5/02/2010

vehhabi inançlarına cevaplar 2

yazının ilk bölümü burada
Osmanlı devletinde yetişmiş olan âlimlerin büyüklerinden Ehî-zade Abdülhalîm bin Muhammed, (Es-sâdât fî-isbât-il-kerâmeti lil-Evliyâ-i hâlel-hayat ve ba'del


memât) kitabında, Allahü teâlânın Evliyâya kerâmet verdiğini, kerâmetlerin öldükten sonra da devam ettiğini vesikalarla isbât etmektedir. Abdülhalîm efendi,


1013 [m. 1604] de vefât etmiştir. Merginânînin (Hidâye)sine yaptığı şerh ile (Eşbâh)a tâlîkı ve (Dürer ve Gurer) hâşiyeleri çok kıymetlidir. Sa'düddîn-i


Teftâzânî [Teftâzânî Mes'ûd 792 [m. 1389] da Semerkandda vefât etti.] (Akâid-i Nesefiyye) şerhinde, Evliyânın kerâmetlerini uzun yazmıştır. Birçok âlimler,


bu şerh üzerine hâşiyeler yapmışlardır.
Bunlardan biri, Hindistân âlimlerinden Abdülazîz Ferhârînin (Nebrâs) ismindeki arabî şerhidir. Buna da, Muhammed



Berhurdâr Mültânî çok kıymetli bir hâşiye yapmıştır. Bunun 476. sayfasında diyor ki, (Kerâmetin mevcut olduğunu isbât eden vesikaların en kuvvetlisi, Eshâb-ı


kirâmın çoğundan hâsıl olan kerâmetlerdir. Bunları bildiren çeşidli kitaplar arasında, imam-ı Câfer Müstagfirînin (Delâil-ün-nübüvve) kitabıdır. Mu'tezile


sapık fırkasında olanlar, kerâmeti inkâr etti ise de, Ehl-i sünnet âlimleri bunlara uzun cevaplar vermişlerdir). Abdülazîz Ferhârî 1239 [m. 1824] de Hindistânda,


imam-ı Câfer Müstagfirî Nesefî de, 432 [m. 1041] de vefât etmişlerdir.








Şimdi, Sü'ûdî Arabistân hükûmetinin dünyaya vehhâbîliği yaymak için propaganda genel müdürlüğü kurduğunu, bunun için, her sene milyonlarca altın lira dağıttığını


haber alıyoruz. Her memlekette bulunan, dînini, vicdânını satabilecek birkaç soysuz, beyinsiz kimse, paraya kavuşmak için, birçoğu da islâmiyeti bilmediğinden,


yalanlara aldanarak, dinde reform akıntısına kapıldığı için, mezhepsizlik dellâllığı yapmakta, gençleri zehirlemekte, felakete sürüklemektedir. Kendilerini


din adamı tanıtan bu câhiller, âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri tanımıyorlar. Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiîn-i ızâmın sözlerini bilmiyorlar. Koyu câhildirler.


Biraz arabca öğrenince, kendini âlim zannetmek, katmerli câhil olmak alâmetidir. Böyle kimse, okuyup öğrenmeye, adam olmaya özenmez. Aldıkları altınlarla,


zevk ve safâya dalar. Dinden de, dünya bilgilerinden de habersiz kalır. Zevallı gençler, böyle kimseyi din adamı, hem de âlim sanır. İslâmiyeti yıkan,


kemiren, bunlardır. Din adamı ismi altında, müslümanların başına geçmeleri ise, büyük felaket olur. Böyle câhil kalanlar, din bilgisi diyerek, kısa akıllarına,


boş kafalarına gelen hayâlleri yazarlar. Sapıktır ve başkalarını da saptırmaktadırlar. Buhârîdeki hadis-i şerif, bunların türeyeceklerini haber vermektedir.]








Kabirde, hem ruha, hem de bedene nîmet ve azâb vardır. Buna, böylece inanmak lâzımdır. İmâm-ı Muhammed bin Hasen Şeybânî 135-189 [m. 805], (Akâid-i Şeybâniyye)


manzûmesinde, (Kabir azâbı vardır. Kabir azâbı, hem ruha, hem de bedene olacaktır) buyurdu. Yâni, kabirde nîmetler ve azâblar, ruha ve cesede birlikte


olacaktır. Diriler bunu görmezse de, inanmak lâzımdır. Gaybe îman etmek lâzımdır. Buna inanmamak, kıyâmet günü olan (ba's) yâni, mezardan kalkmaya inanmamaya


yol açar. Çünkü, ikisi de, Allahü teâlânın kudreti ile olmaktadır. Birine inananın, ötekine de inanması akla uygundur. İnsan kabir azâbını, diri iken anlıyamıyor


ise de, âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler ve bu ümmetin önce gelenleri, kabir azâbı olacağını haber vermişlerdir. Bu haberleri aşağıda ayrı ayrı bildireceğiz.


Sonra, Allahü teâlânın sevdiği kullarının mezarlarından şefaat ve Allahü teâlânın yaratması için vâsıta, vesîle olmalarını istemek câiz olduğunu gösteren


hadis-i şerifleri bildireceğiz. Bunları okuyup anlıyanlar, ölülerin kendilerinin birşey yapmadıklarını, mezhepsizlerin iftirâ ettikleri gibi, onlardan


birşey yapmalarının istenilmediğini göreceklerdir. Bunlar, dirilerin hareket ettiklerini, iş yaptıklarını görerek, bunlardan yardım, şefaat istiyenlerin


bunların kendilerinden istediklerini sanıyorlar. Hâlbuki, dirilerden istemek de, bunların, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olmalarını istemektir. Herşeyi


yaratan, yapan, yalnız Allahü teâlâdır. Diri de, ölü de, canlı da, cansız da, Onun yaratmasına sebep olmaktadır. Onun yaratmasına, mahlûkların sebep olmalarını,


yine O dilemiştir. Âlemin nizâmlı, düzenli olması için, birçok şeyi, sebep ile yaratmak istemiştir. Dilediği birçok şeyi de, sebepsiz yaratmaktadır.








Peygamberler ve Evliyâ mezarlarında, kabir hayatı denilen, bilmediğimiz bir hayat ile diridirler. Kendiliklerinden birşey yapamazlar. Allahü teâlâ, onlara


sebep olacak kadar kuvvet ve kıymet vermiştir. Onları sevdiği için, onlara, âdeti dışında olarak ikrâm, ihsân yapmaktadır. Onların hurmeti için, istenileni


yaratır. İstenilenin yaratılmasına sebep olmaları onlardan istenir. Mezhepsizlerin, Ehl-i sünnet, mezarlara tapınıyorlar, müşrik oluyorlar demeleri yalandır.


Müslümanlara iftirâdır. Birkaç câhil veya dinsiz, sâf köylüleri soymak, dünya menfaati sağlamak için, islâmiyete uymıyan, kötü iş yapabilir. İslâm bilgileri,


islâm ahlâkı, bir memlekette azalırsa, böyle zındıkların, sapıkların türeyecekleri belli bir şeydir. Bunları behâne ederek, mezhepsizliği savunmak yerine,


bu bozuk işleri düzeltmek, yıkıcı değil, yapıcı olmak Îcap eder. Müslümanlar arasında, kabir hayatına ve kabirde nîmet ve azâblar olduğuna inanıp da, Peygamberlerin


ve Evliyânın öldükten sonra, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olacaklarına inanmıyanlar var. Yâhut, Allahü teâlânın yaratmasını düşünmeden yalnız onlardan


isteniliyor, onlardan şefaat istenmesi, dileklerin onlar vâsıtası ile elde edilmesi, islâmiyette bildirilmemiştir diyenler de vardır. Böyle söyliyenler,


kabir hayatına inanmıyanlar kadar zararlı değildir. Bunlar, Kur'an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri bilmedikleri için yâhut inat ederek böyle söyliyorlar.


Müslümanların inatçı olmaması, doğru sözü kabûl etmesi lâzımdır. Cevaplarımızı sekiz kısm hâlinde bildireceğiz.








Birinci kısm: Peygamberler kabirlerinde diridirler. Diri olmaları, sözde değildir. Tâm diridirler. İmrân sûresinin yüzaltmışdokuzuncu âyetinde meâlen, (Allah


yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız! Onlar, Rablerinin yanında diridirler. Rızklandırılmaktadırlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, şehitlerin diri olduklarını


bildiriyor. Şehitler, başka müslümanlar gibidirler. Onlardan bir üstünlükleri yoktur. Peygamberler, şehitlerden elbet daha ileride ve daha üstündür. İslâm


âlimlerine göre, her Peygamber, şehit olarak ölmüştür. Bunu bilmiyen yoktur. Burhâneddîn Ali Halebî, [Ali Halebî şâfi'î 1044 [m. 1634] de Mısrda vefât


etti.] (İnsân-ül'uyûn) ismindeki (Siyer) kitabında, derecesi aşağı olanda, derecesi yukarı olanda bulunmıyan bir üstünlük bulunabilir diyor ise de, bu


sözün burada yeri yoktur. Çünkü bu söz, âyet-i kerimede veya hadis-i şerifte açıkça bildirilmemiş olan üstünlük içindir. Peygamberlerin şehit oldukları,


hadis-i şerifler ile bildirilmiş olduğu için, Halebînin sözü, burada düşünülemez. Buhârîde ve Müslimde bildirilen hadis-i şerifte, (Mîraç gecesinde, Mûsâ


aleyhisselâmın kabri yanından geçirildim. Mezarında, ayakta namaz kılıyordu) buyuruldu. Beyhekînin ve başkalarının bildirdikleri bir hadis-i şerifte, (Peygamberler,


mezarlarında diridirler. Namaz kılarlar) buyuruldu. Başka bir hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ toprağın Peygamberleri çürütmesini haram etmiştir) buyuruldu.


Bunun doğru olduğunu, âlimler sözbirliği ile bildirmektedir. Buhârîde ve Müslimde, (Allahü teâlâ, Mîraç gecesinde, bütün Peygamberleri, Peygamberimize


gönderdi. Onlara imam olup, iki rekât namaz kıldılar) yazılıdır. Namaz kılmak, rükû' ve secde yapmakla olur. Bu haber, diri olarak, ceset ile, beden ile


kıldıklarını gösteriyor. Mûsâ aleyhisselâmın, kabrinde namaz kılması da, bunu göstermektedir. (Mişkât) kitabının son cildinde, (Mîraç) bâbının birinci


faslı sonunda, Müslimden alarak Ebû Hüreyrenin bildirdiği hadis-i şerifte, (Kâbenin yanında, Kureyş kâfirleri, bana Beyt-ül-mukaddesin nasıl olduğunu sordular.


Oralara dikkat etmemiştim. Çok sıkıldım. Allahü teâlâ bana gösterdi. Kendimi Peygamberler arasında gördüm. Mûsâ aleyhisselâm, ayakta namaz kılıyordu, zayıf


idi. Saçları dağınık ve sarkık değildi. Şen'e kabîlesinden bir yiğit gibi idi. Îsâ aleyhisselâm, Urve bin Mes'ûd Sekafîye benziyordu) buyuruldu. Şen'e,


Yemende bulunan bir kabîlenin ismidir. Bu hadis-i şerifler, Peygamberlerin, Rableri yanında diri olduklarını gösteriyor. Onların cesedleri [bedenleri],


ruhları gibi latîf olmuştur. Kesîf, katı değildir. Madde ve ruh âleminde görünebilirler. Bunun için Peygamberler, ruhları ve bedenleri ile görünebilirler.


Hadis-i şerifte, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın, namaz kıldıkları bildiriliyor. Namaz kılmak, çeşidli hareketler yapmaktır. Bu hareketler, beden ile olur.


Ruh ile olmaz. Mûsâ aleyhisselâmı, orta boylu, eti az, zayıf, saçları toplu gördüm buyurması, ruhunu değil, bedenini gördüğünü gösteriyor. Peygamberler,


başka insanlar gibi ölmez. Geçici olan dünyadan, sonsuz kalıcı olan âhırete göç ederler. İmâm-ı Beyhekî (Îtikat) kitabında buyuruyor ki, Peygamberler,


mezara konduktan sonra ruhları bedenlerine geri verilir. Biz onları göremeyiz. Melekler gibi, görünmez olurlar. Yalnız, Allahü teâlânın kerâmet olarak


ihsân ettiği seçilmiş kimseler görebilir. İmâm-ı Süyûtî de böyle bildirmiştir. İmâm-ı Nevevî ve Sübkî ve İmâm-ı Kurtubî üstâdından böyle haber vermişlerdir.


[İmâm-ı Beyhekî 458 [m. 1066] de Nişâpûrda, imam-ı Ebül-Hasen Ali Sübkî 756 [m. 1355[ da Mısrda, Muhammed Kurtubî 671 [m. 1272] de vefât etmişlerdir.]


Hanbelî âlimlerinden ibni Kayyım-ı Cevziyye (Kitap-ür-Ruh)da, onun bu haberini yazmaktadır. Şâfi'î âlimlerinden ibni Hacer-i Hiytemî ve Şemsüddîn-i Remlî


ve kâdı Zekeriyyâ ve hanefî âlimlerinden Ekmelüddîn ve Şernblâlî ve mâlikî âlimlerinden ibni Ebî Cemre ve talebesi İbnülhâc (Medhal) kitabında ve İbrâhîm


Lakânî (Cevheret-üt-tevhîd) kitabında ve daha birçok âlimler, böyle olduğunu bildirmişlerdir. [İbni Kayyım-ı Cevziyye 751 [m. 1350] de, İbni Teymiyye 728


[m. 1328] de, Şemsüddîn Muhammed Remlî 1004 [m. 1596] de, Kâdı Muhammed Zekeriyyâ 926 [m. 1520] da Mısrda vefât etmişlerdir.] Hicretin altmışbirinci senesinde


(Harre) olayında Yezîdin adamları Medîne-i münevverede işkence yaptıkları gün, Saîd bin Müseyyib diyor ki, Mescid-i nebîde ezan okunamaz, namaz kılınamaz


olunca, (Hucre-i nebeviyye)den ezan ve ikâmet sesi işitildi. Bunu, ibni Teymiyye de, (İktizâ-üs-Sırât-il-müstakîm) kitabında yazmaktadır. Çok kimse, selâmlara,


Kabr-i saadetten cevap verildiğini, çok zaman işitmişlerdir. Başka kabirlerden de, selâmlara cevap verildiği, çok işitilmiştir. Bunu ileride, bildireceğiz.


Peygamberlerin mezarlarında diri oldukları sözbirliği ile bildirilmiş olduğu anlaşıldı. Sahih hadiste, (Bana selâm verilince, Allahü teâlâ, ruhumu geri


gönderip, ona cevap veririm) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, yukarıda bildirilenlere uygun olmuyor denilemez. Yâni, mübârek ruhunun cesed-i şerifinden ayrıldığını,


selâm verilince geri verildiğini gösteriyor denilemez. Böyle söyliyenlere karşı, âlimler çeşidli cevaplar vermiştir. İmâm-ı Süyûtî, bu cevaplardan onyedisini


bildiriyor. Bu cevapların en güzeli, Resûlullah, cemâl-i ilâhîyi görmeye dalmıştır. Bedendeki duyguları unutmuştur. Bir müslüman selâm verince, mübârek


ruhu, bu dalgınlıktan ayrılıp, beden duygularını alır. Dünyada, böyle olanlar da az değildir. Bir dünya işi veya âhıret işi, aşırı düşünülürken, insan


yanında konuşulanı duymaz. Cemâl-i ilâhîye dalan kimse, bir sesi işitebilir mi?








Resûlullah uykuda ve uyanık iken görülebilir mi? Görülebilirse, görünen, kendisi midir, benzeri midir? Âlimlerimiz, buna çeşidli cevap verdiler. Kabirde


diri olduğunu, sözbirliği ile bildirdikten sonra, kendisinin görüldüğünü çoğunlukla beyan buyurmuşlardır. Böyle olduğu, hadis-i şeriflerden de anlaşılmaktadır.


Bir hadis-i şerifte, (Beni rü'yâda gören uyanık iken görmüş gibidir) buyuruldu. Bunun için, imam-ı Nevevî hazretleri, Onu rü'yâda görmek, tâm kendisini


görmektir dedi. Nitekim, Abdürraüf Münâvînin, [Münâvî 1031 [m. 1621] de Kahirede vefât etti.] (Künûz-üd-dekâık) kitabında yazdığı ve Buhârîde ve Müslimde


bulunduğunu bildirdiği hadis-i şerifte, (Beni rü'yâda gören doğru görmüştür. Çünkü şeytan, benim şeklime giremez) buyuruldu. Rü'yâda benzeri görülmüş olsaydı,


doğru olarak görülmüş olmazdı. İbrâhîm Lakânî, (Cevheret-üt-tevhîd) kitabında diyor ki, hadis âlimleri, Resûlullahın uyanık iken de, rü'yada da görülebileceğini,


sözbirliği ile bildirmişlerdir. Görülen, kendisi midir, benzeri midir, bunda ayrılmışlardır. Çokları, kendisidir dedi. İmâm-ı Gazâlî ve Ahmed Karâfî ve


birkaç âlim ise, benzeridir dedi. Kendisi görülür diyenler çoğunluktadır. İçlerinde otuzdan çok hadis imamı, büyük âlimler vardır. Herbirinin senetlerini,


vesikalarını, ayrı bir kitapta bildirdim. [Ekmelüddîn Muhammed Bâbertî 786 [m. 1384] da, Şernblâlî Hasen 1069 [m. 1658] da Mısrda, Abdüllah ibni Ebî Cemre


675 [m. 1276] de ve Muhammed ibnülhâc Fâsî 737 [m. 1337] de ve İbrâhîm Lakânî 1041 [m. 1632] de ve Ahmed Şihâbüddîn Karâfî 684 [m. 1285] de vefât etmişlerdir.]








İkinci kısm: Ölülerin işitmelerine ve görmelerine gelince, şehitlerin, kabirlerinde diri oldukları, Kur'an-ı kerimde açıkça bildirilmiştir. Velîler, Allahü


teâlânın, kerâmet olarak ihsân etmesi ile, işitir ve görürler. Allahü teâlâ, sevdiği kulları için, âdetinin, kanûnlarının dışında şeyler yaratır. Önce


Peygamberlerin ve hele bunların en yükseği olan Muhammed aleyhisselâmın ve şehitlerin ve Velîlerin, mezarlarında işittiklerine ve görmelerine inanmıyan


câhilleri susturmak için, kâfirlerin bile mezarda duyduklarını ve işittiklerini bildireceğiz. Buhârînin bildirdiği hadis-i şerifte, (Meyyit mezara konup,


mezar başındakiler dağılırken, onların ayak seslerini işitir) buyuruldu. Buhârîde ve Müslimde yazılı olan hadis-i şerifte, Bedrde öldürülen kâfirlerin,


birkaç gün sonra, bir çukura konulması emrolundu. Bundan da birkaç gün sonra, Resûlullah çukurun başına gelip durdu. Çukurdakilere, ismlerini ve babalarının


ismlerini birer birer söyliyerek, (Rabbinizin, size söz verdiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere kavuştum) buyurdu. Hz. Ömer bunu işitince,


(Yâ Resûlallah! Leş olmuş kimselere mi söyliyorsun?) deyince, Resûlullah, (Beni doğru Peygamber olarak gönderen Rabbimin hakkı için söyliyorum ki, siz


beni onlardan daha çok işitmiyorsunuz. Fakat cevap veremezler) buyurdu. Buhârînin ve Müslimin bildirdikleri hadis-i şerifte, (Meyyit, yakınlarının kendisine


bağırarak ağlamasından azâb duyar) buyuruldu. İmâm-ı Nevevî, Müslim kitabını açıklarken, bu hadis-i şerif için, (Meyyit, yakınlarının bağırarak ağlamasından


azâb duyar ve onlara gücenir) dedi. Muhammed bin Cerîr Taberî de böyle söyledi. Kâdı Iyâd da, en iyi söz budur diyerek, Resûlullahın, oğlu için yüksek


sesle ağlıyan bir kadını susturduğunu bildirdi. (Ey müslümanlar! Mezardaki kardeşlerinize yüksek sesle ağlıyarak, onları incitmeyiniz!) buyurdu. Bu hadis-i


şerif gösteriyor ki, meyyit, yakınlarının ağlamalarını işitmektedir. Bununla incinmekte ve azâb duymaktadır. [Muhammed bin Cerîr 310 [m. 923] da Bağdâdda,


Kâdı Iyâd Mâlikî 544 [m. 1150] de Merrâküşte vefât etti.]








Resûlullah buyurdu ki, (Mezarda olanlara selâm vereceğiniz zaman, esselâmü aleyküm deyiniz!) Bunun için, (Esselâmü aleyküm! Yâ ehle dâril-kavmil müminin)


denir. Böyle selâmın da, işiten ve anlıyan kimseye söyleneceği belli birşeydir. İşitmeselerdi, yokluğa ve taşa selâm vermek olurdu. Selef, yâni, islâmın


büyük âlimleri, böyle selâm verileceğini, sözbirliği ile bildirdiler.








Üçüncü kısm: Meyyit, kendini ziyârete gelenleri tanır. Ebû Bekr Abdüllah bin Ebiddünyâ, (Kitap-ül-kubûr)da diyor ki, Hz. Âişenin haber verdiği hadis-i şerifte,


(Bir kimse, din kardeşinin kabrini ziyârete gider ve mezarı başında oturursa onu tanır ve selâmına cevap verir) buyuruldu. Ebû Hüreyrenin bildirdiği hadis-i


şerifte, (Bir kimse, tanıdığının mezarı başına gidip selâm verince, meyyit onu tanır ve selâmına cevap verir. Tanımadığı kimsenin kabrine gidip selâm verince,


meyyit selâmına cevap verir) buyuruldu. Yûsüf ibni Abdülberr ve (Ahkâm) kitabının sahibi olan Abdülhak, bu hadis-i şerif için sahihdir dediler. İbni Kayyım-ı


Cevziyye, bu hadis-i şerifi (Kitap-ür-Ruh)da bildiriyor. Sonra çeşidli haberleri de yazıp, burada yazacak daha birçok haberler vardır diyor. Hadis-i şeriflerde,


ziyâret kelimesi kullanılmaktadır. Meyyit, kabre geleni tanımasaydı, ziyâret kelimesi kullanılmazdı. Her dilde ve her lügatta, ziyâret kelimesi, tanıyan


ve anlıyan kimselerin buluşmasında kullanılır. (Selâmün aleyküm) de anlıyan kimseye söylenir. Bir kimse, kabre yakın bir yerde namaz kılarsa, meyyitler


bunu görür. Namaz kıldığını anlar ve imrenirler. Yezîd bin Hârûn Sülemî diyor ki: İbni Sâseb, bir cenâzede bulundu. Bir mezar yanında iki rekât namaz kıldı.


Sonra kabre dayandı. Diyor ki, vallahi uyanıktım. Kabirden bir ses işittim. (Beni incitme! Siz ibâdet yaparsınız, fakat işitmezsiniz, bilmezsiniz. Biz


ise biliriz. Fakat hareket edemeyiz. Bana göre, şu kıldığın iki rekâttan daha kıymetli birşey yoktur) dedi. Meyyit, İbni Sâsebin kabre dayandığını ve namaz


kıldığını anlamıştı. İbni Kayyım, bunu bildirdikten sonra, meyyitin işittiğini gösteren, Eshâb-ı kirâmdan gelen çeşidli haberleri yazmıştır. Mezhepsizler,


İbni Kayyım için müctehid diyorlar. Onu aşırı övüyorlar. Fakat, İbni Kayyımın bu yazılarına inanmıyorlar. İnananlara da müşrik diyorlar. Bu hâlleri, islâm


âlimlerine kıymet verdiklerini değil, işlerine geldiği zaman övdüklerini, hiçbir âlimi beğenmediklerini göstermektedir. [İbni Ebiddünyâ 261 [m. 894] de


Bağdâdda, İbni Abdülberr 463 [m. 1071] de Şâtibede, Yezîd bin Hârûn Sülemî 206 [m. 821] da vefât etti.]








Hz. Âişe, Bedr gazâsında çukura konulan kâfirlerin işitmediğini söyledi. Bunun için, bazı kimseler, hiçbir mevtâ, hattâ müminler bile mezarda işitmez sandı.


Bazı câhiller, şehitlerin, hattâ Resûlullahın bile, işitmiyeceklerini söylediler. Meyyitin işitmesine inanmıyanlar aldandılar. Çünkü Âişe, yalnız o çukurdaki


kâfirlerin işitmediğini söyledi. Mezardaki kâfirlerin işitmelerini, Fâtır sûresinin yirmiikinci âyetinin, (Sen ölüye duyuramazsın. Sen mezarlarda olanlara


işittiremezsin!) meâl-i şerifindeki işitmek gibi olduğunu sandılar. Hâlbuki, böyle değildir. Büyük âlimler bildiriyor ki, âyet-i kerimedeki işittirememek,


işitip kabûl etmek ve îman etmek demektir. Allahü teâlâ, bunun gibi âyet-i kerimelerde, diri olan ve kulakları, gözleri ve beyinleri olan kâfirleri mezardaki


ölülere benzetmektedir. Bu benzetiş, duymak ve anlamak bakımından değil, duygusuzluk ve anlayışsızlık, yâni kabûl etmemek ve inanmamak bakımındandır. Hastanın


ruhu gargaraya gelince, yâni âhıretteki yerini görmeye başlayınca, îmana gelmesi fayda vermez. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki, (Ezelde şakî olarak yazılmış


olanları îmana çağırman, onlara fayda vermez). Bunların îmana çağrılması, mezardakilerin îman etmeleri gibi, kendilerine fayda vermez. Çünkü kabirdekiler,


görmeden inanmaları lâzım gelen şeyleri gördükten sonra îman etmişlerdir. Böyle îmanları kabûl olmaz. Buradaki işitmek, kabûl etmek demektir. Filan kadın


şöyledir, hiç söz duymaz denir. Böyle söylemek, işittiği hâlde kabûl etmez demektir. Kâfirler için gelmiş olan iki âyet de böyledir. Onlar diridirler,


gözleri ve kulakları vardır. Fakat Allahü teâlâ, onları şakî yaptığı için, kalblerini mühürlediği için, Peygamberine diyor ki: (Sen onlara duyuramazsın).


Yâni, senin sözünle îmanı kabûl etmezler. Mezarda olanların îmanları kabûl olmadığı gibi, onlar da îmanı kabûl etmezler demektir. Hadis-i şeriflerde, ölülerin


işittikleri bildiriliyor. Bu işitmek kulakla olan işitmektir. İki âyet-i kerimede bildirilen işittirememek ise, kabûl ettirememek demektir. Aklı olan,


iyi düşünebilen bir kimse, bu iki işitmeyi birbirinden kolay ayırabilir. Allahü teâlâ, Neml sûresinin sekseninci âyetinde meâlen, (Sen ölüye işittiremezsin)


buyurduktan sonra, (Sen ancak îman edenlere işittirebilirsin) buyurdu. Müminlerin işittiğini bildirdi. İşitmek, kabûl etmek demek olduğu buradan da anlaşılmaktadır.


Âyet-i kerimede işittiremezsin buyurulması, kulaklariyle duymazlar demektir denirse, Allahü teâlâ, kabirdeki müminlerin işittiklerini bildirmiş olur ki,


bizim anlatmak istediğimiz de budur. Kabirdeki müminlerin işittikleri, Kur'an-ı kerim ile açıkça bildirilince, buna kimse inanmamazlık yapamaz. Kur'an-ı


kerimden sonra müslümanların en sağlam kaynağı olan hadis-i şerife inanmıyanın da, buna inanması Îcap eder.








Hz. Âişe, kabirdeki yalnız kâfirlerin işitmiyeceklerini söylemiştir. Çünkü, yukarıda yazdığımız, Onun bildirmiş olduğu hadis-i şerifte, (Bir kimse mümin


kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında oturursa ve selâm verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevap verir) buyuruldu. Onu tanıması ve selâm


vermesi, meyyitin onu gördüğünü ve selâmını duyduğunu göstermektedir. Âişe kâfirlerin işitmediğini haber verdi ise de, onların bildiklerini de haber vermektedir.


Kendisinin bildirdiği bir hadis-i şerifte, (Benim doğru söylemiş olduğumu, onlar şimdi bilirler) buyurulmaktadır. Âlimler buyuruyor ki, bilmek, işitmekle


olur. Bunun için, ikisi arasında bir uygunsuzluk yoktur. İbni Teymiyye ve ibni Kayyım-ı Cevziyye ve ibni Receb ve Süyûtî ve daha birçok âlimler, böyle


olduğunu bildirmişlerdir. Çünkü ölmek, bazı câhillerin dedikleri gibi, yok olmak olsa idi, onun bütün duygularının yok olması lâzım gelirdi. Hz. Âişenin


bildirdiği, Buhârîde yazılı olan hadis-i şerifte, meyyitin bildiği haber verildiği için, duygularının gitmediği anlaşılmaktadır. Diğer Sahâbîlerin haber


verdikleri hadis-i şeriflerde ölülerin işittikleri bildirilmiştir. Hz. Âişenin, bu (işitmek) kelimesinin, kabûl etmek, îman etmek demek olduğunu zannetmesi,


âlimlerin söz birliğine uymamaktadır. Eshâb-ı kirâmın sözleri ile Onun sözünü ve Onun haberindeki sözlerini birleştiren en doğru söz yine Onun haber verdiği


ziyâret hadis-i şerifidir. [Abdürrahmân ibni Receb hanbelî 795 [m. 1393] de Şâmda vefât etti.]








İbni Hümâm, (Hidâye şerhi) olan (Feth-ul-kadîr) kitabında diyor ki, Hanefî mezhebinin âlimleri yemin bilgilerini anlatırken diyorlar ki, (Meyyit işitmez.


Bir kimse ile konuşmamak için yemin eden bir kişi, onun ölüsü ile konuşsa, yemini bozulmaz). (Hanefî âlimlerinin yemin için olan sözleri örf ve âdete dayanmaktadır.


Bu sözler, ölünün işitmediğini göstermez. Hanefî âlimleri, yemin üzerinde bilgi verirken; bir kimse et yimemek için yemin etse, sonra balık yise, yemini


bozulmaz. Hâlbuki, Allahü teâlâ balığa güzel et demiştir. Fakat âdette balık eti, başkadır. Bunun gibi bir kimse, birisi ile konuşmamaya yemin etse, öldükten


sonra ona söylese, yemini bozulmaz. Çünkü, âdette konuşmak demek, karşılıklı konuşmak demektir. Meyyit işitir, fakat işitecek gibi konuşmadığı için âdete


göre konuşulmuş olmaz. Bunun için, o kimsenin yemini bozulmaz) denilmiştir. Meyyit işitmediği için, yemini bozulmaz demek değildir. İbni Hümâm, Hz. Âişenin


(Bedr çukurundaki kâfirlere söylemesi ve diriler, onlardan daha çok işitici değildirler diye yemin etmesi) hadis-i şerifine sahih değildir dediğini bildiriyor.


Âişe, Allahü teâlâ, (Sen kabirde olanlara işittirici değilsin. Sen ölüye duyuramazsın) buyurduktan sonra, Resûlullahın öyle söylediği doğru olmaz demiştir


diyor. Fakat bu hadis-i şerif sözbirliği ile bildirilmiştir. Hz. Âişenin buna inanmaması düşünülemez. Bu hadis-i şerif ile âyet-i kerime arasında uygunsuzluk


da yoktur. Âyet-i kerimedeki ölü, kâfirleri bildirmektedir. İşittiremezsin demek de, faydalı olmaz demektir. İşitmezler demek değildir. Bekara sûresinin,


(Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, anlamazlar) meâlindeki yüzyetmişbirinci âyet-i kerimesi de böyledir. Yâni kulakları vardır. Gözleri vardır. Fakat


îmana ve doğru yola çağırmanı işitmedikleri ve görmedikleri için, Allahü teâlâ, onlara sağır gibi ve kör gibi buyurmuştur. (Sen ölüye işittiremezsin) âyet-i


kerimesi için, imam-ı Beydâvî hazretleri, onlar doğru söze karşı kulaklarını tıkayanlar gibidir. Allahü teâlâ dilediğine işittirerek hidâyete kavuşturur


diyor. Küfürde inat edenleri Allahü teâlâ, ölülere benzetiyor. Bu âyet-i kerime, Kasas sûresinin, (Sen sevdiğini îmana getiremezsin. Fakat Allahü teâlâ,


dilediğini îmana kavuşturur) meâlindeki ellialtıncı âyet-i kerimesine benzemektedir. İbni Hümâm, sözüne devam ederek, ölülere duyurmak yalnız Resûlullah


içindir demektedir. Buna karşılık, bir şeyin Resûlullaha mahsûs olduğunu söyliyebilmek için delîl, senet lâzımdır deriz. Burada böyle bir senet yoktur.


Hz. Ömerin suâli ve verilen cevap da, husûsî olmadığını göstermektedir. İbni Hümâm, Bedr çukurundaki kâfirlere söylemek, bir atasözünü tekrarlamak gibi


olur diyor ise de, Hz. Ömere verilen cevap, böyle olmadığını göstermektedir. İbn-ül-Hümâma göre, Müslim kitabındaki, meyyitlerin cenâzede bulunanların


dönüşlerindeki, ayaklarının seslerini işiteceklerini bildiren hadis-i şerif, meyyitin kabre konulduğu zaman, suâl ve cevap için işitmesini göstermektedir.


Ondan sonra, artık hiç işitmiyeceğini bildirmektedir. Çünkü, âyet-i kerimeden, meyyitin işitmediği anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ, kâfirlerin işitmediğini


bildirmek için, onları ölüye benzetmiştir diyor. Buna cevap verilir ki, bu söz, kendi kendini çürütmektedir. Çünkü, meyyitin kabre konduğu zaman, işiteceğini


söyliyenin, her zaman işiteceğine de inanması lâzımdır. Başka zamanlarda işitmez denilmemiştir. Kabre konulduğu zaman işiteceğini söylemenin de, âyet-i


kerimeye uygun olmaması lâzım gelir.








Kabirde bulunan meyyitlere selâm vermenin sünnet olduğunu, Ehl-i sünnet âlimleri söz birliği ile bildirmiştir. Büyük âlim İbni Melek (Mesâbîh) kitabını


şerh ederken (Kabirde bulunanlara selâm vermek) hadisini açıkladıktan sonra, (Bu hadis-i şerif, meyyitin işitmiyeceğini söyliyenlerin yanıldıklarını gösterdiği


gibi, imam-ı Ahmedin ve Ebû Dâvüdün (Sünen) kitaplarında ve Hâkimin (Müstedrek) kitabında ve İbni Ebî Şeybenin (El-musannef) kitabında ve Beyhekînin (Azâb-ül-kabir)


kitabında ve Tayâlisî ile Abdü ibni Hamîdin (Müsned) kitaplarında ve Hammâd ibni Sırrînin (Ez-zühd) kitabında ve ibni Cerîr ve ibni Ebî Hâtemin ve başka


âlimlerin sahih yollarla bildirdikleri Berâ' bin Âzibin bildirdiği, (Kabirdeki fitne ve suâl) hadisinin sonunda, (Mümin olan meyyit için, kulum doğru söyledi


sesi işitilir. Kabre Cennetten yaygı serilir. Cennet elbiseleri giydirilir. Meyyit için Cennetten bir kapı açılır. Kabre Cennet kokuları yayılır. Görebildiği


yerlere kadar yayılır. Güzel yüzlü, güzel elbiseli, güzel kokular saçan birisi gelir. Buna, sen kimsin? Senin o hayrlı yüzün nedir der. Ben, senin sâlih


amelinim der. Bunu işitince, Yâ Rabbî! Kıyâmet çabuk kopsa! Yâ Rabbî, kıyâmet çabuk kopsa da, çoluk çocuğuma ve mallarıma kavuşsam der) buyurulmuştur.


Kâfir olan meyyit için, bunların tersi, sıkıntılar olur. Bu hadis-i şerif, meyyitin işittiğini ve gördüğünü ve konuştuğunu ve koku aldığını ve anlayışı


olduğunu ve düşündüğünü ve cevap verdiğini göstermektedir. Bu işlerin hepsi, kabir suâlinden sonra olmaktadır. Böyle olduğunu, âlimler sözbirliği ile söylemişlerdir.


İmâm-ı Süyûtî gibi hadis imamları, bu hadisin (Mütevâtir), yâni en doğru hadislerden olduğunu bildirmişlerdir. Bu hadis-i şerif, ölülere selâm vermenin,


dirilere selâm vermek gibi olduğunu ve onların da işittiklerini göstermektedir) demektedir.








[İmâm-ı Ahmed 241 [m. 855] de Bağdâdda, Ebû Dâvüd Süleymân Sicstânî hanbelî 275 [m. 888] de Basrada, Hâkim Muhammed Nişâpûrî 405 [m. 1014] de Nişâpûrda,


Abdüllah ibni Ebî Şeybe 235 [m. 850] de, Ebû Bekr Ahmed Beyhekî 458 [m. 1066] de Nişâpûrda, Ebû Dâvüd Süleymân Tayâlisî Basrî 204 [m. 818[ de, Ebû Muhammed


Abdü ibni Hamîd Keşî 249 [m. 863] da, Hammâd ibni Sırrî Dârimî 243 [m. 857] de Kûfede, Muhammed bin Cerîr Taberî 310 [m. 923] da Bağdâdda, Ebû Bekr Muhammed


ibni Ebî Hâtem Nişâpûrî 320 [m. 932] de, Abdüllatîf ibni Melek 801 [m. 1399] de İzmirde Tirede vefât etmişlerdir].








(Fetâvâ-yı Hindiyye) kitabında, (Kabir ziyâretinin yasak olmadığını imam-ı a'zam Ebû Hanîfe bildirmiştir. [Vehhâbî kitabı da, kabir ziyâretinin câiz olduğunu


yazmaktadır.] İmâm-ı Muhammedin sözünden, kabir ziyâretinin, kadınlar için de câiz olduğu anlaşılmaktadır) diyor. (Tehzîb) kitabında, (Kabir ziyâreti müstehabdır.


Meyyiti ziyâret etmek, yakın ve uzaklığına göre onu diri iken ziyâret etmek gibidir) diyor. Hüseyn Sem'ânînin (Hazânetül-müftîn) kitabında da böyle yazılıdır.


Kabirleri ziyâret ederken, ayakkabılar çıkarılır. Meyyitin yüzüne karşı, kıbleye arka vererek durulur. (Esselâmü aleyküm yâ ehlel-kubûr!Allahü teâlâ sizi


ve bizi mağfiret eylesin! Siz bizim öncülerimizsiniz. Biz de sizin eserleriniziz!) denir. (Garâib) kitabında da böyle yazılıdır. Kabristanda, yüksek sesle


veya yavaşça, (Sûre-i mülk) okunabilir. Diğer sûrelerin de okunacağı, (Zahîre) kitabında, (kabirlerin yanında Kur'an-ı kerim okumanın fazîleti) anlatılırken


bildirilmektedir. Kâdîhân Hasenin [Kâdîhân Fergânî 592 [m. 1196] da vefât etti.] (Haniyye) fetvâlarında yazılı olduğu gibi, meyyitin Kur'an-ı kerim sesini


duyarak rahatlamasını niyet eden kimse, yüksek sesle okur. Böyle niyet etmiyen kimse, yavaş okur. Çünkü, Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimi nasıl okunursa okunsun


işitir. (Bezzâziyye)de diyor ki, kabristandaki yeşil otları koparmak mekruhtur. Çünkü, bu otlar, tesbîh eder. Bu tesbîhler, meyyitin azâbdan kurtulmasına


yarar. Meyyit bu tesbîhlerle rahat eder. Şernblâlînin (İmdâd-ül-fitâh) kitabında ve Hanefî âlimlerinden başkalarının kitaplarında da böyle olduğu yazılıdır.


Fetvâ vermek derecesine yükselmiş olan böyle büyük âlimlerin bildirdiklerine göre, meyyit dirilerin işitemediği, yeşil otların tesbîhi gibi sesleri işitince,


kendisine seslenen insanın sesini işitmez olur mu? İşitmez diyenler, belki dünyada kulakla işitildiği gibi işitmezler demek istemişlerdir. Böyle olunca,


fıkh kitaplarında yemin bahsinde yemini anlatırken söylediklerinin araları bulunmuş olur. Resûlullahın hadis-i şerifine de inanılmış olur. Âlimler arasında


sözbirliği hâsıl olur. Mezhebin reîsi olan imam-ı a'zam Ebû Hanîfe buna inanmadığını bildirdi denilirse, bu yüce imam da, öteki mezhep imamları gibi, (Sahih


hadisler benim mezhebimdir) buyurmuştur. Hattâ, Resûlullaha pek fazla uyduğu için, (Mürsel), hattâ (Zayıf) olan hadis-i şerifleri bile mezhebine senet


olarak almıştır. Böyle bir imamın, sahih hadislere uymıyacağı düşünülebilir mi? Buradan da anlaşılıyor ki, meyyitin işitmiyeceğini söyliyen birkaç âlim,


dünyada işitildiği gibi işitmez demek istemişlerdir. Çünkü, sahih hadisi bırakıp da, başkasının sözüne uymak hiç bir âlim için câiz olmaz.








Resûlullah efendimizin ve iki kabir arkadaşı olan Ebû Bekr ve Ömernın mübârek mezarlarını ziyâret etmenin ve onlara selâm vermenin ve kendilerinden şefaat


istemenin sünnet olduğunu, hanefî mezhebinin âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Resûlullahın ve iki arkadaşının işittiklerine inanmamış olsalardı,


bu sözleri birbirini tutmazdı. Hattâ, (Her kabri ziyâret etmek sünnettir) sözlerine uymazdı. Bunların yemin üzerindeki sözlerinin, dünyada dirilerin işitmesi


için olduğu söylenince, sözlerinin arasında uygunsuzluk hiç kalmamaktadır.








Fayda: Ahmed ibni Teymiyye, [İbni Teymiyye 728 [m. 1328] de Şâmda vefât etti.] (Kitap-ül-intisâr-fil-imam-ı Ahmed) kitabında diyor ki, (Bedr)de çukura doldurulan


kâfirlerin işitmelerine, Hz. Âişenin inanmaması, onun için suç olmaz. Çünkü O, hadis-i şerifi işitmemiştir. Fakat başkalarının inanmaması suç olur. Çünkü,


bu hadis-i şerif her tarafa yayıldı. Zarûrî inanılması lâzım gelen bilgilerden oldu. İbni Teymiyyenin bu sözü, Bedr çukurundaki kâfirlerin işittiklerine


inanmıyanların kâfir olacağını göstermektedir. Çünkü, dinde inanılması zarûrî olan birşeye inanmıyanın kâfir olacağı mezhep kitaplarının hepsinde yazılıdır.


Meyyitin işitmiyeceğini söyliyen birkaç âlim ve meselâ Âişe, kabirdeki kâfirlerin işitmiyeceklerini söylemişlerdir. Fakat, Resûlullahın ve ümmeti içinde


şehit olanların, Velî olanların, kabirlerinde işiteceklerine inanmıyan hiçbir âlim yoktur. Hz. Âişe de, başkaları da, buna inanmışlardır. Zamanımızda türemekte


olan mezhepsizlerin ve bunlara aldanan bazı câhillerin, meyyit işitmez demelerinin, hattâ Resûlullahı da buna katmalarının kötülüğü, çirkinliği, buradan


anlaşılmaktadır. Bu câhillerin, bu sapıkların cezâlarını, kahhâr olan Allahü teâlâ elbette verecektir. İbni Teymiyye, ölülerin diriltilmesi üzerindeki


fetvâlarında diyor ki, ölüler, kendilerini ziyâret edenleri bilirler mi? Tanıdıklarından veya tanımadıklarından biri kabre geldiği zaman, bunun geldiğini


anlarlar mı? Cevabında, (Evet bilirler ve anlarlar) diyor. Ölülerin buluştuklarını ve soruştuklarını ve dirilerin yaptığı işlerin onlara gösterildiğini


bildiren haberleri yazıyor. Hz. Hâlid ibni Zeyd Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin haber verdiği hadis-i şerifi Abdüllah ibni Mübârek nakletmektedir. Bu


hadis-i şerifte, (Bir mümin vefât ederken, bir rahmet meleği, bunun ruhunu alır. Meyyitler, dünyada müjde istiyenlerin toplandığı gibi, bunun etrâfına


toplanırlar. Ona sormaya başlarlar. İçlerinden birkaçı da, kardeşinizi bırakınız dinlensin! Çok sıkıntılı yerden geliyor derler. Etrâfına üşüşürler. Dünyadaki


tanıdıklarını sorarlar. Filan adam ne yapıyor? Filanca kadın evlendi mi? derler) buyurulduğunu bildiriyor. [Hâlid bin Zeyd 49 [m. 670] senesinde, Süfyân


bin Avf emrindeki asker ile İstanbulu muhâsara ederken dizanteri hastalığından vefât etti. İstanbulda (Eyyûb) denilen yerdeki türbesi çok muhteşem olup,


ziyâretciler, mübârek ruhu ile tevessül etmektedirler.]








Allahü teâlâ, şehitlerin diri olduğunu ve rızklandırıldıklarını bildirdi. Bir hadis-i şerifte, şehit ruhlarının Cennete girdikleri haber veriliyor. Âlimlerden


birkaçı, bu nîmetlerin, yalnız şehitler için olduğunu, sıddîkların böyle olmadıklarını söyliyorlar ise de, imamlarımızın ve Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunun


söylediği doğrudur. Bunlar, diri olmak ve rızklandırılmak ve ruhların Cennete girmesi, yalnız şehitler için değildir dediler. Âyet-i kerimelerden ve hadis-i


şeriflerden böyle anlaşılmaktadır buyurdular. Bunların yalnız şehitler için bildirilmesi, şehitlerin ölüp yok oldukları sanılarak, cihâddan korkulmasını


önlemek içindir. Cihâda gitmeye ve şehit olmaya mani olan şüpheyi gidermek içindir. İsrâ sûresinin (Fakirlik korkusu ile evlatlarınızı öldürmeyiniz!) meâlindeki


otuzbirinci âyeti de, bunun gibidir. Fakirlik korkusu olmadan da öldürmek câiz olmadığı hâlde, fakirlik korkusu ile öldürenler çok olduğu için, âyet-i


kerime, vak'alara göre gönderilmiştir. Abdülvehhâb oğlu Muhammed bu âyet-i kerimeyi ileri sürerek, kabir ziyâretini yasaklamaktadır.








Buraya kadar, Ahmed ibni Teymiyye-i Harrânînin kitabındaki vesikaları bildirdik. Vehhâbîler, ibni Teymiyyenin yolunda olduklarını söyliyorlar. Onun büyük


âlim olduğunu bildiriyorlar. Kendisine Şeyh-ul-islâm diyorlar. Hâlbuki, onun kitaplarını ve fikirlerini kabûl etmiyorlar. O, bütün meyyitlerin, şehitler


gibi diri olduklarını ve şehitler gibi rızklandırıldıklarını bildiriyor. Onun sözüne uymıyan ve onun sözüne uyanlara kâfir ve müşrik damgası basanların,


onun yolunda olduklarına hiç inanılır mı? Resûlullah, işitmez ve ziyârete gelenleri, kendisine yalvaranları görmez, bilmez ve tanımaz diyen ahmaklar, ibni


Teymiyyenin ve hiçbir kimsenin yolunda değildirler. Kendi nefsleri, keyfleri arkasındadırlar. Allahü teâlâ, bunlara akıl versin ve doğru yolu göstersin.


Âmîn!








Meyyitlerin, dirileri gördüklerini bildiren vesikalardan biri, Buhârîdeki, (Her meyyite, her sabah ve her akşam âhıretteki yeri gösterilir. Cennetlik olana,


Cennetteki yeri, Cehennemlik olana, Cehennemdeki yeri gösterilir) hadis-i şerifidir. Gösterilir sözü, gördüklerini bildirmektedir. Allahü teâlâ, (Fir'avn)ın


adamları için, (Onlara sabah akşam ateş gösterilir) buyurdu. Meyyit görmeseydi, gösterilir demek faydasız olurdu. Ebû Nu'aym, Amr bin Dînârdan alarak bildiriyor


ki, (Bir kimse ölünce, ruhunu bir melek tutar. Ruh, bedenin yıkanmasına, kefenlenmesine bakar. Kendisine, insanlar, seni nasıl övüyorlar işit, denir).


Abdüllah ibni Ebiddünyânın [İbni Ebiddünyâ 281 [m. 894] de Bağdâdda vefât etti.] Amr bin Dînârdan alarak bildirdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse, öldükten


sonra çoluk çocuğunun başına gelenleri bilir. Kendisini yıkayanlara ve kefenliyenlere bakar) buyuruldu. (Buhârî)deki sahih hadiste, (Münker ve Nekîr melekleri,


suâl ve cevaptan sonra meyyite, Cehennemdeki yerine bak! Allahü teâlâ, değiştirerek, sana Cennetteki yeri ihsân eyledi derler. Bakar. İkisini birlikte


görür) buyuruldu.








İbni Ebiddünya ve Beyhekî (Şu'ab-ül-îman) kitabında, Ebû Hüreyreden bildirdikleri hadis-i şerifte, (Bir kimse tanıdığı kabir yanına gelip selâm verirse,


meyyit de onu tanır ve selâm verir. Tanımadığı kabrin başına gelip selâm verirse, selâmına cevap verir) buyuruldu. Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki,


meyyit kendini ziyâret edeni, kabri başına geleni görmektedir. Görmeseydi, dünyada tanımamış olduğunu tanımaması bildirilmezdi. Birincisini tanıyarak cevabı


veriyor. İkincisinin selâmına, tanımayarak cevap veriyor.








İmâm-ı Ahmed ve Hâkim, Hz. Âişeden haber veriyorlar ki, (Odama girer, elbisemi çıkarırdım. Çünkü, kabirlerde babam ve zevcim vardı. Hz. Ömer de defnedildikten


sonra, odama girince, elbiselerimi çıkarmaz oldum. Çünkü, o yabancı idi. Ondan hayâ ederdim). (Erbe'în-üt-tâiyye) kitabında bildirilen hadis-i şerifte,


(Bir meyyit, dünyada sevdiği kimse, kendisini ziyârete geldiği zaman sevinir) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, meyyitin, ziyârete geleni gördüğünü bildiriyor.


Görmeseydi, tanımaz ve sevinmezdi. (Sahîh-i Müslim)de, Amr ibni Âstan [Amr ibni Âs 43 [m. 663] de Mısrda vefât etti.] haber veriliyor: Öleceği zaman buyurdu


ki, (Beni defnedince, üzerime toprak atınız! Sonra bir hayvan kesilerek etleri parçalanacak zaman kadar, kabrimin başında bekleyiniz. Sizinle kabrime alışayım


ve sizi göreyim. Böylece Rabbimin gönderdiği suâl meleklerine rahat cevap vereyim). Kabirdeki meyyitlerin duyduklarını ve gördüklerini bildiren böyle sağlam


haberler çoktur. Lüzûmu kadar bildirdik. Uzatmaya hâcet olmasa gerektir. Dirilerin yaptığı işlerin ölülere gösterildiğini yukarıda bildirmiştik. Onlarda


görmek olmasaydı, işlerin onlara gösterilmesi doğru olmazdı. Çünkü, işlerin gösterilmesi demek, iki omuzda bulunan (Kiramen kâtibîn) meleklerinin yazdığı


şeylerin gösterilmesi olduğu anlaşılmaktadır. Bu da mevtâların gördüğünü bildirmektedir. Bunun için, biz de, ölülerin görmesini anlattıktan sonra, dirilerin


işlerinin onlara gösterilmesini bildiren hadis-i şerifleri yazmağı uygun bulduk.








Bu bilgileri, câhiller anlamıyor. Çünkü, Resûlullahın sünnet-i seniyyesini ve bu konudaki hadis-i şerifleri işitmemişlerdir. Kendilerini âlim sanan bu adamlar,


o kadar câhil ve o kadar ahmaktırlar ki, kabirde olan Peygamberler ve Velîler kabir başına gelip, kendilerinden şefaat istiyenleri ve yalvaranları nasıl


bilirler diyorlar? Bunlara deriz ki, o büyüklere dünyada iken birçok şeyler bildiriliyor. Öldükten sonra da, niçin bildirilmesin? Yâhut deriz ki, Allahü


teâlâ, âdet-i ilâhiyyesinin dışında olarak, bunlara ikrâm ve ihsân ederek, işitiyorlar ve biliyorlar. Dirilerin işlerinin ölülere gösterildiği, hadis-i


şeriflerde bildirilmiştir. Buna inanmıyanlara karşı, vesika olan hadis-i şerifleri yukarıda bildirdik. Bu hadis-i şerifleri okuyup anlamıyan biri, ölü


yalnız dünyada iken tanımış olduğu kimseleri görüp işitir derse, ona deriz ki, hadis-i şerifler, tanıdık ve tanımadık diye ayırmıyor. Fakat bunlar, inat


ediyorlar. Ölüp de, başlarına gelinceye kadar inanmazlar.








Ümmetin amellerinin Resûlullaha gösterildiğini bildiren pekçok hadis-i şerif vardır: Bezzâzın sahih kimselerden alarak, Abdüllah ibni Mes'ûd hazretlerinden


haber verdiği hadis-i şerifte, (Hayatım, sizin için hayrlıdır. Bana anlatırsınız. Ben de size anlatırım. Öldükten sonra, vefâtım da, sizin için hayrlı


olur. Amelleriniz bana gösterilir. İyi işlerinizi gördüğüm zaman, Allahü teâlâya hamd ederim. Kötü işlerinizi gördüğüm zaman, sizin için af ve mağfiret


dilerim) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, Resûlullahdan işittim denilerek bildirildi. Başka sağlam kimseler, bunu (Mürsel) olarak da bildirmişlerdir. Amellerin,


işlerin, tanıdıklara gösterildiğini bildiren hadis-i şerife gelince, imam-ı Ahmed ve Hakîm-i Tirmüzî (Nevâdir-ül-usûl) kitabında ve Muhammed bin İshak


ibni Mende [İbni Mende 395 [m. 1005] de vefât etti.] adındaki meşhûr hadis âlimlerinin bildirdikleri hadis-i şerifte, (Yaptığınız işler, kabirde olan yakınlarınıza


ve tanıdıklarınıza bildirilir. İyi işlerinizi görünce sevinirler. Böyle olmıyan işleriniz için, yâ Rabbî! Bizi doğru yola kavuşturduğun gibi, bu kardeşimizi


de kavuştur. Ondan sonra ruhunu al! derler) buyuruldu. Büyük hadis âlimi Süleymân Ebû Dâvüd Tayâlisî [Ebû Dâvüd 204 [m. 819] da vefât etti.] (Müsned) kitabında,


Câbir bin Abdüllahdan gelen hadis-i şerifi şöyle bildiriyor: (Yaptığınız işler, mezardaki yakınlarınıza ve tanıdıklarınıza gösterilir. İşleriniz iyi ise,


sevinirler. İyi değil ise, yâ Rabbî! Bunlara iyi işler yapmaları için kalblerine ilhâm eyle derler). İbni ebî Şeybe (Musannef) kitabında ve Hakîm-i Tirmüzî


ve ibni Ebiddünya, İbrâhîm bin Meysereden haber veriyorlar ki, Ebû Eyyûb-el-Ensârî, İstanbula gazâ etmeye gitti. Birinin yanından geçerken, (Bir kimsenin


öğle vakti yaptığı işler, akşam olunca mezardakilere gösterilir. Akşam yaptığı işleri, sabah olunca, mezardakilere gösterilir) dediğini işitti. Ebû Eyyûb


hazretleri, böyle ne söylüyorsun dedikte, vallâhi bunu sizin için söylüyorum, dedi. Ebû Eyyûb, yâ Rabbî, sana sığınırım. (Ubâdet-ebn-i Sâmitin ve Sa'd


bin Ubâdenin yanında, onlar öldükten sonra, yaptıklarımdan dolayı, yüzümü kara etme) dedi. O kimse cevabında, Allahü teâlâ kullarının kusurlarını örter,


amellerinin iyisini gösterir buyurdu. Hakîm-i Tirmüzînin (Nevâdir) kitabında bildirdiği hadis-i şerifte, (İnsanların yaptıkları işler, Pazartesi ve Perşembe


günleri, Allahü teâlâya arz olunur. Peygamberlere, Evliyâya ve ana-babaya Cuma günleri gösterilir. İyi işleri görünce sevinirler. Yüzlerinin parlaklığı


artar. Allahdan korkunuz! Ölülerinizi incitmeyiniz!) buyuruldu. İnsanların yaptığı işler, mezardaki tanımadıkları ölülere de bildirilir. Abdüllah ibni


Mübârek ve ibni Ebiddünyanın, Ebû Eyyûb-el-Ensârîden bildirdikleri hadis-i şerifte, (Yaptığınız işler, ölülere bildirilir. İyi işlerinizi görünce sevinirler.


Kötü işlerinizi görünce üzülürler) buyuruldu. Hakîm-i Tirmüzînin ve İbni Ebiddünyanın ve Beyhekînin (Şu'ab-ül-îman) kitabında Nu'mân bin Beşîrden bildirdikleri


hadis-i şerifte, (Mezardaki kardeşleriniz için Allahü teâlâdan korkunuz! Yaptığınız işler, onlara gösterilir) buyuruldu. Bu iki hadis-i şerif, bütün ölüler


içindir. Ebüd-derdâ buyuruyor ki, yaptığınız işler, ölülerinize gösterilir. Bununla sevinirler veya üzülürler. İbn-ül-Kayyım-i Cevziyye (Kitâbür-ruh) kitabında,


İbni Ebiddünyadan, o da Sadaka bin Süleymân Câferîden bildiriyor ki, bir kötü huyum vardı. Babamın ölümünden sonra, pişman oldum. Bu taşkınlıklarımdan


vazgeçtim. Bir aralık bir kabahat yaptım. Babamı rü'yâda gördüm. Ey oğlum! Senin güzel işlerinle kabrimde rahat ediyordum. Yaptığın işler bize gösteriliyor.


İşlerin sâlihlerin amellerine benziyor. Fakat, son yaptığından dolayı çok üzüldüm, utandım. Yanımdaki mevtâlar arasında beni utandırma, dedi. Bu haber,


yabancı mevtâların da, dünyadaki işleri anladıklarını gösteriyor. Çünkü, çocuğun işleri babasına gösterildiği zaman, babası oğluna, beni yanımdaki ölülere


utandırma demektedir. Yabancı ölüler, çocuğun işlerinin babasına gösterildiğini anlamasalardı, babası rü'yâda böyle söylemezdi. Hz. Hâlid bin Zeyd Ebû


Eyyûb-el-Ensârînin bildirdiği hadis-i şerifte de, tanıdığı bütün ölülere dünyadaki işlerin gösterildiğini, yukarıda bildirmiştik.








Dördüncü kısm: Meyyitlerin birbirini ziyâret etmeleri ve buluşmaları da, sahih haberlerle bildirilmiştir. Hâris bin Ebî Üsâme ve Ubeydullah bin Sa'îd Vâyilî


(İbâne) kitabında ve Ukaylî, Câbir bin Abdüllahdan haber verdikleri hadis-i şerifte, (Ölülerinizin kefenini güzel yapınız! Onlar, kabirlerinde birbirlerini


ziyâret ederler ve övünürler) buyuruldu. (Müslim) sahihindeki hadis-i şerifte, (Kardeşinin cenâze işini görenleriniz, kefenini güzel yapsın!) buyuruldu.


Çünkü, meyyitler birbirini ziyâret ederler ve övünürler. Ebû Hüreyrenin bildirdiği hadis-i şerifte, (Ölülerinizin kefenlerini güzel yapınız! Çünkü, birbirlerini


kefenleri içinde olarak ziyâret ederler) buyuruldu. Tirmüzî ve İbni Mâce ve Muhammed bin Yahyâ Hemedânî (Sahîh) kitabında ve İbni Ebiddünyâ ve Beyhekî


(Şu'ab-ül-îman) kitabında, Ebû Katâdeden bildirdikleri hadis-i şerifte, (Biriniz din kardeşinin cenâze işlerini görürse, kefenini güzel yapsın! Çünkü onlar,


kabirleri içinde birbirlerini ziyâret ederler) buyuruldu.








[Hâris bin Ebî Üsâme Bağdâdî 282 [m. 895] de, Ubeydüllah Vâyilî 440 [m. 1048] de, Muhammed bin Ömer Hicâzî Ukaylî 322 [m. 934] de, Muhammed Tirmizî 320


[m. 932] de Bag şehrinde, Muhammed ibni Mâce 273 [m. 886] de Kazvinde, Muhammed Hemedânî Mısrî Şâfi'î 347 [m. 959] de, Abdüllah ibni Ebiddünyâ 281 [m.


894] de Bağdâdda, Ahmed Ebû Bekr Beyhekî 458 [m. 1066] de Nişâpûrun Beyhek köyünde vefât etmiştir].








İbni Teymiyye fetvâlarının çeşidli yerlerinde diyor ki, (kabirlerin bulunduğu şehirler, dünyada birbirlerine yakın olsa da, uzak olsa da, mevtâlar birbirlerini


ziyâret ederler. Uzak şehirlerde bulunan mevtâların ruhları, birbirleri ile buluşurlar.) Hanefî mezhebinin âlimleri, fıkh kitaplarında kefenin güzel olması


sünnettir. Çünkü, mevtâlar, birbirlerine övünürler ve birbirlerini ziyâret ederler, yazılıdır. Hattâ, bütün mezheplerin âlimleri, fıkh kitaplarında, bunun


böyle olduğunu bildirmektedirler. Böyle olduğunu bildiren haberler ve insanı hayrete düşüren vak'alar çok bildirilmiştir. Okumak arzu edenler, hadis âlimi


imam-ı Süyûtî hazretlerinin (Şerh-us-sudûr) kitabına mürâce'at buyursun. [Mezhepsizler, hadis âlimlerine güvendiklerini söylüyorlar. Hadis kitaplarından,


senet, vesika olarak çok hadisler yazıyorlar. En büyük islâm âlimi İbni Teymiyyedir diyorlar. Bu hadis kitaplarında, ölülerin, bizim bilmediğimiz ve anlamadığımız


bir görmekle ve işitmekle duyduklarını okuyorlar da, bunlara inanmıyorlar. Resûlullah efendimizin ve Evliyânın işittiklerine inananlara kâfir diyorlar.


Müşrik diyorlar. Peygamberimizin mübârek türbesi önünde, (Şefaat yâ Resûlallah) diyen hâcıları müşrik biliyorlar. Bundan dolayı yüzbinlerce hâcının (Minâ)da


kestikleri yüzbinlerce kurbana necistir, leştir diyerek, bu kurban etlerini yimiyorlar. Toprakla örtüp üzerlerinden buldozer geçiriyorlar. Müşriklerin


kestikleri yinmez ve satılmaz diyorlar.]








Beşinci kısm: Ölüler, dünyada diri olanların yaptıkları işleri, kendilerine gösterilmeksizin de bilmektedirler. Mezhepsizlerin, allâme dedikleri, çok büyük


bildikleri İbn-ül-Kayyım-ı Cevziyye (Kitap-ür-ruh) kitabında, şöyle yazmaktadır:








FASL: Hâfız, yâni hadis âlimi, Ebû Muhammed Abdüllah Eşbîlî burada uzun şeyler bildirmektedir. Ölüler dirilerin işlerinden haber sorarlar. Dirilerin sözlerini


ve işlerini anlarlar. Kitabında, bir sayfa sonra, Amr bin Dînâr diyor ki, (İnsan ölünce, geride bıraktıklarındaki olan bitenleri bilir. Kendisini yıkadıklarını


ve kefenlediklerini görür. Onlara bakar). İbni Kayyım-ı Cevziyye, kitabında, bir sayfa daha sonra, diyor ki, Sa'b bin Cüsâme ile Avf bin Mâlik, birbiri


ile âhıret kardeşi oldular. Hangimiz önce ölürsek, rü'yâda görünelim dediler. Sa'b önce öldü. Avfa rü'yâsında göründü. Avf sordu: Allahü teâlâ sana ne


yaptı? Affeyledi dedi. Konuşmalarının sonunda, kardeşim: Ben öldükten sonra, bana yakın olanların yaptığı herşey bana bildiriliyor. Hattâ kedimizin, şu


kadar gün önce öldüğünü haber aldım. Kızım, altı güne kadar ölecektir. Ona vasî ol, dedi. Rü'yâda söylediği gibi oldu. Kitabında bundan sonra, Sâbit bin


Kaysın, Hâlid bin Velîdin askeri arasında bulunan birisine rü'yâsında göründüğünü bildiriyor. Hâlid bin Velîde git, ona söyle ki, şehit olduğum zaman,


islâm askerinden birisi yanıma geldi. Sırtımdan çelik gömleğimi çıkarıp çadırına götürdü. Çadırı, en sondadır. Çadırı yanında uzun yuları olan bir at otlamaktadır.


Gömleğimi ondan alsın, dedi. Bu kimse, Hâlide bunları bildirdi. Gittiler. Gömleği çadırda buldular.








Altıncı kısm: Dirilerin yaptıkları işleri haber alınca, ölülerin incindikleri, İmâm-ı Süyûtînin (Şerh-us-sudûr) kitabında, Deylemînin Âişe vâlidemizden


bildirdiği hadis-i şerifi yazıyor. Burada, (İnsan, evinde iken nelerden incinirse, kabrinde de onlardan incinir) buyuruldu. İmâm-ı Kurtubî (Tezkire) kitabında


diyor ki, dünyada olanların yaptıkları şeyleri Allahü teâlâ bir melek ile yâhut alâmet ile, işaretle veya başka bir yoldan, ölülere bildirir. İbnül-Kayyım-ı


Cevziyye (Kitap-ür-ruh) kitabında diyor ki, (Dirilerin ruhları ile ölülerin ruhlarının buluştuklarını bildirenlerden biri de şudur: Diri, ölüyü, rü'yâda


görerek, ondan birşeyler soruyor. Meyyit dirinin bilmediklerini ona haber veriyor. Verdiği, olmuş veya olacak haberler doğru çıkıyor. Çok defa, diri iken


gömmüş olduğu ve kimseye bildirmediği malın yerini haber veriyor. Alacağı olduğunu ve şâhitlerini bildirmesi de çok görülmüştür. Kimsenin bilmediği, kendinin


gizli yaptığı bir işi haber vermesi ve bildirdiği gibi çıkması çok görülmüştür. Çok şaşılacak birşey de, şu zamanda öleceksin dediği kimsenin, o zamanda


öldüğü görülmüştür. Bir dirinin gizlice yaptığı bir işin, bir ölü tarafından başka bir diriye bildirilmesi de çok görülmüştür. Sa'b ve Sâbit öldükten sonra


rü'yâda dirilerle konuşmuşlardır. Bunları yukarıda bildirmiştik). İmâm-ı Süyûtî, (Şerh-us-sudûr) kitabında, Muhammed bin Sîrînden bildiriyor ki, meyyitin


bildirdiği şeyler, hep doğrudur. Çünkü meyyit, hiç yalan ve yanlışlık olmıyan bir âlemdedir. O âlemde olanlar, hep doğru söyler. Gördüklerimiz ve anladıklarımız,


bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir. İbnül-Kayyım ve başkaları da böyle söylediler. Ruh, latîf olduğu için, duygu organları ile anlaşılmıyan şeyleri anlamaktadır.


Hakîm ve Beyhekî (Delâil) kitabında, Süleymândan haber veriyorlar ki, Ümm-i Seleme hazretlerinin yanına girdim. Ağlıyordu. Niçin ağladığını sordum. Resûlullahı


rü'yâda gördüm. Ağlıyordu. Mübârek başında ve mübârek sakallarında toprak vardı. Mübârek yüzünüz niye böyle diye sordum. Oğlum Hüseynin şehit edildiğini


gördüm buyurdu. Bunu, Hatîb-i Tebrîzi (Mişkât-ül-mesâbîh) kitabında da yazmaktadır. İbni Ebiddünya, Benî Esed kabîlesinden bir mezarcıdan bildiriyor. Mezarcı


diyor ki, bir gece kabristanda idim. Bir kabirden şöyle ses geldi: Ey Abdüllah dedi. Ne istiyorsun yâ Câbir, cevabı verildi. Yarın bizim yanımıza annemiz


gelecek dedi. Onun bize faydası olmaz. Bize duâ olunmaz. Babam ona kızmıştı. Duâ etmemek için yemin etmişti, cevabı verildi. Sabah olunca, bir kimse geldi.


Bu iki kabir arasına bir mezar kazmamı söyledi. Gece ses işitmiş olduğum iki kabri gösterdi. Bu kabirdekilerin ismi nedir dedim. Bunun ismi Câbirdir. Şunun


ismi Abdüllahdır diyerek gösterdi. Gece işittiklerimi, ona söyledim. Evet, onun için duâ etmemeye yemin etmiştim. Şimdi yeminimi bozup duâ edeceğim ve


kefaret vereceğim, dedi.








[Abdüllah Eşbîlî mâlikî 497 [m. 1104] de, Sa'b bin Cüsâme, Ebû Süfyânın hemşîresi Zeyneb binti Hârbin oğlu olup, Hz. Ebû Bekrin hilâfeti zamanında vefât


etti. Ebû Şücâ Şehrdâr Deylemî 558 [m. 1164] de, Hâkim Muhammed Nişâpûrî 405 [m. 1014] de, Süleymân bin Yesâr, Meymûnenın azâdlısı idi. 107 [m. 726] de,


Veliyyüddîn Muhammed Hatîb-i Tebrîzî şâfi'î 749 [m. 1347] da, Ahmed ibni Hacer-i Askalânî 852 [m. 1448] de Mısrda, Hâfız Yûsüf ibnü Abdilberr mâlikî 463


[m. 1071] de Endülüste, Şâtibede vefât etti].








Yedinci kısm: Ölülerin iş yaptıkları, Allahü teâlânın izni ile, onlardan birçok şeyler görüldüğü sahih kitaplarda bildirilmektedir. Hadis âlimi, imam-ı


Süyûtî (El-mütekaddim) kitabında ve hâfız ibn-i Hacer, fetvâlarında buyuruyorlar ki, müminlerin ruhları (İlliyyîn) denilen makamda, kâfirlerin ruhları


(Siccîn) denilen yerdedir. Her ruh, cesedine, bilinmiyen bir hâlde bağlıdır. Bu bağlılıkları, dünyadaki bağlılıklar gibi değildir. Rü'yâ gören kimsenin


gördüğü şeylere olan bağlılığı gibidir. Fakat, ölülerin cesedlerine ve başka şeylere bağlılıkları, rü'yâ görenin bağlılığından pekçok kuvvetlidir. Bunun


içindir ki, ibnü Abdilberrin, ruhlar kabirlerinin yanındadır sözü ile yukarıdaki sözün arasını bulmak güç olmaz. Ruhların kendi cesedlerine te'sîr ve tasarruf


etmelerine ve kabirde bulunmalarına izin verilmiştir. Meyyit kabirden çıkarılıp başka kabre konursa, ruhun bedenle olan bağlılığı bozulmaz. Beden çürüyüp,


toprak maddeleri, sıvıları ve hâsıl olan gazları dağılınca, bu bağlılık yine bozulmaz. İmâm-ı Süyûtî buyuruyor ki, ruhun İlliyyînde olduğu hâlde, bedene


bağlanmasına ve tasarruf yapmasına izin verildiğini İbni Asâkirin, Abdüllah ibni Abbâstan haber verdiği şu hadis-i şerif göstermektedir: Resûlullah, Câfer


Tayyâr hazretleri şehit olduktan sonra buyurdu ki, (Bir gece Câfer Tayyâr yanıma geldi. Yanında melek vardı. İki kanadlı idi. Kanadlarının uçları kana


boyanmış idi. Yemendeki Bîşe denilen vâdiye gidiyorlardı.) İbni Adînin Hz. Ali ibni Ebî Tâlibden haber verdiği hadis-i şerifte, (Câfer bin Ebî Tâlibi meleklerin


arasında gördüm. Bîşe ahâlîsine yağmur geleceğini müjdeliyorlardı) buyuruldu. Hadis âlimlerinden Hakîmin Abdüllah ibni Abbâstan verdiği haberde, Resûlullahın


yanında oturuyordum. Esmâ bint-i Umeys yanımızda idi. Resûlullah, aleyküm selâm dedikten sonra, (Yâ Esmâ! Şimdi, zevcin Câfer, Cebrâîl ve Mikâil ile birlikte


yanıma geldiler. Bana selâm verdiler. Selâmlarına cevap verdim. Bana dedi ki, (Mûte) gazâsında kâfirler ile birkaç gün savaştım. Vücûdümün her tarafında


yetmişüç yerimden yaralandım. Bayrağı, sağ elime aldım. Sağ kolum kesildi. Sol elime aldım, sol kolum kesildi. Allahü teâlâ, iki kolum yerine bana iki


kanad verdi, Cebrâîl ve Mikâîl ile birlikte uçuyorum. İstediğim zaman Cennetten çıkıyorum. İstediğim zaman girip meyvelerini yiyorum) buyurdu. Esmâ, bunları


işitince, Allahü teâlânın nîmetleri Câfere âfiyet olsun. Fakat, herkes bunu benden işitince inanmazlar diye korkuyorum. Yâ Resûlallah, minbere çık sen


söyle! Sana inanırlar dedi. Resûlullah mescide teşrîf edip, minbere çıktı. Allahü teâlâya hamd ve senâ eyledikten sonra, (Câfer ibni Ebî Tâlib, Cebrâîl


ve Mikâîl ile birlikte yanıma geldiler. Allahü teâlâ, ona iki kanad vermiş. Bana selâm verdi) buyurdu. Sonra, Esmâya haber verdiklerini bir bir söyledi.


Bu hadis-i şerifler gösteriyor ki, Allahü teâlâ, şehit olan ve sâlih olan kullarına, insanlara faydalı olan işleri yapmak için izin vermektedir. Bunu bildiren,


daha nice haberleri hadis âlimleri yazmışlardır. Bunlardan birini, imam-ı Celâleddîn Süyûtî şöyle bildiriyor: İbni Ebiddünya diyor ki, Ebû Abdüllah Şâmî,


rumlarla gazâya gitmişti. Düşmanı kovalıyorlardı. İki kişi askerden uzaklaştılar. Birisi şöyle anlatıyor: Düşman kumandanına rastladık. Üzerine hücûm ettik.


Çok savaştık. Arkadaşım şehit oldu. Geri döndüm. Askerlerimizi aradım. Sonra kendi kendime dedim ki, sana yazıklar olsun! Ne için kaçıyorsun. Geri döndüm.


Düşman kumandanına saldırdım. Kılıncım boşa gitti. O, bana saldırdı. Beni devirdi. Göğsümün üstüne oturdu. Beni öldürmek için eline bir şey aldı. Tâm o


sırada, şehit olmuş olan arkadaşım yerinden fırladı. Ensesinden saçlarını yakaladı. Üstümden çekti. Birlikte kâfiri öldürdük. Uzaktaki bir ağaca kadar


birlikte konuşarak yürüdük. Orada ölü olarak yattı. Arkadaşlarıma gelip, olanları haber verdim. Hanefî mezhebi âlimlerinden (Ravdat-ül-Ulemâ) kitabının


sahibi Hüseyn Buhârî Zendüvistî [Zendüvistî Hüseyn Buhârî 400 [m. 1009] da vefât etti.] ve (Zübdet-ül-Fukaha) kitabının sahibi de, bu vak'ayı bildirmişlerdir.


Hadis âlimlerinden Mehâmilî (Emâliyyül-İsfehâniyye) kitabında bildiriyor ki, Abdülazîz bin Abdüllah dedi ki, bir arkadaşla Şâmda idik. Yanında zevcesi


de vardı. Bunların oğlunun şehit olduğunu daha önceden biliyordum. Yanımıza bir süvârî geldi. Arkadaşım, bunu karşıladı. Zevcesine dönerek, bu bizim oğlumuz


dedi. Zevcesi, şeytan senden uzak olsun. Sen aldanıyorsun. Oğlunun çoktan şehit olduğunu unuttun mu dedi. Adam, söylediğine pişman oldu. Fakat, süvârîye


yaklaştı. Dikkat ile bakarak, vallâhi bu bizim oğlumuz dedi. Kadın da, bakmak zorunda kaldı. Vallâhi o diye bağırmaya başladı. Babası, oğlum sen şehit


olmuştun değil mi? dedi. Evet babacığım. Fakat, Ömer bin Abdülazîz şimdi vefât etti. Şehitler, onu ziyâret etmek için Rabbimizden izin istedik. Ben ayrıca


size selâm vermek için de izin istedim, dedi. Vedâ' edip yanlarından ayrıldı. Az zaman sonra, Ömer bin Abdülazîzin vefât ettiği işitildi. İmâm-ı Süyûtî


buyuruyor ki, bu haberler, sağlamdır, doğrudur. Hadis âlimleri, vesikaları ile birlikte bunları yazmışlardır. Bunu, imam-ı Yâfi'î yazmıştır. Onun yazısını


kuvvetlendirmek için, ben de bildirdim. Böyle vak'alar, imam-ı Süyûtînin kitabında çok yazılıdır. Anlamak istiyenler oradan okuyabilirler.








İmâm-ı Yâfi'î buyuruyor ki, mevtâları iyi veya kötü hâlde görmek, Cenâb-ı Hakkın bazı kullarına ihsân ettiği bir keşftir, kerâmettir. Dirilere müjde vermek,


vaaz olmak, yâhut ölüler için hayrlı bir iş yapılmasına, borçlarının ödenmesine yaraması içindir. Ölüleri görmek daha çok rü'yâda olmaktadır. Uyanık iken


görenler de vardır. Evliyâ için, hâl sahipleri için kerâmettir. Kitabının başka bir yerinde diyor ki, Ehl-i sünnet mezhebinin âlimleri buyuruyor ki, ölülerin


İlliyyîndeki veya Siccîndeki ruhları, arasıra yâni Allahü teâlâ dileyince, mezarlarındaki cesedlerine red olunurlar. En çok Cuma geceleri, böyle olur.


Birbirleri ile buluşurlar, konuşurlar. Cennetlik olanlar, nîmetlere kavuşur. Azâb görecekler, azâb olunurlar. Ruhlar, İlliyyînde veya Siccînde iken, ceset


olmaksızın da, nîmetlenir ve azâb çekerler. Kabirde ise, ruh ve ceset birlikte nîmetlenir. Yâhut azâblanır. İbn-ül-Kayyım-ı Cevziyye (Kitap-ür-ruh)da diyorki,


bu yazılardan anlaşılıyor ki, ruhun hâli, kuvvetli ve zayıf ve büyük ve küçük olduğuna göre değişmektedir. Büyük ruhlar için olanlar, başka ruhlar için


olmaz. Dünyada da ruhların, kuvvetli, zayıf, sür'atli olduklarına göre başka başka hâlleri olduğu bilinmektedir. Bedenin esaretinden ve bağlılığından ve


tasarrufundan kurtulan ruhların kuvvetleri, nüfûzları, himmetleri, sür'atleri ve Allahü teâlâya ve madde âlemine te'allukları, bedene bağlı olan ruhlar


gibi elbet değildir. Ruhun kendisi yüksektir, temizdir, büyüktür, yüksek himmet sahibidir. Bedenden ayrıldıktan sonra, daha başka olur. Başka şeyler yapabilir.


İnsanların öldükten sonra ruhları, rü'yâda görülüp öyle şeyler yapmışlardır ki, diri iken, bedene bağlı oldukları zaman bunları yaptıkları görülmemiştir.


Bir kişi veya iki kişi veya birkaç kişinin, büyük bir orduyu mağlup etmesi çok görülmüştür. Resûlullah ve Ebû Bekr ve Ömer, çok defa rü'yâda görülmüş ve


ruhları, kâfir ve zâlim askerlerini dağıtmış, kaçırmıştır. Bu yazdıklarımız, (Nâzi'ât) sûresinin 5. âyetinin tefsîrinde, bazı müfessirlerin meselâ Beydâvînin


(Evliyânın ruhu bedenden ayrılınca, melekler âlemine gider. Oradan Cennet bahçelerinde dolaşır. Bedenine de bağlılığı kalıp, te'sîr eder) demelerine uygun


olmaktadır.








[Hüseyn bin Yahyâ Zendüvistî Buhârî 400 [m. 1010] de vefât etti. (Ravdat-ül-ulemâ) kitabı meşhûrdur. Ahmed Mehâmilî şâfi'î 415 [m. 1024] de Bağdâdda, Ömer


bin Abdülazîz 101 [m. 720] de, Afîfüddîn Abdüllah Yâfi'î şâfi'î 768 [m. 1367] de Mekkede, Kâdı Abdüllah Beydâvî Şîrâzî 685 [m. 1281] de Tebrîzde vefât


etti.]








Sekizinci kısm: Dirilerin, mezardaki nîmetleri ve azâbları anlaması ve baş gözü ile görmesi câiz olduğu, Allahü teâlâ ve Resûlü tarafından haber verilmiştir.


Ehl-i sünnet ve cemaat âlimleri, kabirde nîmet ve azâb olduğunu, bunun hem ruha, hem de bedene birlikte olduğuna inanmak lâzım geldiğini sözbirliği ile


bildirmişlerdir. (Akâ'id) kitapları, bunları uzun uzun bildirmektedir. Kabir azâbına yalnız (Mu'tezile) ve (Hâricîler) inanmıyorlar. Kabir azâbının doğru


olduğu, hadis-i şeriflerle ve Eshâb-ı kirâmın eserleri ile, Selef-i sâlihînin yazıları ile bildirilmektedir. Bazı câhillerin kabir azâbına inanmamaları,


bu vesikalardan haberleri olmadığı içindir. Onların îmanını kuvvetlendirmek için, vesikalardan bir kaçını bildirmek uygun görüldü.








Peygamberlerin kabirde bilmediğimiz bir hayat ile diri olduklarını, namaz kıldıklarını yukarıda bildirmiştik. Peygamberlerin, vefâtlarından sonra, hac ettikleri,


Buhârîde ve Müslimde bildirilmektedir. Peygamber olmıyanlara gelince, Ebû Nu'aym bildiriyor ki, Sâbit-ül-Benânî diyor ki, Hamîd-i Tavîle sordum: Mezarda


yalnız Peygamberler mi namaz kılar? Hayır başkaları da kılabilir dedi. Sâbit, yâ Rabbî! Bir kimsenin mezarda namaz kılmasına izin veriyor isen, Sâbitin


de kabirde namaz kılmasını nasip eyle dedi. Ebû Nu'aym, yine bildiriyor ki, Şeybân bin Cisr dedi ki, kendinden başka ilâh bulunmıyan Allahü teâlâya yemin


ederim ki, Sâbit-i Benânîyi mezara koydum. Hamîd-i Tavîl de yanımda idi. Üzerine toprak örttük. Toprak bir yerinden çöktü. Kabre baktım, namaz kıldığını


gördüm. İbni Cerîr (Tehzîb-ül-Âsâr) kitabında ve Ebû Nu'aym, İbrâhîm bin Sâmitten haber veriyorlar ki, seher vakitlerinde kabristandan geçenler, Sâbit-i


Benânînin kabrinden Kur'an-ı kerim sesi duyduklarını söylerlerdi. İbnül Cevzî (Safvet-üs-Safve) kitabında da bunu bildirmektedir. Tirmüzî ve Hâkim ve Beyhekî,


Abdüllah ibni Abbâstan haber verdiler ki, Eshâb-ı kirâmdan birkaçı, bir yere çadır kurmuşlardı. Burada bir kabir bulunduğunu bilmiyorlardı. Çadırda, (Mülk)


sûresinin okunduğu işitildi. Resûlullaha bunu haber verdiklerinde, (Bu sûre-i şerife insanı kabir azâbından korur) buyurdu. Ebül-Kâsım-ı Sa'dî (Kitap-ür-ruh)


kitabında diyor ki, meyyitin kabirde okuduğunu bu hadis-i şerif isbât etmektedir. Çünkü, Abdüllah ibni Ömer de bir yere çadır kurmuştu. Çadırda Kur'an-ı


kerim sesi işitti. Resûlullaha haber verdi. Bu sözü tasdik buyurdu. Hadis âlimlerinden Abdürrahmân ibni Receb (Ehvâl-ül-Kubûr) kitabında diyor ki, Allahü


teâlâ dilediği kuluna kabirde sâlih işler yapmağı ihsân eder. İnsan ölünce amel, ibâdet yapmak vazîfesi biter. Kabirdeki ibâdete sevap verilmez. Fakat,


Allahü teâlânın ismini söylemekle ve ibâdet etmekle zevklenir. Melekler ve Cennette olanlar da böyledirler. İbâdet yapmaktan lezzet duyarlar. Çünkü zikir


ve ibâdet ruhu temiz olanlar için, en tatlı şeydir. Ruhu hasta olanlar, bunun tadını duyamaz. İbnül Kayyım-ı Cevziyye (Kitap-ür-ruh)da ve ibni Teymiyye


ve daha birçok âlimler ve imam-ı Süyûtî (Şerh-us-Sudûr) kitabında bunu bildirmektedirler. Ebül-Hasen bin Berâ' (Ravda) kitabında bildiriyor ki, mezarcı


İbrâhîm, (Bir mezar kazmıştım. Mezardan ve kerpiç parçalarından misk kokusu duydum. Kabre baktım. Bir ihtiyâr oturmuş Kur'an-ı kerim okuyordu) dedi. Muhammed


bin İshâk ibni Mende, Âsım-ı Sekâtîden haber veriyor ki, Belh şehrinde bir kabir kazdık. Yanındaki kabrin içi göründü. İçeride yeşil kefenli bir ihtiyâr,


elinde Kur'an-ı kerim okuyordu. Bu kitapta, bunun gibi çok şeyler yazılıdır. Hadis âlimlerinden Ebû Muhammed Helâl (Kerâmât-ül-Evliyâ) kitabında, Ebû Yûsüf


Gasûlîden haber veriyor: Şâmda İbrâhîm bin Edhem hazretlerinin yanına gittim. Bugün, şaşılacak birşey gördüm dedi. O nedir dedim. Karşıdaki kabristanda


bir kabir yanında idim. Kabir yarıldı. Yeşil kefenli bir ihtiyâr göründü. Yâ İbrâhîm! Allahü teâlâ beni, senin için diriltti. Dilediğini benden sor dedi.


Allahü teâlâ seni nasıl karşıladı dedim. Etrâfımı kötü amellerim sarmıştı. Seni üç şey için affettim buyurdu: Benim sevdiklerimi severdin, dünyada hiç


içki içmezdin, aksakalınla huzuruma geldin. Böyle huzuruma gelen müminlere azâb yapmaktan utanırım buyurdu. İhtiyâr, bundan sonra kabirde gayb oldu. İbnül


Cevzî (Safvet-üs-Safve) kitabında Mu'âzeyi anlatırken bildiriyor: Ümmül Esved dedi ki, Mu'âze benim süt anam idi. Birgün dedi ki, Ebüs-sahbâ ve oğlum şehit


olunca, dünya gözüme zindan oldu. Hiçbir şeyden tad alamaz oldum. Yalnız şunun için yaşamak istiyorum ki, cenâb-ı Hakkın rızasına kavuşturacak birşey yapabilsem


de, Ebüs-sahbâ ile ve oğlum ile Cennette buluşabileyim. Muhammed bin Hüseyn bildiriyor: Mu'âze vefât ederken ağladı. Sonra güldü. Sebebini sorduk. Namazdan,


orucdan ve Kur'an-ı kerim okumaktan ve Allahü teâlâyı zikretmekten ayrılıyorum diye üzülmüştüm. Sonra Ebüs-sahbâyı gördüm. İki parça yeşil elbise giymiş.


Dünyada böyle görmemiştim. Bunun için de güldüm dedi. Mu'âze, Hz. Âişeyi görmüştü. Ondan hadis-i şerif haber vermişti. Hasen-i Basrî ve Ebû Kılâbe ve Yezîd


Rekâşî gibi büyük âlimler, Mu'âzeden hadis rivayet etmişlerdir.








[Zübde müellifi İbrâhîm Mısrî 957 de, Muhammed ibni Cerîr Taberî 310 [m. 923] da, Ebülferec Abdürrahmân ibnül-Cevzî hanbelî 597 [m. 1200] de, İbni İshâk


Muhammed 151 [m. 768] de Bağdâdda, İbni Mende Muhammed 395 [m. 1005] de, Ebû Muhammed Abdüllah Helâl mâlikî 616 [m. 1219] da Mısrda, İbni Receb hanbelî


795 de vefât etmiştir].








Kabir azâbını görenler de vardır. Mümin sûresinin kırkaltıncı âyet-i kerimesinde meâlen, (Fir'avna ve adamlarına her sabah ve akşam gidecekleri Cehennem


ateşi gösterilir) buyuruldu. (Buhârî) ve (Müslim)deki hadis-i şerifte, (Eğer, gizli tutabilseydiniz, kabir azâbını, benim işittiğim gibi, size de işittirmesi


için, duâ ederdim) buyuruldu. Kabir azâbı ruha ve cesede birlikte olmaktadır. Çünkü, küfrü ve günahları ikisi birlikte yapmaktadır. Yalnız, ruha azâb yapılması,


hikmete ve ilâhî adalete uygun değildir. Âlimler buyuruyor ki, beden kabirde çürüyüp yok olmakta görülüyor ise de, Allahü teâlânın ilminde vardır. Eshâb-ı


kirâmdan birçoğu, ölülerin ruhlarına bedenleri ile birlikte azâb yapıldığını görmüş ve haber vermişlerdir. İbn-i Kayyım-ı Cevziyye (Kitap-ür-ruh)da ve


imam-ı Süyûtî (Şerh-us-Sudûr)da ve Abdürrahmân ibni Receb hanbelî [İbni Receb 795 [m. 1392] de vefât etti.] (Ehvâl-ül-kubûr)da bildiriyorlar ki, bir kimse,


Resûlullahın yanında (Topraktan birinin çıktığını gördüm. Bir adam buna sopa ile vurarak yerde gâib olduğunu, böylece toprağa girip çıktığını gördüm) dedi.


Resûlullah bunu işitince, (O gördüğün Ebû Cehldir. Kıyâmete kadar böyle azâb çeker) buyurdu. Bu ve bunun gibi haberler, Peygamberler ve Evliyâ gibi, herkesin


de kabirdekileri görebileceğini bildirmektedirler. Evliyânın görmesi, hiç inkâr edilemez. Allahü teâlânın kudreti ile görmektedirler.








Buraya kadar yazdıklarımız, mevtâların mezarda, kabir hayatı denilen bilmediğimiz bir hayat ile diri olduklarını göstermektedir. İslâm âlimlerinin hepsi


diyor ki, ölmek, yok olmak değildir. Bir evden bir eve göç etmek demektir. Peygamberler ve Velîler de, islâmiyeti yaymak için çalışmışlardır. Hepsi şehitlik


derecesine kavuşmuşlardır. Şehitlerin diri oldukları, Kur'an-ı kerimde açıkça bildirilmektedir. Böyle olunca, onlardan tesebbüb ve teşeffû' ve tevessül


etmek şaşılacak bir şey midir? (Tesebbüb) demek, onları sebep yapmak, yâni Allahü teâlâ katında yardım etmelerini dilemektir. (Tevessül) demek, bizim için


duâ etmelerini dilemektir. Çünkü onlar, Allahü teâlânın dünyada da, âhırette de sevgili kullarıdır. Onların istediklerine kavuşacaklarını, her dilediklerinin


verileceğini, Kur'an-ı kerim bildirmektedir. Böyle olan meyyitlerden, dirilerden beklenen şeyleri bekliyen bir kimse kötülenebilir mi? Bunlardan beklenen


şeyleri, Allahü teâlânın yaratacağına, Allahdan başka yaratıcı bulunmadığına inanan bir kimsenin, mezardaki Peygamberleri, Velîleri sebep kılması, vesîle


yapması, hiç inkâr olunabilir mi? Bunları, onlar çürüdü, toprak oldu, yok oldu zannedenler inkâr eder. İslâmiyeti bilmiyenler ve onların büyüklüğünü, yüksekliğini


anlıyamıyanlar inanmaz. Peygamberlerin ve Evliyânın yüksekliklerini ve üstünlüklerini anlamıyan kimseler, din câhilleridir. İslâmiyeti anlamamışlardır.


Onların câhil dedikleri müslümanlar, kendilerinden daha bilgili ve daha anlayışlıdırlar. Evliyânın ve Peygamberlerin mezarlarına gidip, onların vâsıtası


ile, onları sebep kılarak, Allahü teâlâdan birşey istemenin ve kıyâmet günü bize şefaat etmeleri için, kendilerine yalvarmanın câiz olduğu, hadis-i şeriflerde


bildirilmiştir ve islâm âlimleri sözbirliği ile haber vermişlerdir. İnsanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâmın hadis-i şeriflerine ve Onun yolunda


giden seçilmişlerin, sevilmişlerin kitaplarına inanmak nîmetini bize ihsân eden Allahü teâlâya hamd ve şükrler olsun! Bu büyük nîmeti Rabbimiz bize ihsân


etmeseydi, kendimiz anlıyamaz, bulamaz, helâk olurduk.








Peygamberlerin ve Evliyânın vâsıtası ile yâni onları sebep yaparak, vesîle ederek, Allahü teâlânın yaratmasını istemek câiz olduğunu gösteren âyet-i kerimeleri


bildirelim: Mâide sûresinin otuzsekizinci âyetinde meâlen, (Ey îman edenler! Allahü teâlâdan korkunuz! Ona yaklaşmak için vesîle arayınız) ve İsrâ sûresinin


elliyedinci âyetinde meâlen, (Ol kimseler ki, duâ ve ibâdet ederler, Rablerine yaklaşmak için, vesîle ve sebep ararlar. Sebeplerin Allahü teâlâya en çok


yaklaştıranını isterler) buyuruldu. Bu âyet-i kerimelerde Allahü teâlâ, sebebe, vesîleye yapışmağı emretmektedir. Vesîlenin kendisine en çok yaklaştırıcı


bir şey olduğunu bildirmektedir. Vesîlenin belli bir şey olduğu bildirilmedi. Bunun için, Allahü teâlânın rızasına kavuşturan herşey, yâni Hâricîlerin


dedikleri gibi yalnız duâları değil, şefaatleri ve Allahü teâlâ indinde mertebeleri ve kıymetleri ve kendileri hep vesîledirler. [(Vehhâbî) kitabının doksanyedinci


sayfasında de bu âyet-i kerimelerden ikincisi yazılı olup, Katâdenin (Allahü teâlâya, râzı olduğu ibâdetleri yaparak yaklaşınız) dediğini bildiriyor. Vesîle,


Peygamberlerin ve onların yolunda olanların gittikleri yoldur. Onların yolu vesîledir, kendileri vesîle değildir diyor.] Ehl-i sünnet âlimleri ise, Peygamberlerin


ve onlara tâbi olanların gittikleri yol, yâni îman ve ibâdet ve ihlâs, vesîle olduğu gibi, o büyüklerin şefaatleri, makamları, kerâmetleri, duâları ve


kendileri de vesîledir dedi. Kendileri vesîle olamaz diyenler, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere ve Peygamberlere ve Evliyâya iftirâ ediyorlar. Peygamberlerin


ve Evliyânın kendilerinin vesîle edilmesi, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmektedir.








Enfâl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen, (Sen aralarında bulundukça, o kâfirlere azâb etmem) buyuruldu. Tefsîr kitaplarında ve Buhârîde bildirildiği


gibi, kâfirler Peygamberimiz ile alay ediyorlardı. Rabbine söyle de, bize çabuk azâb göndersin diyorlardı. Bu sözleri üzerine, yukarıdaki âyet-i kerime


nâzil oldu. Resûlullahın mübârek cesed-i şerifinin kâfirler arasında bulunması, onlara azâb gelmesini önlemektedir buyuruldu. Resûlullah, Peygamberlik


makamı ile, yâhut duâ ederek, yâhut şefaat ederek, azâb gelmesini önlüyordu denilemez. Çünkü, kâfirlere duâ ve şefaat edilmediği gibi, inanmadıkları Peygamberliğin


onlara faydası olamaz.








Enfâl sûresinin otuzüçüncü âyetinin devamında meâlen, (Onlar istiğfâr ettikleri için Allahü teâlâ onlara azâb yapmaz) buyuruldu. Selef-i sâlihînden birçoğu


bu âyet-i kerime için, onlardan, istiğfâr edecek olan çocuklar dünyaya geleceği için, onlara azâb etmem demektir dedi. Allahü teâlâ, kâfirlerden müminler


dünyaya getirmeyi ezelde takdîr buyurduğu için, o kâfirlere azâb etmem buyurdu. Böyle söyliyen âlimlere göre, kâfirlerin kanında bulunan, müminlerin zerreleri,


azâbı önlemeye sebep olmaktadır.








Bekara sûresinin ikiyüzellibirinci âyetinde ve Hac sûresi kırkıncı âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ insanları birbirine karşı serbest bıraksaydı, yeryüzü


altüst olurdu) buyuruldu. Tefsîr âlimlerinden birkaçı, bu âyet-i kerimeye, Allahü teâlâ, müminleri yaratmayıp yalnız kâfirleri yaratsaydı, yeryüzü karmakarışık


olurdu. Müminlerin vücûdları, yeryüzünün karışmasını önlemektedir dedi. Saadet, insanın kendisindedir. İşleri ile hâsıl olmaz. Bunun için hadis-i şerifte,


(İnsan, dünyaya gelmeden önce Sa'îddir, iyidir. Yâhut şakîdir, kötüdür) buyuruldu. İnsana sa'îd olmasında, iyi işlerinin te'sîri bulunması, görünüştedir.


Hakîkatte böyle değildir. Bunun içindir ki, hadis-i şerifte, (Bir kimse, Cehenneme götürücü kötü işleri yapar. Cehenneme yaklaşır. Ümm-ül kitapta, yâni


ilm-i ilâhîde sa'îd ise, son günlerinde Cennete götürücü bir iş yaparak Cennete gider) buyuruldu. Amel, insanı Cennete götürmez. Cennete gitmeye sebep


olur. Bunun içindir ki, hadis-i şerifte, (Hiç kimse iyilikleri ile, ibâdetleri ile Cennete girmez) buyuruldu. Senin için de böyle midir? Yâ Resûlallah!


dediklerinde, (Benim için de böyledir. Ancak Allahü teâlânın merhameti ile, ihsânı ile kurtulurum) buyurdu. İyi işler, ibâdetler yapan, elbet Cennete gider


denilemez. Ezelde sa'îd yazılmış olan elbet Cennete gider denilir. Saadet ve şekâvet, insanların işlerine değil, kendisine göredir. Allahü teâlânın, Muhammed


aleyhisselâmı, insanlar arasından seçmesi ve Onu bütün Peygamberlerinden üstün yapması, mübârek zatı içindir, kendisi içindir. Bunu her mümin bilmektedir.


Resûllerin, Nebîlerin, Velîlerin üstünlükleri de, hep böyledir. Mevkı', mertebe ve her yükseklik zata tâbidir. Zat, mevkı'e tâbi değildir. [Meselâ, insan


pâşa olduğu için kıymetlidir, denilmez. Kıymetli olduğu için, pâşa olmuştur denir.] Vehhâbîlerin, madde, cism ve zat, sebep olamaz sözlerinin yanlış olduğu


anlaşıldı. Âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler ve Resûlullahın sünnet-i seniyyesi, onların yanlış ve bozuk yolda olduğunu göstermektedir.








Hadis-i şerifte, (Toprağımızın ve birimizin tükrüğünün bereketi ile ve Rabbimizin izni ile hastamız şifâ bulur) buyuruldu. Bir kimse temiz toprağı, temiz


tükrüğü ile karıştırıp, hastaya ilâc yaparsa, Allahü teâlâ şifâ ihsân eder. Toprak ve tükrük ve eczâcının te'sîri belli olan ilâcları, hep maddedir, cismdir,


yâni zâttırlar. Bunların mevkı'i, rütbesi ve şefaati düşünülemez. İmâm-ı Müslim Şâfi'înin (Sahîh-i Müslim) kitabındaki hadis-i sahihde buyuruldu ki, (Zemzem


suyu, içenin niyetine göre fayda verir). Zemzem suyu, dünya ve âhıretin herhangi bir faydası için niyet ederek içilirse, istenilen fayda hâsıl olur. Böyle


olduğu çok görülmüştür. Zemzem suyu, zâttır, maddedir. Şifâ, fayda vermek için, rütbesi ile te'sîr etmesi, yâhut duâ ve şefaat etmesi düşünülemez.








Sahih olan hadis-i şerifte ve bütün fıkh âlimlerinin sözbirliği ile bildirdikleri gibi, Kâbe kapısı ile (Hacer-ül-esved) taşının arasındaki tavâf yerine


(Mültezem) denir. Bir kimse, burada karnını Kâbe duvarına değdirip, (Mültezem)i vesîle ederek, Allahü teâlâya yalvarırsa, Allahü teâlâ onu zarardan, kusurdan


korur. Böyle olduğu çok tecrübe edilmiştir. Herkesin bildiği gibi, Mültezem, Kâbe duvarında birkaç taştır. Bu taşlar zâttır. Yâni maddedir. Allahü teâlâ,


her maddeye belli hâssalar, özellikler verdiği gibi, bu taşlara da, hayra, faydaya vesîle olmak hâssasını vermiştir. [Aspirine ağrı kesmek, kinine sıtma


plasmodyumlarını öldürmek, ispirtolu suya aklı gidermek hâssalarını verdiği gibi, bu taşlara, başka taşlardan fazla olarak, duâların kabûl olmasına sebep


olmak hâssasını vermiştir.]








Kâbenin kuzey tarafında bulunan su oluğunun altındaki tavâf yerine ve Mescid-i Haram içindeki, Kâbe kapısı karşısında bulunan (Makam-ı İbrâhîm) denilen


yere ve (Hacer-ül esved) denilen Kâbe köşesindeki taşı öpmeye ve elini yüzünü sürmeye de, böyle faydalı hâssalar verilmiştir. Bunlara tevessül edenlerin,


yâni bunları vâsıta kılarak duâ edenlerin, duâları kabûl olmak hâssasını, kıymetini, Allahü teâlâ bu maddelere vermiştir. Bu maddelerin, duâların kabûl


olmasına vesîle oldukları biliniyor ve görülüyor ve inanılıyor da, Resûlullahı ve Onun yolunda olan, Allahü teâlânın sevgili kullarını vesîle ederek yapılan


duâlar hiç kabûl olmaz mı? Eğer bir kimse, yerdeki toprağın ve bazı kimselerin tükrüğünün ve Zemzem suyunun ve Mültezemdeki taşların ve İbrâhîm aleyhisselâmın


mübârek ayaklarının izi bulunan Makam-ı İbrâhîmin ve Hacer-ül-esved taşının, yâni bu maddelerin hepsinin faydalı şeyler için vesîle, sebep olmaları, Peygamberlerin


ve Evliyânın mezarlarının da, vesîle olacağını göstermez derse, bu kimsenin din câhili olduğunu, Allahdan ve Resûlullahdan ve müslümanlardan utanmadığını


gösterir. Çünkü, Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın zat-ı şerifini çok yüksek bilirler, pek saygı gösterirlerdi.








Urve-tebni Mes'ûd-issekafînin (Buhârî)de ve başka kitaplarda bildirilen sözleri meşhûrdur. Urve diyor ki, (Hudeybiye) sulhu için, müşriklerin elçisi olarak,


Resûlullahın yanına gelmiştim. İşim bittikten sonra Mekkeye, Kureyş büyüklerinin yanına döndüm. Onlara dedim ki, biliyorsunuz. Acem şâhı olan Kisrâlara


ve Bizans kıralı olan Kayserlere ve Habeş pâdişâhı olan Necâşîlere çok gittim, geldim. Bunlara yapılan hurmetin, Muhammed aleyhisselâmın Eshâbının, Muhammed


aleyhisselâma yaptıkları hurmet kadar çok olduğunu görmedim. Muhammed aleyhisselâmın tükrüğünün yere düştüğünü görmedim. Eshâbı avuçları ile kapışıp yüzlerine,


gözlerine sürüyorlardı. Abdest almış olduğu suyu da kapışıp, bereket için saklıyorlardı. Traş olunca, bir kılı yere düşmeden önce Eshâbı kapışıyorlardı.


En kıymetli cevher gibi saklıyorlardı. Saygılarından, edeblerinden, yüzüne bakamıyorlardı dedi. Eshâb-ı kirâmın Resûlullahın zâtından ayrılan en ufak zerrelere,


hattâ başkaları için pis, çirkin sayılan şeylerine bile nasıl kıymet verdikleri bu haberden anlaşılmaktadır. Bu saygı ve edebler mübârek tükrüğünün ve


mübârek uzvlarına değmiş olan abdest sularının, onlara duâ etmeleri veya şefaat etmeleri, yâhut rütbe ve kıymetleri olduğu içindir denilebilir mi? Bunlar,


maddedir. Fakat, en şerefli bir zâttan, maddeden ayrıldıkları için, kıymetli olmuşlardır. Hakîkî din adamıyız, tevhîd ehliyiz diyerek övündükleri hâlde,


Resûlullahı Lât putu ile bir tutuyorlar. Resûlullahın ve Onun Eshâbının yaptıklarını ve emrettiklerini puta tapmaya benzetiyorlar. Onlar gibi söylemekten,


onlar gibi düşünmekten ve onlar gibi inanmaktan Allahü teâlâya sığınırız.








Peygamberleri ve Onların yolunda olan seçilmiş, sevilmiş Velîleri vâsıta kılarak Allahü teâlâdan dilekte bulunmanın câiz olduğunu gösteren hadis-i şerifler


o kadar çoktur ki, bunlara kötü düşmanlarımız hiç cevap veremiyor. Şaşırıp kalıyorlar: Buhârî ve Müslim kitaplarında yazılı olduğu üzere, Esmâ bint-i Ebî


Bekr yanındakilere Peygamberimizin yeşil bir cübbesini gösterdi. Yakası ipekten idi. (Bu palto, Hz. Âişenin yanında idi. O vefât edince, ben aldım. Bu


cübbeyi hastalarımıza giydirerek, tedâvî etmekteyiz. Hastalarımız bununla iyi oluyorlar) dedi. Görülüyor ki, Allahü teâlânın sevgili Peygamberi ve bütün


üstünlüklerin sahibi giymiş olduğu için, Eshâb-ı kirâm bu cübbeyi şifâ bulmak için vesîle etmektedirler.








Muhammed Humeydî Ezdî mâlikî Endülüsînin [Humeydî 488 [m. 1095] de Bağdâdda vefât etti.] iki sahih kitaptan toplıyarak hazırladığı kitabında, Abdüllah bin


Mevhib diyor ki, zevcem beni, Ümm-i Seleme vâlidemize gönderdi. Elime içinde su bulunan bir kadeh verdi. Ümm-i Seleme hazretleri, gümüşten bir kutu getirdi.


İçinde Resûlullahın sakal-ı şerifi vardı. Sakal-ı şerifi, elimdeki suya sokup kaşık gibi çalkaladı ve çıkardı. Nazar değmiş olanlar ve başka derdi olanlar,


su getirip, hep böyle yaparlar, bu suyu içerek şifâ bulurlardı. Gümüş kutuya baktım, birkaç dâne kırmızı kıl gördüm dedi.








Humeydînin, Buhârîden ve Müslimin sahihinden topladığı kitabında, Sehl bin Sa'd diyor ki, Resûlullah mübârek gömleğini bana hediye etmiş idi. Annem, benden


almak istedi. Bunu kefen yapmak için, saklıyacağım dedim. Resûlullah efendimizin mübârek gömleği ile bereketlenmek istedim, dedi. Görülüyor ki, Eshâb-ı


kirâm, Resûlullahın mübârek gömleğini, azâbdan kurtulmak için vesîle ve sebep yapıyorlardı.








Buhârî ve Müslimde Ümm-i Selîmden haber veriliyor: Resûlullah yanımda uyuyordu. Mübârek yüzü inci gibi terlemişti. Terlerini alıp bir yere koyarken uyandı.


(Yâ Ümm-i Selîm! Ne yapıyorsun?) buyurdu. Yâ Resûlallah! Mübârek terin ile çocuklarımızın bereketlenmesini istiyorum dedim. (İyi yapıyorsun) buyurdu. İbni


Melek (Mesâbîh) kitabının şerhinde diyor ki, bu hadis-i şerif gösteriyor ki, tasavvuf büyüklerinin ve âlimlerin ve sâlihlerin kullandıkları şeylerle de,


Allahü teâlânın rızasını kazanmak câizdir.








İmâm-ı Müslim Sahihinde diyor ki, Resûlullah sabah namazını kılınca, Medîne halkı, içinde su bulunan kablarla huzuruna gelirlerdi. Her kaba mübârek ellerini


sokardı. İbn-ül Cevzî (Beyan-ül müşkil-il Hadis) kitabında diyor ki, Medîne ehâlîsi böylece, Resûlullah ile bereketlenirler idi. Bir âlime gelip de böyle


bereketlenmek istiyenleri, âlimin boş çevirmemesi iyi olur. İbni Cevzînin bu sözü ve imam-ı Nevevînin (Sahîh-i Müslim) şerhindeki yazıları ve Kâdı İyâdın


(Müslim şerhi) ve Hanefî âlimlerinden Abdüllatîf ibni Melekin [İbni Melek 801 [m. 1399] da Tîrede vefât etti.] yazılarından anlaşılıyor ki, böyle bereketlenmek,


faydalanmak, Hâricîlerin zannettikleri gibi, yalnız Resûlullaha mahsûs değildir. [Hâricîlerin bu âlimlerin kitaplarından haberleri olmadığı yâhut bile


bile inat ettikleri anlaşılmaktadır. Bu ise, kötü niyetli, ard düşünceli olmak demektir.]








Buhârî kitabında, İbni Sîrînden haber veriyor: İbni Sîrîn diyor ki, Resûlullah efendimizin sakal-ı şerifinden bir parça elime geçti. Bunu Ubeydeye söyledim.


Bende bir sakal-ı şerif bulunmasını, dünyada olan herşeyden daha çok severim dedi.








Buhârî-i şerifte diyor ki, Resûlullahın çok zaman hizmetinde bulunmakla şereflenmiş olan Enes bin Mâlik, kendisi ile berâber bir sakal-ı şerifin defnolunmasını


vasıyet etti. Kabirde, Allahü teâlânın huzuruna sakal-ı şerif ile birlikte çıkmak istedi. Kâdı İyâd (Şifâ) kitabında diyor ki, Resûlullahın fazîletlerinden


ve kerâmetlerinden ve bereketlerinden birisi de şudur ki, Hâlid bin Velîd, başında sarığı arasında bir sakal-ı şerif taşırdı. Bunu taşıdığı her muhârebede


zafer kazanırdı. Hâlid, mübârek bir kılı sebebi ile murâdına kavuşuyor da, Resûlullahın mübârek zat-ı şerifini vesîle ederek Allahü teâlâdan dilekte bulunanlar


kavuşmaz olur mu? Büyük islâm âlimi, Resûlullahın âşıkı olan İmâm-ı Muhammed Busayrî şâzilî [Busayrî 695 [m. 1295] de Mısrda vefât etti.] (Kasîde-i bürde)de


bu inceliği çok güzel anlatmaktadır.








Buhârî ve Müslim sahihlerinde diyor ki, Abdüllah ibni Abbâsın haber verdiği hadis-i şerifte, Resûlullah iki kabrin yanına geldi. İkisinin de azâbda olduğunu


anladı. Bir hurma dalı istedi. İkiye ayırıp, kabirler üzerine dikti. (Bunlar yeşil kaldıkca, azâbları hafîfler) buyurdu. Bir kabirde azâbın hafîflemesi


için, üzerine yeşil hurma dalı konulması, hadis-i şerifte bildirilmiştir. Allahü teâlâ, yeşil otların bereketi ile kabirdeki azâbı hafîfletmektedir. Yeşil


ot, bir zâttır, bir maddedir. Bunu dikmekle azâbın azalması, Resûlullaha mahsûs değildir. Yeşil hurma dalının her zaman kabir üzerine dikilmesini, islâm


âlimleri, sözbirliği ile bildirmektedir. İslâm mezarlıklarına servi ağaçları dikilmesi bundan ileri gelmektedir. Hurma dalı gibi bir madde, azâbın azalmasına


sebep oluyor da, varlıkların, maddelerin en kıymetlisi olanı sebep ve vesîle etmek câiz olmaz mı? Aklı olan, doğru düşünebilen kimse, buna olmaz diyebilir


mi?








Maddeyi, zâtı, Allahü teâlânın rızasını kazanmaya vesîle etmek câizdir. Ebû Süfyânın zevcesi olan Hind, (Uhud) gazvesinde Hz. Hamzanın karaciğerinden bir


parçasını, ağzına alarak, çiğnemişti. Resûlullah, (Hamza, ind-i ilâhîde çok kıymetlidir. Onun bedeninden hiçbir parçasını Cehennemde yakmaz) buyurdu. [Hindin


îmana geldiği, Cehenneme gitmiyeceği buradan da anlaşılıyor.] Mâlik bin Sinân, Resûlullahın mübârek kanını içtiği zaman, (Cehennem ateşi seni yakmaz!)


buyuruldu. Bunun gibi, Abdüllah bin Zübeyr, mübârek hacamât kanından içince, (İnsanlardan sana çok şeyler olur. Senden de insanlara çok şeyler olur) buyurdu.


İçtiği için darılmadı. Mübârek artığını içen kadına da, (Karın ağrısı hiç çekmezsin) buyurdu. Bu hadis-i şerif sahihdir. Kadının ismi (Bereke)dir. Bunu


birçok âlimler, meselâ Kâdı İyâd, (Şifâ) kitabında ve Kastalânî (Mevâhib-ül-ledünniyye) kitabında yazmışlardır. Ey müslümanlar! Resûlullahın mübârek bedeninden


ayrılan kan ve benzeri şeyler, bunları içenlerin Cehennem ateşinden kurtulmasına sebep ve vesîle oluyor ve ağrıları önlüyor da, mübârek vücûdlarının, zâtının,


bu iyiliklere vesîle ve sebep olmasına niçin inanılmasın? Mübârek zâtı, Allahü teâlânın nûrundan idi. Gölgesi yere düşmezdi. Böyle olduğunu, Câbir ve başkaları


bildirdiler. Allahü teâlânın sevgilisi ve Peygamberlerin en üstünü için, vesîle edilmez, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olmaz diyen bir kimse, o yüce


Peygamberin ümmetinden midir, yoksa düşmanlarından mıdır? Kâfirlere bile rahmet olduğu, âyet-i kerimelerde bildirilmiştir. Müslümanlar için ve Ona âşık


olan (Ehl-i sünnet vel-cemaat) için, rahmete, vesîle ve sebep olmaz mı?








(Vesîle arayınız!) âyet-i kerimesinin emrettiği vesîle, hem ibâdetlerdir, hem duâlardır, hem de mübârek kıymetli zâtların kendileridir. Yukarıda bildirdiğimiz


hadis-i şerifler ve olaylar bunu açıkça göstermektedir.








Mahlûklardan herşeyi, hattâ insanın yapamıyacağı, fakat kerâmet olarak Allahü teâlânın Evliyâsına ihsân ettiği şeyleri istemek câiz olduğunu gösteren çeşidli


âyet-i kerimeler vardır. Bunlardan biri (Neml) sûresindeki âyet-i kerimedir. Bu âyet-i kerime, Süleymân aleyhisselâmın meâlen, (Ey cemaatim! Onu kürsîsi


ile hanginiz getirirsiniz?) dediğini bildirmektedir. Cemaatin içinde, cin ve insanlar ve şeytanlar da vardı. Cinnin kötü kısmlarından, İfrît, sen yerinden


kalkmadan onu getiririm, dedi. Süleymân aleyhisselâm bundan daha çabuk gelmesini istiyorum dedi. Süleymân aleyhisselâmın kâtibi olan Âsâf bin Berhıyâ,


ben daha çabuk getiririm, dedi. Belkısın kürsîsi Yemende idi. Süleymân aleyhisselâm, Şâmda idi. Arada, [insan yürüyüşü ile], üç aylık yol vardı. Oradan


Şâma yer altından hemen getirdi. Bu kürsî, altın ve kıymetli taşlarla süslü bir kanepe idi. Bu bir kerâmet idi. Allahü teâlâ, Velîleri için, sevdiği iyi


kulları için, âdetinin, kanûnlarının dışında olarak kerâmet vermektedir. Allahü teâlâ, sâlih kulu olan bir Velîsine verdiği kerâmeti, Kur'an-ı kerimde,


överek bildiriyor. Bu kerâmeti istediği için, Süleymân aleyhisselâma darılmıyor. Ben sana şah damarından daha yakın iken, niçin başkasından istedin? İnsanların


yapamıyacağı birşeyi, benden başkasının gücü yetmiyeceği bir şeyi, niçin benden istemedin demedi. Çünkü, Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlânın Peygamberi


idi. Bu sözün, bu dileğin, sebeplere yapışmak olduğunu ve sebeplere yapışmanın Onun dînine uygun olduğunu biliyordu. Allahü teâlâ, sebeplere yapışmağı


emretmektedir. Resûlullahdan ve şehitlerden ve sâlih kullardan birşey istemek de, bunun gibidir. Allahü teâlânın onlara ihsân etmiş olduğu kerâmetlerden


faydalanmaktadır. Onlar sebebdir, vâsıtadır, vesîledir. Yaratan ve yapan yalnız Allahü teâlâdır. Velîlerin kerâmeti, Peygamberlerin üstünlüklerinden, mucizelerindendir.


Velîler, Peygamberlere uydukları için, onların vâsıtaları ile kerâmetlere kavuşmaktadırlar.








Allahü teâlânın sevdiği kullarına ve herşeyden önce Peygamberlerin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tevessül etmenin, onlardan şefaat istemenin câiz


olduğunu gösteren âyet-i kerimelerden birisi de, Bekara sûresinin seksendokuzuncu âyet-i kerimesidir. Hadis âlimleri, sözbirliği ile bildiriyorlar ki,


bu âyet-i kerime, Hayber yahudileri için gelmiştir. Câhiliyye zamanında, yâni Resûlullahdan önce, bu yahudiler, (Esed) ve (Gatfân) kabîleleri ile harp


ediyorlardı. Harp ederken, (Yâ Rabbî! Âhır zamanda göndereceğin Peygamber hakkı için, bize yardım et!) diyerek yalvarıyorlardı. Âhır zaman Peygamberini


vesîle ederek, zafer kazanıyorlardı. Fakat, Resûlullah gelip, islâmiyeti bildirince, kıskandılar, inat ettiler, inanmadılar. İbn-ül-Kayyım-ı Cevziyye (Bedâyi'-ul-Ferâid)


kitabında diyor ki, yahudiler, câhiliyye zamanında komşuları olan arablarla harp ederlerdi. Resûlullah dünyaya gelmeden önce, onun mübârek vücûdu ile Allahü


teâlâdan yardım isterlerdi. Allahü teâlâ, onlara yardım eder, gâlib gelirlerdi. Resûlullah, dünyaya gelip, islâmiyeti yaymaya başlayınca, inanmadılar,


kâfir oldular. Dünyaya gelmeden önce inanmamış olsalardı, onun sebebi ile yardım istemezlerdi. (Beydâvî) tefsîrinin bazı açıklamalarında, Sa'deddîn-i Teftâzânîden


şöyle naklolunuyor ki, Resûlullahın mübârek ismini söyliyerek yardım istiyorlardı. Mübârek ismini, şefaatcı ediniyorlardı. Sâlih ve zâhid âlimlerden Takıyyuddîn


Husnî, (Mevlid-ün-nebî) kitabında diyor ki, bir müslüman, Resûlullahın iyi huylarını, yumuşaklığını, affını ve sabrını öğrenince, Onun Allahü teâlâ yanındaki


kıymetini, üstünlüğünü anlayıp, her işinde Onu vesîle eder. Çünkü O, şefaatcıdır. Allahü teâlâ, Onun şefaatini red etmez. Allahü teâlânın sevgilisidir.


Onu vesîle kılarak, Onu şefaatcı ederek istenilenleri, Allahü teâlâ verir. Allahü teâlâ, bunu Kur'an-ı kerimde bildiriyor ve Evliyâsına ilhâm ediyor. Onun


ve bütün müslümanların düşmanı olan bile, Onu vesîle kılarak, istediklerine kavuştuklarını, Kur'an-ı kerim haber veriyor. Onu çok sevdiği, çok üstün yaptığı


için, onların dileklerini verdim buyuruyor. Abdüllah ibni Abbâs buyuruyor ki, câhiliyye zamanında, Hayber yahudileri, Gatfân denilen arab kâfirleri ile


döğüşürlerdi. Yahudiler, mağlup olurdu. Allahü teâlâya duâ ederek, yâ Rabbî! Âhır zamanda bize göndereceğini söz verdiğin sevgili Peygamberinin hakkı için,


hurmeti için, bize yardım et diyerek yalvarırlardı. Her zaman böyle duâ ederek, Gatfân kâfirlerine gâlib gelirlerdi. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı,


Peygamber olarak gönderince inanmadılar. Kâfir oldular. Allahü teâlâ, bunu, yukarıdaki âyet-i kerimede bildirmektedir. Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlâ


yanındaki kıymetine, şerefine ve üstünlüğüne bakınız ki, Onu vesîle eden kâfirlerin bile duâsını kabûl buyurmaktadır. Yahudilerin, O sevgili Peygambere


en büyük düşman olacaklarını ve O yüce Peygamberi çok inciteceklerini bildiği hâlde, Onu vesîle ederek yaptıkları duâları kabûl buyururdu. Dünyaya teşrîf


etmeden önce, şerefi, şefaati böyle olunca, âlemlere rahmet olarak gönderildikten sonra, Onu vesîle ve şefaatcı etmenin suç olacağını, hangi akıllı, insâflı


kimse iddiâ edebilir? Buna inanmıyanların, yahudilerden daha kötü oldukları anlaşılmaktadır. Peygamberlerin birincisi olan Âdem aleyhisselâm da, Onu vesîle


yaparak duâ edince, duâsı kabûl olmuş idi. Tefsîrler ve hadis kitapları, bunu uzun bildirmektedir. Bunları anlıyanlar, Onu vesîle etmeye inanmıyanların


nasıl kimseler olduklarını iyi anlarlar.








FASL: Peygamberleri ve Evliyâyı vesîle ve şefaatcı yaparak, Allahü teâlâdan istenilen şeylerin hâsıl olması, onların kerâmetinden ve üstünlüklerindendir.


Öldükten sonra da kabirlerinde kerâmet sahibidirler. Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimleri, kerâmetin var olduğunu ve kerâmete inanmak vâcib olduğunu sözbirliği


ile bildirmişlerdir. Evliyânın kerâmeti olduğunu, Allahü teâlânın kitabı haber vermektedir. Âyet-i kerime, Süleymân aleyhisselâmın, Belkısın kürsîsinin


bir ânda, Yemendeki Sebe' şehrinden Şâma getirilmesini istediğini haber veriyor. Bu kürsî, altın ve kıymetli taşlar ile süslenmişti. Bunu, Âsâf bin Berhıyâ,


bir ânda getirdi. Tahtın hiçbir yeri bozulmadan geldi. Âsâf, Velî idi. Tahtı bir ânda getirmesi, kerâmet oldu. Hz. Meryemin kerâmeti de Kur'an-ı kerimde,


İmrân sûresinin otuzyedinci âyetinde bildirilmektedir. Hz. Meryemin yanına Zekeriyyâ aleyhisselâmdan başka kimse girmezdi. Zekeriyyâ, her girişinde Hz.


Meryemin








yanında tâze meyve görürdü. Bunların Allahü teâlâdan geldiğini söylerdi. Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildiriyor ki, Peygamberlerin mucizeleri olduğu


gibi, Evliyânın da kerâmetleri vardır. Çünkü, Peygamberlere tâbi olanları, Onlara uyanları, Allahü teâlâ çok sever. Onlara diri iken de, öldükten sonra


da, kerâmetler ihsân eder. Peygamberlerin ve Evliyânın öldükten sonra da, mucize ve kerâmet göstermeleri, onların doğru söylediklerini daha iyi bildirmektedir.


Çünkü, diri iken olan mucizeleri ve kerâmetleri gören düşmanlar, kâfirler, bunları başkasından öğrenerek yapıyorlar sanırlar. Fakat, öldükten sonra hâsıl


olan mucize ve kerâmetler için, öyle sanmak ve söylemek olmaz. Mucizeleri ve kerâmetleri, Allahü teâlâ yaratmaktadır. Yalnız Onun kudreti ile olmaktadır.


Peygamberlerine ve Velîlerine ihsân ederek, ikrâm ederek, onların sebebi ile, onların şefaatleri ile yaratmaktadır. (Mucize) Peygamberlerden, (Kerâmet)


ise, Peygamberin yolunda olduğu bilinen sâlih müminden hâsıl olmaktadır. Peygamberler mâsumdur. Hiç günah işlemezler. Şeytan, Peygamberin şekline giremez.


Evliyâ da, Peygamberlerin vârisleridir. Şeytan, onlara da yaklaşamaz. Ömer ve Abdüllah ibni Mes'ûd ve daha birçok Sahâbeden şeytanın kaçtığı kitaplarda


yazılıdır. Ali Uşî Fergânevî (Bed'ül-emâlî) kasîdesinde:








Velînin kerâmetleri dünyada,








Vardır, onlar ihsân sahipleridir.








buyuruyor. Anlayışlı, akıllı kimseler için bu beytte takılacak birşey yoktur. Çünkü, Velîlerin kerâmetleri dünyada hâsıl olur demektedir. Çünkü, Ehl-i sünnet


ile mu'tezile arasında dünyadaki kerâmet için ayrılık olmuştur. Onlar dünyada kerâmet olmaz dedi. Kerâmet olursa, mucize ile karışır. Peygamber ile Velî


ayrılamaz sandılar. Ehl-i sünnete göre, mucize sahibinin, Peygamber olduğunu bildirmesi lâzımdır. Kerâmet sahibinin, Velî olduğunu söylemesi yasaktır.


Söylerse, Velî olmadığı anlaşılır. Mezhepsizler, bunu anlasalardı, zındıkların, yalancıların çirkin sözlerini ileri sürerek, Evliyâya dil uzatamazlardı.


Yukarıdaki beyt, Velînin kerâmetleri, dünyada da vardır. Kendilerinden istenilen şeyleri ve şefaat etmelerini, Allahü teâlâ dilek sahiplerine ihsân eder


demektir. Anlayışı az olanlar, yukarıdaki beyti, Velînin yalnız dünyada iken kerâmeti olur sanıyor. Velî ölünce, kerâmeti olmaz diyorlar. Böyle anlamak


yanlıştır. Çünkü, derin âlimler, meselâ Şerefüddîn Halîl Neccârî Yemenî hanefî [Halîl Yemenî 332 [m. 943] de vefât etti.] (Nefîs-ür-riyâd) ismindeki Emâlî


kasîdesi şerhinde ve Eşbâh muhşîsi şeyh Ahmed [ve Kâmûs mütercimi Ahmed Âsım Efendi Emâlî kasîdesini şerh ederken] bu beyti bizim bildirdiğimiz gibi açıklamışlardır.


Hattâ insanlar, kıyâmet kopuncaya kadar, yâni âhıret hayatı başlayıncaya kadar, dünyadadırlar denir. Muhammed bin Süleymân Halebî Reyhâvî, Emâlî kasîdesinin


şerhi olan (Nuhbet-ül-leâlî) kitabında da, bunu uzun açıklamaktadır.








Velîlerin, öldükten sonra, sayılamıyacak kadar çok kerâmetleri görülmüştür. Âlimler bunları, sözbirliği ile bildirmişlerdir. Burada yalnız birkaç dânesini


bildireceğiz: (Buhârî) kitabında diyor ki, Eshâb-ı kirâmdan Âsım, hiçbir müşrike dokunmamak için ve hiçbir müşrikin de kendisine dokunmaması için, Allahü


teâlâya söz vermiş idi. Kâfirler kendisini şehit edince, yanına yaklaşmak istediler. Cenâb-ı Hak, arılar göndererek Âsımı korudu. Arılar, o kadar çoktu


ki, müşrikler yanına yaklaşamadılar. Bu, Âsıma ölümünden sonra ihsân edilen kerâmet idi. Eshâb-ı kirâmdan Hubeybi kâfirler yakaladı. Muhammed yalancıdır


dersen seni bırakırız. Böyle söylemezsen öldürürüz dediler. Muhammed aleyhisselâmın mübârek ayağına bir diken batmaması için, cânımı feda ederim buyurdu.


Şehit ettiler. Birkaç Sahâbî gece gelip, şehîdin ipini kestiler. [Alıp kaçırırlarken] Yere düştü. Yerde göremediler. Nereye gittiğini anlıyamadılar. Hanzala


ismindeki Sahâbî, Resûlullah ile gazâya gitmek için acele etti. Gusül abdesti almaya vakit bulamadı. Şehit oldu. Kendisini melekler yıkadı. Bunun için,


(Gasîl-ül-Melâike) adı ile meşhûr oldu. Bunların hepsi, (Buhârî) kitabında yazılıdır. Muhammed bin Abdüllah Tebrîzî şâfi'î [Tebrîzî 749 [m. 1348] de vefât


etti.] (Mişkât) kitabında diyor ki, Âişe buyurdu ki, Habeş pâdişâhı (Necâşî) îmana geldi. Kabri üzerinde her zaman nûr parladığını çok kimseden işittim.


Hz. Alînin kardeşi olan Câfer, şehit olduktan sonra, Yemendeki (Bîşe) şehrine meleklerle giderek yağmur yağacağını müjdelediğini Resûlullah haber verdi.


Bunu yukarıda bildirmiştik. Hz. Hüseynin mübârek başı yanında kâri', yâni hâfız, (Kehf) sûresini okuyordu. (Eshâb-ı Kehf, bizim âyetlerimizden şaşırıp


kaldı) meâlindeki âyet-i kerimeyi okuyunca, mübârek baştan, (Beni öldürmek ve sürüklemek, Eshâb-ı Kehften daha çok şaşılacak bir şeydir) sesi işitildi.


Nasr-ül-Hazâî Me'mûn halîfe tarafından asılmıştı. Elinde mızrak olan biri, yanına bırakılıp, Nasrın yüzünü kıbleden çevirmesi emrolunmuştu. Gece karanlık


basınca, mübârek yüzü kıbleye döndü. O sırada (Ankebût) sûresinin (Îman ettik diyenlerin kendi hâline bırakıldıkları mı sanıldı) meâl-i şerifindeki ikinci


âyet-i kerimesini okuduğu işitildi. Bir kabirde (Mülk) sûresinin sonuna kadar okunduğu işitildi. Bunu yukarıda yazmıştık. Bu haberlerin hepsi doğrudur.


Hadis âlimleri bildirmiştir.








İbni Asâkir Ali [İbni Asâkir 571 [m. 1176] da Şâmda vefât etti.] bildiriyor ki, Umeyr bin Habbab Selemî dedi ki, sekiz arkadaşımla birlikte, Emevîler zamanında


rumlara esîr olduk. Bizi, Rum kayserine götürdüler. Bunların boynunu vurunuz emrini verdi. Önce öldürülmek için arkadaşlarımın önüne geçtim. Papazlar bana


acıdı. Benim bu hâlime şaşırdılar. Beni affetmesi için Kayserin elini ayağını öptüler. Papazın biri, beni evine götürdü. Güzel bir kızı yanıma getirdi.


Bu benim kızımdır. Sana nikâh ediyorum dedi ve bizim dînimize gir dedi. Zevce için ve mal için dînimi bırakmam dedim. Birkaç gün geçti. Bir gece, papazın


kızı beni bahçeye çağırdı. Babamın dediğini niçin yapmıyorsun dedi. Ben, kadın için, mal için dînimden dönmem dedim. Burada kalmak mı, yoksa memleketine


gitmek mi istersin dedi. Memleketime gitmek isterim, dedim. Gökte bir yıldız gösterdi. Geceleri bu yıldıza doğru git, gündüzleri gizlen! Böylece vatanına


kavuşursun dedi ve yanımdan ayrıldı: Üç gece yürüdüm. Dördüncü günü saklanmıştım. Sesler işittim. Umeyr, Umeyr diyerek beni çağırıyorlardı. Baktım. Şehit


olan arkadaşlarımı gördüm. Siz şehit olmadınız mı? Evet olduk. Fakat, Allahü teâlâ şimdi şehitlere emretti. Ömer bin Abdülazîzin cenâzesinde bulununuz


dedi. At üzerinde idiler. İçlerinden biri, yâ Umeyr! Elini uzat dedi. Elimi uzattım. Beni arkasına oturttu. Sür'at ile gittik. Kendimi, Elcezîrede evimin


yanında buldum dedi.








Abdürrahmân ibnül Cevzî [İbnül-Cevzî hanbelî 597 [m. 1202] de vefât etti.] diyor ki, Ebû Ali Berberî, Şâmdan Tarsûsa ilk olarak gidip yerleşen üç kişiden


biridir. Rumlarla gazâ ediyordu. Arkadaşları ile birlikte esîr oldu. Umeyrin başına gelenler, bunlara da oldu. İki arkadaşını şehit ettiler. Papazlardan


biri, bunu kurtarıp evine götürdü. Bunu aldatmak için, kızını araya koydu. Fakat Allahü teâlâ, kıza hidâyet ihsân eyledi. İkisi yola çıktılar, gündüz saklandılar.


Ayak sesi duydular. Şehit olan iki arkadaşını gördü. Yanlarında melekler vardı. İki arkadaşına selâm verdi. Hâllerini sordu. Allahü teâlâ, bizi sana gönderdi.


Bu kız ile nikâhında sana şâhit olacağız dediler. Nikâhdan sonra gittiler. Bunlar Şâma geldi. Berâber çok yaşadılar. Bu hâl, Şâmda yayıldı. [Muhammed Mâsum-ı


Fârûkî Serhendî, 1068 [m. 1658] senesi ibtidâsında, Hindistândan ayrılarak, deniz yolu ile, önce Medîne-i münevvereye, sonra Receb başında Mekke-i mükerremeye


geldi. Mübârek oğulları ile, hac yaparak, 1069 başında Hindistâna avdet eyledi. Bu bir sene içinde, Cennetül mu'allâda ve Cennetül Bakîde ziyâret ettiği


zevât-ı kiram ve Hucre-i saadeti ziyâretinde Resûlullah, mübârek bedenleri ile görünerek, verdikleri müjdeleri hergün oğullarına haber vermiştir. Bunlardan


Muhammed Ubeydüllah, bu haberleri arabî olarak toplamış, hâsıl olan risâleye (Yevâkît-ül-haremeyn) ismini vermiştir. Üç sene sonra fârisîye tercüme edilmiştir.]


İbni Ebiddünyânın kitabında böyle vak'alar ve ölülerin kabir hayatı yazılıdır. Ebû Nu'aymın (Hilye) kitabında ve İbn-ül-Cevzînin (Safvet-üs-Safve) ve (Uyûn-ül-Hikâyât)


kitaplarında ve daha birçok kitaplarda yazılıdır. İbni Teymiyye ve İbn-ül-Kayyım-i Cevziyye de, Evliyânın kerâmetlerini güzel yazmışlardır.








[Şâfi'î âlimlerinin büyüklerinden İsmâ'îl Mûsulî, (Müzîl-ül-şübühât fî-isbât-il-Kerâmât) kitabında, Evliyânın kerâmet sahibi olduklarını vesikalarla isbât


etmektedir. Kendisi, 654 [m. 1255] de vefât etmiştir.]








Hanefî mezhebindeki birkaç din adamının ve vehhâbîlerin, Evliyânın az zamanda uzak yerlere gitmelerine inanmamaları şaşılacak şeydir. Bu da, çeşidli kerâmetlerden


biridir. Hanefî âlimleri, fıkh ve akâid kitaplarında bunlara güzel cevap vermişlerdir. Meselâ, garbda bulunan bir kimse, şarkta bulunan bir kadınla evlense,


zevcesinden uzun zaman uzak kalsa, birkaç sene sonra, zevcesi hâmile kalsa, doğacak çocuk, bu adamın olur dediler. Çünkü, (tayy-ı mekân) ile zevcesinin


yanına gelmesi, mümkindir. Böyle kerâmet sahibi olması câizdir dediler. Fıkh âlimleri, bunu sözbirliği ile bildirmektedir. Akâid kitaplarında da yazılıdır.


(Vehbâniyye) kitabında, tayy-ı mesâfe, yâni bir ânda uzak yere gitmek, Evliyâya ihsân olunan kerâmetlerdendir. Buna inanmak vâcibdir demektedir. (Nesefî)de,


(Fıkh-ı ekber)de ve (Sivâd-ı a'zam) ve (Vasıyet-i Ebû Yûsüf)de ve bunların şerhlerinde ve (Mevâkıf) ve (Mekâsıd) kitaplarında ve bunların şerhlerinde [ve


(İbni Âbidînde] de yazılıdır. Buna nasıl inanılmaz ki, âyet-i kerimede açıkça bildirilmiştir. Ehl-i sünnet âlimleri, âyet-i kerimeden alarak yazmışlardır.


Kerâmete inanmak, vâcibdir demişlerdir. Âyet-i kerimede bildirilen (Belkıs)ın arşının bir ânda Şâma getirilmesi, tayy-ı mesâfenin kerâmet olduğunu göstermektedir.








Hakîm-i Semerkandî İshak bin Muhammedin [Semerkandî 342 [m. 953] de vefât etti.] (Es-Sivâd-ül-a'zam) kitabının otuzikinci maddesinde, Evliyânın kerâmeti


çok güzel anlatılmaktadır. Burada bildirmeyi uygun gördük:








Evliyânın kerâmetine inanmak lâzımdır. Evliyânın kerâmetine inanmıyan, bid'at sahibi, sapık olur. Evliyânın kerâmetine inanmamak iki türlü olur: Kerâmetleri


bildiren âyet-i kerimelere inanmıyorsa, kâfir olur. Bu âyet-i kerimelere inanır, fakat onlar Peygamber idi derse, yine kâfir olur. Âyet-i kerimelere inanır


ve onlar Peygamber idi demezse ve âyet-i kerimeler, Evliyânın kerâmetlerini bildiriyor demesi câiz olur. Çünkü, Allahü teâlâ, yukarıda bildirdiğimiz âyet-i


kerimede, Belkısın arşını bir ânda getirenin ilim sahibi olduğunu bildiriyor. Bu da, Âsâf bin Berhıyâ idi. Velî idi. Peygamber değildi. Süleymân aleyhisselâmın


ümmetinden idi. Süleymân aleyhisselâmın ümmetinden birinin kerâmeti, Kur'an-ı kerimde bildiriliyor da, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin kerâmetlerine


niçin inanılmasın? Muhammed aleyhisselâm, Süleymân aleyhisselâmdan elbet daha üstündür. Muhammed aleyhisselâmın ümmeti de, Süleymân aleyhisselâmın ümmetinden


elbet daha üstündür. Mezhepsizler, bu sözümüze karşılık, bu kerâmet Süleymân aleyhisselâmın idi derse, ona deriz ki, bu ümmetin Evliyâsının kerâmeti de,


Muhammed aleyhisselâmdandır. Meryem sûresinin yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Hurma kütüğünü kendine doğru çek! Sana ondan tâze hurma düşer) buyuruldu.


Allahü teâlâ, hurma kütüğünden, Hz. Meryem için meyve çıkardığını bildiriyor. Hz. Meryem, Peygamber değildi. Zekeriyyâ aleyhisselâmın, Hz. Meryemin yanında


gördüğü meyveler ve Eshâb-ı Kehf vak'ası hep kerâmet idi. Bu kerâmetlerin sahipleri Peygamber değildiler. Önce gelen Peygamberlerin ümmetlerinde, kerâmet


sahibi Velîler bulunuyor da, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinde kerâmet sahibi Evliyâ niçin bulunmasın? İmrân sûresinin yüzonuncu âyetinde meâlen, (Siz,


ümmetlerin en iyisi oldunuz) buyuruldu. Kerâmete inanmıyanlar bu sözümüze karşılık, bir kimsenin bir gecede Kâbeye gidip gelmesi olamaz derse, Resûlullah,


bir ânda yedi kat göklere ve Allahü teâlânın dilediği yerlere götürülüp getirildi. Bundan büyük kerâmet olur mu? Yine deriz ki, mümin mi kıymetlidir, kâfir


mi? Kâfirlerden birinin bir ânda şarktan garba gidip geldiğini işitiyoruz ve inanıyoruz. Bu kâfir bildiğimiz iblistir. Bu kâfire verilen şey, Allahü teâlânın


sevgili kullarına niçin verilmez olsun? Bunu iyi düşünmek ve insaflı konuşmak lâzımdır. (Sivâd-ül a'zam) kitabının şerhinden tercüme burada tamam oldu.


İbni Teymiyye ve başkaları bildiriyor ki, Evliyânın kerâmetlerine inanmıyanlar, hâricîler ve mu'tezilî ve bazı şîîlerdir. Çünkü, bu sapıkların kerâmetleri


yoktur. Kerâmet sahipleri de yoktur. Bunun için, görmüyorlar, işitmiyorlar ve inanmıyorlar.








(Feth-ul-mecîd) ismindeki vehhâbî kitabına cevap olarak, Dâvüd bin Süleymânın (Minhat-ül-Vehbiyye fî Redd-il-Vehhâbiyye) kitabından yaptığımız tercüme burada


tamam oldu. Bu hayrlı sebep ile, kitabın tamamı tercüme edilmiş oldu.








[Hasen-i Basrî 110 [m. 727] de Basrada, Ebû Kılâbe Abdülmelik 276 [m. 889] da Bağdâdda, Sa'düddîn-i Teftâzânî Mes'ûd şâfi'î 792 [m. 1389] de Semerkandda,


Ali Ûşî 575 [m. 1180] de, Şerefüddîn Halîl Neccârî Yemenî 632 [m. 1235] de, Seyyid Ahmed Âsım efendi Ayntâbî 1235 [m. 1820] de İstanbulda, Muhammed bin


Süleymân Halebî Reyhâvî 1228 [m. 1813] de, halîfe Memûn bir Hârûn 218 [m. 833] de ve Dâvüd bin Süleymân Bağdâdî 1299 [m. 1881] de vefât etmiştir].








Abdülganî Nablüsî (Keşf-ün-Nûr min-Eshâb-il-kubûr) kitabında buyuruyor ki, Allahü teâlâ, kendisine yaklaşmış olan kullarına kerâmetler ihsân etmiştir. (Kerâmet),


Evliyâ denilen insanlarda Allahü teâlânın yarattığı, âdet ve fen bilgileri dışında olan şeylerdir. Allahü teâlâ, kendi kudreti ile ve irâdesi ile, yâni


dilediği zaman, bu şeyleri, bu kullarında yaratmaktadır. Kulun kudretini de Allahü teâlâ yaratmaktadır. Bu şeylerin yaratılmasında, kulun kudretinin ve


irâdesinin te'sîri yoktur. Kulun irâdesi ve kudreti, kerâmetlerin yaratılmasına ancak sebep olmaktadır. Kul, istediği zaman, kendi kuvveti ile kerâmet


yapar diyen kimse ve böyle inanan kimse kâfir olur.








Kendisinde kerâmet hâsıl olan Velî, bu kerâmetin yalnız Allahü teâlânın dileği ile ve kudreti ile yaratıldığını, kendi dileğinin ve kudretinin hiçbir te'sîri


olmadığını bilmektedir. Bunun gibi, kendi bedenindeki, görmek, işitmek, tad almak, sertlik, sıcaklık duymak, düşünmek, ezberlemek, hâtırlamak gibi duygularının


ve iç ve dış organlarının hareketlerinin, hâsılı bütün işlerinin hep Allahü teâlânın dilemesi ile ve kudreti ile ve yaratması ile olduğunu her an bilmektedir.


Evliyâlık da, bu demektir. Yâni, böyle olduğunu her an bilen ve inanan kimse, Allaha yakîn olmuş, Velî olmuştur. Bu bilgisi, her an bütün varlığını kaplamaktadır.


Allahü teâlâ, Velîsine bâzan gaflet verir. Bu bilgisini unutturur. Bu zaman, Velîliği kalmaz ise de, önceki zamanlarında Velî olduğu için, böyle zamanlarda


da, kendisine Velî denilir. Bunun gibi, îmanı olan insana mümin denildiği için, uyku zamanında, gaflet hâlinde olduğu zaman da, kendisine mümin denilmektedir.


Bu gaflet zamanı, Evliyânın aşağı hâlleridir. Allahü teâlânın (Sen elbette ölüsün. Onlar da ölüdürler!) buyurduğu ölü olmak hâli de bunun gibidir. Bunun


için Velîler, her şeylerinin Allahü teâlâdan olduğunu anlamaları hâllerine [(Fena fillah) veya] (mevt-i ihtiyârî) demişlerdir. Hadis-i şerifte, (Kendini


tanıyan, Rabbini tanımış olur) buyuruldu. Bütün hareketlerinin ve işlerinin, görünen ve görünmiyen kuvvetlerinin kendisinden olmadığını, başka bir irâde


ve kudret sahibi tarafından meydana getirildiğini anlıyan kimse, bu kudret sahibi olan Allahü teâlâyı tanımış olur. Allahü teâlânın emrettiği farzların


hepsini yapan ve ayrıca Muhammed aleyhisselâmın ibâdetlerini, yaşayışını, hâllerini, yâni nâfile ibâdetleri de yapan bir müslüman Allaha yaklaşır, Velî


olur. Duyguları ve hareketleri kendisinden değil, Allahü teâlâdan olduğu meydana çıkar. Böyle olduğunu bildiren hadis-i şerif, tasavvuf kitaplarında yazılıdır.








Âriflere göre, Velî olmak için, kendisinin (Mevt-i ihtiyârî) denilen bir mevt ile ölü olduğunu bilmek lâzımdır. Velîlerde kerâmetin hâsıl olması için, böyle


ölü olmaları lâzımdır. Böyle olduğunu anlayan kimse, meyyitte kerâmet olmaz diyebilir mi? Câhiller, gâfiller, kendi işlerini kendi irâdeleri ile ve kudretleri


ile yaptıklarını sanırlar. Herşeyi Allahü teâlânın yarattığını unuturlar.








Evliyânın, öldükten sonra da kerâmet sahibi olduklarını fıkh kitapları da bildirmektedir. Hanefî mezhebinde kabir üzerine basmak, oturmak, uyumak, abdest


bozmak mekruhtur. Çünkü bunlar ihânet, hakâret etmektir. Hadis-i şerifte, (Kabir üzerine basmaktansa, ateşe basmağı tercîh ederim) buyuruldu. Bu sözler,


insana öldükten sonra da saygı göstermek lâzım olduğunu bildiriyorlar. Yâni dînimiz, ölülerin kerâmet sahibi yâni muhterem olduklarını bildiriyor. Kerâmet,


âdet hârici yapılan iş demek olduğunu yukarıda bildirmiştik. İnsanın yer yüzünde yürümesi, oturması âdet olduğu için, müminin kabri üzerine basılmaması,


oturulmaması, ona kerâmet yâni ikrâm ve ihsân olmaktadır. Her mümine öldükten sonra böyle kerâmet veren dînimiz, ilim, irfân sahibi olan Evliyâya daha


kıymetli kerâmetler de ihsân olunacağını göstermektedir.








Peygamberimiz (Bakî') kabristanını ziyâret eder, mezar yanında ayakta duâ ederdi. Bu da, ölülerin kerâmet sahibi olduklarını göstermektedir. Çünkü, müminin


kabri başında yapılan duânın kabûl olacağını bilmeseydi, orada duâ etmezdi. Müminin kabri başında duânın kabûl olması, onun kerâmet sahibi olduğunu göstermektedir.


Her mümin için böyle kerâmet olunca, Evliyâ için daha çok olacağı meydandadır.








Mümin ölünce, onu yıkamak, kefenlemek ve defnetmek lâzımdır. Dînimiz bunu emretmektedir. Bu emr, müminin öldükten sonra da, kerâmet sahibi olduğunu göstermektedir.


Kâfirlerin ve hayvanların ölülerinde bu kerâmet yoktur.








Mümin ölürken necâsetlenmektedir. Onu bu necâsetten kurtarmak, temizlemek için yıkamak emrolundu. Bu emr, müminin öldükten sonra da kerâmet sahibi olduğunu


göstermektedir.








(Câmi'ul-fetâvâ) kitabında âlimlerin ve seyyidlerin mezarları üzerine binâ, türbe yapmak mekruh değildir diyor. Yine bu kitapta, ölü yıkayanın temiz olması


lâzımdır. Cünüb olması mekruhtur diyor. Bu da, her müminin öldükten sonra kerâmet sahibi olduğunu göstermektedir. Hâlbuki, diri iken her mümin kerâmet


sahibi olmaz. Yalnız Evliyâ diri iken de kerâmet sahibidir. İmâm-ı Abdüllah Nesefînin (Umdet-ül-îtikat) kitabında, (Her mümin uykuda da mümin olduğu gibi,


öldükten sonra da mümindir. Bunun gibi Peygamberler, öldükten sonra da Peygamberdirler. Çünkü, Peygamber olan ve îman sahibi olan ruhdur. İnsan ölünce,


ruhunda bir değişiklik olmaz) demektedir. İnsan, beden demek değildir. İnsan ruh demektir. Beden, ruhun konak yeridir. Kıymetli olan, ev değil, evde oturanlardır.


Cebrâîl aleyhisselâm, Peygamber efendimize insan şeklinde görünürdü. Ekseriye, Dıhye ismindeki sahâbî şeklinde görünürdü. Eshâb-ı kirâmdan bazıları da,


Cebrâîl aleyhisselâmı insan şeklinde gördüler. Cebrâîl aleyhisselâm insan şeklinden çıkarak, kendi şekline girince, ruh gibi olunca, yok oluyor denilemez.


Şekil değiştirdi denilir. İnsan ruhu da, bunun gibidir. İnsan ölünce, ruhu bir âlemden başka âleme geçmektedir. Ruhun böyle değişikliğe uğraması, kerâmetinin


kalmıyacağını göstermez. [(Câmi-ul-fetâvâ)nın yazarı Muhammed Semerkandî hanefî 556 [m. 1162] da, Abdüllah Nesefî hanefî 710 [m. 1310] da Bağdâdda vefât


etti.]








Evliyânın öldükten sonra da kerâmet sahibi olduklarını bildiren bir çok vak'a ve hikâyeler kitaplarda yazılıdır. Meselâ, büyük Velî, Muhyiddîn-i Arabînin


(Ruh-ul-Kuds) kitabında, Ebû Abdüllah bin Zeyn-ül-bürî İşbilînin çeşidli kerâmetleri yazılıdır. Bir gece, Ebül Kâsım bin Hamdin ismindeki kimsenin imam-ı


Muhammed Gazâlîyi red eden, kötüliyen bir kitabı okurken, gözleri kör oldu. Hemen secde edip yalvardı. Bu kitabı hiç okumıyacağına yemin etti. Allahü teâlâ


kabûl buyurup, görmek ihsân eyledi. Bu da, imam-ı Gazâlînin öldükten sonra olan bir kerâmetini göstermektedir.








İmâm-ı Yâfi'î (Ravdur-Riyâhîn) kitabında diyor ki, Evliyâdan biri, kabirdekilerin derecelerinin kendisine gösterilmesi için duâ etti. Bir gece çeşidli kabirler


gösterildi. Kimi tahta üzerinde, kimi ipek yatakta, kimi kokulu çiçekler arasında, kimi sevinçli, kimi ağlar, kimi güler idi. Bir ses işitti. Bu hâlleri,


dünyadaki amellerinin karşılığıdır diyordu. Güzel huylular, şehitler, nâfile orucları da tutanlar, Allahü teâlâ için sevişenler, günah işleyenler, tevbe


edenler, ayrı ayrı hâlde idiler. Mezardakilerin hâlleri bazı Evliyâya uykuda, bazılarına da uyanık hâlde iken gösterilir. İmâm-ı Yâfi'î (Kifâyet-ül-Mu'tekad)


kitabında, bazı Evliyânın babasının mezarına gidip konuştukları yazılıdır.








Elkâî, (Es-sünnet) kitabında, Yahyâ bin Mu'în diyor ki, inandığım, güvendiğim mezarcı bir arkadaşım dedi ki, şaşılacak çok şeyler gördüm. En çok şaştığım


şey, bir meyyitin, müezzinin ezanını tekrar ettiğini işittim dedi. [Hibetullah Elkâî 418 [m. 1027] de vefât etti.]








Ebû Nu'aym, (Hilye) kitabında diyor ki, Şeybân bin Cisrden işittim. Sâbit-ül-benânîyi mezara koyduk. Hamîd-üt-tavîl de yanımda idi, kabrin kerpici düştü.


Sâbitin kabirde namaz kıldığını gördüm. Sâbit diri iken, her zaman, (Yâ Rabbî! Bir kuluna kabirde namaz kılmak kerâmetini ihsân edersen, bana da ihsân


et!) diyerek duâ ederdi. [Abdüllah Yâfi'î 768 [m. 1367] de Mekkede, Yahyâ bin Mu'în Bağdâdî şâfi'î 233 [m. 848] de Medînede, Ebû Nu'aym İsfehânî 430 [m.


1038] de vefât etti.]








İmâm-ı Tirmüzî ve Hâkim ve Beyhekî bildiriyorlar: Abdüllah ibni Abbâs söyledi ki, birkaç Sahâbî yolculukta bir çadır kurduk. Burada kabir olduğunu bilmiyorduk.


Birisinin sûre-i Mülkü başından sonuna kadar okuduğunu işittik. Medîneye gelince, bunu Resûlullaha söyledik. (Bu sûre, meyyiti kabirdeki azâbdan kurtarır)


buyurdu. Ebül-Kâsım Sa'dî, (İsfâh) kitabında, bunu anlatıyor ve bu, meyyitin kabirde Kur'an okuduğunu isbât etmektedir diyor.








İbni Mendeh haber veriyor: Talhâ, Ubeydullahdan haber veriyor ki, ormanda idim. Akşam oldu. Abdüllah bin Âmir bin Hizâmın kabri yanında oturdum. Kabirde


çok güzel sesle Kur'an okuduğunu işittim. Resûlullaha haber verdim. (Bunu okuyan Abdüllahdır. Allahü teâlâ ruhları kabz edince, Cennetteki yerlerinde muhâfaza


olunur. Her gece, sabaha kadar, kabirlerine bırakılır) buyurdu. [Muhammed ibni Mendeh 395 [m. 1005] de vefât etti.]








İnsan ölünce, ruh da ölmez. Ruh bedenden başka bir varlıktır. Mezardaki beden ile, toprak olduktan sonra da, ilgisi yok olmaz. Ehl-i sünnet âlimlerinin


kitaplarını okumamış olan câhiller ve mezhepsizler ve Cehenneme gidecekleri bildirilmiş yetmişiki fırkadan olan sapıklar, ruhun bedenden ayrı bir varlık


olduğunu bilmiyorlar. İnsan ölünce, hareketi yok olduğu gibi, ruhun da bedenin bir sıfatı, özelliği olduğunu, hareketin yok olduğu gibi ruhun da yok olacağını


sanıyorlar. Evliyâ da, her insan gibi, ölür, toprak olur, insanlığı ve ruhaniyeti kalmaz diyorlar. Mevtâlarına hurmet etmiyorlar. Hakâret ediyorlar. Evliyânın


kabrini ziyâret ederek, onlarla bereketlenmeği, tevessül etmeyi inkâr ediyorlar. Bir gün Velî Arslan Dımışkînin kabrini ziyârete gidiyordum. Sapıklardan


birisi, toprak ziyâret olunur mu dedi. Buna çok şaştım. Müslüman olduğunu bildiren bir kimsenin böyle söylemesine çok üzüldüm.








Hadis-i şerifte, (Kabir, yâ Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Yâhut Cehennem çukurlarından bir çukurdur) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, ruhların, çürümüş


cesedlerle birleştiklerini açıkça bildirmektedir. Müminlerin mezarlarının muhterem, mübârek olduğunu göstermektedir. Âlime hakâret edenin, düşmanlık edenin


kâfir olmasından korkulur.








Meyyitler de, diriler de Allahın mahlûklarıdır. Hiçbirinin, hiçbir şeye te'sîri yoktur. Herşeye te'sîr eden, yalnız Allahü teâlâdır. Fakat, müminin ölüsüne


de, dirisine de tâzîm, saygı göstermek vâcibdir. Çünkü, müminlerin ölüleri de, dirileri de, Allahü teâlânın (Şe'âir)i oldukları için, tâzîm edilmelerini


Kur'an-ı kerim emretmektedir. Hac sûresinin otuzikinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın şe'âirini tâzîm etmek, kalblerin takvâsından dolayıdır) buyuruldu.


Şe'âir, Allahü teâlâyı hâtırlatan, bildiren şeyler demektir. Âlimlerin, sâlihlerin ölüleri ve dirileri şe'âirdir.








Âlimleri, Velîleri tâzîm etmek, bunlara saygı göstermek, çeşidli şekilde olur. Bunlardan biri, kendilerine tahtadan tabut yapmak ve mezarları üzerine kubbe


yapmaktır. Sarıklarının büyük olması, elbiselerinin geniş ve temiz olması da bunları tâzîm etmek içindir. (Câmi'ul-Fetâvâ)da Âlimlerin, Velîlerin, Seyyidlerin


mezarları üzerine binâ, türbe yapmanın mekruh olmadığı yazılıdır. Evliyânın kabirlerine nefret edilmemek, saygı göstermek için sanduka, örtü ve sarık koymak,


bunları kabir sahiplerini hakâretten korumak, tâzîm ve saygıya sebep olmak niyeti ile yapmak, bize göre câizdir. Selef-i sâlihîn zamanında bunlar yapılmazdı.


Fakat, o zaman herkes kabirlere hurmet ederdi. Fıkh kitaplarında vedâ' tavâfından sonra, geri geri giderek, Mescid-il-haramdan çıkmalıdır. Böyle çıkmakla,


Kâbeye tâzîm edilmiş olur yazılıdır. Selef-i sâlihîn, geri geri çıkmazdı. Fakat onlar, Kâbeyi tâzîm etmekte kusur yapmazlardı. Kâbeye örtü koymak eskiden


yoktu. Buna sonradan fetvâ verildi, meşru oldu. Kabirler üzerini örtmek de, bunun gibi meşru olmaktadır. Hadis-i şerifte, (Bir kimse güzel, yâni islâmiyete


uygun çığır açarsa, bu yolda bulunanların her birine verilen sevap gibi, buna da verilir) buyuruldu.








(Câmi'ul-Fetâvâ)da diyor ki: (Kabir üzerine el koymanın sünnet veya müstehab olduğunu bildiren bir haber görmedik. Câiz olmadığını da söyleyemeyiz). Bunların


haram olduğunu söyleyenlerin hiçbir delîli, vesikası yoktur. Bunlara haram diyebilmek için, (Edille-i erbe'a)nın birinden, yâni (Kur'an-ı kerim)den veya


(Hadis-i şerif)den veya (İcmâ'ı Ümmet)den yâhut (Kıyâs-ı Fukaha)dan birinden bir delîl göstermek lâzımdır. Müctehid olmıyanların yaptıkları kıyâsların,


delîllerin hiç kıymeti yoktur. Bazı câhiller, Evliyânın kabirlerine hurmet edilirse, onlardan bereket ve yardım istenirse, bunların dilediklerini yapacaklarını,


Allahü teâlâ gibi te'sîr edeceklerini zannedenler olur. Böylece, kâfir olurlar, müşrik olurlar. Bunun için mani oluyoruz ve kabirlerini, türbelerini yıkıyoruz.


Onlara böylece hakâret edince, herkes bunların birşey yapamadıklarını, kendilerini hakâretten kurtaramadıklarını anlıyarak, kâfir olmaktan, müşrik olmaktan


kurtulurlar diyorlar. Sapıkların bu sözleri küfürdür. Fir'avnın sözüne benzemektedir. Mümin sûresinin yirmialtıncı âyetinde meâlen, (Bırakınız Mûsâyı öldüreyim.


O, Rabbine yalvararak, kendini benden kurtarsın. Onun dîninizi değiştireceğinden ve yer yüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum) buyuruldu. Bu câhiller,


Allahü teâlânın Evliyâyı sevdiğini ve sevdiklerinin duâlarını kabûl edeceğini ve öldükten sonra ruhlarının dileklerini yaratacağını inkâr ediyorlar. Zan


ile, şüphe ile, vehm ile ve hayâl ile konuşuyorlar. Hakkı bâtıldan fark edemiyorlar. Müslüman olan kimse, bin seneden beri gelen (Ümmet-i Muhammediyye)nin


dalâlette olduklarını söyliyemez. Bunlara sû-i zannedemez. Resûlullah münâfıkların hepsini, yâni kâfir oldukları hâlde müslüman görünenleri bildiği hâlde,


hiçbirini açığa vurmazdı. Soranlara, (Biz söze, işe, görünüşe bakarız. Kalbleri ancak Allahü teâlâ bilir) buyururdu. (Keşf-ün-nûr) kitabından tercüme tamam


oldu.








Bir müslümanın bir sözünde veya bir işinde yüz mâna olsa, yâni yüz şey anlaşılsa, bunlardan biri, o kimsenin îmanlı olduğunu gösterse, doksan dokuzu ise,


kâfir olduğunu gösterse, bu kimsenin müslüman olduğunu söylememiz lâzımdır. Yâni, küfrü gösteren doksan dokuz mânaya bakılmaz. Îmanı gösteren bir mânaya


bakılır. Bunun için müslümanlara kâfir dememeli, müşrik dememelidir. Müslümanlara sû-i zannetmemelidir. Bu sözümüzü yanlış anlamamalı! Bunu yanlış anlamamak


için, iki noktaya dikkat etmek lâzımdır. Birincisi, söz veya iş sahibinin müslüman olduğu bildirildi. Yoksa, bir kâfirin, değil bir sözü veya değil bir


işi, birçok sözleri ve işleri îmanı gösterse de, bu kâfire müslüman oldu denilemez. Bir fransız, Kur'an-ı kerimi överse, bir ingiliz, Allah birdir derse,


bir alman felsefecisi, en iyi din, islâmiyettir derse, bunların müslüman olduğu söylenemez. Bir kâfirin müslüman olması için, (Allah vardır. Birdir. Muhammed


aleyhisselâm Allahın Peygamberidir. Onu, dünyanın her tarafında, kıyâmete kadar gelecek olan bütün insanlara Peygamber olarak göndermiştir. Onun her dediğine


inandım) demesi ve îmanın altı şartı ile otuzüç farzı hemen öğrenip, hepsine inanması lâzımdır. Dikkat edilecek ikinci noktaya gelince, bir sözün veya


bir işin yüz mânası olsa denildi. Yoksa, yüz sözden veya yüz işten biri îmanı gösterse, doksan dokuzu küfrü bildirse, bu kimseye müslüman denileceği bildirilmedi.


Çünkü, bir kimsenin yalnız bir sözü veya bir işi, açık olarak küfrü gösterse, yâni îmanı gösterecek hiçbir mânası olmasa, o kimsenin kâfir olduğu anlaşılır.


Başka sözlerinin ve işlerinin îmanı göstermeleri, îmanlı olduğunu bildirmeleri, o kimseyi küfürden kurtarmaz, müslüman olduğuna hükm olunmaz!








(Keşf-ün-nûr) kitabı, el yazması olarak, İstanbulda, Süleymâniyye kütübhânesinde vardır. İlk olarak 1397 [m. 1977] tarihinde, Pâkistânın Lahor şehrinde,


nefîs olarak basılmış, 1398 [m. 1978] senesinde, İstanbulda, bunun foto-kopisi alınarak (Minhat-ül vehbiyye) kitabı ile birlikte bastırılmıştır.








25- Vehhâbîlerin ictihâdlarının bozuk olduğunu kendileri de söylemektedir.








25 - Ehl-i sünnet âlimlerinin haklı olduklarını, vehhâbîler de söylemektedir. Allahü teâlâ, bu doğru sözü, onlara da söyletmektedir. Bakınız, bu kitabın


dörtyüzotuzikinci sayfasında Ehl-i sünneti nasıl övmektedir: (Resûlullah, Muâzı Yemene hâkim olarak göndereceği zaman, (Ne ile hükm edeceksin?) buyurdu.


Allahın kitabı ile dedi. (Allahın kitabında bulamazsan?) O zaman, Resûlullahın sünneti ile hükm ederim dedi. (Orada da bulamazsan) buyurunca, ictihâd ederek,


anladığıma göre, hükm edeceğim dedi. Bunun üzerine, (Resûlünün hâkimine, Resûlünün râzı olduğunu ihsân eden Allahü teâlâya hamd ederim) buyurdu. Muâz Eshâb-ı


kirâmın fıkh, helâl ve haram bilgilerini en çok bilenlerden idi. Bunun için, ictihâd yapabilecek, yüksek âlim idi. Allahü teâlânın Kitabında ve Resûlullahın


sünnetinde bulamadığı şeyleri, kendi ictihâdına göre hükm etmesi câiz idi. Fakat bugün ve bundan önce, Allahü teâlânın Kitabındaki hükmleri ve Resûlünün


sünnetini bilmiyenler, böyle câhil oldukları hâlde, kendilerinin ictihâd edebileceklerini sanıyorlar. Bunlara yazıklar olsun) diyor.








Bütün vesikalarını Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından almış olduğu gibi, bu satırlarını da, o büyük âlimlerin kitaplarından almıştır. Çünkü, İbni Teymiyyeden


önce, onun sapık fikirleri gibi yazanlar yoktu. Bu çığrı o açtı. Ondan sonra gelenler, işi azıttılar. Taşkınlık yaptılar. Ehl-i sünnet kitaplarından aldıkları


kıymetli yazılara, yanlış bozuk mânalar verdiler. Herkes, arabî öğrenmeli ve ictihâd yapmalıdır dediler. Doğru yoldan ayrıldılar. Milyonlarca insanı da


saptırdılar. Yukarıdaki yazı, kendi iddiâlarını çürütmekte, onlar gibi câhillerin ictihâd yapamıyacaklarını, çıkaracakları hükmlerin, mânaların yanlış,


bozuk olacaklarını göstermektedir.








Son günlerde, ictihâda inanmıyanlar çoğalmaktadır. (Mezhep ne imiş. Mezhepler, müslümanları bölmüşler. Dîni güç duruma sokmuşlar. Allah kolaylık emrediyor.


İslâmiyette mezhep diye birşey yoktur. Bunlar sonradan uydurulmuştur. Ben Eshâbın yolundayım. Başka yol tanımıyorum) diyorlar.








Böyle sözleri din câhilleri çıkarmıştır. Şimdi de, müslümanlar arasına yayıyorlar. Hem de, çok kurnaz davranıyorlar. Önce, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından


doğru bir bilgi söyleyip, bundan sonra kendi yalanlarını söyliyorlar. Doğrusunu işitenler, hepsini doğru sanıp aldanıyorlar. Kurtuluş yolu, Eshâb-ı kirâmın


yoludur. Beyhekînin haber verdiği ve (Künûz-üd-dekâık) kitabında yazılı hadis-i şerifte, (Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete


kavuşursunuz!) buyuruldu. Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, Eshâb-ı kirâmdan herhangi birine uyan, Onun yolunu tutan, dünya ve âhıret saadetine kavuşacaktır.


Deylemînin bildirdiği hadis-i şerifte, (Eshâbım, iyi insanlardır. Allahü teâlâ, Onlara hep iyilik versin) buyuruldu. Yine Deylemînin bildirdiği hadis-i


şeriflerde, (Eshâbımın kabahatlerini konuşmayınız!) ve (Muaviye elbet melik olacaktır) buyuruldu.








Eshâb-ı kirâmın yolundayız diyenler, bu yolu nereden öğrenecekler? Bin sene sonra gelmiş olan mezhepsizlerden mi? Yoksa, Eshâb zamanında bulunan, onların


yetiştirdikleri âlimlerin kitaplarından mı? Eshâb-ı kirâmın yetiştirdikleri ve onların talebesinin yetiştirdikleri âlimler (Ehl-i sünnet vel-cemaat) mezhebinin


âlimleridir. (Mezhep), yol demektir. Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi demek, Resûlullahın ve Onun cemaatinin yâni Eshâbının yolunda olan müslümanlar demektir.


Bu mübârek âlimler, hep Eshâb-ı kirâmdan öğrendiklerini yazmışlardır. Kendi görüşleri ile birşey yazmamışlardır. Kitaplarında, vesikasız, senedsiz bir


kelime yoktur. Dört mezhebin îmanları birdir. Eshâb-ı kirâmın yolu, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenilebilir.








Eshâb-ı kirâmın yolunda olmak istiyenin, Ehl-i sünnet mezhebinde olması lâzımdır. Sonradan türeyen bozuk yollardan sakınması lâzımdır.








26- Kabr ziyâretine izn verildi. Sonradanbid'atlar karıştı diyor. Buna (Râbıta-i şerife) risâlesinden cevâb veriyoruz.








26 - (Feth-ul-mecîd) ismindeki vehhâbî kitabının dörtyüzseksenbeşinci ve sonraki sayfasında de, hak olan Ehl-i sünnet bilgilerini yazmak zorunda kalmış,


bunların arasında bozuk, zehirli saldırılarından da geri kalmamıştır. Diyor ki:








(Resûlullah, kabir ziyâret ederken âhıreti hâtırlamağı, meyyite duâ ederek, ona ihsânda bulunmağı, ona acımağı, istiğfâr etmeyi emretmiştir. Ziyâret eden


kimse, hem kendisine, hem de meyyite iyilik etmiş olmaktadır. Müslimin, Ebû Hüreyreden bildirdiği hadiste (Kabirleri ziyâret ediniz! Kabir ziyâreti, ölümü


hâtırlatır) buyuruldu. Abdüllah ibni Abbâs diyor ki, Resûlullah Medînede, kabristan yanından geçiyordu. Kabirlere bakarak, (Esselâmü aleyküm yâ ehlel-kubûr!


Yagfirullahü lenâ ve leküm, entüm selefünâ ve nahnü bil-eser) buyurdu. Bu hadis-i şerifi imam-ı Ahmed ve Tirmüzî bildirmektedir. İbnül-Kayyım-ı Cevziyyenin,


imam-ı Ahmedden bildirdiği hadis-i şerifte, (Size, kabir ziyâretini yasaklamıştım. Şimdi, kabirleri ziyâret ediniz! Böylece âhıreti hâtırlarsınız) buyurdu.


İbni Mâcenin Abdüllah ibni Mes'ûddan bildirdiği hadis-i şerifte, (Kabir ziyâretini önce yasaklamıştım. Şimdi ziyâret ediniz! Böylece dünyaya gönül vermekten


kurtulur, âhıreti hâtırlarsınız) buyuruldu. İmâm-ı Ahmedin, Ebû Sa'îdden bildirdiği hadis-i şerifte, (Kabir ziyâretini size yasaklamıştım. Şimdiden sonra


ziyâret edebilirsiniz. Böylece, ibret alır, gafletten uyanırsınız) buyuruldu. İbn-ül Kayyım-ı Cevziyye, Seleme-tebni Verdandan haber veriyor. Diyor ki,


Enes bin Mâliki gördüm. Resûlullaha selâm verdi. Sonra bir kabrin duvarına dayandı, duâ etti. Müşrikler kabir ziyâretini değiştirdiler. Dîni tersine çevirdiler.


Kabre giderek, meyyiti, Allaha şerîk yapıyorlar. Meyyite duâ ediyorlar. Meyyit vâsıtası ile Allaha duâ ediyorlar. İhtiyâclarını meyyitten istiyorlar. Bereketin


ondan gelmesini bekliyorlar. Düşmanlarına karşı onun yardım etmesini diliyorlar. Böylece, kendilerine de, ölüye de kötülük yapıyorlar. Resûlullah, bu kötü


âdetleri önlemek için, kabir ziyâretini erkeklere yasak etmişti. Sonra, tevhîd kalblere yerleşince, kabir ziyâretine izin verdi. Fakat kabirde hücr [saçma,


çirkin söz] söylemek yasak edildi. Hücrün en büyüğü, kabir başında, söz ve hareket ile şirk yapmaktır. Şimdi, türbeleri süslüyorlar, câmilere bakmıyorlar.


Allahın Peygamberlerle bildirdiği dîni tersine çeviriyorlar. Şî'îler, insanların en câhilleri ve dinden en uzak kalanları olduğu için, türbeleri yapıyorlar.


Câmileri yıkıyorlar) diyor.








Câhillerin ve sapıkların kabir başlarında ve türbelerde yaptıkları taşkınlıklara, şirke ve Allahü teâlânın yarattığını düşünmiyenlere karşı, biz de vehhâbîlerle


birlikteyiz. Elbet şirkin ve müşriklerin düşmanıyız. Bunu imam-ı Rabbânî çeşidli mektûblarında ve ençok üçüncü cildin kırkbirinci mektûbunda çok güzel


ve açık anlatmaktadır. Bu mektûb (Saadet-i Ebediyye) kitabının üçüncü kısmının ikinci maddesinde yazılıdır. Fakat, vehhâbîler kabir ziyâretine, Kur'an-ı


kerim okuyup, sevabını meyyitin ruhuna göndermenin, duâ etmenin meyyite fayda vereceğine inandıklarını yazdıkları hâlde, meyyit işitmez, his etmez, ona


birşey söylemek, Peygamberden şefaat istemek, Evliyâyı vesîle ederek, Allahü teâlâya duâ etmek şirk olur diyorlar. Sözleri birbirini tutmıyor. Kitabımızın


başından beri görüldüğü gibi, vehhâbîlerin Ehl-i sünnetten farkı, bu noktada toplanmaktadır. Biz de, din kardeşlerimizi korumak için, bu nokta üzerinde


durmağı uygun görüyoruz.








Osmanlı devleti zamanında, mekteplerin, medreselerin, üniversite üstünlüğünde olan (Medrese-tül-mütehassısîn) adındaki yüksek kısmında, tasavvuf müderrisi


yâni profesörü bulunan, büyük islâm âlimi ve olgun Velî, seyyid Abdülhakîm Efendi 1342 hicrî ve 1924 mîlâdî yılında, İstanbulda basılan (Râbıta-i şerife)


kitabında buyuruyor ki:








Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanmış ve müşâhede makamına varmış olgun bir Velîye, kalbini bağlıyarak, yanında iken ve yanında olmadığı zamanlarda,


o zâtın yüzünü hayâlinde bulundurmaya (Râbıta) denir. (Onlar görülünce, Allahü teâlâ hâtırlanır) ve Buhârîde ve Müslimde bildirilen (Onlarla berâber bulunanlar


şakî olmaz) hadis-i şeriflerinde bildirildiği gibi, bu kemâle ermiş olanları düşünmek, insana birçok faydalar sağlar. Sâdık ve temiz bir müslüman, böyle


bir Allah adamını düşünmekle, onun sıfatları, hâlleri kendisinde hâsıl olur. Hadis-i şerifler sâlih müslümanlarla, yâni Allahü teâlânın sevdiği kimselerle


berâber bulunmağı emretmektedir. [Deylemîde ve Taberânîde ve Künûz-üd-dekâıkte bildirilen hadis-i şerifte, (Ben ilim şehriyim. Ali onun kapısıdır) buyuruldu.


Bu hadis-i şerifin gösterdiği gibi, Allahü teâlânın sonsuz feyz deryasının kapısı gibi olan, Allah adamlarının kalblerinden, bunları seven ve hâtırlayan


müslümanların kalbine feyz, marifet, nûr akar. Bu feyze kavuşmak için, Ehl-i sünnet îtikatında olmak, Resûlullaha tâm uymak ve Allahü teâlânın sevdiği


Allah adamlarını sevmek, kalbinde onların sevgisini bulundurmak lâzımdır. Bu şartlardan mahrum olanlar, Allah adamlarının feyzlerinden, marifetlerinden


mahrum kalmışlardır. Bilmediklerini, inkârdan başka çâre bulamıyorlar. Allah adamının kalbinden feyz almak için ikinci şart, o zâtın Resûlullah efendimizin


tam vârisi olması, Onun yolunda, izinde bulunması ve Allahü teâlânın sevgili kulu olması lâzımdır. Vehhâbîler arasında böyle bir Allah adamı bulunmadığından


da, onlar için feyz ve marifet kapıları kapalıdır. Putlara, heykellere tapınan müşriklerin ve câhillere, sahte Rehberlere gönül veren zevallı müslümanların


bir feyz ve fayda edinememeleri, bundan ileri gelmektedir. Ebû Cehl, Ebû Tâlib ve Ebû Leheblerin, Resûlullahdan feyz ve hidâyet alamamaları ise, birinci


sebebin kendilerinde bulunmamasından ileri gelmektedir. Peygamberler, Allahü teâlânın yeryüzünde halîfeleridir. Evliyâ-yı kiram, Peygamberlerin vârisleri


oldukları için, onlar da bu şereften pay almışlar, mübârek kalbleri, Allahü teâlânın aynası olmuştur. (Sâd) sûresinin yirmialtıncı ve (En'âm) sûresinin


yüzaltmışbeşinci âyet-i kerimeleri ve benzerleri, bu sözümüzün vesikalarıdır.








Olgun bir Velînin kalbine bağlanan bir müslüman, onun mübârek kalbi vâsıtası ile Allahü teâlâdan gelen feyzlere kavuşur. Deylemîde ve Künûz-üd-dekâıkte


yazılı hadis-i şerifte, (Ehli arasında bir âlim, ümmeti arasındaki Peygamber gibidir) buyuruldu. Kalbin feyzlere, marifetlere kavuşmasında, Allah adamının


diri ve ölü olması arasında hiç fark yoktur. Onun kemâlâtı, ruhaniyetinden hiç ayrılmaz. Ruhaniyet de, zamana ve mekâna ve ölülüğe ve diriliğe bağlı değildir.


Yukarıdaki iki şart mevcut ise, her nerede olursa olsun, diri olsun, ölü olsun, Allah adamlarına bağlanan, yâni onları seven ve hâtırlıyan müslümanlar,


hemen feyz ve marifete kavuşurlar. Bunların ruhlarının tasarrufları, Allahü teâlânın tasarrufu ile olduğuna inanmak lâzımdır.








İnsan, Allahü teâlâdan vâsıtasız feyz almaya kâdir olmadıkça, Allahü teâlânın sevdiği, Allahü teâlâdan feyz alıp, talebesine verebilen bir vâsıtaya muhtaçdır.]








Buhâra, Hîve, Semerkand ve Hindistân âlimlerinin, hicretin ikiyüz senesinden, binikiyüz senesine kadar sözbirliği ile bildirmiş olmaları ve yapmış olmaları


ve emretmeleri, yukarıdaki yazımıza en büyük senet ve vesika olmaktadır. Bunların üstünde başka bir vesika aramaya kalkışmak, bin seneden fazla bir zamanda,


koca Asya kıtasında yetişmiş olan milyonlarca islâm âlimlerini küçültmek, hattâ kötülemek olur. Bunların âlim ve çoğunun da olgun Velî olduklarını gösteren


kitapları meydandadır.








Mâide sûresinin otuzbeşinci âyetinde meâlen, (Ona kavuşmak için vesîle arayınız) buyuruldu. Bu emirdeki vesîle, yâni vâsıta, bir şarta bağlanmamış, mutlak


olarak, yâni umûmî olarak bildirilmiştir. İbâdetler, zikrler, duâlar ve Evliyânın ruhları bu emrin içinde bulunmaktadır. Umûmî olan bu emri sınırlamaya


kalkışmak, âyet-i kerimeye iftirâ etmek olur. Vesîlenin Resûlullah olduğunu, İmrân sûresinin otuzbirinci âyet-i kerimesi bildiriyor. Bu âyette meâlen,


(Allahü teâlâyı seviyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ, bana tâbi olanları sever) buyuruldu. Müslüman olduğunu söyliyen herkesin buna inanması lâzımdır.


(Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadis-i şerifi, âlimlerin, Velîlerin de vesîle olduğunu göstermektedir. Âyet-i kerimedeki, (Tâbi olunuz) emrine


uymak için, sevmeden tâbi olmak mümkün olamaz.








(Buhârî) kitabında diyor ki, Ebû Bekr-i Sıddîk kalbinden ve hayâlinden Resûlullahın hiç ayrılmadığını söyledi. Hattâ halâda bile hayâlinde olduğundan şikâyet


etti.








Tevbe sûresinin yüzyirminci âyetinde meâlen, (Ey îman edenler! Allahdan korkunuz! Sâdıklarla berâber bulununuz!) buyuruldu. Bu âyet-i kerimede de (Berâber


bulunmak) bir şarta bağlanmamış, mutlak olarak, umûmî olarak emrolunmuştur. Bundan dolayı, beden ile ve ruh ile berâberlik demektir. Beden ile berâberlik,


sâdıkların yanında edeb ile, saygı ile ve sevgi ile bulunmaktır. Ruh ile berâberlik ise, Allahü teâlânın sevdiği sâdık bir kulunu, saygı ile hâtırlamaktır.








Yûsüf sûresinin yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Yûsüf, Rabbinin burhânını görmeseydi) buyuruldu. Burada bildirilen burhân, Ya'kûb aleyhisselâmın şeklinin


görülmesinin olduğunu sözbirliğine yaklaşık olarak bildirmişlerdir. Keşşâf tefsîrinin sahibi olan Zimahşerî, mu'tezilî mezhebindeki sapıklardan olduğu


hâlde, bu da, müfessirlerin çoğunluğuna katılarak, Ürdünde bulunan Ya'kûb Mısrda, odada Zelîhânın yanında bulunan Yûsüf aleyhisselâma göründü diyor.








Hanefî âlimlerinden ve Eşbâh kitabının muhşîsi Ahmed Hamevî, (Nefehât-ül-kurb vel ittisâl bi-isbât-it-tasarrufi li-evliyâillâhi teâlâ velkerâmeti ba'del-intikâl)


kitabında, Evliyâ-ı kiramın ruhaniyetlerinin, cismâniyyetlerinden daha kuvvetli olduğunu, bunun için aynı zamanda çeşidli yerlerde görülebileceklerini


bildirmektedir. Bu yazılarına vesika olarak şu hadis-i şerifi yazmaktadır: (Cennete her kapıdan girecekler vardır. Her kapı bunları kendisine çağıracaktır).


Ebû Bekr-i Sıddîk, sekiz kapının hepsinden birden giren olur mu yâ Resûlallah dedi. Resûlullah, (Umarım ki sen onlardan olursun) buyurdu. İnsanın ruhu,


(âlem-i emr) deki asl mertebesi ile irtibât kurabilecek gücünü kazanınca, insan bir ânda çeşidli yerlerde görünebilir. İnsan ölünce, ruhunun dünya ile


ilgisi azalacağından, daha kuvvetli olur. Bir ânda çeşidli yerlerde görülmesi daha kolay olur. [Seyyid Ahmed Hamevî Mısrî, 1098 [m. 1686] de vefât etmiştir.]








Ahmed ibni Hacer-i Mekkî Şemâil şerhinde ve Celâleddîn-i Süyûtî (Tenvîr-ül-halek) kitabında, Abdüllah ibni Abbâsın (Resûlullahı rü'yâda gördüm. İltifât


buyurdu. Uyanınca, mübârek zevcelerinden birisini ziyâret ettim. Aynaya baktım. Aynada Resûlullahı gördüm, kendimi görmedim) dediği yazılıdır. Bu hâl,


yalnız Resûlullaha mahsûs olan şeylerden değildir. Çünkü, islâm âlimleri, Resûlullahın hasâ'isini toplamışlardır. Bu hâli hasâ'is kitaplarına sokmamışlardır.


Fıkhın ve üsûl-i fıkhın temel kâidelerine göre, Resûlullahın hasâ'isinden olmıyan her hâline ümmetinin âlimleri ve Velîleri vâris olurlar. Meselâ, namazda


Resûlullah ile konuşmak namazı bozmaz. Bu, Resûlullahın hasâ'isindendir. Yâni yalnız Ona mahsûstur. Âlimlerle, Velîlerle konuşmak, namazı bozar. Resûlullahı


gözünün önüne getirerek görür gibi salât ve selâm vermek, hasâ'isinden değildir. Evliyâyı da gözünün önüne getirip ruhaniyetinden yardım beklemek câizdir.


Şâfi'î âlimlerinden Celâleddîn-i Süyûtînin (Tabakât-ül-Kübrâ) kitabında, kerâmetin yirmiikincisi, Evliyânın çeşitli insanların şekllerinde görülmesidir


diyor. Meryem sûresinin onaltıncı âyetinde meâlen, (Ona insan olarak göründü) buyuruldu. Yâni Cebrâîl aleyhisselâm, Hz. Meryeme insan şeklinde göründü


âyet-i kerimesinden, Evliyânın ruhlarının çeşitli şekllerde görüleceğini anlamışlardır. Kadîb-ül-Bân Hasen Mûsulînin meşhûr vak'ası da, bu çeşit kerâmetlerdendir.


[Bu vak'a ve diğer kerâmetleri, Yûsüf Nebhânînin (Câmi'ul-kerâmât-ül-evliyâ) kitabında uzun yazılıdır. Beşyüzyetmiş [570] de Mûsulda vefât etmiştir. Şâfi'î


âlimlerinden allâme Ceylî (Buhârî) kitabını şerh ederken, şeytan Resûlullahın şekline giremediği gibi, Onun vârisi olan olgun Velîlerin şekline de giremez


buyurdu.]








Hanefî âlimlerinden allâme Seyyid Şerif Ali Cürcânî, [Seyyid Şerif 816 [m. 1413] de Şîrâzda vefât etti.] (Şerh-ı Mevâkıf) kitabının sonuna doğru, müslümanların


yetmişüç fırkasını yazmadan önce ve ayrıca (Şerh-ı Metâli') kitabına yaptığı hâşiyesinde, Evliyânın çeşidli şekllerde talebesine göründüklerini ve diri


iken de, ölü iken de görülen bu şekllerinden, talebesinin feyz aldıklarını, faydalandıklarını yazmaktadır.








Mâlikî âlimlerinden Tâceddîn Ahmed ibni Atâullah İskenderî, (Tâciyye) risâlesinde, olgun Velîyi görmekle veya düşünmekle, onlardan istifâde edileceğini


bildirmiştir. [Atâullah-ı İskenderî mâlikî şâzilî, 709 [m. 1309] da Mısrda vefât etti.]








Hanefî âlimlerinden allâme Şemseddîn ibnün-Nu'aym (Kitap-ür-Ruh)da diyor ki, ruh bedende olduğundan başka bir hâlde de bulunur. Evliyânın ruhları (Refîk-ı


âlâ)dadır. Bir yandan ölünün bedenine de bağlıdır. Bir kimse, o ruhun sahibinin mezarına gelip selâm verse, Refîk-i âlâda bulunan ruhu, oradan bu selâma


cevap verir. Böyle olduğu, imam-ı Süyûtînin (Kitap-ül-Müncelî)sinde de yazılıdır. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Velîler vefât ettikten sonra, bilemediğimiz


kuvvetli bir tasarrufa ve te'sîre mâliktirler.








Mâlikî âlimlerinden (Muhtasar) kitabının sahibi Halîl bin İshâk Cendî buyuruyor ki, Velî olgunlaşınca, kendisine Allahü teâlâ tarafından çeşidli şekllerde


görünme kuvveti verilir. Bu da, olamıyacak birşey değildir. Çünkü, başka başka görünen şekller, ruhaniyettir. Bedeni, cismi, görünmemektedir. Ruhlar, madde


değildirler. Boşlukta yer kaplamazlar. [Halîl mâlikî Mısrî 767 [m. 1365] de vefât etti.]








Bu kadar derin âlimlerin ve Velîlerin açıkça bildirmiş oldukları bilgilere ve vesikalara inanmamak, dîne ve akla uymamak olur. Bu inanışlarından dolayı,


Ehl-i sünnet olan müslümanlara kâfir ve müşrik damgasını basanlara Allahü teâlâ, akıl ve insâf ihsân eylesin! Buna inanan müslümanları, kabirlere tapınan,


heykelleri, mahlûkları yaratıcı sanan müşriklere benzetenlere yazıklar olsun! Kalbi Resûlullahın ve Onun vârisi olan Evliyânın aşkı, sevgisi ile yanmış,


tutuşmuş olan, sultan-ül-âşıkîn ismi ile tanınmış, mâlikî ve kâdirî Ömer bin Fârıd (Hamriyye) adındaki meşhûr kasîdesinde, tasavvuf büyüklerini, şanlarına


yakışacak sûrette övmektedir. [Ömer bin Fârıd, 576 [m. 1180] da Mısrda vefât etti.] Ezelde, dalâlet ve felaket damgası vurulmuş olan sapıklar, ne kadar


anlatılsa, vesikalar, hattâ kerâmetler gösterilse, inanmak nîmetine kavuşamazlar. Mevlânâ Abdürrahmân-ı Câmî aşağıdaki rubâîsinde, bunlara çok güzel cevap


vermektedir.








Cihân arslanları hep, bu zincire bağlıdır.








Bu zinciri, hîleyle, tilki nasıl koparır?








Evliyâya, bir sapık, dil uzatırsa eğer,








Onlara birşey olmaz, ahmaklığın anlatır.








[Molla Câmî 898 [m. 1492] de Hiratta vefât etti.]








Cenâb-ı Hakkın yaktığı çırayı üfürerek söndürmek istiyenin, ancak sakalları tutuşur. (Râbıta-i şerife) kitabının yazısı burada tamam oldu.








27- Resûlullah, salevât okuyanları bilir diyebilmektedir.








27 - Kitabın müellifi, dörtyüzseksenaltıncı sayfasında de, hakîkati yazmak zorunda kalmıştır. Ebû Dâvüdün Ebû Hüreyreden bildirdiği, (Evlerinizi kabir yapmayınız!


Kabrimi bayram yeri yapmayınız! Bana salevât getiriniz! Her nerede salevât getirirseniz, bana bildirilir) hadis-i şerifini yazmıştır. Kendi bozuk inanışlarını


isbât etmek için yazdığı bu hadis-i şerif, Peygamberlerin kabirlerinde diri olduklarını göstermektedir. Çünkü, bir söz, diri olana bildirilir.








28- Eshâb-ı Kirâmın veTâbi'înin üstünlüklerini bildiriyor.








28 - Dörtyüzdoksanıncı sayfasında: (Müslim sahihi ve Ebû Dâvüd ve Tirmizînin, İmrân bin Husayndan bildirdikleri hadis-i şerifte, (Ümmetimin en iyileri,


benim zamanımda bulunanlardır. Onlardan sonra, en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra da en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir) buyuruldu.


Bu hadis-i şerif, Buhârîde de yazılıdır ve (En iyiniz) diye başlamaktadır. En iyi olmak, ilimleri, îmanları ve işleri en iyi olanlar demektir. Bunlar,


çıkan bid'atleri inkâr etmişler, yok etmişlerdir. Üçüncü asırda bid'atler çoğaldı ise de, âlimler çok idi. İslâmiyet revâcda idi. Cihâd yapılıyordu. Müslim


sahihindeki, Abdüllah ibni Mes'ûd tarafından bildirilen hadis-i şerif de böyledir. Yalnız burada sonra gelen asırlar üç kere tekrar edilmektedir. Dördüncü


asrın sonuna kadar hayrın, şerden çok olduğu anlaşılmaktadır) diyor.








Bu hadis-i şerif, Ehl-i sünnet âlimlerini övmektedir. Çünkü, Ehl-i sünnet âlimleri en hayrlı olan bu dört asrın en üstünleri, en kıymetlileri idiler. Bu


üstünlükleri, kendi asırlarında bulunan milyonlarca müslümanın sözbirliği ile bildirilmektedir. Müellif, Ehl-i sünnet âlimlerini, işine geldiği yerde övmekte,


onların yazılarını, ictihâd buyurarak bildirdikleri şeyleri kendi sözlerine vesika olarak yazmaktadır. Bir yandan, Ehl-i sünnet âlimlerini övmek zorunda


kalıyor, bir yandan da âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere Ehl-i sünnet âlimlerinin verdikleri mânaları beğenmiyorlar. Bu mânalardan birçoklarına şirk


diyorlar. Ehl-i sünnete, müşrik damgasını basmaktan hayâ etmiyorlar. Müellif, birçok yerinde, hadis âlimlerinden İsmâ'îl bin Ömer ibni Kesîr İmâdeddînin


kitaplarından vesikalar vermektedir. Çünkü, İmâd bin Kesîr, İbni Teymiyyeye göre fetvâ verirdi. [Ebülfidâ hâfız İsmâ'îl ibni Kesîr şâfi'î Basrî, 734 [m.


1372] de Şâmda vefât etti.]








29- Diriden yardım istenir. Ölüden yardım istenmez diyor. Bunaa (Merâkıl-felâh) ve (Zevâcir) den cevâb verilmektedir.








29 - Müellif, beşyüzüçüncü sayfada diyor ki: (Bir işin yapılması için, diri olan herkesten şefaat istemek, yâni yardım etmesini ve duâ etmesini istemek


câizdir. Hz. Ömer, Medîneden Mekkeye Ömre yapmaya giderken, Resûlullah, (Sâlih duâdan bizi de unutma kardeşim) buyurdu. Bu hadis-i şerif, Ebû Dâvüdün ve


imam-ı Ahmedin müsnedinde yazılıdır. Hz. Ömer buyuruyor ki, bu hadis-i şerifteki (Kardeşim) sözü kadar bana sevgili olan bir sözü hayatımda hiç işitmedim.


İslâmiyet ölülere yalnız duâ etmeye izin vermiştir. Fakat ölüden duâ istemek bildirilmemiştir. Âyet ve hadisler, bunu yasak etmiştir. Fâtır sûresinin onüçüncü


âyetinde, (Allahü teâlâdan başka ibâdet ettiğiniz putlar, hurma çekirdeği üzerindeki zar kadar bile, size fayda veremezler. O putlara duâ edersiniz, işitmezler.


İşitmiş olsalar dahî, fayda vermeye güçleri olmadığı için, size cevap vermezler. Kıyâmet günü de, putlar, kendilerini Allahü teâlâya ortak yapmanızın yanlış


olduğunu söyler), buyuruldu. Bu âyet, ölülerden duâ istiyenlerin, kıyâmette kâfir olacaklarını bildiriyor. Böyle olduğunu, Ahkâf sûresinin altıncı âyeti


olan (Kâfirler, kıyâmette haşr olunca, mâbutları onlara düşman olup, onların ibâdetlerinin yanlış olduğunu bildirirler), cümlesi de bildirmektedir. Öyle


ise, hiçbir ölü ve gâib olan diri kimse işitmez, fayda ve zarar veremez. Sahâbe ve büyükleri olan Hulefâ-i râşidîn, Resûlullahın kabrine gelip birşey istememişlerdir.


Hz. Ömer yağmur duâsına, Hz. Abbâsı götürüp, yağmur için duâ yapmasını diledi. Çünkü o, diri idi. Rabbine duâ edebilirdi. Ölüden yağmur duâsı istemek câiz


olsaydı, Hz. Ömer ve Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın kabrinden isterlerdi).








Kitabın dörtyüzseksenaltıncı sayfasında, (Benim için, her yerde okuduğunuz salât ve selâm bana bildirilir) hadis-i şerifini yazmış ve bu hadis, sağlamdır


ve meşhûrdur demişti. Şimdi, Resûlullahın birşey işitmiyeceğini, duâ edemiyeceğini, Ondan duâ istemenin şirk olduğunu yazıyor. Yazıları birbirine uymıyor.


Vesika olarak yazdığı Fâtır sûresindeki âyet-i kerime, Allahü teâlâya inanmıyan, Ona ibâdet etmeyip, putlara, heykellere tapınan kâfirleri bildirmektedir.


Allahü teâlânın sevgili Peygamberinin veya Velîsinin kabrine gidip, şefaat ve duâ etmesini istiyen müminlere müşrik damgasını basabilmek için, kâfirleri


anlatan âyet-i kerimeleri, vesika olarak yazmak, Kur'an-ı kerime de, müminlere de iftirâdır. Bu âyet-i kerime, mezarları ve ölüleri bildirmiyor. Allahü


teâlâya inanmıyan, putlara tapınan kâfirleri bildiriyor. Müminlere karşı, bu âyet-i kerimeyi ileri sürenlere hak verdirecek zerre kadar bir vesika yoktur.


Ahkâf sûresinde yazdığı âyet-i kerimeden bir önce, Allahü teâlâ meâlen, (Allahü teâlâya îman ve ibâdet etmeyip, işitmiyen putlara ibâdet eden kimseden


daha kötü, daha sapık yoktur) buyuruyor. Bu âyet-i kerime de, kâfirleri bildirmektedir. Hz. Ömerin yağmur duâsına çıkması, sünnete uymak için idi. Çünkü,


Resûlullah yağmur duâsı yaptığı için, Hz. Ömer de, sünnete uyarak duâ yaptı. Yağmur duâsı, bir ibâdettir. İbâdetler, elbette sünnete uygun yapılır. Böyle


olmakla berâber, Hanefî mezhebi âlimlerinden Hasen Şernblâlî, [Şernblâlî 1069 [m. 1658] de Mısrda vefât etti.] (Nûr-ul-îzâh) ve bunun şerhi olan (Merâkıl-felâh)


kitabında diyor ki, (Medînede olanların, yağmur duâsı için (Mescid-i Nebî)de toplanmaları daha iyi olur. Çünkü orada, Resûlullahdan başka birşey vâsıtası


ile, Allahü teâlâdan birşey istenmez ve birşeye kavuşulmaz. Resûlullah efendimizin de (Mescid-i Nebî) içinde yağmur duâsı yapmış olduğu Buhârîde ve Müslimde


yazılıdır. Duâ edilen yer, ne kadar şerefli ise, rahmet yağması, o kadar çok olur. Önce, iki halîfesini vesîle yaparak, Resûlullaha yalvarılır. Sonra,


üçü vesîle edilerek, Allahü teâlâya yalvarılır). Kitabın, (Kabr-i saadeti ziyâret ederken, Kıbleye dönülüp, kabirler arkada bırakılır) demesi de iftirâdır.


(Merâkıl-felâh)da, (Kabirlere dönülür. Kıble arkada bırakılır. Her kabrin ziyâretinde de, böyle yapılır) denilmektedir. Yağmur istemek için, sünnete uygun


toplanarak duâ etmek, âyet ile ve sünnet ile belli olan bir ibâdettir. Bu ibâdeti, sünnete uygun yapmayıp da, Kabr-i saadete gidip istemek, ibâdeti değiştirmek


olur. Kılınmıyan namazların günahını affettirmek için, kazaların kılınması emrolundu. Kılınmıyan namazları kaza etmeyip de, affedilmelerini Kabr-i saadetten


istemek câiz olmadığı gibi, yağmuru da, Kabr-i saadetten istemek câiz olmaz. Fakat, böyle ibâdetleri, Kabr-i saadetin yanında yapmak, başka yerde yapmaktan


binlerce defa faydalı olduğu meşhûr olan hadis-i şerifte bildirilmiştir.








Evet, Evliyâya namaz kılınmaz. Evliyânın kabrine karşı namaz kılınmaz. Böyle yapmak büyük günah, hattâ şirk olur. Fakat, Evliyânın kabri yanında, yalnız


Allah için ve kıbleye karşı namaz kılmak çok sevap olur. Çünkü, Evliyânın kabirlerine rahmet yağmaktadır. Kabir yanında, türbe yanında namaz kılmak câiz


olmasaydı, Eshâb-ı kirâm, Kabr-i saadeti mescid içine almazlardı. Eshâb-ı kirâmın hepsi ve bindörtyüz seneden beri gelmiş olan milyarlarla müslüman, Kabr-i


saadetin yanında namaz kılmışlardır. Burada namaz kılmanın fazîletinin çok olduğu hadis-i şerif ile bildirilmiştir. Mescid-i saadette, arka safta namaz


kılanlar, Kabr-i saadete karşı durmaktadırlar. Bindörtyüz seneden beri hiçbir islâm âlimi buna birşey dememiştir. Evliyânın kabirleri yanında namaz kılmanın


câiz olduğuna bundan daha büyük vesika olabilir mi? Kabre karşı kılmağı kastetmek, bu niyet ile kılmak hadis-i şerif ile nehy edilmiştir. Fakat, kıbleye


karşı kılmağı kastedince, kabre tesâdüf etmesi câiz olduğu icmâ'ı ümmet ile sâbittir.








İbni Hacer-i Hiytemî Mekkî, (Zevâcir) kitabında doksanbirinci sayfada diyor ki, (Buhârîdeki hadis-i kudsîde, (Allahü teâlâ buyurdu ki, Evliyâmdan birine


düşmanlık eden benimle harp etmiş olur. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında bana en sevgili olanları ona farz ettiğim şeylerdir. Kulum nâfile ibâdetleri


yapmakla bana o kadar yaklaşır ki, onu çok severim ve her istediğini veririm) buyuruldu. Doksanbeşinci sayfasındaki hadis-i şerifte, (Bir kimse bana salevât


okursa, bana bildirilir. Ben de ona duâ ederim) buyuruldu. Bir hadis-i şerifte, (Bir müslüman bana selâm verince, ruhum bedenime gelir. Selâmına cevap


veririm. Peygamberler mezarlarında diridirler) buyuruldu. Ebüdderdânın bildirdiği hadis-i şerifte, (Toprak Peygamberlerin cesedlerini çürütmez. Cuma günleri


bana çok salevât okuyunuz! Ümmetimin okuduğu salevât, her Cuma günü bana bildirilir) buyuruldu. Yâ Resûlallah! Sen mezarda çürüdükten sonra, selâmlar nasıl


bildirilir dediler. Cevabında, (Allahü teâlâ, toprağın Peygamberleri çürütmesini haram etmiştir) buyurdu. Bunlar gibi hadis-i şerifler gösteriyor ki, Peygamberler


mezarlarında diridir, çürümezler. Evliyâ da, onların vârisidir). İbni Ebî Şeybenin [İbni Ebî Şeybe Abdüllah 235 [m. 850] de vefât etti.] ve Ebû Nu'aymin


bildirdikleri ve (Künûz-üddekâık)de yazılı hadis-i şeriflerde, (Evliyâ görülünce, Allahü teâlâ hâtırlanır) ve (Allahü teâlânın Evliyâsı vardır. Bunlar


görülünce, Allahü teâlâ hâtırlanır) buyuruldu. Deylemînin bildirdiği ve (Künûz-üddekâık)da bildirilen hadis-i şerifte, (Kabirdekiler olmasa, şehirdekiler


yanardı) buyuruldu. Bu hadis-i şerifler gösteriyor ki, cenâb-ı Hak, kabirdekilerin sebebi ile ve bereketleri ile, dirilere iyilikler vermektedir. Askerînin


bildirdiği ve Münâvînin (Künûz) kitabında yazılı hadis-i şerifte, (Yahyâ bin Zekeriyyânın kabrini bilseydim, ziyâret ederdim) buyuruldu. [Abdürraüf Münâvî


şâfi'î, 1031 [m. 1621] de Kâhirede vefât etti.]








30- Ölü için adak yapmak, hayvan kesmek şirk imiş. Buna (Minhat-ül Vehbiyye) kitâbının sonundaki (Eşedd-ül-cihâd) kitâbında arabî olarak cevâb verilmektedir.








30 - Kitabın yüzkırkaltıncı ve yüzellisekizinci sayfalarında, (Allahdan başkası için hayvan kesmek haramdır. Keserken, bu ümmetin münâfıklarının yıldızlara


yaklaşmak için yaptıkları gibi, Besmele ile kesse bile, mürted olurlar. Kestiklerini yimek helâl olmaz. Zemahşerî diyor ki, ev satın alınca, yâhut yeniden


yaptırınca, cin çarpmasın diye hayvan kesmek de böyledir. İbrâhîm Merûzî diyor ki, sultan veya devlet adamları gelince, onlara yaklaşmak için hayvan kesmek


haramdır. Çünkü, Allahdan başkası için kesilmiş olur. İhlâl demek, yüksek sesle başkası için kesmek demektir. Allahdan başkası için yapılan nezr, adak


hayvanları böyledir. Kesmeden önce söylemek, meselâ bu hayvan falan seyyide içindir, filan seyyid içindir demek böyledir. Böyle olan nezrleri keserken


Bismillâh demek fayda vermez. Allahdan başkası için yiyecek, içecek adayarak onlara yaklaşmak da böyledir. Ölüler için ve onlardan bereketlenmek için türbelere


götürüp, türbe yakınlarındaki fakirlere dağıtılan yiyecek ve içecekleri de, Allahdan başkası için nezr yapanlar ve putlar için, güneş, ay için, mezarlar


için ve bunlar gibi adak yapanlar, Allahdan başkası için yemin edenler gibidir. Her ikisi de şirktir. Bazı sapıkların mezarlara mum, kandil için yağ adamaları


da, müslümanların sözbirliği ile günahtır. Türbelerde hizmet eden fakirlere mal adamak, kilisedeki putların hizmetçilerine adamak gibidir. Bunlar, ibâdettir.


Bunları Allahdan başkası için yapmak şirk olur. Hanefî âlimlerinden şeyh Kâsım, Dürer kitabında diyor ki, uzakta yolcusu olan veya hastası olan veya malı


gayb olan câhiller, bazı sâlih kulların mezarlarına geliyor: Efendim, Allahü teâlâ yolcuma kavuşturursa veya hastamı iyi ederse veyahut da gayb olan malıma


kavuşturursa, sana şu kadar altın veya yiyecek veya su veya mum nezrim olsun diyorlar. Böyle nezrler bâtıldır. Adak yapmak ibâdettir. Allahdan başkası


için ibâdet olmaz. Ölünün malı mülkü olmaz. Ona birşey verilmez. Herşeyi Allah yapar. Ölü birşey yapamaz. Öyle inanmaları küfürdür. İbni Nüceym, Bahr kitabında


diyor ki, bu sapıklıklar, Ahmed Bedevînin türbesinde çoktur. Hanefî âlimlerinden şeyh Sun'ullah-ı Halebî, Evliyâ için hayvan kesmek ve adak yapmak câiz


değildir diyor. Ahmed Bedevînin türbesi Tanta şehrindedir. Kendisi (Mülesseme) devletinin bir câsûsudur. Bu devlet, Fas tarafında idi. Bu câsûs, hîle ve


yalanla müslümanları aldattı. Şimdi türbesi bir kilise gibidir. Onun için adak yapıyorlar. Ona tapınıyorlar. Her sene üçyüzbin kişi hac yapmak için bu


putun yanına geliyor) diyor.








Kitabın yukarıdaki yazılarına dikkat edilirse, âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler ve Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından kıymetli yazılar yazarak müslümanların


gözlerini boyamakta, haramlara, mekruhlara hattâ mubâh olan şeylere şirk, küfür damgası basmaktadır. Allahü teâlânın sevdiği sâlih kullarına ve onların


türbelerine put, kilise demektedir. Sapık inanışlı yetmişiki fırkadan olan câhillerin ve ahmakların yaptığı çirkin ve bozuk işleri öne sürerek, Ehl-i sünnet


Evliyâsına, hâlis ve temiz müslümanlara kâfir ve müşrik damgasını basmaktadır. Müslümanların, böyle hîlelere aldanmamaları ve Ehl-i sünnet âlimlerinin


bildirdikleri doğru yoldan ayrılmamaları için, Dâvüd bin Süleymân Bağdâdînin, (Eşedd-ül-cihâd fî İbtâl-i Dâ'vel-ictihâd) adındaki kitabının otuzbeşinci


sayfasından îtibaren on sayfayı arabcadan türkçeye tercüme ediyoruz. Bunu okuyanlar, vehhâbîlerin yalan söylediklerini hemen anlıyacaklardır. [(Eşedd-ül-cihâd)


kitabı, (Minhat-ül-Vehbiyye) kitabının devamı olarak (Hakîkat Kitabevi) tarafından mükerreren bastırılmıştır.]








[Önce bu kitabın put dediği Ahmed bin Ali Bedevînin hayatını kısaca bildirmek uygun görüldü. Şemseddîn Sâmî bey (Kâmûs-ül'a'lâm) kitabında diyor ki, (Ahmed


Bedevî hazretleri, Evliyânın meşhûrlarından ve şeriflerdendir. Yâni Hz. Hasenin soyundandır. Büyük dedesi, Haccâcın zulmünden, Fasa kaçmıştı. Kendisi hicretin


596 [m. 1200] yılında Fasta tevellüd etti. Yedi yaşında iken, babası ve kardeşleri ile Mekkeye geldi. Altıyüzotuzüç (633) senesinde, gördüğü rü'yâ üzerine


Irâka ve Şâma gitti. Sonra, Mısrda Tanta şehrinde yerleşti. Çok kerâmetleri görüldü. Yüksek bir Velî olduğu anlaşıldı. Şöhreti her tarafa yayıldı. Ziyâretcileri


ve talebesi binleri aştı. Altıyüzyetmişbeş 675 [m. 1276] senesinde Tantada vefât etti.) Vehhâbî kitabının, Ahmed Bedevî hazretlerine (Mülesseme) devletinin


bir câsûsudur demesi de, alçakça ve çok çirkin bir iftirâdır. Mülesseme ve öteki ismi (Murâbıtîn) olan islâm devleti, hicretin dörtyüzkırk senesinde, Fasın


cenûbunda kuruldu. Baş şehri (Merrâkiş) idi. İspanyayı ele geçirdi. Yüz sene sonra, hicretin beşyüzkırk (540) senesinde yok oldu. Yerine (Muvahhidîn) devleti


kuruldu. Ahmed Bedevî hazretleri dünyaya geldiği zaman, Mülesseme devletinin yerinde yeller esiyordu. Kendi gitmiş, adı kitaplarda kalmıştı. Kitabın müellifi,


tefsîr ve hadis ilimlerinde câhil olduğu gibi, tarih ve fen bilgilerinde de acınacak bir hâldedir. Arabca, ana lisanı olduğu için, âyet-i kerimelere ve


hadis-i şeriflere ve islâm âlimlerinin kitaplarına çalakalem, bozuk mânalar veriyor. Bunlardaki ince, yüksek bilgileri, günlük gazete haberi imiş gibi


zannederek, boş kafası ve kısa aklı ile anladığı gibi sanıyor. Böyle mezhepsizlerden ve din câhillerinden, Seyyid Kutb adında biri, kendi anladığına göre


bir tefsîr yapmış, (Fî-Zılâl-il-Kur'an) adındaki bu tefsîrini, Kâhire mason locası başkanı olan, dinde reformcu Muhammed Abdühün, islâmiyeti yıkıcı, bölücü,


bozuk yazıları ile doldurmuştur. Allahü teâlâ, müslüman yavrularını böyle bozuk, zehirli kitapları okuyup aldanmaktan korusun! Böyle türedi din adamlarının


tuzaklarına düşürmesin! Âmîn].








Seyyid Dâvüd buyuruyor ki: Allahü teâlâ için adak yapmak ve hayvan kesmek ve bunların etlerini fakirlere dağıtıp, sevaplarını Peygamberlere ve Evliyâya


hediye etmek küfür, şirk olurmuş. Bunlara hemen cevap vermek lâzımdır. Böyle söyliyenler mezhepsizdir. Bunlar, mezhep imamlarına, islâm âlimlerine uymuyorlar.


Kendi kısa görüşleri ile, noksan akılları ile konuşuyorlar. Burada, önce onları red edeceğiz. Sonra islâm âlimlerinin bildirdiklerini yazacağız.








Bekara sûresinin ikiyüzyetmişinci (270) âyet-i kerimesinde meâlen, (Fakire verdiğiniz sadakaları ve yaptığınız nezrleri, Allahü teâlâ biliyor) ve Hac sûresinin


yirmidokuzuncu âyetinde meâlen, (Nezrlerini yerine getirsinler) buyuruldu. Dehr sûresinin yedinci âyetinde, (Onlar nezr ettiklerini yaparlar) buyurarak


övmektedir. Bu âyet-i kerimelerde, Allahü teâlâ, nezr edenleri bilirim diyor. Nezr edenleri övüyor. Nezrin, fakirlere nafaka olduğunu bildiriyor.Resûlullah


efendimize sordular: Bir erkek veya bir kadın, Mekke şehrinden başka bir yerde, deve kesmeyi nezr ediyor. Bu, câhiliyyet zamanında,putların önünde kesilen


deve gibi mi olur? Cevabında, (Hayır öyle olmaz, nezrini yerine getirsin! Allahü teâlâ, her yerde hazır ve nâzırdır. Herkesin nasıl niyet ettiğini bilir)


buyurdu. Bu hadis-i şerif, sapık sözlere cevap olarak yetişir. Allah rızası için kesilmesi nezr edilen hayvanı, sâlih kimselerin mezarları yanında keserek,


etini orada bulunan fakirlere dağıtmak ve sevabını o sâlih kimsenin ruhuna bağışlamak câizdir. Bir zararı yoktur. Allah rızası için kesilmesi adak yapılan


hayvan elbette kesilecektir. Bu hayvanı kesmek, bir ibâdettir. Etini fakirlere dağıtmak da, ayrı bir ibâdettir. Bu her iki ibâdetin başka başka sevapları


vardır.








Müellifin, ölüler için adak yapılmasını ve mezar yakınında, Allahü teâlâ için hayvan kesmesini, puta tapmaya benzetmesi, müslümanlara büyük iftirâdır. Bu


sözünü, âyet-i kerime ile ve hadis-i şerif ile isbât etmesi lâzımdır. Adak için, böyle bir isbât yapamıyor. Kâfirler için, müşrikler için gelmiş olan âyet-i


kerimeleri müslümanlara bulaştırmaya kalkışıyor. Fıkh âlimlerinin kitaplarında haram veya mekruh hattâ câiz olduğu bildirilen şeyleri yazarak, küfürdür,


şirktir, yaygarasını basıyor. Zaten, mezhep imamlarına, fıkh âlimlerine kıymet vermiyor. Ehl-i sünneti aldatmak için, müslümanların gözünü boyamak için,


işine gelen, çıkarına yarıyan yerleri yazıyor. Hâlbuki, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden kendi anladığına uymaktadır. Bekara sûresinin yüzyetmişüçüncü


âyet-i kerimesinde meâlen, (Müşrikler, Allahdan başkası için ihlâl ediyorlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerimeyi ileri sürüyor. Hep bu âyet-i kerimeyi koz olarak


kullanıyor. Allahü teâlâdan başka niyet ile hayvan kesen kâfir olur, müşrik olur diyor. Bunun sözüne göre, bütün müslümanlar kâfir olmaktadır. Çünkü islâm


memleketlerinde hergün yimek için milyonlarca hayvan kesiliyor. Bunların hiçbiri Allahü teâlânın rızası için, ibâdet olmak için değil, ticâret için veya


yimek için kesilmektedir. Allahü teâlâdan başkası için hayvan kesen müşrik olur diyen kimse, buna nasıl cevap verebilir?








Başka yerlerde keserek, sevabını ölülerin ruhuna göndermek câiz olur diyorlar. Onlara göre, bunun da küfür ve şirk olması lâzım gelir. Bunları Allah için


kesiyoruz, etini fakirlere dağıtıp sevabını ölülerimize bağışlıyoruz diyorlar. Onlara deriz ki, Peygamber için ve Evliyâ için diyerek de bu niyet ile kesilmektedir.


Bunlar için hayvan kesenin niyetinin bozuk olduğunu nereden anlıyorsunuz? Herkesin niyetini yalnız Allahü teâlâ bilir ve Onun haber verdiği kimse bilir.


Başka kimse bilemez. İleri sürdükleri, yukarıdaki âyet-i kerimedeki (İhlâl) kelimesi, bağırarak söylemek demektir. Câhiliyye zamanında, putlara tapanlar,


hayvan keserken (Lât için) ve (Uzzâ için) diyerek bağırırlardı. Müslümanlar, (Bismillâh) veya (Allahü ekber) diyerek keser. Müşrikler, Allah adı yerine


putların ismini söylerlerdi. Bir müslüman, Allahü teâlânın ismi yerine, meselâ Abdülkâdir-i Geylânî veya Ahmed Bedevî için diyerek keserse, bunu bilerek


söylemesi, haram olur, bilmiyerek söyledi ise, âlimlerin buna öğretmesi lâzımdır. Buna hemen kâfir denemez. Bu söylediklerimizi daha da îzâh edelim:








İbni Nüceym Zeynül'âbidîn-i Mısrînin [Zeynül'âbidîn 970 [m. 1562] de vefât etti.] (Bahr-ür-râık) ve kardeşi Ömer ibni Nüceymin [Ömer 1005 [m. 1597] de vefât


etti.] (Nehr-ül-fâık) kitaplarında ve Kâsım bin Katlûbüganın (Dürer-ül-bihâr) şerhinden alarak (Redd-ül-muhtâr)ın yemin kısmında diyor ki, (Câhillerin


ölüler için yapmakta olduğu adaklar ve Evliyâya yaklaşmak için türbelerine götürülen kandil yağları, mumlar ve paralar yalnız ölü için olursa bâtıldır,


haramdır. Fakat yine küfür değildir, şirk değildir. Fukaraya dağıtmak ve sevabını Evliyânın ruhuna göndermek için olursa câizdir. Kâsım bin Katlûbüga,


(Nezr yapmak ibâdettir. Mahlûk için ibâdet yapmak câiz olmaz) diyor. Bu sözü, (Nezr, bir fayda getirmez, cimrinin malının gitmesine sebep olur) hadis-i


şerifine uymamaktadır. Bu hadis-i şerif, nezrin mekruh olduğunu gösteriyor. Mekruh olan şey, ibâdet olmaz. Müslümanların hayvan adamaları ve başka şey


adamaları, hep Evliyânın türbesinde bulunan veya başka yerlerdeki fakirlere dağıtmak içindir. Malın, etin ölüye verilmesini, ölünün kullanmasını düşünen


hiç kimse yoktur. Hanefî mezhebinde, nezrin bir yerde yapılmasını belli etmek lâzım değildir. Belli edilen yerde yapılması da lâzım olmaz. Meselâ, falan


Velî için nezrim olsun demek câizdir. Böyle söylemek, Allah için yaptığım nezrin sevabı, bu Velî için olsun demektir. Bu hayvanı, bu Velînin mezarı yanında


kesmek lâzım olmaz. Başka yerde kesmek, başka yerdeki fakirlere dağıtmak da câiz olur. Nerede kesilirse kesilsin, sevabı niyet edilen Velînin ruhuna gider.


Bununla berâber, yukarıdaki yazı, Kâsımın sözüdür. Kendisi, Kemâleddîn Muhammed ibni Hümâmın talebesidir. [İbni Hümâm 790 [m. 1388] da tevellüd ve 861


[m. 1456] de vefât etmiştir.] Önce gelen âlimlerden hiçbiri Kâsım gibi söylememiştir. Yalnız İbni Teymiyye söylemiştir. İbni Teymiyye, çeşidli adaklar


yapmak, bilhâssa hayvan kesmeyi adamak ve kabir ziyâreti gibi işlerde müslümanları kötülemekte aşırı gitmektedir. Kendisine, zamanında bulunan ve sonra


gelen Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu cevaplar vermiş, ortaya attığı sapık düşünceleri çürütmüşlerdir. Kâsımın sözüne doğru denilse bile bu sözün müslümanları


lekelemiyeceğini islâm âlimleri bildirmişlerdir. Çünkü Kâsım da, fakirlere dağıtmak niyet edilirse câiz olur demektedir. Bütün müslümanların adaklarını


bu niyet ile yaptıklarını yukarıda bildirmiştik. Ehl-i sünnetin Kâsıma benziyen sözlerini, vesika olarak ileri sürmeleri, müslümanları aldatmak içindir.


Çünkü onlar, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden başka sözleri vesika olarak kabûl etmemektedirler. Biz de, onlara sorarız: Peygamberlere ve Evliyâya


adak yapmanın şirk olduğunu gösteren âyet-i kerime ve hadis-i şerif isteriz. Karşımıza yalnız yukarıda yazdığımız (ihlâl) âyet-i kerimesini çıkarıyorlar.


Bu âyet-i kerimeye dayanmaları, bir şüphe ve ihtimaldir. Şüphe ile ve ihtimal ile mantık yürütülmez. İstidlâl yapılamaz. [(Dürr-ül-muhtâr) fıkh kitabında,


bu âyet-i kerime için, hayvanı kesip, toprakla örtmek, fakirlere dağıtmamaktır, diyor. Görülüyor ki, hac zamanında, Minâda kesilen yüzbinlerle hayvanı


toprak altında bırakmaları, açlara, muhtaçlara dağıtmamaları (ihlâl) olmaktadır. Böyle yapanların müşrik, kâfir olmaları Îcap eder. Yimek için, meselâ


misafir için hayvan kesmek, ihlâl olmaz. Çünkü, İbrâhîm aleyhisselâmın sünnetidir. Yimek için hayvan kesmek ihlâl olsaydı, müşriklerin ihlâlini İbrâhîm


aleyhisselâm elbet yapmazdı.]








[Zemahşerî Ebülkâsım Mahmûd cârullah mu'tezilî 538 [m. 1144] de Cürcâniyyede, Ebû İshâk İbrâhîm Merûzî şâfi'î 340 [m. 952] da, Sun'ullah Halebî Mekkî hanefî


1117 [m. 1705] de vefât etti. Bunun (Seyfullah alâ-men kezzebe alâ-Evliyâillah) kitabı, Evliyânın kerâmetlerini uzun anlatmaktadır. Şerif Ahmed Bedevî


675 [m. 1276] de Mısrda Tantada, Şemseddîn Sâmî bey 1322 [m. 1904] de İstanbulda Erenköyde, vefât ettiler. Seyyid Kutb 1386 [m. 1966] da Mısrda çıkardığı


fitne sonunda öldürüldü. Kâsım bin Katlûbüga Mısrî hanefî 879 [m. 1474] da vefât etti. Şemsüddîn Muhammed Konevînin (Dürer-ül-bihâr)ı şerh ederken, nezr,


adak bahsinde verdiği bilgileri, İbni Âbidîn açıklamaktadır.]








Tekrar edelim ki, Evliyâ için, yâni Allahü teâlânın sevdiği kulları için hayvan kesmeyi adamakta üç niyet bir arada düşünülmektedir: Hayvanı, Allahü teâlâ


için kesmek. Etini ve başka şeylerini fakirlere dağıtmak. Sevabını Velînin ruhuna bağışlamak. Her müslüman, hayvanını böyle adamaktadır. Böyle hayvan adamak,


misafir için kesmekten daha iyidir. Çünkü, çok olur ki, misafir zengin olur. Sadaka alması câiz olmaz. Evet, devlet adamları ve sultan yâhut beklenilen


yolcu gelince, onlar için hayvan kesmek ve etini fakirlere dağıtmayıp, boş yere bırakmak, kâfirlerin putları için hayvan kesmesine benzemektedir. Bu da,


şâfi'î mezhebinde haramdır.








Allâme ibni Hacer-i Mekkîye soruldu: Diri olan Velî için nezr yapmak câiz midir? Nezr olunan şeyleri o Velîye veya herhangi bir fakire vermek lâzım mıdır?


Ölmüş olan Velî için nezr yapmak câiz midir? Nezr olunan malı Velînin çocuklarına ve akrabâsına, yâhut onun yolunda bulunanlara, talebesine, hizmetçilerine


vermek lâzım mıdır? Mezar üzerine kabir, duvar, parmaklık, sıva gibi şeyler yapmak için nezr sahih olur mu?








Cevap: Diri olan Velî için adak yapmak sahihdir. Adak olunan malı ona vermek vâcibdir. Başka hiçbir yere vermek câiz olmaz. Ölmüş olan Velî için nezr yapmaya


gelince, mal meyyitin olsun diye niyet edilirse, nezr bâtıl olur, sahih olmaz. Başka bir hayr için meselâ, çocuklarına, talebesine, türbesindeki veya başka


yerdeki fakirlere vermeği, yidirmeyi niyet ederse, adak sahih olur. Niyet ettiği şeyleri vermesi vâcib olur. Adak sahibi hiçbirşey niyet etmedi ise, zamanındaki


müslümanların âdetlerine bakılır. Hemen her müslüman, ölü için nezrim olsun diyerek, yazdığımız yerlerden birine vermeyi ve sevabını ölüye bağışlamağı


düşünmektedir. Adak yapan da, bu yerleşmiş, kökleşmiş âdetleri bildiği için, onlar gibi nezr etmiş olur. Vakfta olduğu gibi, nezri sahih olur. Vakfta,


şartlarını söylemese, yerleşmiş âdetlerdeki şartlara göre vakf etmiş sayılmaktadır. Mezarların yapılması, sıvanması için yapılan nezrler bâtıldır. Fakat


imam-ı İzra'î ve Zerkeşî ve başkaları buyurdu ki, Peygamberlerin, Evliyânın ve âlimlerin mezarlarını ve yırtıcı hayvanların, hırsızların ve düşmanların


açmasından korkulan mezarları korumak için üzerlerine duvar, parmaklık gibi şeyler yapmak câizdir. Böyle faydalı şeyleri adamak sahih ve câiz olur ve iyi


olur. Bunlar için vasıyet yapmak da böyledir. İbni Hacer-i Mekkînin fetvâsı daha uzundur. Kitabımıza bu kadarı yetişir. Bu konuda Hayreddîn-i Remlînin


de fetvâları vardır. Bu fetvâların aslı, imam-ı Râfi'înin Cürcândaki kabri için yapılan adak üzerindeki yazılardır. İbni Hacer-i Mekkî bunları (Tuhfe)


kitabında ve fetvâlarında uzun bildirmiştir. Şâfi'î mezhebinde sözbirliği ile câizdir. [Ahmed İzra'î şâfi'î 783 [m. 1381] de Şâmda, Muhammed Zerkeşî şâfi'î


794 [m. 1392] de Mısrda, Abdülkerîm Râfi'î şâfi'î 623 [m. 1227] de Kazvînde vefât ettiler.]


Ehl-i islâmın üzerine musallat olan ittihâdcı komitacılarının zulmü, işkencesi altında inliyen memleketlerden ayrılarak (Dîn-i islâm)ı korumaktan ve (Kelime-i


tevhîd)i yükseltmekten ibâret olan mukaddes gayemize doğru ilerliyoruz. İslâmiyete yakışan ve uygun olan her türlü fen bilgilerini öğreneceğiz. İleri sanayi


kuracağız. Medeniyet yolunda can ile, baş ile çalışacağız. Bütün islâm âlemindeki din kardeşlerimizin, vâcibi, vazîfeyi îfâ için olan bu hareketimizi kardeşçe


destekliyeceklerini ve bu mukaddes cihâdımızda bize yardımcı olacaklarını beklemekteyiz.








Ellerimizi rablerin rabbi olan yüce Allahımıza kaldırarak, bize doğru yolu göstermesi ve bu yolda başarıya kavuşturması için Onun yüce Peygamberi hurmetine


duâ ve istirhâm ediyoruz. Onun yardımı her yalvarana yetişir ve yeter. O çok iyi yardım edicidir.








25 Şa'bân, sene 1334 (1916)








Mekke-i mükerreme emîri








Şerif Hüseyn bin Ali








ŞERİF HÜSEYN PÂŞANIN


KİNCİ BEYANNÂMESİNİN TERCÜMESİ








Birinci beyannâmede bildirilen sebeplerden dolayı harekete geçen biz Hicâzlıların gayret ve fikirlerinde, bazılarının tereddüde düşebileceğini düşünerek


aydın vatandaşlar ve bilgili müslümanlar için bu ikinci beyannâmeyi de yayınlamağı uygun gördüm. Açık ve pek yeni delîller, vesikalar göstererek, milletimizi


uyarıyorum.








İleriyi görebilen müslümanlar ve Osmanlı topluluğunun bilgili ve tecrübeli olanları ve bütün dünyanın akıllı ve anlayışlı olanları, Osmanlı devletinin umûmî


harbe girmiş olmasına râzı değildirler. Bunun başlıca iki sebebi vardır:








Birincisi dahilî sebeplerdir. Devlet-i aliyye-i Osmaniyye, (Trablusgarb) ve (Balkan) muhârebelerinden pek yakın zamanda çıkmış, bu savaşlarda askerî ve


ekonomik kuvvetleri pek yıpranmış, hattâ bozulmuş ve güç kaynağı olan millet zayıflamıştır. Osmanlı milletinin askerleri yurdlarına dönerek çoluk çocuklarının


nafakasını kazanmak için çalışmaya başlar başlamaz, birbiri arkasından tekrar silâh altına çağrılmış, bu hâl millet için bir felaket olmuştur. İttihâdcıların


yeniden katıldıkları umûmî harp ise, öncekilerle ölçülemiyecek derecede korkunç ve yıkıcı olduğundan, yıpranmış bir milletin sırtına ağır vergiler ve işkence


şeklinde vazîfeler yükleyerek böyle tehlikeli bir harbe milleti sürüklemek akıl işi değildir.








İkinci sebep hâricîdir. İttihâdcıların kurduğu hükûmet, harp eden iki taraftan kendine ortak olanı seçerken çok yanılmıştır. Osmanlı devleti, bir islâm


devletidir. Topraklarının coğrafî yeri pek mühim ve geniştir. Sâhilleri, kara sınırlarından daha fazladır. Bunun için, Osmanoğulları, o yüce sultânlar,


hemen her zaman, milletlerinin çoğu müslüman olan ve denizlere hâkim bulunan devletlerle işbirliği yapmışlardır. Bu siyâsetleri, hemen hemen her zaman


başarı sağlamıştır. İttihâdcıların tecrübesiz ve bilgisiz önderleri, görünüşe kapılarak ve köksüz, yaldızlı lâflara aldanarak, Osmanlı sultânlarının bu


siyâsetini bozmuşlardır. Doğruyu iğriden ayırabilenler ve tarih bilgisine vâkıf olanlar, bu şaşkın hareketin kötü ve çok acı netîcelerini hemen görmüşler.


İttihâdcılarla işbirliği yapmaktan çekinmişlerdir. Hattâ, bu son harp felaketine katılmak hakkında fikrim telgrafla sorulduğu zaman, görüşümü uzun açıklamış,


tarihi misâller vererek, onları uyarmaya çalışmış idim. Cevap olarak gönderdiğim telgraf, düşüncelerimi ve devlete karşı olan iyi niyetimi ve bağlılığımı


ve islâmın şerefini korumak için çırpındığımı gösteren sağlam bir vesikadır.








Harbin başlangıcında, yanarak yakılarak bildirdiğimiz, korktuğumuz, çok acı, yıkıcı netîceler, şimdi ortaya çıkıyor. Bugün Osmanlı devletinin Avrupadaki


hudûdları, hemen hemen İstanbul surlarına dayandı. Rus ordularının öncüleri, Sivâs ve Mûsul vilâyetlerinde Osmanlı halkını çiğnemektedirler. İngilizler


Basra vilâyeti ile Bağdat vilâyetini aldılar. El-Arîş çölünde, Cemâl pâşanın ahmakca idaresi yüzünden binlerce Osmanlı evladı esîr düştü. Hiç şüphe yok


ki, bu çok elîm gidişi ve ittihâdcıların bu gidişle memleketi sürükledikleri felaketi gören sâdık vatandaşlar, iki şeyle karşı karşıya kalmaktadırlar.








Birincisi, Osmanlı devletinin haritadan silinmesi, yok olmasıdır.








İkincisi, bu felaketten, mahv olmaktan kurtulmanın çârelerini arayıp bulmaktır. Bunu araştırmağı, düşünmeği, meşveret etmeyi ve Îcap eden teklîflerde bulunmağı


bütün islâm âlemine bırakıyorum.








Tehlikeler vatanı kuşatmadan, milleti mahv etmeden önce, haklı olarak harekete geçtik. Bir diktatör azınlık elinde oyuncak olan Osmanlı devletinin böyle


gâfil ve şaşkın idaresine bağlı kalmakla, devlete, millete faydalı olacağımızı, bilsek değil, zannetsek bile, hiçbir şey söylemez, yerimizden kımıldamaz,


her türlü meşakkate, hattâ ölmeye tehammül eder, sabr edenlerden olurduk. Fakat, bunun hiçbir faydası olamıyacağı, ateşi körüklemekten başka bir işe yaramıyacağı,


artık gün gibi meydandadır. Nasıl meydanda olmasın ki, bizleri yürütmek istedikleri yoldan gitsek, bu yola düşen milletlerin uğradıkları felakete düşeceğimiz


yüzde yüzdür. İttihâdcıların birkaç sene içinde koca devleti parçaladıklarını, milleti perîşan ettiklerini görmiyen, anlamıyan hiç var mı? Koca imparatorluk,


Enver, Cemâl, Talat ve arkadaşlarının keyflerine kurban oluyor.








Osmanlı sultânlarının asırlardan beri tecrübe ederek ve devletin ileri gelenleri ile meşveret ederek kabûl ettikleri temelli siyâseti, İngiltere ve Fransa


hükûmetleri ile işbirliği yapmak siyâsetidir. Bu siyâset, tarih boyunca, devletimize, milletimize hep faydalı olmuştur. Son harbde bu siyâsetten ayrılmamıza


sebep olanlar, adı geçen ittihâdcı diktatörlerdir.








Şimdi biz, ittihâdcıların câhil ve ahmak siyâsetlerine ve zâlim ve işkenceli idarelerine karşıyız. Memleketin felakete sürüklendiğini görüyor, bunu aslâ


tasvîb etmiyoruz. Herkes anlasın ki, bu muhâlefetimiz Enver, Cemâl, Talat ve yardakcılarına karşıdır. Bizim bu haklı hareketimize her müslüman râzıdır.


Her vatandaş haklı yolumuzda bizimle berâberdir. Hattâ, devlet başkanı, halîfe-i müslimîn de kalbi ile, vicdânı ile, bizimle berâberdir. Bu sözümüzün en


kuvvetli vesikası, velîahd Yûsüf İzzeddîn efendinin ittihâdcılar tarafından tecâvüze uğraması ve şehit edilmesidir.








Tekrar ediyorum: Koca Osmanlı devleti bu diktatörlerin kötü niyetlerine ve yıkıcı davranışlarına kurban oluyor. Biz bunların şerrinden Allahü teâlâya sığınırız.


İttihâdcıların bizi uyaran ve harekete getiren kötü bir davranışlarını da şerefli Türk milletine duyurmadan geçemiyeceğim:








İttihâdcı komitanın azgın şeflerinden Cemâl pâşa, (Şâm)da istediğini asmakta, dilediğini kurşuna dizmektedir. Şâmda bir pavyon meydana getirmiş, bu fuhuş


ve içki batakhânesinde, emirle getirdiği subaylarla birlikte yaptığı âlemde, şehrin ileri gelen müslüman âilelerinin kızlarını hizmetci olarak kullanmış,


millî ve dînî hislerimizi yıkıcı konuşmalar yapılmış, nâralar atılmıştır. Bu alçakca hareketleri Kur'an-ı kerimde, Nûr sûresinde bulunan emirleri hiçe


saymak olduğu gibi, Türk ve müslüman kadınının şeref ve haysiyyetini ayaklar altına almak değil midir? Cemâl pâşanın bu hareketi, ittihâdcıların islâm


dînine saygılı olmadıklarını göstermiyor mu?








İttihâdcı komitacıların çok üzücü ve yıkıcı ve milleti, memleketi felakete sürükleyici davranışlarından birkaçını bildirmiş bulunuyorum. Osmanlı topraklarında


ve islâm memleketlerinde yaşıyan din kardeşlerimi gafletten uyandırmak, böylece milletime ve memleketime hizmette bulunmak için bunları yazdım. Bu komitacıların


vatan ve milletin selâmetini düşünmiyerek, yalnız kaprisleri ile hareket ettiklerini ve ilâhî emir ve yasaklara inanmak ve saygılı olmak şöyle dursun,


bu kudsî hükmleri değiştirmek ve bozmak çabasında olduklarını vatandaşlarıma duyurmak istedim. Böylece, bu yıkıcı, bölücü, şaşkın ve alçak gidişlerine


yardımcı olmamalarını ricâ ediyorum. Allahü teâlâya âsî olana, insanlara zulüm yapana, itaat olunmaz. Bunun hareketlerini eli ile, dili ile ve kalbi ile


değiştirmeye gücü yeten, bunu yapmalıdır! İttihâdcıların zararlarını anlıyamayıp, hareketlerini beğenenler varsa, bunları da dinlemeye hazırım. Doğru yolda


olanlara ve faydalı iş yapanlara bizden selâm olsun.








11 Zilka'de 1334 [m. 1916]








Mekke-i mükerreme emîri








Şerif Hüseyn bin Ali








Yukarıdaki iki beyannâme, şerif Hüseyn pâşanın niyetinin hâlis, îmanının bütün olduğunu göstermekle berâber, yanlış düşüncelerini ve zararlı hükmlerini


de bildiriyor. En büyük hatâsı, ingilizlerin tarih boyunca, islâmiyete karşı yaptıkları saldırıları anlıyamamış olmasıdır. [Denizlere hâkim, askeri, silâhları


çok olan ingilizlere karşı harbe girmek, elbet yanlış idi. Fakat, bu azılı islâm düşmanı ile işbirliği yapmak, daha şaşkın bir hatâdır.] İngilizlerin üçüncü


Selîm hân zamanında, Osmanlıları yok etmek için, İstanbula kadar yaptıkları baskından habersiz olduğu anlaşılıyor. Hele onun zamanında Asyadaki ve Afrikadaki


islâm memleketlerine barbarca saldırmışlar, buraları koloni yapıp, sömürmüşlerdi. Buralarda, islâm âlimlerini, islâm kitaplarını, islâm bilgilerini ve


ahlâkını yok etmişlerdi. Osmanlı sultânı Abdülmecîd hânı da aldatarak, devlet koltuklarına masonları yerleştirdiler. Böylece, milletin îmanını, ahlâkını


bozmaya başladılar. Birinci cihân harbinde İngilizlere câsûsluk yapanları, bu masonlar yetiştirdi. İçerden ve dışardan yıkarak, bu koca imparatorluğu yok


ettiler. Sadr-ı a'zam Saîd Halîm pâşa, (İnhitât-ı islâm) kitabında, devletin nasıl yıkıldığını uzun anlatmakttır. Şerif Hüseyn pâşa, tarihi vesikaları


incelememiş olacak ki, en korkunç islâm düşmanının islâma yardım edeceğini ummaktadır. İttihâdcıların kötü olduklarını anlıyan, onun gibi güçlü bir kimse,


Şâmda Cemâl pâşayı ve İngilizlere satılmış olan soysuzları etkisiz hâle getirebilir, post kavgası yüzünden, Filistin cebhesinde yapılan hıyânetleri önliyebilirdi.


O, bunu kolay yapabilirdi. Yapsaydı, Osmanlı ordusu bozgundan kurtulurdu. Arabistân yarımadasında büyük bir Hâşimî islâm devleti kurulur, Mekke, Medîne,


Kudüs mübârek şehirleri onun elinde kalırdı.


42- Mekke ve medîne şehrlerini Osmânlılar vehhâbîlerden kurtardıkdan sonra, yapılan bkıymetli eserler.








42 - Müslümanların halîfesi, sultan ikinci Mahmûd-i adlî hânın emri ile Mısr vâlîsi Muhammed Ali pâşâ, mübârek Hicâz topraklarını temizledikten sonra, Eshâb-ı


kirâmın ve Resûlullahın zevcelerinin ve şehitlerin türbeleri yeniden yapıldı. (Mescid-i saadet) ve (Hucre-i Nebevî) tâmîr edildi. Sultan Abdülmecîd hân,


bunların yapılması ve işlenmesi ve bakımı için torbalar doluları yüzbinlerle altın harc eyledi. Sultan Abdülmecîd hânın bu yolda çalışması ve uğraşması,


şaşılacak kadar çoktur. Bunu 15. maddenin sonunda bildirmiştik. [1285] senesinde, sultan Abdülazîz hân da, Medîne çevresindeki sûr duvarlarını sağlam yaptırdı.


Ayrıca büyük bir tophâne, hükûmet konağı, bir habshâne, bir de cebhâne, yâni silâh deposu yaptırdı. Sultan ikinci Abdülhamîd hân Şâmdan Medîne-i münevvereye


demiryolu yaptı. 1326 [m. 1908] senesinin ondokuz Ağustosunda ilk tren, Medîne-i münevvereye girdi. Mekke-i mükerremede onaltıncı fırka bulunmakta idi.








Sultan ikinci Abdülhamîd hân zamanında Mekke şehrinde, minâreli altı câmi, altmışyedi mescid, altı medrese, iki kütübhâne, bir orta, kırküç ilkokul, iki


bedestân, dokuz hân, ondokuz tekke, iki hamâm, yirmibeş mağaza, üçbin dükkân, bir hastahâne ve kırk çeşme vardı. Ayrıca hâcılar için büyük ve konforlu


misafirhâneler yapılmıştı. Hârûn-ür-reşîd zamanında, Mekkeye üç günlük uzaktan Arafâta kadar bol su getirilmişti. Sultan Süleymân hânın kızı Mihr-i-mâh


sultan, bu suyu Mekke şehrine getirdi. O zaman seksenbin nüfusu vardı.








Medîne şehri otuz metre yüksek bir duvarla çevrilidir. Bunun kırk kulesi, dört kapısı vardır. Harem-i şerifin boyu yüzaltmışbeş, eni yüzotuz adımdır. Harem-i


şerifin cenûb batı köşesinde mermerler ve altın yazılar ile süslü (Bâbüsselâm) kapısı vardır. Harem-i şerifin içinde cenûb doğu köşesinde (Hucre-i Nebevî)


bulunur. Kıble duvarı önünde, kıbleye karşı duran kimsenin sağ tarafında Bâb-üsselâm, sol tarafında da Hucre-i saadet bulunur. Bunun her yeri çok kıymetli


zînetlerle süslüdür. Medîne evleri, Mekkedeki evler gibi kârgir olup, çoğu dört, beş katlıdır. Sultan Süleymân hân, (Kubâ)dan, şehre su yolu yapmıştır.


Şehrin iki saatlik şimâlinde Uhud dağı vardır. On mescid, onyedi medrese, bir orta, onbir ilk mektep, oniki kütübhâne, sekiz tekke, dokuzyüzotuziki dükkân


ve mağaza, dört hân, iki hamâm, yüzsekiz misafirhâne vardı. Nüfusu yirmibin idi.








1398 [m. 1978] de İngilterede basılan (Memleket-ül-arabiyyet-üs-sü'ûdiyye) atlasının bildirdiğine göre, son yapılan caddelerin uzunlukları, Medîne ile Riyâd


arası 1011, Tâif arası 535, Cidde arası 424, Mekke arası 442, Tebük arası 686 kilometredir. Mekke ile Riyâd arası 989, Tâif arası 88, Cidde arası 72, Tebük


arası 1133, Necran arası 898, Kuwait arası 1879 kilometredir. Mekkeden Tâife giderken, Minâ, Müzdelife ve Arafât meydanından geçilmektedir.








Mekke ve Medîne şehirlerindeki kıymetli tarih ve sanat eserlerini vehhâbîler yıkmakta, yok etmektedir.








(Mir'ât-i Medîne)de diyor ki, Medîne şehrindeki (Mescid-i şerif)i, hicretin birinci senesinde Resûlullah, (Eshâb-ı kirâm) ile birlikte yaptılar. Hicretin


ikinci senesi, Receb ayında, kıblenin Kudüsten Kâbeye dönmesi emrolununca, mescidin Mekkeye karşı olan kapısı kapatılıp karşı tarafa, yâni Şâm tarafına


yeni bir kapı açıldı. Şimdi bu kapıya (Bâb-üt-tevessül) denmektedir. Medînede Kudüse karşı onaltı ay kadar namaz kılındı. Mekkede iken, önce Kâbeye karşı


namaz kılınırdı. Hicretten az bir zaman önce, Kudüse karşı kılınması emrolundu. Mescid-i şerifin kıblesi değiştirilirken, Resûlullah Kâbeyi mübârek gözleri


ile görerek, kıblenin cihetini tâyîn eyledi. Resûlullahın namaz kıldığı yer, minber ile (Hucre-i saadet) arasında olup, minbere daha yakındır. Haccâcın


Medîne-i münevvereye gönderdiği mıshaf, büyük bir sandık içinde olduğundan, bu sandık, bu yerin önündeki direğin sağ tarafına konulmuştu. Buraya ilk mihrâbı


Ömer bin Abdülazîz koymuştur. Mescid-i saadetin ikinci defa yandıktan sonra tâmîrinde, 888 [m. 1483] senesinde, mermerden şimdiki mihrâb yapılmıştır. Fakat


mermer mihrâb Hücre-i saadet tarafına biraz daha yakın konmuştur. (Mescid-ün Nebî)de minber yapılmamıştı. Resûlullah hutbeyi ayakta okurdu. Sonradan buraya


bir hurma çubuğu dikildi. Daha sonra dört basamaklı bir minber yapıldı. Resûlullah üçüncü basamakta ayakta dururdu. Hz. Muaviye zamanında minberin kapısına


perde asıldı. Zaman-ı saadette Mescid-i Nebînin sekiz direği var idi. Mescidin genişletilmesine dînen lüzûm görüldüğü zamanlarda direkler arttırılarak


327 olmuştur. (Ravda-i Mutahhera)da üç sıra direk vardır. Her sırada dört direk mevcûddur. Bu direklerin bir kısmı duvarlar içindedir. Meydanda olan direk


sayısı 229 dur. Mescidin cenûb duvarı kıbleye karşıdır. (Eshâb-ı soffa)nın kaldıkları çardak, şimâl duvarının dışındadır. Bu mübârek yerin zemîni, sonradan


gayb olmaması için, döşemeden yarım metre kadar yükseltilmiş, etrâfına da, yarım metre yükseklikte ağaçtan parmaklık yapılmıştır.








Mescid-i şerif yapılırken, yanına iki (Zevce-i tâhire) için de birer oda yapılmıştı. Odaların sayısı zamanla dokuz oldu. Tavanları birbuçuk metre kadar


yüksek idi. Odalar, Mescidin şark, şimâl ve cenûb taraflarında idi. Her odanın ve bazı Sahâbî odalarının, biri mescide, diğeri sokağa olmak üzere iki kapısı


var idi. Resûlullahın en çok bulunduğu Âişenın odasının mescide açılmış kapısı saç ağacından idi. Dört halîfe zamanında, Eshâb-ı kirâm, Cuma namazı kılmak


için, sekiz odada yer kapışırlardı. Hz. Fâtımanın odası, Hz. Âişenin odası yanında ve şimâl tarafında idi. Bu oda sonradan şebeke-i saadet içine alınmıştır.


Resûlullah, vefâtından beş gün önce, mescide açılan kapılardan yalnız Ebû Bekrin kapısını bırakıp, diğerlerini kapattırdı.








Birinci halîfe Ebû Bekr, ilk iş olarak Arabistân yarımadasındaki mürtedlerle uğraştığı için, Mescid-i saadetin genişletilmesine vakit bulamadı.








Hicretin onyedinci senesinde Hz. Ömer, Eshâb-ı kirâmı toplayıp, (Mescid-i şerifi tevsî' etmelidir!) hadis-i şerifini okudu. Eshâb-ı kirâm sözbirliği ile


kabûl edip, Şâm ve garp duvarlarını yıkarak mescidi onbeş metre genişletti. Birçok ev satın alınarak arsaları mescide katıldı. Otuzbeş senesinde Hz. Osman,


(Eshâb-ı şûrâ) ile istişâre ederek ve sonra Eshâb-ı kirâmın sözbirliğini alarak, kıble, garp, şimâl duvarlarını yıkıp, mescidin genişliğini on metre, uzunluğunu


yirmi metre kadar genişletti. Bu arada, Hz. Hafsanın ve Talha bin Abdüllahın ve Abbâsın odaları mescide katıldı. Halîfe Velîd, Medîne vâlîsi olan amcasının


oğlu Ömer bin Abdülazîze emir yazıp, seksenyedi senesinde, zevcât-i tâhirâtın ve Fâtımat-üz-Zehrânın şark taraftaki evlerini yıktırıp yerlerini mescide


kattırdı. Böylece, Resûlullahın, mübârek türbesi mescid içine alınmış oldu. Eshâb-ı kirâm ve dört mezhep imamı ve bindörtyüz seneden beri, hiçbir islâm


âlimi buna karşı birşey söylememiştir. Sü'ûdî Arabistândaki Riyâd şehrinde bulunan (Câmia-ı islâmiyye) ismindeki medresenin hazırladığı haftalık (Ed-da've)


mecellesinin 1397 [m. 1977] şâ'bân nüshasında, (Yakında Mescid-i Nebevî büyütülürken, yalnız garp tarafı genişletilmeli, büyük bid'ate son verilmelidir.


Büyük bid'at, üç kabrin mescid içine sokulmasıdır. Şark duvarı eski hâline çekilmeli, kabirleri mescid dışında bırakmalı) diyor. Mecmû'anın bu yazısı,


icmâ'ı ümmete karşı gelmek, islâm cemaatinden ayrılmaktır. Bunun küfür olduğunu, dört mezhebin âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir.








Sü'ûdî Arabistân hükûmetinin bu çirkin işe bulaşmamasını, dünyadaki bütün müslümanların kalblerini yaralamamasını dileriz. Hucre-i saadete karşı edebsizlik


yapıldığı çok olmuş, fakat Allahü teâlâ, yapanları dünyada da cezâlandırmıştır. Bunların misâlleri çoktur. (Mir'ât-ı Medîne) sonunda diyor ki, 1296 [m.


1879] senesinde Hicâz vâlîsi Hâlet pâşa, Medîneye uğradığında, Hucre-i saadet hizmetcilerinin başı olan Tahsin ağa, pâşanın gözüne girmek için, (Ev hanımlarınıza


Hucre-i saadeti ziyâret ettirelim. Bu fırsat bir daha ele geçmez) der. Pâşa, bundan çekinmiş ise de, ağanın ısrârı üzerine, bir gece yarısı, pâşaya uzak,


yakın bağlılığı olan kadınları Şebeke-i saadete sokar. Abdestsiz, kirli kadınlar da bulunduğundan, Resûlullaha karşı bu saygısızlıktan dolayı, ertesi sabah


Medînede üç defa şiddetli zelzele olur. Ehâlî korkudan kaçışırlar. Sebebi anlaşılınca, pâşa rezil olur. Medîneden dışarı çıkarılır. Az zaman sonra vefât


edip, evi barkı dağılmıştır. Bunun gibi, Resûlullahın türbesine karşı edebsizlik yapanlar, her zaman mahv ve perîşan olmuşlardır.








Hucre-i saadet hizmetcilerinin başı Şemseddîn efendi zamanında Halebden gelen Îrânlı birkaç serseri, Hz. Ebû Bekr ile Hz. Ömerin mübârek cesedlerini çıkarıp


kaçırmak için, bir gece mescid-i Nebîye girdiler. Fakat, hepsi yere batıp, yok oldular. Bu olay, (Mir'ât-i Medîne) sonunda ve (Riyâd-ün-nadara)da uzun


yazılıdır.








Şâm yakınlarında bulunan (Nablüs) şehrine yakın (Kerek) kal'a ve köylerinin hâkimi Ertat ismindeki şakî de, 578 [m. 1183] senesinde cesed-i Nebevîyi çalarak


memleketine nakil için, küçük gemiler yaptırır. Bunları Kızıl denize çektirir. Üçyüzelli şakî ile, Medînenin iskelesi olan (Yenbû') şehrine gönderir. Medîne


şerifleri bunu işiterek, Harrânda bulunan Salâhaddîn-i Eyyûbîye bildirirler. Salâhaddîn çok üzülüp, Mısr vâlîsi Hüsâmeddîn Seyf-üd-devleye emir gönderir.


Hüsâmeddîn, Lülü' kumandasında asker gönderip, şakîler Medîneye yakın bir yerde katl ve esîr ve Mısra sevk edilirler. Bu olay (Ravda-tül-ebrâr)da uzun


yazılıdır. Resûlullaha karşı, diri iken de, vefâtından sonra da, edebsizlik etmek istiyenler, Allahü teâlâ tarafından çok acı şekilde cezâlandırılmışlardır.


Sü'ûdîler de, bozuk inançlarına, kötü düşüncelerine uyarak, böyle alçak bir işe yeltenirlerse, iyi bilsinler ki, o gün, devletlerinin de, mezheplerinin


de sonu olacak, kıyâmete kadar lânet ile anılacaklardır.








BİR MEKTÛB TERCÜMESİ








Hindistândaki islâm âlimlerinin büyüklerinden Muhammed Mâsum Serhendî, (Mektûbât) kitabının birinci cildin, yüzseksenikinci mektûbunda buyuruyor ki:








Sebeplere yapışmak tevekküle münâfı değildir. Çünkü, sebeplere te'sîr etmek kuvvetini de Allahü teâlâ vermektedir. Sebeplere yapışırken, sebeplerin te'sîrini


Allahü teâlâdan bilmeli ve Ona güvenmelidir. Te'sîr ettikleri tecrübe edilmiş olan sebeplere yapışmak, tevekkül etmek demektir. Te'sîri bilinmeyen, Ümit


dahî edilmeyen sebeplere yapışmak, tevekküle uygun olmaz. Te'sîri kat'î olan sebeplere yapışmak lâzımdır, hattâ vazîfedir. Ateş yakıcıdır. Ateşe yakmak


hâssasını, te'sîrini veren Allahü teâlâdır. Aç olunca, gıdâ, taâm yiyeceğiz. Gıdâya doyurmak te'sîrini Allahü teâlânın verdiğine inanacağız. Te'sîri kat'î


olan böyle sebepleri kullanmayarak zarar hâsıl olursa, Allahü teâlâya itaat etmemiş oluruz. Ona karşı gelmiş oluruz. Sebepler üç kısmdır: Te'sîri görülmemiş,


işitilmemiş sebepleri kullanmak câiz değildir. Tecrübe edilmiş, te'sîr ettikleri anlaşılmış olan sebepleri kullanmak vâcibdir. Bunları terk etmek günah


olur. Te'sîrleri şüpheli olan sebepleri kullanmak vâcib, lâzım değil ise de, câizdir. Allahü teâlâ, mühim olan işleri yapmadan evvel, bunları tecrübeli,


bilgili kimselerle meşveret etmemizi, bundan sonra yapmamızı, yaparken de, Allahü teâlâya tevekkül etmemizi, netîceyi Ondan beklememizi emretti. Meşveret


etmek de, sebebe yapışmaktır. Bu emr, sebebe yapışmanın vâcib olduğunu ve sebebin te'sîrini Allahü teâlâdan beklemek lâzım olduğunu bildirmektedir. Âhıret


işlerinde yâni ibâdet ve tâat yapmakta tevekkül olmaz. İbâdetleri yapmamız, bunun için çalışmamız emrolundu. Âhıret işlerinde tevekkül etmek değil, havf


ve Ümit etmek lâzımdır. Bu emirleri yapmak, bunların kabûl olunması ve sevap verilmesi için Allahü teâlânın merhametine ve ihsânına itimat etmek, güvenmek


lâzımdır. Emirleri yapmak ve yasaklardan sakınmak, kulluk vazîfesidir.








Dînimizde öyle bir yüksek makam var mıdır ki, insan bu makama varınca kendini ve herşeyi unutmuş olsun? Suâlinize karşı deriz ki, evet tasavvufta fena denilen


bir makam vardır. Tasavvuf yolunda çalışan bir kimse, bu makama ulaşınca, kendisini ve herşeyi unutur. Fakat, fena ve bekâ makamına insanın bâtını [kalbi,


ruhu] vâsıl olur. Bu hâl insanın kalbinde, ruhunda hâsıl olur. İnsanın zâhiri [bedeni, aklı], kendi ihtiyaçlarını te'mîn etmek mecbûriyetindedir. İnsan,


pekçok ilerlese bile, bu vazîfeden kendisini kurtaramaz.








Başkalarının düşündüklerini keşf etmek, gayb olan şeylerden haber almak ve yapılan duâların kabûl olması, tasavvuf yolunda ilerlemenin, Allahü teâlânın


sevgisine kavuşmanın alâmeti midir diyorsunuz? Muhterem kardeşim! Bu saydıklarımız, hârik'ulâde şeylerdir. Allahü teâlânın âdetinin dışında olan şeylerdir.


Bir insanda bunların hâsıl olması, onun yükselmesinin, kabûl olunmasının alâmeti değildir. Bunlar, istidrâc sahiplerinde, saadetten mahrum olanlarda da


hâsıl olur. Riyâzet çekerek nefslerini parlatan kâfirlerde de hâsıl olur. Bazılarında riyâzet çekmeden de hâsıl olmaktadır. Velî olmak için, yâni vilâyet


derecelerine kavuşmak için riyâzet çekmek şart olmadığı gibi, istidrâc sahiplerinin hârikalar göstermesi ve Evliyânın kerâmetler göstermesi için de riyâzet


şart değildir. Riyâzet çekmek, bunların çok hâsıl olmasına yardım eder.








Evliyânın çoğu ucb denilen günahtan korunmuştur. Fena makamına kavuşanda ucb ve riyâ kalmaz. Evet insanlık îcâbı hatâ yapılabilir. Çünkü, Evliyâ hatâ yapmaktan


mahfûz değildir. Fakat, gafletten hemen uyanır, istigfâr ederek ve hasenât yaparak onun zararından kurtulur.








Az yimek ve az uyumak tasavvuf yolunda ilerlemek için faydalıdır. Fakat, bedene ve akla zarar verecek kadar aşırı olmamak lâzımdır. Bunları ve riyâzetleri


sünnete uygun yapmalıdır. Aşırı yapılırsa ruhbâniyyet olur. İslâmiyette ruhbânlık yoktur. Evliyânın keşfleri, hayâlî şeyler değildir. Kalbe ilhâm edilen


şeylerdir. Hayâlî olan keşflere itimat edilmez. Vehm ve hayâl, kalbe gelen bilgilerin anlaşılmasına yardımcı olurlar. Hâlık ile mahlûk arasındaki elli


bin senelik yol vehm sâyesinde az zamanda kat edilir. Hayâl de ledünnî bilgilerin kolay anlaşılmasına yardım eder. Tasavvuf yolunda her ikisinin de çok


faydası vardır. Bazı duâların dünya işlerinde faydalı olduğu bildirilmiştir. Allahü teâlânın ismlerini okumak, daha ziyâde faydalı olmaktadır.








Namaz kılarken kendi bedenini hâtırlamamak, çok iyidir. Namazda hâsıl olan şeyler, namazın dışında hâsıl olanlardan daha kıymetlidir. Namazın önemini iyi


anlamalıdır. Namazı, müstehab olan vakitlerde ve şartlarına ve tâdîl-i erkâna dikkat ederek kılmalıdır. [Namaza başlarken, vaktinde kılmakta olduğunu bilmek


şarttır.] Namaz kılan kimse ile Allahü teâlâ arasındaki perdelerin kalktığı, hadis-i şerifte bildirilmiştir.








Evliyânın âlem-i misâldeki sûretlerini, şekillerini gördüğünüzü, onlarla konuştuğunuzu yazıyorsunuz. Bunlar iyi şeylerdir. Fakat maksadımız bunlar değildir.


Maksadımıza zarar vermedikleri için üzülecek şeyler de değildir.








Hızır aleyhisselâmın hayatta olduğuna inanmak lâzım olup olmadığını soruyorsunuz? Âlimlerimiz bunu sözbirliği ile bildirmedi. Evliyâdan bazıları, Hızır


aleyhisselâmı gördüklerini, konuştuklarını bildirmişler ise de, böyle haberler onun hayatta olduğunu göstermez. Ruhu insan şeklinde görülmüş, insanın yapacağı


şeyleri ruhu ile yapmış olabilir. O zaman hayatta olmuş ise, şimdi de hayatta olması lâzım gelmez. (El-İsâbe-fî-marifetissahâbe) kitabında Hızır aleyhisselâmın


yaptığı çok şeyler yazılıdır. Âlimlerin çoğu Hızır aleyhisselâmın öldüğünü bildirdi. Eğer hayatta olsaydı, Peygamber efendimize gelir, birlikte Cuma namazı


kılar, sohbetinde ve cihâdlarında bulunurdu.








Vefât etmiş Velîlerin ruhları bâzan âlem-i misâldeki sûretleri ile [insan şeklinde] görülür. Çünkü, dünyada olan herşeyin âlem-i misâlde bir sûreti vardır.


Hattâ maddî olmayan mânevi şeylerin de orada sûretleri vardır. Âlem-i misâl, hayâlî şeyler değildir. Bu gördüğümüz madde âlemi gibi var olan bir âlemdir.


Evliyânın ruhları, bâzan kendi bedenleri şeklinde görünür. Bâzan da bedensiz, şeklsiz olarak ruhları insanın ruhu ile buluşur, görüşür.








Ruhlar ve kabir hayatı hakkındaki bilgiler çok ince bilgilerdir. Bunlar hakkında zan ile, tahmîn ile konuşmamalıdır. Nasslar ile [yâni âyet-i kerime ve


hadis-i şerif ile] açıkça bildirilmiş olanlara kısaca inanmalı, fazla konuşmamalıdır. Kabirde nîmetler ve azâblar olduğuna inanmalıdır. Mevtâların birbirleri


ile konuştukları da bildirilmiştir. Kabirdeki azâbdan dolayı bağırır, feryâd ederler. Feryâdlarını insanlardan ve cinden başka bütün mahlûklar işitir.


Ruhları yalnız olarak da, bedenleri vâsıtası ile de feryâd eder.








İnsan tasavvufta ne kadar ilerlerse ilerlesin, kemâle gelsin, kurb-i ilâhîye kavuşsun, bedeni ile, ruhu da mahlûk olmaktan kurtulamaz. Allahü teâlâdan başka


herşey hâdistir. Var olmadan önce yok idiler. Sonra da yok olacaklardır. Müslüman olmak için böyle inanmak lâzımdır. Peygamberlerin, Evliyânın ruhları


da böyledir. Âhırette azâbdan kurtulmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymak lâzımdır. Bu kitaplara uymayan keşfler, kerâmetler hiçbir


işe yaramaz. Tasavvuf yolundan maksat, kendi nefsinin ayblarını, kusurlarını anlamaktır ve ahkâm-ı islâmiyyeye uymakta kolaylık ve lezzet hâsıl olmaktır


ve gizli olan şirkten, küfürden kurtulmaktır.








Talebelerinizin iyi hâllerini yazıyorsunuz. Bunun için, Allahü teâlâya çok Şükrediniz. Talebenizin tam müslüman olmaları, Allahü teâlânın rızasına kavuşmaları


için çalışınız! Şeriatin edeblerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin edeblerini ve selef-i sâlihînin hâllerini, ahlâklarını onlara bildiriniz! Onlara vaaz ve


nasihatten geri kalmayınız! Edebsizi Allahü teâlâ sevmez. Kur'an-ı kerimi çok okuyunuz. Namazlarınızı [Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları] fıkh kitaplarına


uygun olarak ve huşû' ile kılınız ve (lâ ilâhe illallah) güzel kelimesini her zaman söyleyiniz! Allahü teâlâ hepimize merhamet buyursun. Hepimize, kendi


rızasına kavuşturan iyi işler yapmak nasip eylesin. Size ve doğru yolda olanlara ve Muhammed aleyhisselâmın izinde gidenlere selâm ve duâlar ederim, efendim!


Şimdi Resûlullahın zamanı çok uzakta kaldığı ve kıyâmet yaklaştığı için, her tarafa bid'atler yayıldı. Bid'atlerin zulmetleri, zararları bütün âleme yayıldı.


Sünnetler unutuldu. Sünnetlerin nûrları örtüldü. Şimdi, insanı Allahü teâlânın rızasına kavuşturacak en kıymetli iş, unutulmuş sünnetleri meydana çıkarmak


için, yâni islâm ilimlerini yaymak için çalışmaktır. Kıyâmet günü Muhammed aleyhisselâmın yanında bulunmak istiyenlerin, bu yolda çalışmaları lâzımdır.


Hadis-i şerifte, (Terk edilmiş bir sünnetimi ortaya çıkarana yüz şehit sevabı vardır) buyuruldu. [Yâni, bir din bilgisini ortaya çıkarmak, öğretmek, yaymak


çok büyük sevaptır.] Sünneti meydana çıkarmak için ilk yapılacak şey, bu sünneti kendisinin yapmasıdır. Bundan sonra, başkalarının yapması için çalışmak


gerekir.








Son nefes korkusunu yazıyorsunuz. Bu korkudan kurtulan kimse yoktur. Peygamberlerden başka herkesin son nefesi şüphelidir. Son nefeste kurtulabilmek müjdesi


ancak vahy ile mâlûm olur. İyi alâmetler ve eserler ve beşâretler son nefesin selâmetini haber verirlerse de, zann-ı gâlib hâsıl ederler. Zan, ne kadar


gâlib, fazla olursa olsun, insanı bu derdden, bu korkudan kurtaramaz.








İbâdetlerimi ve tâatlarımı kabûl olmaya lâyık göremiyorum. Bunun için bâzan ibâdet yapmakta gevşeklik hâsıl oluyor, diyorsunuz. Bu dünyada ibâdet yapmak


için emrolunduk. Kabûl olunur mu olunmaz mı bilmesek dahî yapmaya mecbûruz. Hem ibâdet yapacağız, hem de ibâdetteki kusurlarımıza istigfâr edip, kabûl


olması için ağlayarak, sızlayarak yalvaracağız. Bu istigfâr ve yalvarmak, belki kabûl olmasına sebep olur. Biz kuluz. Kulluk vazîfemizi yapmaya mecbûruz.


Şeytan la'în, kulluk vazîfemizi yaptırmamak için, bizi aldatmaya çalışıyor.








Size karşı olan teveccüh ve sevgimizi soruyorsunuz. Bunu bildirmeye hâcet var mı? Sizin bize olan sevginiz, bizim size olan sevgimizin eseridir, netîcesidir.


Ağaçta hâsıl olan çiçekler, meyveler, hep gövdeden gelmektedir. Bu kâide her zaman böyle gelmiştir. Mâide sûresinin ellidördüncü âyetinde meâlen, (Onları


severim. Onlar da beni severler) ve yüzondokuzuncu âyetinde meâlen, (Allah onlardan râzıdır. Onlar da Allahdan râzıdırlar) buyuruldu. Kendi muhabbetini


ve rızasını, onlarınkinden önce bildirdi.








Kâdı-zade Ahmed efendi 1197 [m. 1783] de vefât etmiştir. Türkçe (Ferâid-ül-fevâid) ismindeki (Âmentü şerhi) kitabında diyor ki, bir insan hayrlı bir iş


yapıp, sevabını her hangi bir mevtâya hediye ederse, ona gider. İmâm-ı Taberânî, (Evsat) kitabında bildirdi ki, Enes bin Mâlik buyurdu ki, Resûlullahdan


işittim: (Bir kimse, tanıdığı bir meyyit için sadaka verse, Cebrâîl bu sadakanın sevabını nurdan tabak içinde ona götürür ve (Ey kabir sahibi! Bu hediyeyi


senin ahbâbın gönderdi, bunu al!) der. Meyyit bu hediyeyi alınca, sevinir. Kendilerine hediye gönderilmiyen meyyitler, bunu görünce, üzülürler) buyurdu.








İbni Ebiddünyâ, Amr bin Cerîrden naklederek buyurdu ki, bir kimse âhırete gitmiş olan din kardeşi için duâ etse veya hayrlı bir amel işlese ve bunların


sevabını ona hediye etse, bir melek bu sevapları ol meyyite götürüp, (Ahbâbından filan kimse, bunu sana gönderdi der.) İmâm-ı Müslimin Ebû Hüreyreden naklettiği


hadis-i şerifte, (Bir mümin vefât edince, bütün amelleri biter. Yalnız üç ameli bitmeyip, bunların sevabı amel defterine yazılmaya devam eder. Bu üç amel,


sadaka-i câriyye, yâni devam edici iyi işleri ve faydalı kitapları ve kendisine hayrlı duâ eden sâlih çocuklarıdır) buyuruldu. Bütün müminlere hediye edilen


duâlar ve sevaplar, bunların hepsine vâsıl olur. Bir kimse, bir müminin kabrine gidip, ona selâm verse, kabirdeki meyyit işitip, selâmını alır, bildiği


kimse ise, onu tanır. Resûlullah kabirleri ziyâret etmeyi ve kabirdekilere selâm vermeyi emreyledi. Abdüllah ibni Abbâsın bildirdiği hadis-i şerifte, (Bir


kimse, tanıdığı bir müminin kabrini ziyâret ederek, ona selâm verse, bunu tanır ve selâmına cevap verir) buyurdu. Başka bir hadis-i şerifte, (Bir kimse,


din kardeşinin kabrini ziyâret edip, kabrin yanında otursa, meyyit sevinir) buyuruldu.








Bir mümin, Peygamberimize bir salevât-i şerife okusa, melekler o salevâtı alıp Fahr-i âlem efendimize bildirirler. Hadis-i şerifte, (Allahü teâlânın yer


yüzünde dolaşan melekleri vardır. Ümmetimin benim için okuduğu salevâtı bana bildirirler) ve (Bir kimse, bana salât okursa, onun salâtı hemen bana bildirilir)


buyuruldu. Bu iki hadis-i şerif, (Bazılarını melek bildirir, bazılarını ben işitirim) demektir. Ravda-i mukaddese yanında okunan salât ve selâmı kendisi


işitip selâmına cevap verdiğini bildiren çok hadis-i şerif de vardır.








Peygamberlerin mübârek cesedleri çürümez. Bunu bildiren çok hadis-i şerifler vardır. Bir hadis-i şerifte, (Peygamberler, kabirlerinde diridirler) buyuruldu.


Bazı âlimler, şehitler de çürümez dedi. İmâm-ı Kurtubî, [Muhammed Kurtubî 671 [m. 1272] de vefât etti.] sıkıntılara, derdlere sabr eden müminlerin ve şeriata


uyan sâlihlerin cesedleri çürümez, dedi. Günah işlememiş olan ceset çürümez. İlmi ile âmil olan âlimlerin ve [günah işlemiyen, bid'at sahibi olmıyan] hâfızların


ve müezzinlerin ve Evliyânın cesedleri çürümez. Hattâ bunların kefenlerine toprak te'sîr etmez. Başkalarının cesedleri çürür. Bir hadis-i şerifte, (Her


meyyitin vücûdunu toprak çürütür. Yalnız, kuyruk sokumu denilen kemik çürümez) buyuruldu.








Ruhun nasıl olduğunu dînimiz açıkça bildirmedi. Ruh madde değildir. Sıfat da değildir. Fakat, madde gibi kendi kendine vardır. İnsan öldükten sonra, ruhu


yok olmaz. Hiçbir maddeye muhtaç olmaksızın kendi kendine vardır. İdrâk etmesi, anlaması da vardır. Ruhun nereye gittiği açıkça bildirilmedi. (Cevhere)


şerhinde, İbrâhîm Lâkânî mâlikî [Lâkânî 1041 [m. 1632] de vefât etmiştir.] çeşidli rivayetleri yazmıştır. İmâm-ı Süyûtî, (Şerhüs-sudûr) kitabında ve İbnül-Kayyım-ı


cevziyye dediler ki, şakî olanların, yâni kâfirlerin ve fâsıkların ruhları azâbdadır. Sa'îdlerin, yâni müminlerin, sâlihlerin ruhları nîmetler, lezzetler


içindedir. Yahudinin ruhu, yahudilerin ruhu ile beraberdir. [Hıristiyanların, mezhepsizlerin, Kitapsız kâfirlerin ruhları da birbirleri iledir.] Azâb olunan


ruhların bulunduğu yere (Siccîn) denir. Nîmetler, lezzetler bulunan yere (İlliyyîn) denir. İlliyyînin en yüksek derecesine (Mele-i âlâ) denir. Peygamber


efendimiz, vefât ederken, son sözü, (Yâ Rabbî! Beni affet! Bana merhamet et! Beni refîk-i âlâya kavuştur) oldu. Burası Peygamberlerin makamıdır. Bunların


dereceleri de farklıdır. Peygamberimiz mîraç gecesinde, Âdem aleyhisselâmı birinci semada, Îsâ aleyhisselâm ile Yahyâ aleyhisselâmı ikinci semada, Yûsüf


aleyhisselâmı üçüncü semada, İdrîs aleyhisselâmı dördüncü semada, Hârûn aleyhisselâmı beşinci semada, Mûsâ aleyhisselâmı altıncı semada, İbrâhîm aleyhisselâmı


yedinci semada gördü. Ehl-i sünnet âlimlerinin ruhları, Peygamberlerin ruhlarına yakındır. Bir hadis-i şerifte, (Şehitlerin ruhları Arş-ı ilâhîdedir. İstedikleri


zaman Cennetin diledikleri yerlerine gidip, tekrar kendi makamlarına dönerler) buyuruldu. Âhıret hayatında sabah ve akşam, gece ve gündüz yoktur. Cennet


nûrânîdir. Şehitlerin bazıları Cennete girmez, Cennetin yanındaki (bârık) ismindeki nehr kenârında yeşil kubbeler altındadır. Kendilerine sabah ve akşam


Cennet nîmetleri getirilir. Burada sabah ve akşam, dünyadaki zamana benzetilerek, söylenmiştir. Böyle sözlere (kinâye) denir. Bir rivayette bütün müminlerin


ruhları bu kubbeler altında bulunur. Şehitler, (Dünyadaki din kardeşlerimiz, bizim kavuştuğumuz nîmetleri, saadetleri bilseler, cihâda, muhârebeye koşarlardı)


derler. Âl-i İmrân sûresi, yüzyetmişinci âyetinde meâlen, (Allah yolunda şehit olanlara ölü demeyiniz. Onlar diridirler. Kendilerine, her zaman rızık verilir.


Onlarda azâb olunmak korkusu yoktur. Nîmetlerden mahrum kalmak üzüntüsü de yoktur) buyuruldu. Dünyada onların cesedleri toprak altında çürüyüp, fena kokarlar.


Hayvanlar etlerini yirler. Bu hâllerini görenler, bunları acı çekiyor, azâb içinde sanırlar. Onların kavuştukları nîmetleri, saadetleri anlamazlar. Şehitler


böyle diri olunca, Peygamberler de elbette diri olur. Çünkü, her Peygamberde şehâdet mertebesi vardır. Bir hadis-i şerifte, (İlm öğrenmekte iken eceli


gelen kimseyi Allahü teâlâ Peygamberlerin mertebesinde karşılar) buyuruldu. Osman bin Affân diyor ki, Resûlullahdan işittim, (Kıyâmet günü, evvelâ Enbiyâ,


sonra Ulemâ şefaat edeceklerdir) buyuruldu. Bir hadis-i şerifte, (Tâ'ûndan vefât edenler, şehitlerin mertebesine kavuşur) buyuruldu. Tâ'ûn, vebâ hastalığı


gibi sârî hastalıklar demektir.








Bir kimse, kıyâmet günü kimler arasında bulunacak ise, kabir hayatında da, onların arasında bulunur. Dünyada iken kimleri seviyorsa, kimlerin arasında yaşıyorsa,


kıyâmette onlar ile berâber haşr olunacaktır. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel [Ahmed bin Hanbel 241 [m. 855] de Bağdâdda vefât etti.] dedi ki, (Müminlerin ruhları


Cennettedir. Kâfirlerin ruhları Cehennemdedir). Bazı âlimlere göre, Cennet-ül me'vâdadırlar. Bu Cennet, Arşın altındadır. Zinâyı âdet edinen, fâiz ve yetim


malı yiyenlerin ruhları Cehennemde azâb içinde olurlar. Üzerinde kul hakkı bulunanların ruhları Cennete girmez. Böyle günah işliyenlerin ve zulmedenlerin


ruhları da böyledir. Evliyânın ve sâlih müminlerin ruhları kabirlerine gelerek, cesedlerini ziyâret ederler. Müminlerin ruhları birbirlerini ziyâret ederler.


Bilhâssa, Cuma gecelerinde konuşurlar. Mümin vefât edip, ruhu semaya çıkınca, müminlerin ruhları gelip, dünyada tanıdıklarını sorarlar. Vasıyet etmeden


ölenlerin ruhlarına konuşmak için izin verilmez. (Ferâid-ül-fevâid)in yazısı tamam oldu.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...