5/02/2010

mehdi ve mehdiyet said nursiden

ÂHİRZAMAN ALÂMETLERİ HAKKINDAKİ HADİSLERİN MÜTEŞABİH OLMASININ BİR HİKMETİ
Zamanımızda Mehdi meselesinden çokca bahsedilmekte ve bu mevzu merak ve dikkatleri celbetmektedir. Bu sahada yaygınlaşan farklı fikirler hakikatin öğrenilmesini ve gösterilmesi ihtiyacını doğurmaktadır. Bu ihtiyaca dinî ve ilmî bir cevap olmak üzere Risale-i Nur eserle­rinden yaptığımız bir kısım tespitleri efkâr-ı ammeye arzetmekle yanlış anlayışlara düşül­meyeceğini ümit etmekteyiz. Gerçi bu Mehdi meselesi hakkında hayli rivayetler ve izahlar vardır.Ve bu mesele âhirzaman alâmetlerinden olduğundan hakkındaki rivayetlerin çoğu müte­şabih olup te'vil ve izahı gerekmektedir.


Bediüzzaman Hazretleri bu mesele ile alâ­kalı olarak Beşinci Şua'yı ve diğer bazı bahis­leri yazmış ve müteşabih rivayetlerin istikametli mânâlarını nazara vermiştir.


Beşinci Şuanın başlarında şöyle bir izah yer almaktadır:


«[1] âyetinin bir nüktesi, bu za­manda akîde-i avâm-ı mü’minîni vi­kaye ve şübehattan muhafaza için ya­zılmış. Âhirzamanda vukua gelecek hâdisâta dair hadislerin bir kısmı, müteşabihat-ı Kur’âniye gibi, derin mânâları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bile­mez. Belki tefsir yerinde tevil ederler.


[2] sırrıyla, vuku­undan sonra tevilleri anlaşılır ve murat ne ol­duğu bilinir ki, ilimde râsih olanlar [3] deyip o gizli hakikatleri izhar ederler.» (Şualar sh: 578)


Kıyamet alâmetleri hakkındaki hadisleri müteşabih (yani: maksadı açık ifade et­meyip mecazen ifade eden) hadisler olma­sının bir hikmetini Bedi
üzzaman Hazretleri şöyle açıklar:


«İman ve teklif, ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğun­dan, perdeli ve derin ve tetkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî meseleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik ede­cek derecede zarurî olmaz. Tâ ki, Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil’ler esfel-i sâfilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mucizeler seyrek ve nâdir verilir. Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâ­met-i kıyamet ve eşrât-ı saat, bir kısım müte­şabihat-ı Kur’âniye gibi kapalı ve tevilli oluyor. Yalnız, güneşin mağripten çıkması bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğin­den, tevbe kapısı kapanır, daha tevbe ve iman makbul olmaz. Çünkü, Ebu Bekir’ler Ebu Cehil’ler ile tasdikte beraber olurlar. Hattâ Hazret-i İsa Aleyhisselâmın nüzûlü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez. Hattâ Deccal ve Süfyan[4] gibi eşhâs-ı müt­hişe, kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar.» (Şualar sh: 579)


Yine aynı mevzuda Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:


«Âhirzamanda Hazret-i İsa (a.s.) nüzulüne ve Deccalı öldürmesine ait ehâdis-i sahihanın mânâ-yı hakikîleri anla­şılmadığından, bir kısım zahir ulemalar, o ri­vayet ve hadislerin zahirine bakıp şüpheye düşmüşler; veya sıhhatini inkâr edip, veya hurafevâri bir mânâ verip, âdetâ muhal bir sureti bekler bir tarzda avâm-ı Müslimîne za­rar verirler. Mülhidler ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadisleri serrişte ederek ha­kaik-i İslâmiyeye tezyifkârâne bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehâdis-i müteşâbihenin hakiki tevillerini Kur’ân feyziyle göstermiş. » (Kastamonu Lâhikası sh: 80)


MEHDİ İNANCI ÜMMETİ ÜMİTSİZLİĞE DÜŞÜRMEZ
Mehdi inancının ehemmiyetli bir hikmeti, ümmetin ümitsizliğe düşmemesi ve din yolun­daki gayretlerin artması olduğunu söyleyen Üstad Bediüzzaman şu hakikati nazara verir:


«Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın istikbalden haber verdiği bazı hadise­ler, cüz’î birer hadise değil, belki tekerrür eden birer hadise-i külliyeyi, cüz’î bir surette haber verir. Halbuki o hadisenin müteaddit vecihleri var. Her defa bir veçhini beyan eder. Sonra râvi-i hadis o vecihleri birleştirir. Hilâf-ı vaki gibi görünür.


Meselâ, Hazret-i Mehdîye dair muhtelif ri­vayetler var. Tafsilât ve tasvirat başka başka­dır. Halbuki, Yirmi Dördüncü Sözün bir da­lında ispat edildiği gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istina­den, herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hadiselerde ye’se düşmemek için, hem âlem‑i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Mehdîyi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdî gibi herbir asır, Âl-i Beytten bir nevi mehdî, belki mehdîler bulmuş. Hattâ, Âl-i Beytten mâdud olan Abbasiye hulefasından, Büyük Mehdînin çok evsâfına câmi bir mehdî bul­muş.» (Mektubat sh: 95)


«İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlâhiye iktiza eder ki, vakitleri taayyün etmesin. Çünkü her zaman, her asır, kuvve-i mâ­neviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fena­lara uymamak ve lâkaytlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı ir­şad-ı umumî zayi olurdu.» (Sözler sh: 344)


Mehdi inancına ters düşen anlayışları veya bu inancı zayıflatan fikirleri neşretmek, bilerek veya bilmeyerek ümmetin kuvve-i maneviyesini kırmak ve ümitsizliğe düşürmekle dinî faaliyet ve gayretini zayıflatmaya sebebiyet vermektir.


Bu ise gizli din düşmanlarının işine yarar. Hatta bu düşmanlar, müslümanların arasına böyle menfi anlayışların sokulmasına çalışır­lar. Bu hususta dikkatlı olunmalı ve ümit kırıcı sözlere ehemmiyet verilmemelidir.


Dine hizmeti bırakmak mânâsında olan:


« Zindan-ı atâlete düştüğümüzün sebebi nedir?» diye sorulan suale Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği cevabında der ki:


«Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir. İşte, himmetiniz şevke binip mübareze‑i hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedîd olan yeis rastgelir. Kuvve-i mâneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı [5] kılıncını istimal ediniz.» (Münazarat sh: 95)


Yani; Allahtan ümidinizi kesmeyiniz me­alindeki [6] ayetini, manevi bir kılınç gibi kullanarak ümitsizliği kesin diye bir ikazdır.


Risale-i Nur eserlerinde yakın gele­ceğe ümidle baktıran ve ictimaî geniş sahada İslâm hakimiyetinin istinad et­tiği kuvveti temsil eden şahsiyet hakkın­daki şu ifadeler dikkat çekicidir.


«Sonra gelecek o mübarek zat;, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tat­bik edecek.


O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektedir...


...O zatın üçüncü vazifesi, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. » (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 9)


«Üçüncü vazifesi: İnkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tâtile uğramasıyla, o zat, bütün ehl-i imanın mânevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır.» (Emirdağ Lâhikası sh: 266)


Risale-i Nur «...Öyle kökleşmiş ki, inşaallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çı­karamaz. Tâ âhir zamanda, hayatın ge­niş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirtleri Cenab-ı Hakkın iz­niyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabri­mizde seyredip Allah’a şükrederiz.» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 172)


«Evet, yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binler mânevî kumandanları ümmetin ba­şına geçiren ve hakikat-i Kur’âniyenin maya­sıyla ve imanın nuruyla ve İslâmiyetin şere­fiyle beslenen, tekemmül eden Âl-i Beyt, el­bette âhir zamanda, şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-ı Furkaniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ihya ile, ilân ile, icra ile, baş­kumandanları olan Büyük Mehdînin; kemâl-i adaletini ve hakkaniyetini dün­yaya göstermeleri gayet mâkul olmakla be­raber, gayet lâzım ve zarurî ve hayat-ı içtima­iye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.» (Şualar sh: 590)


«Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukad­des kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdi­sât-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdî başına geçip tarik-i hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.» (Mektubat sh: 441)


Bediüzzaman Hazretlerinin Kur'an ve hadislerin işaratından alarak nazara verdiği bundan önceki müjdelerin doğru­luğu, hâdiselerin zuhuru ile tasdik edilmesine istinaden, bundan sonraki zamana bakan müj­delerin de tahakkuk edeceğine Rahmet-i İlahiyeye istinaden ümidle bakılmalıdır.


MEHDİYE ZEMİN HAZIRLAMAK
Geniş dairede mehdiyete zemin hazır etmek, dindar halkın vazifesidir. Osmanlı Devletinin son devresinde dahi Mehdiyi bekleyenlere hitab eden Bediüzzaman Hazretleri, zeminin hazırlanması yolunda , sa­dakatlı, sebatkâr ve mücahid bir hareketin var­lığını nazara verip tavsiye eder ve şu hususa dikkat çeker:


«Mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabit­lere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr‑ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hami­yet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.


Evet, şu amûd-u nuranî,* dinin hima­yetini, şehametinin başına, murakabe­nin gözüne, hamiyetinin omuzuna ala­caktır. Görüyorsunuz ki, lemeât‑ı mütefer­rika, tele’lüe başlamış. Yavaş yavaş incizab ile imtizaç edecektir. Fenn-i hikmette takarrur etmiştir ki: Hiss-i dinî, bâhusus din-i hakk-ı fıtrînin sözü daha nâfiz, hükmü daha âlî, tesiri daha şedittir.


Elhasıl: Başkasına itimat etmeyen nefsiyle teşebbüs eder. Size bir misal söyleyeceğim: Siz göçersiniz. Göçerin malı koyundur; o işi bilir­siniz. Şimdi herbiriniz, bazı koyunları bir ço­banın uhdesine vermişsiniz. Halbuki çoban tembel ve muavini kayıtsız, köpekleri değer­sizdir. Tamamıyla ona itimat etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, biçare koyunları müstebit kurtlar ve hırsızlar ve belâlar içinde bıraksa­nız daha mı iyidir; yoksa onun adem-i kifa­yetini bilmekle nevm-i gafleti terk edip, hanesinden herbiri bir kahraman gibi koşsun, koyunların etrafında halka tu­tup, bir çobana bedel bin muhafız ol­makla, hiçbir kurt ve hırsız cesaret etmesin, daha mı iyidir? Acaba Mâmehuran hırsızla­rını tevbekâr ve sofî eden şu sır değil midir?» (Münazarat sh: 9)


Demek fitne zamanlarında dinin mu­hafazasında gayretler artar ve artmalı ve böylece mücahidlik gibi yüksek seci­yeler ve sevablar kazanılmalıdır.


KEMALÂTI KAZANDIRAN MÜBAREZE KANUNU
Evet hizbullah ile hizbüşşeytan arasında cereyan eden mübareze kanunu hakkında Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:


«İnsan nev’inde o kanun-u mübarezeyi daha acip bir şekle getirip, bütün terakki­yât-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı mey­dana çıkabilmek için hizbüşşeytana bazı cihazat vermiş.


İşte bu sırr-ı dakik içindir ki, enbiyalar çok defa ehl-i dalâlete karşı mağlûp oluyor. Ve ga­yet zaaf ve aczde olan dalâlet ehli, mânen ga­yet kuvvetli olan ehl-i hakka muvakkaten galip oluyorlar ve mukavemet ediyorlar. » (Lem'alar sh: 80)


Yine aynı mânâda müslümanların tekâmü­lüne sebep olan fakat zahiren ehl-i vicdanı ağla­tacak bir hadise olarak görünen diğer bir fitne­nin hikmetini göstermekle ehl-i hamiyeti rahat­latan ve yeise düşürmeyen Bediüzzaman Hazretlerinin ibretli bir izahı da şöyle:


«Eğer denilse: “Mübarek İslâmiyet ve nu­ranî Asr‑ı Saadetin başına gelen o dehşetli, kanlı fitnenin hikmeti ve veçh-i rahmeti ne­dir? Çünkü onlar kahra lâyık değildiler.”


Elcevap: Nasıl ki baharda dehşetli yağ­murlu bir fırtına, her taife-i nebâtâtın, tohum­ların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inki­şaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çe­kirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre, câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, ke­mâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafaza­sına, bir kısmı hakaik-ı îmâniyenin muhafa­zasına, bir kısmı Kur’ân’ın muhafazasına çalıştı, ve hâkezâ, herbir taife bir hizmete girdi. Vezâif-i İslâmiyette hummâlı bir surette sa’y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktâ­rına, o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gü­listana çevirdi. Fakat, maatteessüf, o güller ve gülistan içinde, ehl-i bid’a fırkalarının diken­leri dahi çıktı.


Güya dest-i kudret, celâlle o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gay­rete getirip elektriklendirdi. O hareketten ge­len bir kuvve-i anilmerkeziyye ile, pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddis­leri, kudsî hafızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktârına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heye­cana getirip, Kur’ân’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı.» (Mektubat: sh: 100)


Bazen mağlubiyet, hakaik-i Kur'aniyenin kıymet ve ehemmiyetini anlamaya vesile oldu­ğunu beyan eden yarı manzum bir yazıda şöyle deniliyor:


«Dördüncü nokta şudur:


Bir hak bilkuvve kalmış. Yahut kuvvetsiz kalmış. Ya mahlûttur, hem mahşuş. Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir.


Mühezzep ve müzehhep yapmak için mu­vakkat, bâtıl ona musallat. Tâ ki sebike-i hak ne miktar lüzum vardır,


Tâ mahz ve hâlis çıksın mebâdide, dün­yada bâtıl etse galebe, fakat kazanmaz harbi. “Âkıbetü’l-müttakîn” ona vurur bir darbe. İşte, bâtıl mağlûptur. “El-hakku ya’lû” sırrı onu çarpar ikaba. İşte hak da galiptir.» (Sözler sh: 726)


Bu izahlardan açıkça görülüyor ki; Şer görü­nen hadiselerin arkasında çok hikmetler gizli­dir. O hikmetlere bakarak düşünmeli, şevk ve gayreti artırmalı ve İlâhî imtihanı kazanmalı­dır.


İSTİKBALDE KUR'AN HÜKMEDECEK
Yine Bediüzzaman Hazretleri diyor:


«Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide is­tikbale uçmalarıyla beraber; bizi maddî cihette kurun-u vustâda durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:


Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde ha­yat bulup dirilmesi.


İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i si­yasiyede ölmesi.


Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.


Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.


Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat.


Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine him­meti hasretmek.


Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı içtimaiyemize, eczahane-i Kur’âniye’den ders aldığım “altı kelime” ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum.


BİRİNCİ KELİME: “El-emel.” Yani, rahmet-i İlâhiyeye kuvvetli ümit beslemek.


Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen, ey İslâm cemaati, müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâmın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi onların intibahıyla olan Arabın saadetinin fecr-i sadıkının emâreleri inkişafa başlıyor. Ve saadet güneşinin de çık­ması yakınlaşmış. Ye’sin burnunun rağmına olarakHAŞİYE 1 ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim:


İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak.» (Hutbe-i Şamiye sh: 19)


«S – Acaba kâinatta, şu meclis-i âli-i İslâm, şu sergerdan küre şehrinde bir intizamı daha bulamayacak mıdır?


C – İman ederim ki, umum âlem-i İslâm, millet-i insaniyede ve Âdem kavminde bir meclis‑i meb’usan-ı mu­kaddese hükmüne geçecektir. Selef ve ha­lef, asırlar üzerinde birbirine bakıp mabeynle­rinde bir encümen-i şûra teşkil edecekler­dir. Fakat, birinci kısım olan ihtiyar babalar, sâkitane ve sitayişkârane dinleyeceklerdir.» (Münazarat sh: 80)


Bediüzzaman Hazretleri manevî bir âlemde muhteşem bir meclisin suallerine verdiği ceva­bını anlatırken diyorki:


«1335 senesi Eylül’ünde, dehrin hadisatı­nın verdiği yeisle, şiddetle muztarip idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Mânen rüya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir ziya gördüm. Tafsilâtı terk ile, yalnız bana söylet­tirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:


Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i mi­sale girdim. Biri geldi, dedi:


“Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni isti­yor.”


Gittim, gördüm ki, münevver, emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Salihînden ve a’­sârın meb’uslarından her asrın meb’usları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicap edip kapıda durdum. Onlardan bir zat dedi ki:


“Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et.”


Ayakta durup dedim:


“Sorun, cevap vereyim.”


Biri dedi: “Bu mağlûbiyetin neticesi ne ola­cak; galibiyette ne olurdu?”


Dedim: “Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’lâ-yı kelime­tullah ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini yekvücut olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telâfi edile­cektir. Zira, şu musibet, maye-i hayatımız ve âb‑ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin in­kişaf ve ihtizazını hârikulâde tacil etti.» (Tarihçe-i Hayat sh: 130)


Devam eden yazının bir kısmında da şu müjdeyi verir:


«“Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garp hu­sumeti, İslâmın ittihadına, uhuvvetin inkişa­fına en müessir sebeptir; bâki kalmalı.”


Birden o meclisten tasdik emareleri teza­hür etti.


Dediler: “Evet, ümitvar olunuz. Şu is­tikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!”» (Tarihçe-i Hayat sh: 133)


«Baktım, meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, elpençe ya­takta oturmuş, kendimi buldum. O gece böyle geçti.» (Tarihçe-i Hayat sh: 134)


«Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve münte­hâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.» (Hutbe-i Şamiye sh: 37)


İşte Bediüzzaman Hazretleri ve hakiki talebe­leri her müşkilat karşısında ümitsizliğe düş­memiş, Allaha tevekkül ederek sarsılmamış ve din uğrunda çekilen meşakkatlerin çok sevaplı olduğu ve bu şevkli ve gayretli faaliyet, ebedi manzaralar olarak ahirette ebedi gösterileceği hakikatına istinaden çilekeşliği İlâhî bir ni'met bilmişlerdir. Hem dindarlara yapılan taz­yikat, âlem-i İslâmın uyanmasına ve birleşmesine en ehemmiyetli sebeptir.




MEHDİYETİN TAŞIDIĞI MÂNÂ VE MAHİYETİ HAKKINDA BAZI BAHİSLER
Mehdi kuvvetli ve kesretli bir şahs-ı ma­neviyi, yani büyük bir cemaatı temsil eder.


«Sual: Âhirzamanda Hazret-i Mehdî geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah edeceğine dair müteaddit rivâyât-ı sa­hiha var. Halbuki şu zaman cemaat zama­nıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dahi derecesinde olsa, bir cema­atin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhalif bir ce­maatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur. Şu zamanda, kuvvet-i velâyeti ne kadar yüksek olursa olsun, böyle bir cemaat-i beşeriyenin if­sâdât-ı azîmesi içinde nasıl ıslah eder? Eğer Mehdînin bütün işleri harika olsa, şu dünya­daki hikmet-i İlâhiyeye ve kavânin-i âdetul­laha muhalif düşer. Bu Mehdî meselesinin sırrını anlamak istiyoruz.


Elcevap: Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetin­den, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet za­manında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş.


Madem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamanın en büyük fesadı zama­nında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâ­kim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenâb-ı Hak bir da­kika zarfında beyne’s-semâ ve’l-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir sani­yede denizin fırtınalarını teskin eder. Ve ba­har içinde bir saatte yaz mevsiminin nümu­nesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelâl, Mehdî ile de âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir. Ve vaad etmiştir; vaadini elbette yapa­caktır.


Kudret-i İlâhiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbâniye noktasında düşünülse, yine o kadar mâkul ve vukua lâyıktır ki, “Eğer Muhbir-i Sadıktan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır” diye ehl-i te­fekkür hükmeder. Şöyle ki:


Felillâhilhamd,




duası—umum ümmet, umum namazında, günde beş defa tekrar ettikleri bu dua—bilmü­şahede kabul olmuştur ki, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki, umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve âsârın mecmalarında o nuranî zatlar kumandanlık ediyorlar.HAŞİYE Ve öyle bir kesrettedirler ki, o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil edi­yorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir te­sanütle bir fırka vaziyetini alsalar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hük­münde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı da­yanamaz. İşte, o pek kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır ve Hazret-i Mehdînin en has ordusudur.


Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şe­cere ile ve senetlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuv­vetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zaman­dan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları ba­şında onlar ve ehl-i kemâlin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mu­kaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandı­racak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hami­yet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdî başına geçip tarik-i hak ve haki­kate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gel­mesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte hak­lıyız.


İkinci İşaret, yani:


ALTINCI İŞARET


Hazret-i Mehdînin cemiyet-i nurani­yesi, Süfyan komitesinin tahribatçı re­jim-i bid’akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek, yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdî cemiyetinin mucizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve dağıtı­lacak.


Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet ni­yetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtara­cak.


Şu mühim sır pek uzundur. Başka yerlerde bir nebze bahsettiğimizden, burada bu kısa işaretle iktifâ ediyoruz.» (Mektubat sh: 439)


Bediüzzaman Hazretleri Mehdi ve Süfyan de­nilen İslâm deccalı hakkında gelen rivayetleri hepsine birden bakarak ve hayatta tatbikatlarını nazara alarak ana hatlarıyla şöyle açıklar:


«Süfyan ve Mehdî hakkındaki hadislerin[7] ifade ettikleri mânâ budur ki:


Âhirzamanda, dinsizliğin iki cere­yanı kuvvet bulacak:


Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat‑ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî; isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mâ­nevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öl­dürüp dağıtacaktır.


İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiy­yun felsefesinden tevellüt eden bir ce­reyan-ı nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dere­ceye gelir... ...İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesin­den ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsın­dan nüzul edecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur’ân’a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bu­lacaktır.


Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvatta cism-i beşerîsiyle bu­lunan şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Külli Şeyin vaadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadîr-i Külli Şey vaad etmiş, elbette yapacaktır.» (Mektubat sh: 56)


MEHDİ VE CEMAATİNİN ÜÇ VAZİFESİ
«Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati ya­pacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyo­ruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:


Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine inti­şar etmesiyle, herşeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.


Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırak­makla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti ik­tiza ettiğinden, Hazret-i Mehdînin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o ta­ifenin uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.


Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesa­nüd sıfatlarına tam sahip olan bir kı­sım şakirtlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sa­yılırlar.


İkinci vazifesi: Hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) unvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeri­yeti maddî ve mânevî tehlikelerden ve gazab-ı İlâhiden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bu­lunan ordular lâzımdır.


Üçüncü vazifesi: İnkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tâtile uğramasıyla, o zat, bütün ehl-i imanın mânevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beytin nes­linden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 267)


«Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.


O zatın üçüncü vazifesi, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek bü­yük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar feda­kârlarla tatbik edilebilir.» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 9)


İşte bu izahlarda görüldüğü üzere Mehdi, Mehdiyet cereyanının mümessili olup bu cereyan dahi iman, hayat ve şeriat ola­rak tabir edilen üç vazife ve âlem-i İslâm genişliğinde vazifedarları ile te­şekkül eder. Seyyidler cemaatı mehdiyet cere­yanının en has ordusudur. En sonda hakiki İsevî ruhanileriyle ittifak edip İsa Aleyhisselamın ri­yaseti altında dinsizlik cereyanını dağıtacak ve sulh-u umumi dairesinde saadet-i beşe­riye devri başlayacaktır.


«Ebu Davud'un naklettiği bir hadis meali şöyledir: «(Her asırda) ümmetimden bir toplu­luk kendilerine düşmanlık edenlere karşı üs­tünlük sağlayarak hak uğrunda savaşmaya devam edeceklerdir. Nihayet onların en so­nuncusu (olan topluluk) da Mesih Deccali öldürecektir.» (Sünen-i Ebu Davud, Terceme ve Şerhi 2484. hadis)


Hadisin sonunda beyan olunan o taifenin so­nuncusu hakkında şu izah verilmiştir: «Metinde kendilerinden, “En sonuncu topluluk” diye bahsedilen ve mesih deccali öldürecekleri ifade buyrulan topluluktan maksad, Hazret-i Mehdi ile İsa (a.s.) ve onların tâbileri­dir.» Aynı bahiste mesih kelimesi hakkında izah vardır. Risale-i Nur'un Kudsî Kaynakları adlı eserin 811. hadis sıra no. daki nakiller de aynı mes'eleyi te'yid etmektedir.» (İslâm Prensipleri Ansiklopedisi sh: 418)


DÜNYA ÜZERİNDEKİ BOĞUŞMALARIN SONU NEREYE VARACAK ?
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, beşer dünya­sındaki boğuşmaların en sonunda doğacak iki neticeyi, 1945-1946 senelerinde yazdığı uzun bir ikaznamenin sonunda şöyle kaydeder:


«Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir te­sellî kalbime geliyor ki:


Bu geniş boğuşmaların neticesinde, eski Harb-i Umumîden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin isti­nadı, menbaı olan Avrupa’da, decca­lâne bir vahşet doğurmasıdır. Bu endi­şeyi tesellîye medar, âlem-i İslâmın tam intibahiyle ve yeni dünyanın, Hıristiyanlığın hakikî dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve âlem-i İslâmla ittifak etmesi ve İncil, Kur’ân’a ittihad edip tâbi olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı se­mâvî bir muavenetle dayanıp inşaallah galebe eder.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 58)


Bu ifadelerde açıkça görüldüğü üzere, Üstad Bediüzzamanın bugün hissedilen Avrupa - Amerika gerginliğine yarım asır önceden yani 1946 larda işaret etmesi de dikkat çekicidir. İkinci Cihan Harbi sıralarında yazmış olduğu, diğer bir mektubunda bu manayı te'yiden der ki:


«Bugün namazda ve tesbihatında iken, mânevî tarzda denildi ki:


Küre-i arzda çarpışan, mücadele eden cereyanlardan herhalde birisi İslâmiyete ve Kur’ân’a ve Risale-i Nur’a ve mesleğimize taraftar olacak.» (Kastamonu Lâhikası sh: 150)


Çünkü giderek azgınlaşan menfi Avrupa hakkında:


«Büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yar­dım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyet­lerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan ge­len Kur’ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulu­nur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaş­ların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı iç­timaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın te­mel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!» (Mektubat sh: 323) deyip menfi Avrupanın zalimliğini nazara verir.


AVRUPA İKİDİR
Bediüzzaman Hazretleri Avrupayı yani gayr-ı müslim milletlerini ikiye ayırıp diyor ki:


«Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikî­sinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeri­yeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin sey­yiâtını mehâsin zannederek beşeri se­fâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum.» (Lem'alar sh: 115)


Yine Hazret-i Üstad Bediüzzamanın kendi beyanıyla:


«Devletler, milletler muharebesi, ta­bakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira, beşer esir olmak isteme­diği gibi, ecîr olmak da istemez.» (Hutbe-i Şamiye sh: 118) demek suretiyle bu hakikatı vecizeleştir­miştir.


«Evet, inkâr edilmez ki, kâinatta, dinsizlikle dindarlık, Âdem zamanın­dan beri cereyan edip geliyor ve kıya­mete kadar gidecektir. Bu meselemizin künhüne vakıf olan herkes, bize olan bu hü­cumunun, doğrudan doğruya dinsizlik hesa­bına dindarlığa bir taarruz olduğunu anlar.» (Tarihçe-i Hayat sh: 241)


Demek oluyor ki, millet ve devletlerde menfi ve müsbet sınıflar var. Tahrib kolay olduğundan menfi sınıf zahiren daha şa'şalı görünüyor. Fakat bu hal tersine dönecektir.


EHL-İ DALÂLETİN TECAVÜZLERİ
Bir ayetin mânâ-yı küllisinden asrımıza ba­kan bir vechini hayata tatbikan tefsir eden Bediüzzaman Hazretleri çok ibretli dersi nazara vermiştir, şöyle ki:


«[8]
Bu dahi, üç cümlesiyle bazı münasebât-ı mâneviye ve muvafakat-ı mefhumiye cihe­tinde ve hem Risale-i Nur’un mesleğine, hem mülhidlerin mesleğine îmaen bakar ve birinci cümlesiyle der ki: “O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delâletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani el­ması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şi­şeyi ona tercih etmek gibi sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidâne tercih edip dinsizlikle iftihar ederler.”


Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dün­yayı tercih ediyor.


Ve ikinci cümlesi olan ile der ki: “O bedbahtların dalâleti, muhab­bet-i hayattan ve temerrüdden neş’et ettiği için kendi halleriyle durmuyor­lar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onunla ecdatları bağlı olan dine, adâ­vetkârâne, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yolla­rını kapatmak istiyorlar.”


Ve üçüncü cümlesi olan ile der ki: “Onların dalâleti fenden, felsefeden geldiği için acip bir gurur ve garip bir firavunluk ve dehşetli bir enâniyet on­lara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâ­inatı idare eden İlâhî kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait görmediklerinden—hâşâ hâşâ!—eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.” İşte bu âyet, üç cümlesiyle mânen bu asırda acip bir taife-i dâlleye tam bir tevafuk-u mânevî ile, mânâ-yı işârîsiyle çok efradı içinde hususî baktığı gibi, tevafuk-u cifrîsiyle dahi başlarına parmak basıyor.» (Şualar sh: 724)


Bediüzzaman Hazretlerinin siyasete baktı­ğından açıklamadığı ve azgın cereyanın ehl-i küfrü koruma hareketine işaretle beraber cifren 1417 hicri tarihiyle miladi 1996/1997 ye tevafuk eden şu ayet:


«[9] bin dört yüz on yedi (1417)» (Şualar sh: 270)


«Bu nüktenin bâki kısmı şimdilik yazdı­rılmadığının sebebi, bir derece dünyaya, siyasete temasıdır. Biz de bakmaktan memnu’uz. Evet, [1] bu tâğûta ba­kar ve baktırır.» (Şualar sh: 272) *


BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN ORDUYA BAKIŞI
Bediüzzaman Hazretleri bazıları müstesna olmakla beraber ordunun şahs-ı manevisi en sonda dine himayetkâr davranacağını bildirir ve der ki:


«Rahmet-i İlâhiyeden ümid kesilmez. Çünki: Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kur’anın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşla­rın muhteşem ordusunu ve muazzam ce­maatini, muvakkat ârızalarla inşâallah peri­şan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazife­sini idame ettirir…» (Mektubat sh: 326)


Üstteki parçanın devamında, Bediüzzaman Hazretleri elyazma eserinde kendi el yazı­sıyla yaptığı bir ilâvesinde; Türk Ordusu kuvvetini kendi milleti aley­hinde değil, İslâm Dünyasının selâmet ve zaferinde kullanıp büyük vazifeler göreceğini ihbar sadedinde şöyle der:


«Kılıncını ayağına vurdurmaz, düş­manına vurdurur. Kur’ana hizmetkâr eder. Ağlayan âlem-i İslâmı güldürür.»


Yine ordu ile alakalı bazı beyanlardan kısa nümuneler verelim:


«Eski Harb-i Umumîden biraz evvel, ben Van’da iken, bazı dindar ve müttakî zatlar ya­nıma geldiler. Dediler ki: “Bazı kumandan­larda dinsizlik oluyor. Gel, bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz.”


Ben de dedim: “O fenalıklar ve o dinsiz­likler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mes’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem ve size işti­rak etmem.”


O zatlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler; neticesiz Bitlis hâdisesi vücuda geldi. Az za­man sonra, Harb-i Umumî patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi, o ordu­dan yüz bin şehidler evliya mertebesine çıkıp beni o dâvamda tasdik edip kanlarıyla velâ­yet fermanlarını imzaladılar.» (Şualar sh: 360)


«Bir rivayette, “İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek”[10] denilmiş.


bunun bir tevili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyetin en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zaman­daki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder.


Gariptir, hem çok gariptir: Yedi yüz sene müddetinde İslâmiyetin ve Kur’ân’ın elinde şeref-şiar, bârika-âsâ bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şeâirine karşı istimal etmeye çalışır! Fakat muvaffak olmaz, geri çe­kilir. Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor diye rivayetlerden anlaşılıyor.» (Şualar sh: 596)


Halk Parti hükümeti zamanında 1947 lerde parti genel sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı mektubun bir kısmında Bediüzzaman Hazretleri ordunun şerefini korumak için şu hususu hatır­latır:


«Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şim­diye kadar cereyan eden ve medeniyet hesa­bına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafa­zaya çalışıp, üç dört şahsın inkılâp na­mında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcut haseneleri ve inkılâp iyilikle­rini onlara verip ve mevcut dehşetli ku­surları millete verilse, o vakit üç dört adamın seyyiesi üç dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asır­lardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir mânevî azap ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara kefaret olamaz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 219)


«Eskişehir’de, tayyareciler ve subaylar ve askerlere de aynen şu dersi vermişti: “Bu tayyareler, birgün İslâmiyete büyük hizmet edecekler. Farz namazlarınızı kıl­sanız, kılamadığınız zaman kaza etseniz, as­ker olduğunuz için herbir saatiniz on saat ibadet, hususan hava askeri olanların bir sa­ati, otuz saat ibadet sevabını kazandırır. Yeter ki kalbinde iman nuru bulunsun ve imanın lâzımı olan namazı ifa etsin.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 466)


İşte bu ifadelerden müslüman milletin evladı olan ordu bütünü ile menfi olmadığı ve asayişi, hakkaniyeti ve tarihi şerefimizi koruya­cağı anlaşılıyor.


İLÂHÎ İNAYET VE MERHAMETİN GELMESİNİN BİR ŞARTI
İslâm dünyasının selameti için şu ehemmi­yetli hususun da milletce nazara alınması lü­zumu var. Yani bütün iyilikler, zafer ve muvaf­fakiyetler Allahın inayet ve ihsanıdır ve onun vazifesidir. Bu ilâhî ihsana layık olmak da müslümanların vazifesidir. Bu vazifeye ihtimam gösterilse, inayet-i İlâhiye gelir. Aksi halde musibetlerle ıslah olunup kurtuluşa erdiri­lir.


Evet, zelzele ve mağlubiyetler ve ehl-i dünya­nın tazyikatı gibi umumî musibetler, hem inayet-i İlâhiyenin gelmesine vesile olmak gibi hikmet­leri var.


Evet, dine aykırı hayat tarzı olan bid­'at ve Avrupaî adetlere özenerek cemiye­timizi istila etmesine sebebiyet veren ek­ser gafil müslümanların bu büyük hatası neticesi olarak duaların makbuliyetine ve fü­tuhatın gelmesine mâni olduğuna dikkat çeken Üstad Bediüzzamana sual ediliyor ki:


«Kardeşlerimizden Çaprazzâde Abdullah Efendi gibi bazı adamlar, ehl-i keşiften rivaye­ten, bu geçen Ramazan’da Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, bir fütuhat ola­cağını haber verdikleri halde, zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet ve keşif neden hi­lâf-ı vâki haber veriyorlar? Benden sordular. Ben de, birden, sünuhat kabilinden olarak verdiğim cevabın muhtasarı şudur:


Hadis-i şerifte vârit olmuştur ki, “Bazan belâ nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.”[11] Şu hadisin sırrı gösteri­yor ki, mukadderat, bazı şerâitle vukua gelirken geri kalır. Demek, ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadı­ğını, belki bazı şerâitle mukayyet bulundu­ğunu ve o şerâitin vuku bulmamasıyla o ha­dise de vukua gelmiyor. Fakat o hadise, ecel-i muallâk gibi, Levh-i Ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbatta mukad­der olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i Ezelîye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor.


İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde, istihraca binaen veya keşfiyat nev­’inden verilen haberler, muallâk oldukları şe­râiti bulamadıkları için vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzip etmiyorlar. Çünkü mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş.


Evet, Ramazan-ı Şerifte bid’aların ref’ine Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekse­riyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef camilere Ramazan-ı Şerifte bid’alar girdiğinden, duaların kabulüne sed çekip ferec gel­medi. Nasıl ki, sabık hadisin sırrıyla, sadaka belâyı ref’ eder; EKSERİYETİN HÂLİS DUASI DAHİ FEREC-İ UMUMÎYİ CEZB EDER. Kuvve-i cazibe vücuda gelmedi­ğinden, fütuhat da verilmedi.» (Lem'alar sh: 103)


«Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safde­runluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne af­fetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı iş­leyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraf­tar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin ha­tâsına terettüp eden musibet-i âmme­nin devamına ve idamesine, belki teş­didine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; “Biz buna müstehakız” derler.» (Kastamonu Lâhikası sh: 25)


Yine aynı meseleyi te'yid eden diğer bir sual:


«Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm, mânevî bir musibeti olarak, şu zel­zelenin devamından gelen korku ve meyusiyet, ekser halkın ekser memlekette gece istiraha­tini selb ederek dehşetli bir azap vermesi ne­dendir?


Yine mânevî cevap: Şöyle denildi ki, Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemâl-i neş’e ve sürurla, sarhoşçasına, gayet heveskârâne şarkıları ve bazan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her kö­şesinde cazibedârâne işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.» (Sözler sh: 171)


«Sual: Bazı eşhâsın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?


Elcevap: Umumî musibet, ekseriyetin ha­tasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar ol­masıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.» (Sözler sh: 172)


Cihan harbi mağlubiyetinin kaderin adaleti cihetiyle ve ümmetin ders alması için hikmeti anlatılırken deniliyor ki:


«“Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti? Musibet-i âmme ekseriyetin hatâsına terettüp eder. Hazırda mükâfatınız nedir?”


Dedim: “Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât.


“Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimiz­den istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ih­san ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zul­mettik, O da bizden müterakim zekâtı aldı. El cezâu mincinsi'l-ameli


“Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, gü­nahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; ga­zilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâ­dan neşet eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 133)


İLÂHÎ İNAYETİN GELMESİ İÇİN GEREKEN Dİ⁄ER BİR ŞART
Selamet-i İslâm için zaruri olan çok ehem­miyetli bir husus da şudur ki, bütün müslü­manlar esasat-ı şer'iyede ve gayede itti­fak edip teferruat meselelerinde ve dinî cemaatler arasındaki tarafgirliklerde ihtilaf etmeyip ittifak etmek, inayet-i İlâhiyenin gelmesine ehemmiyetli bir sebeb ve fiilî bir duadır.


Risale-i Nurdan Lem'alar adlı eserde denili­yor ki:


«Ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlâhînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle,


Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd se­bebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek,


Ve hakkı, bâtılın savletinden kur­tarmak için,


Nefsini ve enâniyetini,


Ve yanlış düşündüğü izzetini,


Ve ehemmiyetsiz, rekabetkârâne hissiya­tını terk etmekle ihlâsı kazanır, vazifesini hakkıyla ifa eder.»HAŞİYE 2 (Lem'alar sh: 151)


Mektubat adlı eserde de şu ehemmiyetli kayıd var:


«“Haricî düşmanların zuhur ve tehacü­münde dahilî adâvetleri unutmak ve bırak­mak” olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ eden­lere ne olmuş ki, birbiri arkasında te­hacüm vaziyetini alan hadsiz düşman­lar varken, cüz’î adâvetleri unutmayıp düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar? Şu hal bir sukuttur, bir vah­şettir, hayat-ı içtimaiye‑i İslâmiyeye bir hıyanettir.


Medar-i ibret bir hikâye: Bedevî aşiretlerin­den Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adam­dan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dahilî adâveti hatırlarına ge­tirmezlerdi.


İşte, ey mü’minler! Ehl-i iman aşire­tine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar ol­duğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki da­ireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hük­münde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâ­vetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakı­şır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve il­haddan tut, tâ ehl‑i küfrün âlemine, tâ dün­yanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arka­sında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kalen, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf‑ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.


Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: “Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs‑ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve be­şerin hırs ve şikakından istifade ede­rek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercü­merc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır.”[12]


Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı


[13] “innemel mu’minune ihvetun” kale-i kudsiyesi içine giri­niz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.


Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle bo­ğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuv­vetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, [14] düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünye­vîden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz.» (Mektubat sh: 269)


KÜTÜB-Ü SİTTE’DE MEHDİ
Mehdi hakkında gelen rivayetler, temel hadis kitablarında yer alır. Mesala:


Ebu Davud. Mehdi,1 ve Sünnet, 5


İbn-i Mâce. Fiten, 34 ve Mukaddeme, 6


Tirmizi. Fiten, 52-53 ve İlim, 16


Ahmed bin Hanbel, 1-84 ve 2-411 ve 3-21-27, 5. 277. Ve daha pek çok büyük hadis imamlarının Mehdiye ait hadisleri toplayan eserleri vardır. Böyle sağlam hadisler muvahecesinde tesbitli olan Mehdi mevzuunu kabul etmemek, mez­kür sahih hadislere dokunur ve manevî mesuliyeti mucip olur.


Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri diyor ki:


«Müteşabih hadisleri aklına sığıştı­ramadığı için, eğer inkâr etse, dehşetli bir kapı açar; yani küçücük aklına sığışmayan kat’î hadisleri dahi inkâra yol açar.» (Mektubat sh: 351)


MEHDİ HAKKINDAKİ HADİSLERDEN KISACA BİRKAÇ ÖRNEK
1..Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Resülullah aleyhissa­lâtu vesselâm buyurdular ki: "Mehdi biz­den, ehl-i Beyt'imizdendir. Allah onu bir gecede ıslah eder (yani tevbesini ka­bul eder, hizmetini yapacak hale geti­rir. Doğruyu ilham eder ve muvaffak kılar)".


2..Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalatu vesselâm buyurdu­lar ki: "Biz Abdulmuttalib'in oğullarıyız. Cennet ehlinin efendileriyiz: Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdi."


3..Abdullah İbnu'l Haris İbni Cez'iz-Zübeydi ra­dıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhis­salâtu vesselâm (bir gün): "Doğudan birta­kım insanlar çıkacak ve Mehdi için zemin hazırlayacak" buyurdular. O Mehdi'nin hakimiyetini kastediyor." (Kütüb-ü Sitte c. 17, sh: 558)


4..Ümmü Seleme radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdu­lar ki:


"Mehdi benim zürriyetimden, kızım Fâtıma'nın evladlarındandır." Ebu Davud, Mehdi 1, (4284).


5.."Ümmetim içinde Mehdi olacaktır. (Aranızda kalması) kısa tutulursa (kalacağı süre) 7 (yıl) dır.


Kısa tutulmazsa (kalacağı süre) 9. yıl­dır. Benim ümmetim o devirde öyle bir refah bulacak ki, o güne dek onun misli ke­sinlikle bulmamıştır. Yer yemişini (gıda ürünleri) verecek ve insanlardan hiçbir şey saklamayacak (vermemezlik etmeyecek) tir.


Mal da o gün çok birikmiş olacaktır. Adam kalkıp : Ya Mehdi! Bana (mal) ver, diyecek, Mehdi de al, diyecektir." (İbn-i Mâce Hadis no: 408)


KAYNAK ESERLER
Emirdağ Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992


Kastamonu Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993


Lem’alar, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992


Lem’alar (Osm.), Bediüzzaman Said Nursî, 879 sahifelik


Mesnevî-i Nuriye Tercümesi, Bediüzzaman Said Nursî, Mütercim: Abdülkadir Badıllı, İstanbul 1980


Nur’un İlk Kapısı, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1987


Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları, Abdülkadir Badıllı, İstanbul 1994


Sözler, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993


Şualar, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993


Şualar (Osm.), B.Said Nursî, 847 sahifelik


Tarihçe-i Hayatı, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992










--------------------------------------------------------------------------------


[1] Muhammed Sûresi, 47:18.


[2] Âl-i İmrân Sûresi, 3:7.


[3] Âl-i İmrân Sûresi, 3:7.


[4] Süfyan denilen İslâm deccalının varlığı hakkında bir çok hadis vardır. Bunlardan birisi için bk: el-Hâkim, el-Müstedrek: 4:520.


[5] Zümer Sûresi, 39:53.


[6] Zümer Sûresi, 39:53.


* Risale-i Nur’u hissetmiş ki, üç sayfa ile cevap veri­yor. Fakat siyaset perdesi başka renk vermiş.


HAŞİYE 1 Eski Said, hiss-i kablelvuku ile 1371’de, başta Arap devletleri, âlem-i İslâm’ın ecnebî esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî devletler teşkil edecek­lerini, kırk beş sene evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumî ve 30-40 sene istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. 1370’de olan vaziyeti 1327’de olacak gibi müjde vermiş, tehirinin sebebini nazara almamış.


HAŞİYE Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmed es-Sünûsî, milyonlar müride kumandanlık ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zat, yüz binden fazla Müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahyâ gibi bir başka sey­yid, yüz binler adamlara emirlik ediyor, ve hâkezâ... Bu seyyitler kabilesinin efradlarında böyle zâhirî kah­ramanlar çok olduğu gibi, Seyyid Abdülkadir-i Geylânî, Seyyid Ebu’l-Hasen-i Şâzelî, Seyyid Ahmed-i Bedevî gibi mânevî kahramanların kahramanları dahi varlar­mış.


[7] Mehdi ve Süfyan hakkındaki hadis kaynakları için bkz. Beşinci Şua.


[8] İbrahim Sûresi, 14:3.


[9] Bakara Sû­resi, 2:257.


* Burada geçen (tağut) hakkında İslâm Prensipleri Ansiklopedisi (Tağut) maddesinde bilgi vardır.


[10] Tirmizi, Fiten: 57; İbni Mâce, Fiten: 33; Müsned, 1:4, 7; el-Elbânî, Silsiletü'l-Ehâdisi's-Sahîha, 4:122.


[11] el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:492.


HAŞİYE 2 Hattâ, hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevî­lerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakla­rı gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i haki­kat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla sa­mimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî din­dar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları mu­vakkaten medar-ı münakaşa ve nizâ etmeyerek, müşte­rek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.


[12] el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:529-530; İbni Hibban, Sa­hih, 8:286.


[13] Hucurat Sûresi, 49:10.


[14] Buharî, Salât: 88; Edeb: 36; Mezâlim: 5; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18; Nesâî, Zekât: 67; Müsned, 4:405, 409.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...