vardır. Birisi nûrdan ve biri zulmetten yâni karanlıktandır.


Bundan sonra, Allahü teâlâ zamandan, mekândan, cismden münezzeh ve berî, uzak olduğu hâlde, kudretini izhâr buyurması üzerine, insanlar ona tâzîm ederek,
secdeye varırlar. Fakat kâfirler, mürtedler, secde edemezler. Zîrâ, onların belleri demir kesilip secde etmeleri mümkün olmaz. İşte bu da, Nûn sûresi,
kırkikinci âyet-i celîl-i ilâhiyyesinin (Gözlerden perde kaldırılıp sıkıntıların arttığı zamanda secde etmeye çağrılırlar. Fakat secde edemezler) meâl-i
şerifidir.


İmâm-ı Buhârînin, [Muhammed Buhârî 256 [m. 870] de Semerkandda vefât etti.] bunun tefsîrinde, Peygamberimize kadar senedini yâni râvîlerini zikrederek bildirdiği
hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Allahü teâlâ kıyâmet gününde sâkından keşf eder. [Paçalar sıvanır. Yâni çok çetin ve sıkıntılı bir hâl olur. Secde ediniz
denir.] Bütün müminler secde ederler). Ben, bu hadis-i şerifin tevilinden korktum. Meseldir diyerek söz söyliyenlerin sözünü dahî beğenmedim. Mîzân yâni
terâzî de, melekûta mahsûs olan bilinmiyen şeylerdendir, dünya terâzîlerine benzemez. Zîrâ iyilikler ve kötülükler, madde ve cism değildir. A'raz, yâni
sıfattırlar. A'razları, özellikleri, bildiğimiz terâzîler ile, maddeyi tartar gibi, vezn etmek sahih olmaz. Ancak, bilinmiyen terâzî ile tartmak sahih
olur.


Müminler secdede iken, Allahü teâlâ nidâ eder. Yakından ve uzaktan işitilir. İmâm-ı Buhârînin rivayet ettiği gibi, cenâb-ı Hak [hadis-i kudsîde]; (Ben azîm-üş-şân
herkese mücâzât eden deyyânım. Bana hiçbir zâlimin zulmü tecâvüz etmez. Eğer tecâvüz ederse, ben zâlim olurum) buyurur.


Bundan sonra, hayvânât arasında hükm eder. Boynuzlu koyundan, boynuzsuz koyunun hakkını alıverir. Dağ hayvanlarıyle kuşlar arasındaki hakları ödeştirir.
Sonra da bunlara: (Toprak olunuz) der. Hemen hayvanlar toprak oluverirler. Kâfirler, bu hâli görünce her biri, Nebe' sûresi kırkıncı âyetinin meâlinde
haber verildiği üzere (Ne olaydı, toprak olaydım) derler.


Sonra, Allahü teâlâ tarafından nidâ olunup, (Levh-i mahfûz nerededir?) buyurur. Bu ses, akıllara hayret verecek sûrette işitilir. Allahü teâlâ, (Ey Levh!
Tevrât ve İncîl ve Kur'an-ı azîm-üş-şândan sende yazdığım şey nerededir?) der. Levh-i mahfûz der ki: (Yâ Rabb-el'âlemîn! Bunu Cebrâîldan suâl buyur!).


Bu vakit, Cebrâîl getirilir ki, âdetâ kendisini titremek alır. Hayretinden diz üstü çöker. Cenâb-ı Hak buyurur ki: (Yâ Cebrâîl! Bu Levh der ki, sen benim
kelâmımı ve vahyimi kullarıma nakleylemişsin, doğru mudur?) Cebrâîl (Yâ Rabbî doğrudur) der. Allahü teâlâ, (Onu nasıl yaptın?) buyurur. Cebrâîl, (Yâ Rabbî,
Tevrâtı Mûsâa, İncîli Îsâa, Kur'an-ı kerimi Muhammeda inzâl ve her bir Resûle risâleti ve her bir suhuf sahibi Peygambere de sayfalarını ulaştırdım) der.


Bir nidâ gelir ki; (Yâ Nuh!), Nuh getirilir. Titrediği hâlde, huzur-i ilâhîye gelir. Ona hitâben: (Yâ Nuh! Cebrâîl der ki, sen Resûllerdensin). (Evet yâ
Rabbî! Doğrudur) der. Yine buyurur ki, (Kavminle ne iş gördün?). Nuh, (Yâ Rabbî! Onları gece ve gündüz îmana dâvet ettim. Benim dâvetim onlara bir fayda
vermedi. Benden kaçtılar). O zaman, yine nidâ olunarak, (Yâ Nuh kavmi!) denir. Onlar bir fırka olarak getirilir. Denilir ki, (İşbu kardeşiniz Nuh der ki,
size benim risâletimi teblîg etmiş). Onlar: (Ey bizim Rabbimiz, yalan söylüyor. Bize birşey teblîg etmedi) derler. Risâleti inkâr ederler.


Allahü teâlâ, (Yâ Nuh! Senin şâhidin var mıdır) buyurur. Nuh, (Yâ Rabbî! Benim şâhidim, Muhammed ile ümmetidir) der.


Allahü teâlâ, (Yâ Muhammed!). Bu Nuh risâleti teblîg ettiğine seni şâhit kılar) buyurur. Peygamberimiz, Nuhın risâleti teblîg ettiğine şâhit olup, Hûd sûresinin
yirmi beşinci âyet-i kerimesini okur. Bu âyet-i kerimede meâlen, (Biz Nuhu insanlara Peygamber olarak gönderdik. Onları Allahü teâlânın azâbı ile korkuttu.
Allahü teâlâdan başka şeylere ibâdet etmeyiniz dedi) buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak, Nuhın kavmine: (Sizin üzerinize azâb hak oldu. Zîrâ, azâb kâfirler üzerine
lâyıktır) buyurur.


Böylece, hepsi Cehenneme atılır. Ne amelleri tartılır, ne de hesap olunurlar.


Bundan sonra (Âd kavmi nerededir?) diye nidâ olunur. Nûhın kavmine yapıldığı gibi, Hûd ile, kavmi olan Âd kavmi arasında muamele cereyân eder. Peygamberimiz
ile ümmetinin hayrlıları şehâdet ederler. Peygamberimiz Şuarâ sûresinin yüzyirmiüçüncü âyet-i kerimesini okur. Bu kavm de Cehenneme atılır.


Bundan sonra (Yâ Sâlih veya Semûd) diye nidâ olunur. Sâlih ve kavmi gelirler. İnkârları üzerine, Hz. Peygamberden şehâdet taleb olunur. Peygamberimiz Şuarâ
sûresinin yüzkırkbirinci âyet-i kerimesini okur. Onlar da, evvelkiler gibi Cehenneme atılır.


Kur'an-ı azîm-üş-şânın haber verdiği gibi, ümmetler, birbiri arkası sıra, Allahü teâlânın huzuruna gelirler. Furkan sûresinin otuzsekizinci ve İbrâhîm sûresinin
sekizinci âyet-i kerimeleri bunu haber vermektedir. Bunda tenbîh vardır ki, bunlar âsî ve azgın kavmlerdir. (Bârîh, Mârih, Duhâ, Esrâ) kavmleri ve bunlar
gibi kâfirlerdir. Bunlardan sonra, nidâ, Eshâb-ı res ve tübba' ve İbrâhîmın kavmine gelir. Bunların hiç birinde mîzân kurulmaz. Ve hesap sorulmaz. Bunlar,
o gün Rablerinden mahcûbdurlar. Allahü teâlânın kelâmını onlara bir tercümân söyler. Çünkü, bir kimse, nazar ve kelâm-ı ilâhîye mazhar olursa, o kimse
azâb olunmaz.


Bundan sonra, Mûsâa nidâ olunur. Şiddetli rüzgârda yapraklar nasıl titrerse, öyle titreyerek gelir. Cenâb-ı Hak, ona hitâben: (Yâ Mûsâ! Cebrâîl sana risâletini
ve Tevrâtı kavmine teblîg ettiğine şehâdet ediyor) buyurur. Mûsâ (Evet yâ Rabbî) der. (Öyle ise, minberine çık! Sana vahy olunan şeyleri oku!) buyurulur.
Mûsâ, minbere çıkar, okur. Herkes kendi mevkı'inde sükût ederler. Tevrâtı daha yeni nâzil olmuş gibi okur. Yahudi âlimleri, sanki bundan evvel, Tevrâtı
hiç görmemişler, bilmemişler gibi olurlar.


Sonra da, Dâvüde nidâ olunur. Bu da, sanki şiddetli rüzgârda yaprak titrer gibi, son derece titreyerek gelir.


Allahü teâlâ: (Yâ Dâvüd! Cibrîl Zebûru ümmetine teblîg ettiğine şehâdet ediyor) deyince, Dâvüd, (Evet yâ Rabbî!) der. Cenâb-ı Hak, (Minberine çık ve sana
vahy olunan şeyi tilâvet eyle) buyurur. Dâvüd minbere çıkar. Güzel sesle Zebûr-u şerifi okur. Hadis-i şerifte bildirildi ki, Dâvüd Cennet ehlinin münâdîsidir.
[Dâvüdın sesi çok güzel ve gür idi.] Nidâ edince sesini tâbût-i sekînenin imamı işitir ve cemaatin içine girerek safları yararak, Dâvüdın yanına gelir.
Ona sarılır. Der ki: (Sana Zebûr vaaz vermedi mi ki, benim için yanlış niyet ettin?). Hz. Dâvüd, çok utanır, sıkılır. Cevap veremez. Arasât ızdırâba gelir.
İnsanlar Dâvüddan gördüğü hâllerden dolayı çok üzüntülü olurlar. Bundan sonra Dâvüda sarılıp, huzur-i Mevlâya çıkarır. Üzerlerine perde iner. Tâbütün imamı
der ki: (Yâ Rabbî! Dâvüdın hürmetine bana rahmet eyle ki, bu beni harbe gönderdi. Hattâ öldürüldüm. Nikâh etmek istediğim hâtunu kendine almak istedi.
Hâlbuki o zaman bundan başka, doksandokuz hâtunu vardı). Allahü teâlâ, Dâvüda sorar, (Yâ Dâvüd! Bunun sözü doğru mudur?) buyurur. Dâvüd utancından ve Allahü
teâlânın azâbı korkusundan, mağfiret vaadini ricâ ederek, başını aşağı eğer. Zîrâ, insan birşeyden korkar ve mahcûb olursa, başını önüne eğer. Birşey umar
ve ricâ ederse, başını yukarı kaldırır. Bu vakit, Allahü teâlâ tâbütün imamı olan zata buyurur ki: (Ben, buna mukâbil, sana köşk ve vildândan şu kadar,
bu kadar şey verdim. Râzı mısın?) O zat da: (Râzıyım yâ Rabbî) der. Bundan sonra, Dâvüda: (Sen de yâ Dâvüd, git seni de mağfiret ettim) buyurur. [Bu kıssa,
Mevâhib tefsîrinde, Sâd sûresi yirmiüçüncü âyetinde daha geniş yazılıdır. Peygamberler en küçük bir günah işlemez ve günahı işlemek, hâtırlarına bile gelmez.
Bu tefsîrden okuyunca, hakîkat iyi anlaşılır.]


Bundan sonra Dâvüda: (Minberine dön, Zebûrun devamını oku) buyurur. O da, Allahü teâlânın emrini yerine getirir. Bu zamanda, Benî İsrâîle iki kısm olmaları
emrolunur. Bir kısmı, müminler ile, bir kısmı da, kâfirler ile berâber olur.


Bundan sonra, bir ses işitilir ki: (Îsâ nerededir?) der. Îsâ getirilir. Allahü teâlâ ona hitâben Mâide sûresinin yüzondokuzuncu âyet-i kerimesinin meâl-i
şerifi olan, (Yâ Îsâ! Sen insânlara Allahdan başka beni ve annemi ilâh edininiz dedin mi?) buyurur.


Îsâ Allahü teâlâya hamd eder ve çok senâlar eder. Sonra meâl-i şerifi, (Yâ Rabbî! Seni noksan sıfatlardan tenzîh ve taktîs ederim ki, hakkım olmıyan şeyi
benim için söylemek olmadı. Eğer ben onu söyledimse, hakîkaten Sen onu bilirsin. Yâ Rabbî! Sen benim nefsimde olanı bilirsin. Ben Senin zâtında olanı bilmem.
Yâ Rabbî! Sen gâibleri bilensin) olan Mâide sûresinin yüzonaltıncı âyet-i kerimesi ile cevap verir.


Bunun üzerine cenâb-ı Hak, cemâl sıfâtını gösterir ve meâl-i şerifi, (Bu zaman, sâdıklara sıdkının menfaat vereceği zamandır) olan Mâide sûresi yüzondokuzuncu
âyet-i kerimesini buyurur ve (Yâ Îsâ! Sen doğru söyledin. Minberine git! Sana Cebrâîlin teblîg ettiği İncîli tilâvet eyle) der. Îsâ, (Evet Yâ Rabbî) der.
Sonra tilâvete başlar. Tilâvetin te'sîrinden herkesin başı yukarı kalkar. Zîrâ, Îsâ rivayet cihetinden insanların en ziyâde hakîmidir. Okumada, o kadar
tâzelik ve nezâket gösterir ki, hıristiyanlar, ruhbânlar, kendilerini, İncîlden hiçbir âyet bilmiyorlarmış zannederler.


Bundan sonra, nasârâ da, iki kısm olurlar. Bozuk olanları, yâni hıristiyanlar kâfirlerle, bozulmamış olan müminleri, müminlerle haşr olunur.


Bundan sonra, bir nidâ işitilir ki, (Muhammed nerededir?) Peygamberimiz gelir. Cenâb-ı Hak buyurur ki: (Yâ Muhammed! Cibrîl, sana Kur'an-ı kerimi teblîg
ettim diyor). O da: (Evet yâ Rabbî) der. Cenâb-ı Hak: (Yâ Muhammed, minberine çık ve Kur'an-ı kerimi kırâet et) buyurur. Peygamberimiz Kur'an-ı kerimi
tilâvet edip, gayet güzel ve tatlı bir şekilde okur. Müminleri müjdeler. Onların yüzleri güler ve sevinirler. Kur'an-ı kerime inanmıyanların, bu mübârek
kitaba (Hâşâ) çöl kanûnu diyenlerin ise, yüzleri gayet çirkin olur.


Buraya kadar beyan olunan Peygamberlere olunacak suâli, A'râf sûresindeki, (Biz kendilerine Peygamber gönderilen kavme elbette suâl ederiz. Peygamberlere
de suâl ederiz) meâlindeki beşinci âyet-i kerimesi haber vermektedir.


Bazıları, Mâide sûresinin yüzonikinci (Allahü teâlâ, büyük Peygamberleri cem' eylediği vakit, kavminizden nasıl icâbet ve kabûl olundunuz?) meâlindeki âyet-i
kerime ile haber verilmiştir dediler. O zaman Peygamberler: (Yâ Rabbî! Seni tesbîh ederiz ki, bizim için hiç ilim yoktur. Sen gaybleri en iyi bilensin)
derler. Evvelki âyet-i kerimenin haber verdiğini söyliyen âlimlerin sözü daha doğrudur. (İhyâ-ül-ulûm) adındaki kitabımızda da bunu bildirdik. Zîrâ Peygamberlerin
dereceleri vardır. Îsâ ise, onların büyüklerindendir. Zîrâ O (Ruhullah)dır. (Kelimetullah)dır. Peygamberimiz Kur'an-ı kerimi tilâvet buyurduğu zaman, ümmeti
zanneder ki, hiç işitmemişlerdir. Bu bahste, Hz. Esma'îye dediler ki: (Sen Kur'an-ı kerimi en ziyâde ezberlemiş olansın. Sen de, böyle mi olursun?) Cevabında,
(Evet, Hz. Peygamberden işittiğim vakit, hiç işitmemiş gibi olurum) buyurdu. [Ebû Sa'îd-i Esma'î (122) de Basrada tevellüd, 216 [m. 831] de Mervde vefât
etti. Asl adı Abdülmeliktir.]


Kitapların kırâ'eti tamam olduktan sonra bir nidâ gelir ki: Ey mücrimler, şimdi sizler ayrılınız!) denir. Bu nidâ üzerine, mevkıf yâni Arasât meydanı harekete
gelir. O zaman, herkesi büyük korku alır. Birbirlerine girift olurlar. Melekler cin ile ve cin insanlar ile karışır. Bundan sonra, nidâ gelir ki: (Yâ Âdem!
Evladından Cehenneme lâyık olanı gönder!) Âdem ise, (Yâ Rabbî! ne kadar?) diye suâl eder. Cenâb-ı Hak, buyurur ki: (Binde dokuzyüzdoksandokuzu Cehenneme
ve biri Cennete). Kâfirlerden ve Ehl-i sünnetten ayrılmış mülhidlerden ve gâfillerden, çıkara çıkara, ancak Allahü teâlânın bir avuç buyurduğu kadar mümin
geride kalırlar. Ebû Bekr-i Sıddîkın (Rabbimizin avuçlarından bir avuç kalır) buyurduğunun mânası budur.


Bundan sonra İblîs şeytanlarıyle birlikte getirilir. Bunların mîzânının da seyyiâtları, hasenâtlarının üzerine ağır gelmiştir. Her kime ki, din ulaşmıştır,
onun sevapları ile günahları muhakkak tartılacaktır. Şeytanlar, günahları ağır gelip, azâb göreceklerini yakînen bildikleri vakit: (Bize Âdem zulmetti.
Zebânî denilen melekler saçlarımızdan tutarak bizi Cehenneme sürükledi) derler.


Bunun üzerine, cenâb-ı Hak tarafından bir nidâ gelir ki, Mümin sûresinin onyedinci âyet-i kerimesinin, (Bu zamanda zulüm yoktur. Allahü teâlâ hesapta sür'atlidir)
meâlindedir. Herkes için büyük bir kitap çıkarılır ki, şark ve garp arasını tutar. Onda mahlûkların bütün amelleri yazılıdır. Küçük ve büyük hepsini bildirir.
Allahü teâlâ, hiçbir kimseye zulmetmez. Mahlûkların her gün yaptıkları amelleri bu kitap ile Allahü teâlâya arz olunur. Allahü teâlânın emri ile Abese
sûresinin onaltıncı âyet-i kerimesinde bildirilen (Kiramün berere) meleklerine yâni kerim ve itaatkâr meleklere, o amelleri yazmağı emreder. Bu kitap işte
odur. Câsiye sûresinin yirmisekizinci âyet-i kerimesinin (Biz yaptığınız amellerin hepsini yazdırdık) meâl-i şerifi bunu haber vermektedir.


Bundan sonra, bir münâdî herkesi ayrı ayrı çağırır. Herkes, ayrı ayrı hesaba çekilir. Nûr sûresi, yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Yaptıklarının hepsine,
o gün dilleri ve elleri ve ayakları şehâdet eder) buyuruldu.


Doğru haberde bize bildirildi ki, bir kimse Allahü teâlânın huzurunda durdurulur. Cenâb-ı Hak ona (Ey fena kul! Sen mücrim ve âsî oldun) der. O kul: (Yâ
Rabbî! Ben işlemedim) der. (Senin aleyhine delîller ve şâhitler vardır) denir. O kimsenin Hafaza melekleri getirilir. O kimse: (Onlar benim üzerime yalan
söylediler) der. Bu hâl, meâl-i şerifi (O gün herkes getirilir. Herkes kendi nefsi ile mücâdele eder) olan, Nahl sûresinin yüzondördüncü âyetinde bildirilmektedir.
Sonra ağzına mühür vurulur. Bu da Yasîn-i şerifin altmış beşinci âyetinin (Kıyâmet gününde, ben azîmüş-şân, mücrimlerin ağızlarını mühürlerim. Ne ki kazanıp
kesb ettiler ise, bize elleri söyler ve ayakları şehâdet eder) meâl-i şerifi ile bildirilmiştir. Öyle ise, âsîlerin âzası şehâdet edip Cehenneme götürülmeleri
emrolunur. Mücrimler [din düşmanları, haram işliyenler, namaza önem vermiyenler] âzalarına levm etmeye, bağırmaya başlar. Âzası da, der ki, (Bu şehâdet
bizim ihtiyârımızla değildir. Bizi Allahü teâlâ söyletti. Herşeyi söyleten Odur). Bunlar Fussilet sûresinin yirmibirinci âyet-i kerimesinde bildirilmektedir.


Hesaptan sonra, bütün insanlar Sırât köprüsüne gönderilecektir.


Sırât köprüsünden geçemeyip düşen mücrimler, Cehennem hazenesine, yâni azâb meleklerine teslim olunurlar. Ağlamaya ve inlemeye başlarlar. Hele müminin ve
müvahhidînin âsîleri Cehenneme konulurken, gayet dehşetli ağlarlar. Melekler bunları yakalayıp atarken, (İşte bu, vaat olunduğunuz kıyâmet günüdür) derler.
Bu hâl Enbiyâ sûresinin yüzüçüncü âyet-i kerimesinde bildirilmektedir.


Büyük feryâd – Cehennem ehlinin çok feryâd edip ağladıkları dört yerden birincisi, sûr üfürüldüğü vaktte, ikincisi, Cehennem meleklerden kurtulup, mahşer
ehli üzerine sıçradığı vaktte, üçüncüsü, Âdemi Allahü teâlâya şefaatci göndermek için çıktıkları vaktte, dördüncüsü, Cehennemdeki azâb meleklerine teslim
olundukları zamandır.


Cehennemlik olanlar mahallerine gidip, Arasât meydanında yalnız, Müminler, Müslimler, hayr ve ihsân edenler, Ârifler, Sıddîklar, Velîler, Şehitler, Sâlihler
ve Resûller kalır. Îmanlarında şüpheleri olanlar, münâfıklar, zındıklar, bid'at sahipleri [yâni Ehl-i sünnet îtikatında olmıyan müminler], zaten Cehenneme
gönderilmişlerdir. Allahü teâlâ (Ey insanlar! Rabbiniz kimdir?) buyurur. Onlar (Allahdır) derler. Allahü teâlâ: (Siz Onu bilir misiniz?) buyurur. (Evet
biliriz yâ Rabbî) derler. O zaman, onlara Arş-ı âlânın sol tarafından bir melek görünür. O melek, o kadar azametlidir ki, yedi deniz başparmağının ucuna
konsa içine alıp, hiçbir damlası gözükmez. O melek, mahşerde bulunanlara Allahü teâlânın emri ile, imtihan cihetinden (Ene Rabbüküm) yâni, ben sizin Rabbinizim
der. Ehl-i mahşer: (Senden Allahü teâlâya sığınırız) derler.


Arşın sağ tarafında bir melek görünür ki, eğer ayağının ucu ile basmış olsa, ondört deniz, görünmez olurdu. Ehl-i mahşere (Ene Rabbüküm) der. Yâni, sizin
Rabbinizim der. Ona dahî (Senden Allahü teâlâya sığınırız) derler.


Bundan sonra, Allahü teâlâ, onlara istedikleri şekilde gayet yumuşak ve hoş muamele buyurur. Mahşer ehlinin hepsi, secde ederler. Cenâb-ı Hak, onlara (Öyle
bir yere geldiniz ki, sizin için yabancılık ve korku yoktur) buyurur.


Allahü teâlâ bütün müminleri Sırât üzerinden geçirir. Müminler derecelerine göre Cennete götürülür. İnsanlar gürûh gürûh geçerler. Önce Resûller, sonra
Nebîler, Sonra Sıddîklar, sonra Velîler, Ârifler, sonra hayr ve ihsân edenler, sonra Şehitler, sonra diğer müminler götürülür. Müslümanlardan günahları
affedilmiyenler yüz üstü düşmüş, bazıları da A'râfta mahbus kalırlar. Îmanı zayıf olanlardan bazısı Sırâtı yüz senede, bazısı da bin senede geçerler. Bununla
berâber, Cehennemde yanmazlar.


Bir kimse ki, Rabbini görür, o kimse Cehenneme sokulmaz. Müslim ve muhsin olanların makamlarını (İstidrâc) nâmındaki kitabımızda anlattık. Onlar yüzü gülenlerdir.
Çoğu Sırâtı şimşek gibi geçer. Çoğu da, açlık ve susuzlukla giderler ki, ciğerleri parça parça olmuş, solukları âdetâ duman gibi çıkar. Bunlar, kâseleri
gökteki yıldızlar adedince ve suyu, kevser ırmağından ve büyüklüğü Kudüsten Yemene kadar ve Adenden Medîne-i münevvereye kadar olan Kevser havzından içerler.
İşte bu, Peygamberimizin (Benim minberim, havzım üzerindedir). Yâni, minberim, Kevser havzının iki kenârından biri üzerindedir buyurmasiyle sâbittir. Kevser
havzından uzak olanlar, kabahatlerinin derecesine göre, Sırâtta habs olunurlar.


Nice abdest alanlar vardır ki, abdesti güzel almaz ve tamam etmez. Ve nice namaz kılanlar vardır ki, sorulmadığı hâlde, namazını başkalarına anlatır. Hudû'
ve huşû' ile kılmazlar. Eğer kendini karınca ısırmış olsa, namazı bırakıp o karınca ile meşgul olurlar. Hâlbuki, Allahü teâlânın azamet ve celâletini ârif
olanların ellerini ve ayaklarını kesmiş olsalar hiç direnmezler. Zîrâ onların ibâdetleri Allahü teâlâ içindir. Allahü teâlânın huzurunda duran kimse, Onun
“celle celâlühü” heybet ve azametini bildiği, tefekkür ettiği kadar huşû' eder, korkar. Öyle olur ki, pâdişâhlardan birinin huzurunda kişiyi akreb sokar,
o da sabr eder. Pâdişâha hürmet için hiç hareket etmez. İşte bu, adamların mahlûkla berâber olduğu vaktteki hâlidir. Mahlûk ise, o derece menfaat ve zararını
ayıramaz.


O, azîz ve celîl olan Allahü teâlânın huzurunda duranın hâli nasıl olur ki, heybet ve saltanat ve azamet ve ceberût ve kahr-ü galebe-i ilâhiyyeyi bilen
bir kimsenin Allahü teâlânın huzurunda durması, elbette ziyâde huzuru ve huşû'u Îcap ettirir.


İbâdetleri yaptığı hâlde, zulmeden ve tevbe etti ise de, mazlumu bulamıyan, bununla dünyada helâlleşmiyen bir kimse hakkında hikâye olundu ki, Allahü teâlânın
huzuruna götürülür. Dünyada helâlleşemediği kul hakları varsa, meydana çıkarılır. Mazlum onun boynuna sarılır. Allahü teâlâ mazluma (Ey mazlum! Yukarıya
bak) buyurur. O mazlum baktığı vakit görür ki, bir köşk var. Gayet büyüktür. Zîneti ve büyüklüğü akıllara hayret verir. O mazlum: (Yâ Rabbî! Bu nedir?)
der. Allahü teâlâ: (Bu satılıktır. Benden satın alır mısın?) buyurur. O mazlum ise: (Yâ Rabbî! Bunun kıymetini ödeyecek benim birşeyim yoktur) der. Allahü
teâlâ buyurur ki: (Kardeşini zulümden affedip halâs edersen, köşk senindir). O kul da: (Yâ Rabbî! Emr-i ilâhin sebebiyle ondaki hakkımdan vazgeçtim) der.


Allahü teâlâ tevbe eden zâlimlere böyle muamele eder. Nitekim İsrâ sûresinin yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Ben azîm-üş-şân, tevbe eden kimseleri mağfiret
ederim) buyurur. Tevbe eden, zulümden, günahtan ayrılıp da, ebediyyen bir daha o günahı işlemiyendir. Dâvüd (Evvâb) ile tesmiye olunur. [Hâlbuki, Dâvüd
hiç günah işlemedi. Ondan (Hilâf-i evla) sâdır oldu.] Resûllerden Hz. Dâvüdun gayrileri de böyledir.
ONUNCU FASL


(Arasât meydanı)na (mevkıf) ve (mahşer yeri) de denir. Burada bulunanların nasıl dâvet edileceklerini âlimlerimiz başka başka söyledi. Tefsîrlerde anlatıldığı
gibi, sahih hadislerde de bildirilmiştir. Allahü teâlânın en önce hükm edeceği, kâtillerdir. Ve en önce ecrlerini vereceği kimseler de îmanı doğru olan
âmâlardır. Evet! Bir münâdî nidâ eder ki: (Dünyada görmekten men olunanlar nerededirler?) Onlara denilir ki: (Siz Allahü teâlânın cemâline bakmaya herkesten
daha çok lâyıksınız). Bundan sonra cenâb-ı Hak, onlara hayâ muamelesi eder de (Sağ tarafa gidiniz!) buyurur.


Bunlar için bir sancak bağlanıp Şu'aybın eline verilir. Şu'ayb onlara imam olur. Onlarla berâber, nûr meleklerinden, hesapsız melek vardır. Adedlerini Allahü
teâlâdan başka kimse bilmez. Onların yanına varırlar. Ve sırâtı yıldırım gibi geçerler. Sabrda ve hilmde onlardan herbiri, Abdüllah ibni Abbâs ve ona bu
ümmet içinde, benzeyen kimseler gibidir. [Abdüllah 68 [m. 687] de Tâifte vefât etti.]


Bundan sonra (Belâlara sabr edenler nerededir?) diye nidâ olunur. Ve meczûmîn yâni cüzzâm denilen miskin hastaları ve sârî hastalıklara yakalanmış olanlar
getirilir. Allahü teâlâ, onlara selâm verir. Onlar dahî sağ tarafa emrolunurlar. Onlar için de, yeşil bir sancak bağlanır. Eyyûbın eline verilir. Eshâb-ı
yeminin imamı olur. Mübtelâ olanın sıfatı sabr ve hilmdir. Ukayl ibni Ebî Tâlib ve bu ümmetten Onun emsâli gibi olanlar böyledir.


Bundan sonra nidâ olunur ki: (İslâm düşmanlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanmayıp, Ehl-i sünnet îtikatına sımsıkı sarılan ve bu doğru îmanını ve nâmusunu
kemâl derecede muhâfaza eden îmanlı ve iffetli gençler nerededirler?) Bunlar da getirilir. Allahü teâlâ bunlara da selâm verip, merhabâ, der. Ve murâd
buyurduğu kelâm ile iltifât eder. Bunlara dahî (Sağ tarafa gidiniz) buyurur. Bunlar için de, bir sancak bağlanıp Yûsüfın eline verilir. Yûsüf onların imamı
olur. Böyle gençlerin sıfatı haramlardan, yabancı kadın ve kızlardan sakınmaktır. Râşid bin Süleymân ve bu ümmetten onun emsâli gibi olanlar böyledir.


Bundan sonra bir nidâ dahî çıkar ki: (Allahü teâlâ için birbirlerine muhabbet edenler ve müslümanları sevenler ve kâfirleri, mürtedleri sevmiyenler nerededir?)
denir. Onlar dahî Allahü teâlânın huzuruna götürülür. Allahü teâlâ, onlara da merhabâ deyip, ne murâd buyurur ise, onunla iltifâta mazhar olurlar. Sağ
tarafa gitmeye emrolunurlar. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmiyenlerin sıfatı da sabr ve hilmdir ki dünyevî sebeplerden dolayı müminlere ne darılırlar
ve ne de kötülük ederler. Hz. Ali ve bu ümmetten Ona benzeyenler bunlardandır.


Bundan sonra, bir nidâ dahî çıkar ki: (Allahü teâlânın korkusundan haram işlemiyenler ve ağlayanlar nerededir?) denir. Onlar da götürülür. Bunların gözyaşları,
şehitler kanı ve ulemânın mürekkebi ile tartılır. Gözyaşı ağır gelir. Bunların da sağ tarafa gitmesi emrolunur. Onlar için her renkle süslenmiş bir sancak
bağlanır. Zîrâ bunlar, muhtelif haram işliyenlerin arasında bulunduğu, Allah rahîmdir, affeder diye aldatılmaya çalışıldığı hâlde, haram işlememişlerdi.
Çeşidli günahlardan sakınarak Allahü teâlânın korkusundan ağlamışlardı. Meselâ, biri Allahü teâlânın korkusundan, biri dünyaya düşkün olmaktan ve öbürü
pişmanlıktan ağlamıştı. Bunların sancakları Nuha verilir. Âlimler onların önlerine geçmek isterler. (Bunların ağlamalarının Allah için olmasını biz öğrettik)
derler. Bir nidâ gelir ki: (Yâ Nuh, olduğun gibi dur!). Nuh hemen durur. O cemaat de Onunla berâber dururlar.


Ehl-i sünnet âlimlerinin mürekkebi ile şehitlerin kanı tartılır. Âlimlerin mürekkebi ağır gelip, sağ tarafa emrolunurlar. Şehitler için de safranlı bir
sancak emrolunur. Yahyâın eline verilir. Yahyâ önlerinden gider. Âlimler önlerine geçmek istiyerek derler ki: (Şehitler bizim ilmimizden öğrenerek çarpıştılar.
Biz onlardan ileri gitmeye daha ziyâde lâyıkız). Bu zamanda Allahü teâlâ lütfünü ortaya koyup, meâlen buyurur ki: (Âlimler benim yanımda Peygamberlerim
gibidir). Âlimlere hitâben: (Dilediğiniz kimselere şefaat ediniz) buyurur. Âlimler, ehl-i beytine ve komşusuna ve mümin kardeşlerine ve talebelerinden
kendilerine tâbi olanlara şefaat ederler.


Şöyle ki, âlimlerden her biri için bir meleğe nidâ ettirilir. Melek insanlara bağırır ki: (Filan âlime Allahü teâlâ şefaat etmekle emreyledi. Kim ki onun
bir işini görüverdiyse, yâhut bir lokma yemek yidirdiyse, yâhut bir içim su verdiyse, yâhut kitaplarını yaydı ise, onlara şefaat edecektir) der. O âlime
bir iyilik yapanlar, kitaplarını dağıtanlar kalkarlar. O âlim de, o kimselere şefaat eder.


Hadis-i şerifte bildirildi ki, en önce şefaat edenler Resûllerdir. Sonra Nebîler, sonra Âlimlerdir. Âlimler için bir beyaz sancak bağlanır. İbrâhîma verilir.
İbrâhîm gizli marifetleri ortaya çıkarmak bakımından Resûllerin en ileride olanıdır. Bunun için sancak kendisine verilir.


Bundan sonra yine bir münâdî nidâ eder ki: (Nafakası için hergün çalışıp terliyen ve kazandığı ile kanaat eden fakirler nerededir?) denir. Fakirler de Allahü
teâlânın huzuruna götürülür. Allahü teâlâ taltîf edip, (Merhabâ ey dünya kendileri için zindân olan kimseler) buyurur. Bunların da Eshâb-ı yemin (Cennet
ehli) ile berâber olmaları emrolunur. Bunlar için de, bir sarı sancak bağlanıp, Îsâın eline verilir. Îsâ bunlara imam olur.


Bundan sonra yine bir münâdî nidâ eder ki: (Agniyâ yâni Şükreden, mallarını, paralarını, dînî kuvvetlendirmek, müslümanları zâlimlerden korumak için veren
zenginler nerededir?) denir. Onlar da götürülür. Onlara ihsân ettiği şeyleri cenâb-ı Hak, beşyüz sene tâdâd ettirir. Yâni zenginlik ile ne yaptıklarının
Hesabını sorar. Bunlar için dahî renklerle bir sancak bağlanıp Süleymâna verilir. Süleymân bunlara imam olur. Bunlara da, Eshâb-ı yemine ulaşmalarını emir
buyurur.


Hadis-i şerifte bildirildi ki, dört şey, dört şeye şehâdet etmelerini taleb ederler. Malları ile, mevki'leri ile müslümanlara eziyyet edenlere nidâ olunur
ki, (Sizi Allahü teâlâya ibâdetten ne mal meşgûl etti?). Onlar der ki: (Allahü teâlâ bize mülk ve rütbe verdi. Bizi onlar, Allahü teâlânın hakkını yerine
getirmekten men eyledi). Yine onlara (Mal mülk cihetinden siz mi büyüksünüz, yoksa Süleymân mı büyüktür?) denir. Onlar (Süleymân büyüktür) derler. (Öyle
ise, onu benim için ibâdet etmekten, o mal mülk men etmedi de sizi mi men etti) buyurur.


Bundan sonra, (Ehl-i belâ nerededir?) denilir. Onlar da getirilir. Onlara denilir ki: (Sizi Allahü teâlâya ibâdetten men eden şey nedir?) Onlar da derler
ki: (Allühü teâlâ, bizi dünyada derdlere, sıkıntılara mübtelâ kıldı. Onun için zikrinden ve hakkıyle ibâdetten mahrum olduk). Onlara denilir ki:(Belâ cihetinden
size gelen belâ mı, yoksa Eyyûba gelen belâ mı çok idi?). Onlar (Eyyûba gelen çok idi) derler. (Öyle ise, Onu Allahü teâlânın zikrinden ve Onun dînini
kullarına yaymaktan ve hakkını ikâmeden belâ men etmedi de sizi mi etti) denir.


Bundan sonra (Gençler ve memlûkler yâni köle ve câriyeler nerededir?) derler. Onlar da, Allahü teâlânın huzuruna getirilir. Onlara denilir ki; (Sizi Allahü
teâlâya ibâdetten men eden şey nedir?). Onlar da, (Allahü teâlâ bize cemâl ve güzellik verdi. Onunla aldandık, gençlik zevklerine daldık. Gençlik bizde
hep kalacak sandık. Allahü teâlânın dînini öğrenmedik. Hakkını yerine getiremedik) derler. Memlûkler de (Kölelik ve câriyelik ve beylere kulluk ettik.
Dünya büyüklerine tapındık. Din câhili kaldık. Aldandık. Yâ Rabbî, Senin hakkını yerine getirmekten mahrum olduk) derler. Onlara hitâben denilir ki; (Siz
mi, yoksa Yûsüf mı daha güzel idi?) Onlar (Yûsüf idi) derler. (Öyle ise, Hz. Yûsüfü, kul itaatinde iken hakkullahı ikâme etmekten hiç birşey men etmedi
de sizi mi etti) denir.


Bundan sonra (Çalışmıyan, tenbel, fukara nerededir?) diye nidâ olunur. Onlar da götürülür. Onlara da, (Sizi Allahü teâlâya kulluk vazîfesini yapmaktan men
eden nedir?) denilir. Onlar (İş yapmadık. Sanat öğrenmedik. [Kahvelerde, sinemalarda, maçlarda vakit geçirdik.] Allahü teâlâ da, bizi dünyada fakirlik
ile mübtelâ kıldı. Fakirlik ve tenbellik bizim kulluk vazîfemizi yapmamıza manî oldu) derler. Onlara hitâben, (Siz mi daha fakirdiniz, yoksa Îsâ mı?) diye
suâl olunur. Onlar da (Îsâ bizden daha fakir idi) derler. (Öyle ise, o kadar fakirlik Onu kulluk vazîfelerini yapmaktan, din bilgilerini yaymaktan men
etmedi de, sizi mi men etti?) denir.


Bir kimse bu dört şeyden birine yakalanırsa, bunların sahibini düşünsün! Peygamberimiz duâsında (Yâ Rabbî! Zenginlik ve fakirlik fitnesinden sana sığınıyorum)
diye duâ ederdi.


Îsâdan ibret alınız ki, dünyada birşeye mâlik olmadı. Bir yün cübbeyi yirmi sene giydi. Seyâhati esnâsında, ancak bir bardak ve bir kara kilim ve bir tarağı
vardı. Birgün, birinin, eli ile su içtiğini gördü. Bardağı attı. Birgün de, bir adamın eliyle sakalını tararken gördü. Tarağı da attı. Der ki, benim hayvanım
ayağımdır. Evim mağaralardır. Yiyeceğim yerin otlarıdır. İçeceğim ırmakların sularıdır. [Hâlbuki, islâm dîni böyle değildir. Çalışıp helâl kazanmak ibâdettir.
Çok çalışıp, çok kazanmak ve kazandığını, islâmiyetin emrettiği iyi yerlere vermek lâzımdır.


(Râmûz-ül-ehâdîs)de yazılı hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Eshâbım için, fakir olmak saadettir. Âhir zamanda gelecek olan ümmetim için, zengin olmak saadettir.)
Şimdi âhir zamandayız. Günah işleyenlerin, fitne çıkaranların, ibâdetlere bid'at karıştıranların çoğaldığı bir zamandayız. Bu zamanda helâlı, haramı, bid'atleri
ve küfre sebep olan şeyleri öğrenmek ve bunlara uymak ve helâl yoldan kazanarak zengin olmak büyük ibâdettir. Kazandığı ile fakirlere ve Ehl-i sünnet bilgilerini
yayan müslümanlara yardım etmek büyük saadettir. Bu saadete kavuşanlara müjdeler olsun!]


Allahü teâlânın indirdiği bazı suhûflarda da bildirilmiştir ki, (Ey Âdem oğlu! Hastalık ve günah işlemek hayat hâllerindendir. Müte'ammiden [kin güderek]
adam öldürmenin kefaretinden, hatâen öldürmenin kefareti ehven görülür, buna kısâs olunmaz ise de, bu da çok kötü iştir. Bundan da sakın!)


Büyük günahların sahibinin kalbinde îman varsa, azâbdan sonra şefaate kavuşur. Allahü teâlâ, onlara ikrâm eder. Binlerce sene geçtikten sonra, onları Cehennemden
çıkarır. Hâlbuki, Cehennemdekilerin derileri yandıktan sonra, tekrar yaratılmaktadır. Hasen-i Basrî, (Keşke ben, böyle olan kişi olsaydım) buyururdu. Şüphe
yoktur ki, Hasen-i Basrî âhiret hâllerini iyi bilen bir zâttır. [Hasen-i Basrî 110 [m. 728] de vefât etti.] Kıyâmet gününde, bir müslüman getirilir. Onun
hiç hasenesi (iyiliği) yoktur ki, mîzânında ağır gelsin. Allahü teâlâ, onun îmanına hürmeten ona rahmet olarak buyurur ki: (İnsanlara git, sana hasene
ve sevap verecek bir kimse ara. Onun ikrâmı sebebiyle Cennete giresin!). O kimse gider. İnsanlar arasında arzusuna kavuşturacak bir kimse arar. Hâlini
anlatacak bir kimse bulamaz. Kime söyler ve sorarsa: (Benim de mîzânımın hafîf gelmesinden korkuyorum. Ben senden daha çok muhtacım) der. Bu hâline çok
üzülür. Yanına bir kişi gelerek, (Ne istiyorsun?) der. Bu da, (Bir haseneye [sevaba] muhtacım. Onu belki bin kişiden istedim. Her biri behâne edip esirgediler)
der. Bu kişi, ona der ki, (Allahü teâlânın huzuruna vardım. Sayfamda bir sevaptan başka sevap bulamadım. O da beni kurtarmaya yetmez. Onu sana hibe edeyim.
Benden onu al!). O kimse, ferah ve sevinçli olarak gider. Allahü teâlâ, o kulun hâlini bildiği hâlde, (Nasıl geldin?) diye suâl eder. O kişi ile olan macerayı
haber verir. O hasenesini veren kulu da Allahü teâlâ huzuruna çağırır. Buyurur ki: (Îman sahiplerine benim keremim, senin kereminden, ihsânından daha çoktur.
Din kardeşinin elinden tut, Cennete gidiniz).


Mîzânın iki gözü berâber olup, sevap gözü ağır gelmezse, Allahü teâlâ buyurur ki: (Bu, ne Cennet ehlindendir, ne de Cehennem ehlindendir). Bunun üzerine,
bir melek; bir sayfa getirip seyyiât [günah] kefesi üzerine kor ki, onda yalnız (üf) yazılmıştır. O göz hasene üzerine ağır basar. Çünkü (üf) lâfzı, anaya,
babaya isyân kelimesidir. Kişi bununla, Cehenneme atılması emrolunur. O kişi ise, iki tarafa bakınır. Allahü teâlâ tarafından kendisinin çağrılmasını talep
eder. Allahü teâlâ bunu çağırır. Ve der ki: (Ey âsî kul! Niçin seni çağırmamı istiyorsun?) O kul: (Yâ Rabbî! Anladım ki anama babama âsî olduğum için Cehenneme
gideceğim. Onların azâbını bana ilâve buyur da, (Onları Cehennemden azâd et!) deyince, Allahü teâlâ buyurur ki: (Anana babana dünyada âsî oldun. Âhırette
ikrâm ettin. Onların elinden yapış da, Cennete götür).


Cennete gönderilmiyenleri melekler yakalarlar. Çünkü melekler, âhıret ahkâmını çok iyi bilirler. Hattâ, âhıretten nasibi olmıyan bir kavme nidâ olunur ki,
bunlar âhıretin odunudurlar. Cehennemi doldurmak için halk olundular. Onlara hitâben Allahü teâlâ Sâffât sûresi yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Onları
durdurun, onlar suâl olunacaklardır) buyurur.


Bunlar habs olunurlar. Tâ ki, kendilerine, Sâffât sûresi yirmibeşinci âyet-i kerimesinde meâlen, (Size ne oldu ki, birbirinize yardım etmiyorsunuz?) buyuruluncaya
kadar kalırlar. Böylece, teslim olurlar. Günahlarını itiraf ederler ve hepsi Cehenneme gönderilirler. Bu şekilde ümmet-i Muhammedin büyük günah işliyenleri
getirilir. İhtiyâr, genç, erkek, kadın nerede ise hepsi bir araya toplanır. Cehennemin bekçisi olan (Mâlik) onlara baktığı vakit der ki: (Siz, eşkiyâ zümresindensiniz.
Ammâ görüyorum ki, ne eliniz bağlanmış ve ne de yüzünüz kararmış. Sizden güzel kimse Cehenneme gelmedi). Onlar da (Yâ Mâlik! Biz Muhammed aleyhisselâmın
ümmetiyiz. Lâkin işlediğimiz günahlar Cehenneme sürükledi. Bizi bırak da günahlarımıza ağlıyalım) derler. Mâlik onlara: (Ağlayınız! Fakat şimdi size ağlamak
fayda vermez!) der.


Nice orta yaşlılar (derdlerim, sıkıntılarım arttı!) diyerek ağlarlar.


Bir ihtiyâr erkek ellerini beyaz sakalı üzerine koyup (Âh gençlik geçti. Elem, üzüntü arttı. Zelîl oldum, rezil oldum!) diye ağlar.


Nice delikanlılar (Âh gençliği elden kaçırdım! Yâni gençliğimin kıymetini bilmedim!) diye ağlarlar.


Nice kadınlar, saçlarından tutup (Eyvâh! Yüzüm kara oldu, rezil oldum!) diye ağlarlar.


Allahü teâlâ tarafından (Yâ Mâlik! Bunları birinci Cehenneme koy) diye nidâ gelir. Cehennem bunları içine alırken, (Lâ ilâhe illallah) diye bağırışırlar.
Cehennem bu sözü işitince, bunlardan beşyüz senelik öteye kaçar. [Bir şeyin çok olduğunu bildirmek için, bunu büyük rakamla bildirmenin Arabistânda âdet
olduğu (İbni Âbidîn)in (El-hazer vel-ibâha) kısmında yazılıdır. Yâni büyük rakamlar, miktârı değil, çokluğu bildirirler.] [Muhammed ibni Âbidîn 1252 [m.
1836] da Şâmda vefât etti.] Yine bir nidâ gelir ki: (Ey Cehennem! Bunları içine al! Yâ Mâlik! Bunları birinci Cehenneme koy!) Bu zaman gök gürültüsü gibi,
bir gürültü işitilir. Cehennem bunların kalblerini yakmak isteyince, Mâlik, Cehennemi men eder. (Ey Cehennem, kendisinde Kur'an-ı kerim olan ve îman kabı
olan kalbi yakma! Rahmân olan Allahü teâlâya secde eden alınları yakma!) der. Bu hâl üzre, Cehenneme atılır. Görülür ki, bir kişinin feryâdı Cehennem ehlinin
seslerinden daha çoktur. Bunu Cehennemden çıkarırlar. Hâlbuki, derisi yanmış. Allahü teâlâ ona: (Sana ne oldu ki, Cehennem ehlinin en çok bağıranı sensin?)
buyurur. O kişi der ki: (Yâ Rabbî! Beni hesaba çektin. Senin rahmetinden daha Ümidimi kesmedim. Bilirim ki, sen beni işitirsin. Onun için çok bağırdım)
der. Allahü teâlâ, meâl-i şerifi, (Bir kimse Allahü teâlânın rahmetinden Ümidini keserse, o kimse ehl-i dalâlettir) olan Hicr sûresinin ellialtıncı âyet-i
kerimesi ile hitâb buyurup, (Git seni mağfiret ettim) der.


Yine bir kişi Cehennemden çıkar. Allahü teâlâ: (Ey kulum, Cehennemden çıktın. Hangi amelinle Cennete gireceksin?) diye suâl eder. O kul: (Yâ Rabbî! Ben
âcizim, azıcık şeyden başka bir şey istemem) der. O kimse için Cennetten bir ağaç gösterilir. Allahü teâlâ: (Gördüğün şu ağacı sana versem, başkasını ister
misin?) buyurur. O kul; (Yâ Rabbî! İzzetin ve celâlin hakkı için, başkasını istemem) der. Allahü teâlâ (Bu sana benden hibe olsun!) buyurur. O ağacın meyvesinden
yiyip gölgesinde gölgelendikten sonra, ondan daha güzel başka bir ağaç gösterilir. O kimse, o ağaca çokca bakar. Allahü teâlâ: (Sana ne oldu? Ona da mı
muhabbet ettin?) buyurur. O kul, (Evet yâ Rabbî) der. Allahü teâlâ: (Sana onu da versem, başkasını istemez misin?) buyurur. (İstemem yâ Rabbî) der. O ağacın
meyvesinden yir. Gölgesinde gölgelenir. Ondan daha güzel bir ağaç gösterilir. Bu kimse, ona da bakakalır. Cenâb-ı Hak ona hitâben: (Bunu da sana versem,
başkasını istemez misin?) buyurur. (İzzetin hakkı için, istemem yâ Rabbî) der. O zaman, Cenâb-ı Hak, râzı olup, o mümin kimseyi, affbuyurur. Cennete idhâl
eder.


Âhıretin şaşılacak işlerindendir ki, bir kişi de Allahü teâlânın huzuruna götürülür. Allahü teâlâ, onu hesaba çeker. Hasenât ve seyyiâti tartılır. O kimse,
herhâlde bilir ki, Allahü teâlâ, o zaman, o kimsenin hesabından başka bir şeyle meşgûl olmadı. Fakat öyle değil. Belki o anda milyonlarca, sayısını Allahü
teâlâdan başka kimse bilemiyeceği miktârda kimselerin hesabına bakıldı. Onların her biri zanneder ki, hesap, o anda ancak ona mahsûstur.


Orada bazısı bazısını görmez. Birisi diğerinin kelâmını işitmez. Belki, her biri, Cenâb-ı Hakkın perdeleri altındadır. Sübhânallah ki, ne kuvvet ve ne büyük
kudrettir. İşte bu Lokman sûresinin yirmisekizinci âyetinin, (Sizin dünyada ve sonra âhırette yaratılmanız bir nefes alacak kadar zamandadır) meâl-i şerifi
ile bildirilen zamandır. Cenâb-ı Hakkın bu kavlinde sırlar vardır ki, o zamansız ve mekânsız olmak sırrıdır. Çünkü, Allahü teâlânın mülkü için, ef'âli
ve işleri için had ve gaye yoktur. Fe-subhânallah ki, fiillerinden hiçbiri başka işleri yapmasına mani olmaz.


İşte bu zamanda, kişi oğluna gelir ve: (Ey oğul! Ben sana elbiseler giydirdim ki, sen kendin elbise giymeye kâdir değildin. Seni doyurdum ve su verdim ki,
bunlardan elbette sen âciz idin ve çocukluğunda seni muhâfaza eyledim ki, sen kendine zarar veren şeyleri def' etmeye ve fayda veren şeyi istemeye kâdir
değildin. Nice meyveleri benden istedin. Satın alıp sana getirdim. Sana dînini, îmanını öğrettim. Seni Kur'an-ı kerim hocasına gönderdim. Lâkin, işte kıyâmetin
şiddetini görüyorsun. Günahımın çokluğunu da biliyorsun. Bir miktârını üzerine al! Tâ ki, günahım azalsın. Bana bir iyilik, bir sevap ver ki, mîzânım onun
sebebi ile ziyâde olsun) der. Oğlu ondan kaçar ve der ki: (O bir sevaba, ben senden daha çok muhtacım).


Böylece, evlat ile ana arasında bu muamele geçer, zevc ve zevce de birbirleriyle böyle konuşurlar. Kardeş kardeşle bu muameleyi yaparlar. İşte Allahü teâlâ
hazretlerinin (Abese) sûresinin yirmidördüncü âyetinin, (O gün insân kardeşinden ve ana evladından kaçar) meâl-i şerifi bu hâli haber vermektedir.


Hadis-i şerifte buyuruldu ki, (İnsanlar kıyâmet günü çıplak haşr olunurlar). Âişe-i Sıddîka vâlidemiz, bunu işittikleri vakit, (Bazısı bazısına bakmazlar
mı?) buyurdu. Peygamber efendimiz Abese sûresindeki, (Kıyâmet gününde herkesin hâli, kendisini diğerinin hâlinden ve durumundan uzaklaştırır) meâlindeki
otuzyedinci âyet-i kerimeyi okuyuverdiler. Peygamberimiz bu hadis-i şerifi ile murâd buyurdular ki, kıyâmet gününün şiddeti ile meşakkati, insanların birbirlerine
bakmalarına mani olur.


İnsanlar bu zamanda bir yerde toplanırlar. Onların üzerine siyah bir bulut gelir. O bulut insânlar üzerine (Suhûf-i müneşşere) yâni amel defterlerini yağdırır.
Müminin sayfası, sanki gül yaprağı üzerine yazılmıştır. Kâfirlerin ise, sedir yaprağı üzerine yazılmış gibidir.


Sayfalar uçarak iner. Herkesin sağ veya sol tarafından gelir. Bu ise, ihtiyârî değildir. Nitekim, Cenâb-ı Hak, İsrâ sûresinin onüçüncü âyetinde meâlen,
(Biz azîm-üş-şân insan için sayfası açılmış olarak kendisine vâsıl olan kitap göndeririz) buyurur.


Âlimlerden bazıları buyurur ki, Kevser Havzı Sırâtı geçtikten sonra getirilir. Bu ise, yanlıştır. Zîrâ Sırâtı geçen kimse, bir daha Havza gelmez.


Yetmişbin [yâni pek çok] kimse ki sıkıntılı hesaba çekilmeden Cennete girerler. Onlar için mîzân kurulmaz. Onlar sayfalar almazlar. Ancak onlara verilen
sayfalar üzerinde, (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah. Bu filan ibni filanın Cennete girmesinin ve Cehennemden kurtulmasının berâtıdır) yazılıdır.
Bir kulun günahları mağfiret olduğu vakit, bir melek onu Arasât meydanına götürür. Ve nidâ ederek: (Bu filan oğlu filandır. Allahü teâlâ, onun günahını
affeyledi. Bir daha şakî olmıyacak, saadetle sa'îd oldu) der. O kimseye, bu makamdan ziyâde sevgili hiçbir makam olmaz.


Kıyâmet gününde, Resûller minberler üzerindedirler. Her bir Resûlün minberi, kendi mertebesi miktârıncadır. Ulemâ-i âmilîn, yâni Ehl-i sünnet îtikatında
olan ve bildikleri ile amel eden âlimler dahî nûrdan kürsîler üzerinde olurlar. Allahü teâlânın dînini korumak ve yaymak için şehit olanlar ile sâlihler,
yâni şeriata uymuş olanlar, Kur'an-ı kerimi hürmet ile ve tegannî etmeden okuyan hâfızlarla, ezanı sünnete uygun olarak okuyan müezzinler, toprağı miskten
olan yerlerdedirler. Bunlar, ahkâm-ı islâmiyyeye tâbi olarak, iyi amel işledikleri için, kürsi sahibidirler ki, Âdem aleyhisselâmdan Fahr-i âlem efendimize
kadar gelen bütün Peygamberlerden sonra kendilerine, şefaat izni verilecek olanlardandır.


Hadis-i şerifte bildirildi ki, (Kur'an-ı kerim kıyâmet gününde yüzü güzel ve ahlâkı güzel bir kimse sûretinde gelir. Kendisinden şefaat taleb olunur ve
şefaat eder. Kendisini mûsikî ile [gazel okur gibi okuyanlardan ve çalgı ve oyun yerlerinde keyflenmek için okuyanlardan ve para kazanmak için] okuyanlardan
davâcı olur. Böyle kimselerden hakkını ister. Râzı olduğu kimseleri alıp Cennete götürür).


Dünya [yâni ibâdet etmeye mani olan ve haram işlemeye sebep olan şeyler ve kimseler] da, ihtiyâr, ak saçlı ve kadınların en çirkini sûretinde görülür. İnsanlara
denilir ki: (Siz bunu bilir misiniz?) Onlar: (Biz bundan Allahü teâlâya sığınırız) derler. (Siz dünyada buna kavuşmak için birbirinizle çekişirdiniz. Birbirinize
de buğz ederdiniz) denilir.


Bu şekilde Cuma dahî sevimli bir insan sûretinde gösterilir. Müminler ona dikkat ile bakarlar. Cuma gününe kıymet verenleri misk ve kâfûr kumları üzerinde
hıfz eder. Cuma namazı kılan müminler üzerinde nûr bulunur ki, herkes ona bakıp te'accüb ederler. Cuma gününe yaptıkları saygı sebebi ile Cennete götürülürler.


Ey müslüman kardeşim! Allahü teâlânın rahmetine ve Kur'an-ı kerimin ve islâmın ve Cumanın cömerdliğine bak ki, Kur'an-ı kerim ehli nasıl kıymetlidir. Namaz,
oruç, zekât, sabr ve güzel ahlâktan ibâret olan islâmiyet ise ne kadar çok kıymetlidir.


Ölüm zamanında insanın çırpınmasından, sıkıntılı görünmesinden mâna çıkaran kimseye kıymet verilmez. Zîrâ yevm-i Hendekte Peygamber efendimizin (Ey, çürüyecek
olan cesedlerin Rabbi ve yok olacak olan ruhların yaratıcısı olan Rabbim!) duâsı gösteriyor ki, Allahü teâlânın dilediği her ceset çürür. Ve ruhlar da,
kıyâmet zamanı gelince, fena bulur. Bunların hepsinin yaratıcısı ve Rabbi Allahü teâlâdır. Bu anlatılanların hepsi, ayrı ayrı ilimlere muhtaçdır. Diğer
kitaplarımızda bunları anlattık.


İmâm-ı Gazâlî burada âhıret hâllerini gayet kısa bir şekilde anlattığını haber veriyor. Diyor ki, biz bu kitapta, Ehl-i sünnetin tarîklerine müslümanlar
sülûk etsin için, ihtisâr kasteyledik. İslâmiyetin aleyhine olan bid'atlere [mezhepsizlere, dinde reformculara] iltifât etme! Kur'an-ı kerimden ve hadis-i
şeriflerden Ehl-i sünnet âlimlerinin çıkardıkları, anladıkları mânalara sarıl! Başkalarının, insan şeytanlarının uydurduğu bid'atlere aldanma! Onlardan
sakın! Bu sebebden, müminleri, Ehl-i sünnet yoluna sarılanları müjdele!


Allahü teâlânın emni ve keremi ve ihsânı ile, ismet ve muvaffakiyyet isteriz. Âmîn ve hasbünallah ve ni'mel-vekîl ve sallallahü alâ Muhammedin ve âlihi
vesahbihi ecma'în.
KIYÂMET VE ÂHIRET KİTÂBININ SON SÖZÜ


Dünyada ve âhırette saadete kavuşmak için, (Ehl-i sünnet îtikadı)nı öğrenip, îmanını buna göre düzeltmek, bundan sonra, fıkh bilgisi öğrenip, onunla amel
etmek ve cenâb-ı Hakkın dostlarını, sevgili kullarını sevmek ve islâm dîninin düşmanlarını tanıyıp, onlara aldanmamak lâzımdır. Ehl-i sünnet îtikatını
ve farzlardan ve haramlardan lâzım olanları öğrenmek, her müslümana farz-ı ayndır. Bunları öğrenmemek suçtur, büyük günahtır. Öğrenilmesi zarûrî olan bu
bilgiler, doğru ve açık olarak (TÂM İLMİHÂL-Saadet-İ EBEDİYYE) ve (İslâm Ahlâkı) kitaplarında yazılıdır. Her müslüman Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından
toplanarak hazırlanmış olan bir ilmihâl kitabı alıp, çoluğuna çocuğuna, arkadaşlarına, sevdiklerine okutmalıdır. Dünyaya ve âhırete faydası olmıyan, hattâ
zararlı olan, dîni ve ahlâkı bozan bölücü gazete, mecmû'a ve kitapları okumamalı, lüzûmlu ve faydalı olan kitapları okuyup, öğrenmelidir. Lüzûmlu kitaplardan
çok kıymetlisi imam-ı Gazâlînin kitapları ile, imam-ı Rabbânînin (Mektûbât) adındaki kitabıdır. [İmâm-ı Ahmed Rabbânî 1034 [m. 1624] de Serhendde vefât
etti.] Bu ikisinin hâl tercümeleri (Se'âdet-i Ebediyye) ve diğer kitaplarımızda yazılıdır. Hadis-i şerifte, (Evliyânın anıldığı yere rahmet iner) buyuruldu.
Bu hadis-i şerif, Evliyâyı severek hâtırlayanın, feyz ve berekete kavuşacağını ve duâlarının kabûl olacağını haber veriyor. Herkes muhabbeti miktârınca,
o büyüklerin feyzlerinden ve nûrlarından istifâde eder. Onların bakışları devâ, sohbetleri hasta ve ölü kalblere şifâdır. Onları gören, Allahü teâlâyı
hâtırlar. Şimdi onları bulmak, görmek imkânsız oldu ise de, kitaplarını okuyup, yüksek, seçilmiş olduklarına inanan ve bunun için onları seven, onların
ruhlarından feyz alır, faydalanır. Bu husûsta, bu kitabımızın içinde okuyacağınız, (Müslümana nasihat) kısmında geniş bilgi vardır. Peygamberler, kulları
Allahü teâlâya yaklaştıran vâsıta ve sağlam iptirler. Hadis-i şerifte, Evliyânın, yâni (Şeriatı iyi bilip, bildiği ile amel eden âlimlerin, Peygamberlerin
vârisleri olduğu) bildirildi. Bunun için, Evliyâ da, insanı, Allahü teâlânın rızasına ve merhametine kavuşturan vâsıta ve iptirler. Kur'an-ı kerimde, (Allahü
teâlâya yaklaşmak için vesîle arayınız!) buyuruluyor. Bu vesîlelerin en büyüklerinden biri Peygamberler ve onların vârisleri olan âlimlerdir. Hüccet-ül
islâm imam-ı Muhammed Gazâlî ve imam-ı Ahmed Rabbânî müceddid-i ve münevvir-i elf-i sânî Fârûkî Serhendî, bu vârislerdendirler. Peygamber efendimizin vârisi
olan ve Onun mübârek kalbindeki nûrlarını ve marifetlerini alıp, temiz kalblere ulaştıran, bu iki büyük zâtı vesîle ederek saadete kavuşmak çok kolaydır.
Zîrâ, bunların eserlerini, hâl tercümelerini okuyarak, kendilerini tanımak ve sevmek pek kolay olur. Evliyâyı sevenler, mağfiret olunmakla müjdelenmişlerdir.
NEFİS MUHÂSEBESİ


Büyük islâm âlimi imam-ı Muhammed Gazâlî [450] hicrî senesinde Tus şehrinde tevellüd etmiş, 505 [m. 1111] senesinde, yine orada vefât etmiştir. Yüzlerce
kitabı içinde, son yazdığı (Kimyâ-i saadet) ismindeki kitabında, dördüncü rüknün altıncı aslında, fârisî olarak buyuruyor ki:


Enbiyâ sûresi, kırkyedinci âyetinde meâlen, (Kıyâmet günü terâzî kuracağım. O gün, kimseye zulmedilmiyecektir. Herkesin, dünyada yapmış olduğu zerre kadar
iyilik ve kötülüklerini meydana çıkarıp, terâzîye koyacağım. Herkesin Hesabını yapmaya yetişirim) buyurdu. Bunu haber verdi ki, herkes dünyada kendi hesabına
baksın. Peygamberimiz buyurdu ki: (Akıllı şu kimsedir ki, günü dörde ayırıp, birincisinde, yaptıklarını ve yapacaklarını hesap eder. İkincisinde, Allahü
teâlâya münâcât eder, yalvarır. Üçüncüsünde, bir sanatte veya ticârette çalışıp, helâl para kazanır. Dördüncüsünde, istirâhat eder ve mubâh olan şeylerle
kendini eğlendirip, haram şeyleri yapmaz ve onlara gitmez). İkinci halîfe, Ömer-ül-Fârûk, [23 senesinde Medîne-i münevverede vefât etti. Hucre-i saadettedir]
buyurdu ki, hesabınız görülmeden evvel, kendinizi hesaba çekiniz! Allahü teâlâ, meâlen buyurdu ki: (Şehvetlerinizi, [yâni nefsin arzularını] haramlardan
almamaya uğraşınız ve bu cihâdda sebât ediniz, dayanınız!). Bunun içindir ki, din büyükleri, bu dünyanın bir pazar yeri gibi olduğunu ve burada, nefis
ile alış-verişte olduklarını anlamışlardır. Bu ticâretin kazancı Cennettir. Ziyânı da Cehennemdir. Yâni kârı, ebedî saadet, ziyânı da, sonsuz felakettir.
Bunlar nefslerini, ticâretteki ortak yerine koymuşlardır. Ortak ile, önce şartnâme yapılır, sözleşilir. Sonra, işlerine, sözünde durup durmadığına dikkat
edilir. Nihâyet hesaplaşılıp, hiyânet yapmışsa mahkemeye verilir. Bunlar da, nefsleri ile, bir ortak gibi, sıra ile şu işleri yaparlar: Şirket kurmak,
onu murâkabe edip gözetmek, muhâsebe, yâni hesaplaşmak, mu'âkabet yâni cezâlandırmak, mücâhede yâni onunla uğraşmak ve muâtebet yâni onu azarlamaktır:


1 - Birinci iş, şirket kurmaktır. Ticâret ortağı insanın para kazanmakta ortağı olduğu gibi, bâzan da, hıyânet yapınca, düşmanı olur. Hâlbuki, dünyada kazanılan
şeyler, muvakkattir. Aklı olan, buna kıymet vermez. Hattâ, bazıları, (Geçici olan hayr, sonsuz kalan şerden daha kıymetsizdir) dedi. İnsanın herbir nefesi,
kıymetli bir cevher gibidir ki, bunlardan bir hazîne yapılabilir. Asl bunu hesap etmek Îcap eder. Aklı olan kimse, hergün, sabah namazından sonra, hâtırına
hiçbirşey getirmeyip, ortağı olan nefsine demelidir ki: (Benim sermâyem, yalnız ömrümdür. Başka birşeyim yoktur. Bu sermâye, o kadar kıymetlidir ki, her
çıkan nefes, hiçbir şeyle tekrar ele geçemez ve nefesler sayılıdır, azalmaktadır. Ömr bitince, ticâret sona erer. Ticârete sarılalım ki, vaktimiz azdır
ve âhıret uzun ise de; orada ticâret ve kâr olmaz. Bu dünya günleri, o kadar kıymetlidir ki, ecel gelince, bir gün izin istenir, fakat ele geçmez. Bugün,
bu nîmet elimizdedir. Aman nefsim, çok dikkat et de, bu büyük sermâyeyi elden kaçırma! Sonra ağlamak, sızlamak, fayda vermez. Bugün, ecelin geldiğini,
daha bir gün müsâ'ade etmeleri için, yalvardığını, sızladığını ve sana, bir gün bağışladıklarını ve şimdi, o günde bulunduğunu farz et! O hâlde, bu günü
elden kaçırmaktan, bununla, saadete kavuşmamaktan daha büyük ziyân olur mu? Yarın ölecekmiş gibi, dilini, gözlerini ve yedi azanı haramdan koru!


Cehennemin yedi kapısı var, demişlerdir. Bu kapılar senin yedi uzvundur. Bu uzvları haramdan korumaz isen ve bugün ibâdet yapmaz isen, seni cezâlandırırım!
Nefis âsî, emirleri yapmak istemez ise de, nasihat dinler ve riyâzet yapmak, istediklerini vermemek, ona te'sîr eder. İşte nefis muhâsebesi böyle olur.
Resûlullah buyurdu ki, (Akıllı kimse, ölmeden önce Hesabını gören, ölümden sonra kendisine yarıyacak şeyleri yapan kimsedir). Bir kere de buyurdu ki: (Yapacağın
her işi, önce düşün, Allahü teâlânın râzı olduğu, izin verdiği bir iş ise, onu yap! Böyle değilse, o işten kaç!). İşte hergün, nefis ile böyle şartlaşmalıdır.


2 - İkinci iş, murâkabedir. Yâni, nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır. Ondan gâfil olursan, kendi şehvetlerine ve tenbelliğine döner. Allahü teâlânın,
her yaptığımızı, her düşündüğümüzü bildiğini unutmamalıyız. İnsanlar, birbirinin dışını görür. Allahü teâlâ ise, hem dışını, hem içini görür. Bunu bilen
bir kimsenin, işleri ve düşünceleri edebli olur. Buna inanmıyan kâfirdir. İnanıp, muhâlefet etmek ise, büyük cesarettir. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor
ki: (Ey insân! Seni her ân gördüğümü bilmiyor musun?). Bir Habeş, Resûlullah efendimizin huzuruna gelip, (Çok günah işledim. Tevbem kabûl olur mu?) dedikte,
(Evet, olur) buyurdu. O günahları işlerken, O, görüyor mu idi? dedi; (Evet) buyurunca, Habeş, bir âh! çekti ve yıkılıp cân verdi. Îman ve hayâ böyle olur.
Peygamberimiz buyurdu ki, (Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet ediniz! Siz, Onu görmüyorsanız da, O sizi görüyor). Onun gördüğüne inanan, Onun beğenmediği
birşeyi yapabilir mi? Büyüklerden biri, bir talebesini, başkalarından daha çok severdi. Ötekiler, bu hâle üzülürdü. Her birine bir kuş verip, (Bunu, kimsenin
görmediği bir yerde kesip getiriniz) dedi. Hepsi tenhâ bir yerde kesip getirdi. O talebe ise, kesmeden getirdi. (Niçin sözümü dinlemedin, canlı getirdin?)
buyurdukta, (Kimsenin görmediği bir yer bulamadım. O, heryeri görüyor) dedi. Diğerleri, bunun müşâhede makamında olduğunu anladılar. Mısr mâliye nâzırının
zevcesi olan Zelîha, Yûsüf aleyhisselâmı, kendisine çağırınca, önce kalkıp büyük olduğunu sandığı, bir heykelin yüzünü örttü. (Bunu, niçin örttün?) buyurdukta,
ondan utandığım için, dedi. (Sen, bir taş parçasından utanıyorsun da, ben yerleri ve yedi kat gökleri yaratan, Rabbimin görmesinden utanmaz mıyım?) buyurdu.
Biri, Cüneyd-i Bağdâdîden (207-298 [m. 910] Bağdâdda) sorup, (Sokakta, kadınlara, kızlara bakmaktan kendimi men edemiyorum. Bu günahtan kurtulmak için
ne yapayım?) dedikte, (Allahü teâlânın seni, senin o kadını görmenden daha çok gördüğünü düşün!) buyurdu. Peygamberimiz buyurdu ki: (Allahü teâlâ, Adn
ismindeki Cenneti, şu kimseler için hazırladı ki, günah işliyecekleri zaman, Onun büyüklüğünü düşünüp, Ondan hayâ ederek, günahlardan kaçınırlar).


[Kadınların, saçları, kolları, bacakları açık olarak sokağa çıkmaları haramdır. Îmanı olan kadınlar, Allahü teâlânın gördüğünü düşünmeli, yabancı erkeklere
çıplak görünmemelidir]. Abdüllah ibni Dînâr diyor ki, Ömer ile Mekke-i mükerremeye gidiyorduk. Bir çoban sürüsünü dağdan indiriyordu. Halîfe buyurdu ki,
bu koyunlardan birini bana sat! Ben köleyim. Bunlar benim malım değil, dedi. Efendin ne bilecek, kurt kaptı dersin! O bilmezse, Allahü teâlâ biliyor ya,
deyince, Ömer, ağladı ve efendisini bulup, bu köleyi satın aldı ve âzâd etti ve (Bu sözün, seni bu dünyada âzâd ettiği gibi, o cihânda da âzâd eder) buyurdu.


3 - Üçüncü iş, amellerden sonra yapılacak muhâsebedir. Her gün yatarken, o gün yaptığı işler için nefsi hesaba çekmeli, sermâyeyi, kârdan ve zarardan ayırmalıdır.
Sermâye farzlardır. Kâr da, sünnetler ve nâfilelerdir. Ziyân ise, günahlardır. İnsan, ortağına aldanmamak için, onunla hesaplaştığı gibi, nefse karşı daha
uyanık davranmak lâzımdır. Çünkü nefis, çok hîleci ve yalancıdır. Kendi arzularını, sana iyi, faydalı gösterir. Her mubâhı bile sormalı, bunu niçin yaptın
demelidir. Zararlı birşey yaptı ise, tazmîn ettirmeli, ödetmelidir. İbnissamed, büyüklerden idi. Altmış hicrî senelik hayatının Hesabını yaptı. Yirmibirbinbeşyüz
gün idi. Âh! Her gün, en az, bir günah yapmış isem, yirmibirbinbeşyüz günahtan nasıl kurtulurum? Hâlbuki, öyle günlerim oldu ki, yüzlerce günah işlerdim,
diye düşünerek, bir feryâd edip yıkıldı. Baktılar, ruhunu teslim etmişti.


Fakat, insanlar, kendilerini hesaba çekmiyorlar. Eğer her günah işledikte, odasına bir kum koysa, bir kaç sene içinde oda kum ile dolar. Eğer, omuzlarımızdaki
kâtib melekler, her günahı yazmak için, bir kuruş isteseydi, malımızın hepsini vermemiz lâzım gelirdi. Hâlbuki, gaflet ile, çeşidli düşünceler ile, birkaç
sübhânallah desek, tesbîhi alır, sayar, yüz kere söyledim deriz de, her gün boşuna, nice şeyler söyleriz, bunları saymayız. Saymış olsak, her gün, binleri
aşar. Sonra da, terâzîde sevap kefesinin ağır basacağını umarız. Bu nasıl akıldır. İşte, Ömer, bunun için buyurdu ki: (Amelleriniz tartılmadan evvel, kendiniz
tartınız!). Ömer her akşam, kamçı ile ayaklarına vurup, bugün niçin böyle yaptın? derdi. İbni Selâm odun yüklenmiş taşıyordu. Sen hammal mısın? dediklerinde,
nefsimi tecrübe ediyorum, bakalım nasıl olacak, dedi. Enes [91 de vefât etti] diyor ki, Ömeri gördüm, kendi kendine diyordu ki, (Yazıklar olsun sana ey
nefsim ki, sana, emîr-ül-müminin diyorlar. Yâ Allahü teâlâdan kork veya Onun azâbına hazırlan!).


4 - Dördüncü iş, nefse cezâ yapmaktır. Nefis ile hesap yapıp, kusurlarını görüp, cezâ verilmez ise, cesaret bulur, şımarır. Kendisi ile başa çıkılamaz.
Şüpheli şey yimiş ise, aç bırakmalı, yabancı kadınlara bakmış ise, iyi mubâhlara baktırmamalı. Her azaya böyle cezâ vermelidir. Cüneyd-i Bağdâdî (298 [m.
910] de Bağdâdda vefât etti) diyor ki, (İbnil Kezîtî, bir gece cünüb oldu. Gusletmeye kalkarken, nefsi tenbellik etti ve hava soğuk, hasta olursun, sabr
et, yarın hamama git dedi. Antâri ile gusletmeye yemin eyledi. Öyle yaptı ve Allahü teâlânın emrinde gevşeklik yapan nefsin cezâsı budur, dedi.


Birisi, bir kıza baktı, sonra pişman olup, cezâ olarak serin su içmemeye yemin etti ve içmedi. Ebû Talha bağında namaz kılıyordu. Güzel bir kuş, yanına
kondu. Ona dalarak, kaç rekât kıldığını şaşırdı. Nefsine cezâ olarak, bağı fakirlere sadaka verdi. [Ebû Talha Zeyd bin Sehl-i Ensârî bütün gazâlarda bulundu.
(34) yılında 74 yaşında vefât etti.] Mâlik bin Abdüllah-il Hes'amî diyor ki, Rebâhül Kaysî gelip babamı sordu. Uyuyor dedim. İkindiden sonra yatılır mı
dedi ve gitti. Arkasından gittim. Kendi kendine: Ey boşboğaz! Senin nene lâzım ki, başkasının yatmasına karışırsın. Ahdım olsun ki, bir sene başını yastığa
koymıyacaksın, diyordu. Temîm-i Dârî uykuya dalıp, akşam namazını kaçırmıştı. Nefsine cezâ olarak, bir sene uyumamaya ahd etti. [Temîm-i Dârî Eshâb-ı kirâmdan
idi.] Mecma' büyüklerden idi. Bir pencereye bakarak, bir kız gördü. Bir daha yukarı bakmamaya ahd etti.


5 - Beşinci iş, mücâhededir ki, bazı büyükler, nefsleri kabahat yapınca, cezâ olarak çok ibâdet ederlerdi. Abdüllah ibni Ömer bir namazda, cemaate yetişmeseydi,
bir gece uyumazdı. Ömer, bir cemaati kaçırdığı için, ikiyüzbin dirhem gümüş kıymetindeki bir malı sadaka verdi. Abdullah ibni Ömer, bir akşam namazını
geciktirmişti. Hava kararıp iki yıldız görünmüştü. Bu kadar geciktirdiği için, iki köle âzâd eyledi. Böyle yapanlar çoktur. Nefsine ibâdetleri seve seve
yaptıramıyan kimseye en iyi ilâc, sâlih bir zâtın yanında bulunmaktır. Onun ibâdetleri zevk ile yaptığını görerek, kendi de alışır. Birisi diyor ki, ibâdet
yapmak için, nefsimde tenbellik gördüğüm zaman, Muhammed bin Vâsî ile sohbet ediyorum. [Muhammed bin Vâsî 112 [m. 721] de vefât etti.] Onunla birlikte
bulunmakla, nefsimin bir hafta içinde, ibâdetleri seve seve yaptığını görüyorum. Bir Allah adamını bulamıyanlar, daha evvel yaşamış, sâlih insanların hayatını
okumalıdır. Ahmed bin Zerîn bir tarafa bakmazdı. Sebebini sordular. Allahü teâlâ, gözleri, dünyadaki intizâma, her şeydeki inceliklere ve Onun kudret ve
azametine ibret ile bakmak için yarattı. İbret almadan, istifâde etmeden bakmak hatâdır dedi. Ebüdderdâ diyor ki, dünyada, üç şey için yaşamak isterim:
Uzun gecelerde namaz kılmak için, uzun günlerde oruç tutmak için ve sâlih kimselerin yanında oturmak için. [Ebüdderdâ Eshâb-ı kirâmdandır. Hazrec kabîlesindendir.
Şâmda ilk vâlî idi. (33) de vefât etti.] Alkama bin Kays nefsi ile çok mücâhede ederdi. Nefsine neden bu kadar azâb ediyorsun? dediklerinde, onu çok sevdiğim
için, onu Cehennemden korumak için derdi. Sana bu kadar sıkıntı emrolunmadı dediklerinde, yarın başımı dövüp, niçin yapmadım dememek için, cevabını verirdi.
[Alkama, Tâbiînin büyüklerindendir. İbni Mes'ûdün talebesidir. Altmışbirde vefât etti.]


6 - Altıncı iş, nefsi tektîr etmek, azarlamaktır.


Nefis yaratılışta iyi işlerden kaçıcı, kötülüklere koşucudur ve hep tenbellik etmek ve şehvetlerine kavuşmak ister. Allahü teâlâ, bizlere, nefslerimizi,
bu huyundan vazgeçirmeği, yanlış yoldan, doğru yola çevirmeyi emir buyuruyor. Bu vazîfemizi başarabilmek için, onu bâzan okşamamız, bâzan zorlamamız ve
bâzan söz ile, bâzan da iş ile, idare etmemiz lâzımdır. Çünkü, nefis, öyle yaratılmıştır ki, kendine iyi gelen şeylere koşar ve buna kavuşmakta iken rastlıyacağı
güçlüklere sabr eder. Nefsin, saadete kavuşmasına mani olan en büyük perde, gafleti ve cehâletidir. Gafletten uyandırılır, saadetinin nelerde olduğu gösterilirse,
kabûl eder. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ, Zâriyât sûresinde, meâlen, (Onlara nasihat et! Nasihat, müminlere elbette fayda verir) buyurdu. Senin nefsin
de, herkesin nefsi gibidir. Nasihat ona te'sîr eder. O hâlde önce kendi nefsine nasihat et ve onu azarla! Hattâ, onu azarlamaktan hiç geri kalma! Ona de
ki: Ey nefsim! Akıllı olduğunu iddiâ ediyorsun ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Hâlbuki, senden daha ahmak kim var ki, ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle
geçiriyorsun. Senin hâlin, şu kâtile benzer ki, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, idam edeceklerini bildiği hâlde, zamanını eğlence ile
geçiriyor. Bundan daha ahmak kimse olur mu? Ey nefsim! Ecel sana yaklaşmakta, Cennet ve Cehennemden biri, seni beklemektedir. Ecelinin, bugün gelmiyeceği
ne mâlûm? Bugün gelmezse, bir gün elbette gelecek. Başına gelecek şeyi, geldi bil! Çünkü, ölüm kimseye vakit tâyîn etmemiş ve gece veya gündüz, çabuk veya
geç, yazın veya kışın gelirim dememiştir. Herkese ânsızın gelir ve hiç ummadığı zamanda gelir. İşte ona hazırlanmadın ise, bundan daha büyük ahmaklık olur
mu? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Günahlara dalmışsın. Allahü teâlâ, bu hâlini görmüyor sanıyorsan, kâfirsin! Eğer gördüğüne inanıyorsan, çok cüretkâr ve hayâsızsın ki, Onun görmesine önem
vermiyorsun! O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Hizmetçin sana itaat etmezse, ona nasıl kızarsın! O hâlde, Allahü teâlânın sana kızmıyacağından nasıl emîn oluyorsun! Eğer Onun azâbını hafîf görüyorsan,
parmağını aleve tut! Yâhut, kızgın güneş altında bir saat otur! Yâhut da, hamam halvetinde fazlaca kal da, zavallılığını, dayanamıyacağını anla! Yok eğer,
dünyada yaptıklarına cezâ vermiyecek sanıyorsan, Kur'an-ı kerime ve yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygambere inanmamış oluyorsun ve hepsini yalancı yapmış
oluyorsun. Çünkü, Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin yüzyirmiikinci âyetinde meâlen, (Günah işliyen, cezâsını çekecektir) buyuruyor. Kötülük eden, kötülük görür.
O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Günah işleyince, O kerimdir, rahîmdir, beni affeder diyorsan, dünyada, yüzbinlerce kişiye niçin zahmet, açlık ve hastalık çektiriyor ve tarlasını ekmiyenlere
mahsûlünü vermiyor! Şehvetlerine kavuşmak için, her hîleye baş vuruyorsun ve o vakit Allahü teâlâ kerimdir, rahîmdir, istediklerimi zahmetsiz bana gönderir
demiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Belki inandığını, fakat sıkıntıya gelemiyeceğini söyliyeceksin. Fazla sıkıntıya dayanamıyanların, az bir zahmet ile, bu sıkıntıyı önlemeleri lâzım olduğunu,
Cehennem azâbından kurtulmak için, dünyada zahmete katlanmanın farz olduğunu, demek ki bilmiyorsun. Bugün dünyanın bir miktâr zahmetine dayanamazsan, yarın
Cehennem azâbına ve âhıretteki zillet ve alçaklığa ve tard olmaya, kovulmaya nasıl dayanacaksın? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Para kazanmak için çok zahmet ve aşağılıklara katlanıyor ve hastalıktan kurtulmak için, bir yahudi doktorun sözü ile, bütün şehvetlerinden vazgeçiyorsun
da, Cehennem azâbının, hastalıktan ve fakirlikten daha acı olduğunu ve âhıretin dünyadan çok uzun olduğunu bilmiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey
nefsim!


Sonra tevbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tevbe etmeği, bugün etmekten kolay sanıyorsan,
aldanıyorsun. Çünkü tevbe, geciktikçe zorlaşır ve ölüm yaklaşınca, hayvana yokuş önünde yem vermeye benzer ki, faydası olmaz. Senin bu hâlin, şu talebeye
benzer ki, dersine çalışmayıp, imtihan günü hepsini öğrenirim sanır ve ilim öğrenmek için, uzun zaman lâzım olduğunu bilemez. Bunun gibi, pis nefsi temizlemek
için de, uzun zaman mücâhede etmek lâzımdır. Ömür, boşuna geçince, bir ânda, bunu nasıl yapabilirsin? İhtiyârlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce
sıhhatin ve sıkıntı çekmeden önce rahatlığın ve ölmeden önce hayatın kıymetini niçin bilmiyorsun? O hâlde yazıklar olsun sana ey nefsim!


Kışın muhtaç olacağın şeylerin hepsini, niçin yazdan hazırlayıp hiç geciktirmiyorsun ve bunları elde etmek için, Allahü teâlânın merhametine, ihsânına güvenmiyorsun?
Hâlbuki Cehennemin zemherîri, kışın soğuğundan az değildir ve ateşinin sıcaklığı, temmuz güneşinden aşağı değildir. Bunların hazırlığında, hiç kusur etmiyorsun
da, âhıret işlerinde gevşek davranıyorsun. Bunun sebebi nedir? Yoksa âhıret ve kıyâmet gününe inanmıyor musun ve kalbindeki bu küfrü, kendinden de mi saklıyorsun?
Bu ise, ebedî felaketine sebebdir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Marifet nûrunun himâyesine sığınmayıp da, öldükten sonra, şehvet ateşinin, cânını yakmasından, Allahü teâlânın lütfü ve merhameti ile kurtulacağını sanan
bir kimse, kalın elbisesinin himâyesine girmeden, kışın soğuğunun, Allahü teâlânın lütfü ile kendisini üşütmiyeceğini sanan kimseye benzer. Bu kimse, bilemiyor
ki, Allahü teâlâ, birçok faydaları sağlamak için, kışı yaratmış ise de, lutf ve merhamet ederek, elbise yapılacak şeyleri de yaratmış ve insanlara, elbise
yapmak için akıl ve düşünce vermiştir. Yâni, Onun ihsânı, elbise te'mînini kolaylaştırmakta olup, elbisesiz üşümemek şeklinde değildir. O hâlde, yazıklar
olsun sana ey nefsim!


Günahların Allahü teâlâyı kızdırdığı için, azâb çekeceğini zannetme ve günahlarımın Ona ne zararı var ki, bana kızıyor deme! Zannettiğin gibi değil. Seni
yakacak olan Cehennem azâbı, senin içinde ve şehvetlerinden meydana gelmektedir. Nitekim, insanın hastalığı, yidiği zehirden ve içine giren zararlı şeylerden
meydana gelmekte olup, tabîbin sözlerini dinlemediği için, onun kızmasından hâsıl olmuyor. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Ey nefsim! Anladım ki, dünyanın nîmetlerine ve lezzetlerine alışmışsın ve kendini onlara kaptırmışsın! Cennete ve Cehenneme inanmıyorsan, bâri ölümü inkâr
etme! Bu nîmet ve lezzetlerin hepsini senden alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın! Bunları istediğin kadar sev, istediğin kadar sıkı sarıl
ki, ayrılık ateşi, sevgin kadar çok olur. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Dünyaya niye sarılıyorsun? Bütün dünya senin olsa ve dünyadaki insanların hepsi sana secde etse, az zaman sonra sen de, onlar da toprak olacaksınız! İsmleriniz
unutulacak, hâtırlardan silinecek. Geçmiş pâdişâhları hâtırlayan var mı? Hâlbuki sana dünyadan az birşey vermişler. O da bozulmakta, değişmektedir. Bunlar
için, sonsuz Cennet nîmetlerini feda ediyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Bir kimse, kıymetli ve sonsuz dayanıklı bir mücevheri verip, bununla, kırık bir saksı satın alırsa, ona nasıl gülersin? İşte dünya, alınan saksı gibidir.
Onu kırıldı bil ve ebedî cevheri, elinden çıktı bil ve sana pişmanlık ve azâb kaldı bil!


Bunlar ile ve bunlar gibi sözlerle, herkes nefsini azarlıyarak, kendi hakkını ödemeli ve nasihate, önce kendinden başlamalıdır! Allahü teâlâ, doğru yolda
gidenlere selâmet ihsân buyursun! Âmîn.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...