5/02/2010

Bediüzzamanı anlamak

VEFATI’NIN 40.YILINDA


BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİ ANLAMAK


Bediüzzaman Hazretleri’nin krolonojik hayatını herkes yazdığı için biz davasından, mücadelesinden bahsetmeyi daha uygun buluyoruz. Said Nursi Hazretlerinin davası anlaşılmazsa herkes kendi anlayış ve meşrebine uygun yorumlar getirir. Bu da Risale-i Nur’un tam anlaşılmamasına sebep olur.


Bediüzzaman Hazretleri’nin Tarihçe-i Hayatında da yazıldığı gibi “bir dava sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakiyet şartlarının en mühimmi feragattır. Üstadın bütün hayatı ise baştanbaşa feragatın şaheser misalleri ile dolup taşmaktadır.”


Aynı zamanda şefkat ve merhameti O’nu, insanların içine düştüğü imansızlık ve küfür bataklığından kurtarmak için
 kendisini cihad meydanlarına attırmıştır.


Bediüzzaman Hazretlerinin mücadelesini tanıtan devreler vardır. Bunlardan birisi:




İNGİLİZ BAKAN’IN DEHŞETLİ PLÂNI VE BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ
Bediüzzaman Hazretlerinin dinsizlik akımlariyle mücadeleye başlamasına esas teşkil eden olaylardan biri de, o zamanın (1900 yılı) süpergücü olan İngiltere’nin Sömürgelerden mesul Bakanı Gladstone’un beyanatıydı. Bu bahis kendisinin Tarihçe-i Hayat kitabında şu şekilde anlatılmaktadır:


«Bediüzzaman, Van’daki ikameti esnasında Âlem-i İslâm’ın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunu­yordu. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müdhiş haberi ona gös­termişti. Haber şu idi:


İngiliz Meclis-i Meb’usanında Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur’an-ı Kerim’i göstererek söylediği bir nutukta:


Bu Kur’an, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalı­yız, bu Kur’an’ı on­la­rın elinden kaldırmalıyız yahut Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş.


İşte bu müdhiş haber, onda tarifin fevkinde bir te­sir uyan­dırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bü­tün letaifi uyanık ve ilim, irfan, ihlâs, cesaret ve şe­caat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman’ın bu havadis üzerine:


“Kur’an’ın sön­mez ve söndürülmez manevî bir güneş hük­münde olduğunu, ben dünyaya is­bat edeceğim ve gös­tereceğim!”


diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu sâikle çalışır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 51)




SAİD NURSİ HAZRETLERİ’NİN DECCAL TARİFİ
Bediüzzaman Hazretleri 1948 yılında Afyon Mahkemesinde Hakimlere hitaben aşağıdaki hakikati beyan etmiştir:


«Hürriyet’ten bir sene evvel İstanbul’a geldim. O za­man Japonya’nın başkumandanı, İslâm ülema­sından dinî bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hoca­ları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sual ettiler.


Ezcümle, bir hadîste: “Âhirzamanda dehşetli bir şahıs sa­bah kalkar, alnında “Hâzâ kâfirun” yazılmış bulunur” diye hadîs var deyip benden sordu­lar.


Dedim: “Bir acib şahıs, bu milletin ba­şına geçer ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydi­rir.”


Bu cevab­dan sonra bunu sordu­lar: “Acaba o zaman onu giyen kâ­fir olmaz mı?”


Dedim: “Şapka başa gele­cek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah müslüman edecek.”


Sonra dediler: “Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hâdise ile Süfyan olduğu bili­necek?”


Ben de cevaben dedim: “Bir darb-ı mesel var: Çok israflı adama “eli deliktir” denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi’ oluyor, deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya mübtela olup, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak.”


Sonra birisi sordu ki: “O öldüğü zaman İstanbul’da Dikili Taş’ta şeytan dünyaya bağıra­cak ki fi­lan öldü.” O vakit ben dedim: “Telgrafla ha­ber verile­cek.” Fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işit­tim. Eski cevabım tam değilmiş bildim.


Sekiz sene sonra Dar-ül Hikmet’te iken dedim: “Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek.” Sonra Sedd-i Zülkarneyn ve Ye’cüc ve Me’cüc ve dabbet-ül arz ve Deccal ve nüzûl-ü İsa (A.S.) hakkında sualler sormuş­lardı. Ben de cevab vermiştim. Hattâ eski risalelerimde onlar kıs­men ya­zılmışlar. (Şualar sh: 358)




ŞERİ’ATA FEDA EDİLEN CANLAR
Meşhur ve menhus 31 Mart hadisesinde göstermiş olduğu cesaret ve hakkın müdaasından bir bahis:


«Nihayet menhus Otuzbir Mart hâdisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan onbeş ka­dar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme bina­sının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pen­cereden onları gördüğü bir halde mu­hakeme olu­nur.


Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar: “Sen de şeriat is­te­mişsin?..”


Bediüzzaman cevap verir: “Şeriatın bir haki­ka­tına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i sa­adet ve adalet-i mahz ve fazi­lettir. Fakat, ihtilalcilerin is­teyişi gibi de­ğil!”


Bediüzzaman’ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tab’edilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid’den tâ Sultanahmet’e kadar arkasında kalabalık bir halk kit­lesi mevcut olduğu halde: “Zâlimler için yaşasın Cehennem! Zâlimler için yaşasın Cehennem!” ni­dalarıyla ilerlemiş­tir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 60)




BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN İKİNCİ HİZMET HAYATI
«Üstadın hayatı, küllî hizmeti noktasından top­luca iki büyük safha arzetmektedir:


Birincisi: Doğuşundan itibaren tahsil hayatı, Van’daki ika­meti, İstanbul’a gelişi, siyasî hayatı, seya­hat­leri, harb-i umumîye iştiraki, Rusya’daki esareti, İstanbul’da Dar-ül Hikmet-il İslâmiye azalığında bulu­nuşu, Kuva-yı Milliyede İstanbul’daki hizmeti, Ankara’ya gele­rek ilk Meclis-i Mebusandaki faaliyetleri ve kısa bir müd­det sonra Van’a çekilip inzivayı ihtiyar etmesi gibi herbiri ayrı bir hayat sahnesi olan Üstadın hayatının bu birinci safhası iman ve Kur’an hizmeti iti­barıyla ikinci safha ha­yatının mukaddemesi hükmün­dedir. İkinci büyük hizme­tine hazırlıktır. Ömrünün el­linci senesine kadardır.


İkincisi: Van’da inzivada iken Garb’a nefyedilip Isparta’nın Barla Nahiyesinde ikamete memur edildiği zamandan başlar ki Risale-i Nur’un zuhuru ve intişarı­dır. Azamî ihlas, azamî fe­dakârlık, azamî sadakat, me­tanet ve dikkat ve iktisad içinde Risale-i Nur’la giriştiği hizmet-i imaniye ve ma­nevî cihad-ı diniyedir.


Hayatının bu ikinci safhası: Harb-i Umumî netice­sinde İmparatorluğumuzun inkıraz bulmasıyla insan­lık âleminde me­deniyet-i beşeriyeyi mahveden ve se­mavî dinlerle mücadeleyi esas ittihaz edinen komü­nizm reji­mi­nin insaniyetin yarısını istila ede­rek dün­yayı dehşete sal­dığı ve memleketimizi tehdide yelten­diği ve manevî tah­ribatının tehlikesine maruz kaldı­ğımız bir devreye rast­lar. Bu devre, bin senedir Kur’ana bayraktarlık yapmış, İslâmiyet’e asırlarca hizmet etmiş kahraman bir millet için dikkatle incelen­mesi lâzım ge­len bir devre­dir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 27)




BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİ ANLAMANIN DÜĞÜM NOKTASI
Said Nursi Hazretleri hakkında yazılan yazılarda ve tanıtımlarda pek nazara verilmeyen devre, 1922 yılı sonunda Ankara’ya gitmesi ve orada karşılaştığı manzaradır.Üstad Hazretlerinin hizmet hayatının düğümünü teşkil eden ve Hadislerde haber verilen müsbet ve menfi şahısların mücadelelerini ortaya koyan bu devre iyi bilinmelidir ki, hatlar iyice ayrılsın ve hak ve batıl tefrik edilebilsin. Yine Tarihçe’den bu devreyi anlatan bahis herşeyi apaçık ortaya koyuyor:


«Bediüzzaman İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsa­nıyla, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir te­şekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de beraber çalış­mak ümidiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlâhî ve mucize-i Peygamberî ile düşman taarruz­larını def’eden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur’an’a is­ti­nad eden ve Âlem-i İslâm’ın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyet’in hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti mey­dana getirecek bir niyet ve gayeyi bulun­durmak ve aşı­lamak üzere mecliste çalışıyordu.


Fakat pek kuvvetli mâniler karşısına çıktı. Âlem-i İslâm’ı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, deh­şetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allah’a sığındığı) bir za­manı ve fitneyi ateşlendire­ceklerin kimler olduğunu an­lamış bulunuyordu.


Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşman­larının arasında nam kazanmak eme­liyle, Şeair-i İslâmiyeyi tahrib etmenin, bu millet ve va­tan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edece­ğini eğer bir in­kılâb yapmak icab ediyorsa, doğ­rudan doğruya İslâmiyet’e mü­teveccihen Kur’an’ın kudsî kanun-u esas­îsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtar­larda bu­lunur.» (Tarihçe-i Hayat sh: 145)


«M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nü­fuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a meb’us­luk, hem Darülhikmet’teki eski vazife­sini, hem Şark’ta Şeyh Sünusî’nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tah­sisi gibi teklifler ya­par.


Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirza­mana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da te’vilini söyle­diği Hadîslerin ihbar et­tiği âhirzamanın deh­şetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve in­saniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine gelen rivayet­lerden, on­lara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül-Kur’an hak­kında,


“O zamana yetiştiğiniz zaman, Siyaset cânibiyle on­lara galebe edilmez ancak manevî kılınç hükmünde i’­caz-ı Kur’an’ın nur­larıyla mukabele edilebilir.” ([1])


tavsi­yesine müra­atla, Ankara’da teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendi­sine tevdi edilmek istenen mebusluk, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye gibi Diyanet’teki azalığı, hem Vilayat-ı Şarkiye vaiz-i umumîliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fik­rinden vazgeçirmek için çalı­şan ve Ankara’dan ayrıl­mamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım me­busların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider.» (Tarihçe-i Hayat sh: 147)




BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN REJİM’E BAKIŞI
Bir talebesinin rejim aleyhinde bulunması ve çalışması dolayısiyle sorulan suale verdiği cevapta şöyle demektedir:


«Kürd Âtıf, rejim aleyhinde çalışıyor. Demek onun muarızları, rejime dayandılar.


Ben de dedim: Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır.


Hazret-i Ömer'in (R.A.) taht-ı hükmünde, kanun-u adalet-i şer'iyesini reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudilere, Nasara'ya ilişmiyordular. Demek kabul etmemek, tasdik etmemek, idarece bir suç teşkil etmiyor ki; o çeşit muhalifler ve münkirler, en kuvvetli padişahların idaresi ve siyaseti altında bulunmuşlar. İşte bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur'un şakirdlerinden en müdhiş bir muhalif ve rejim müessisini tel'in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder.» (Kastamonu Lahikası sh:267)


Hazret-i Üstad açıkça bu rejimi kabul etmediğini ve amel etmediğini beyan etmiştir. Fakat fiilen ilişme tarzına ise, Risale-i Nur izin vermiyor diyerek, fikren kabul etmemek ile fiilen reddetmeyi ayırmıştır. Bu önemli nokta gözden kaçırılmamalıdır.




BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ VE LAİKLİK
Bediüzzaman Hazretleri Laikliğin tarifini ele alarak, dini devletten ayırmak prensibini anlatırken: “Hükümet Laik Cumhuriyete döner.” (Şualar sh: 271) dedikten sonra, “Ona (laik cumhuriyete) mukabil manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıncıyla olacak.” der. Yani laik rejime karşı cihad-ı dini olacağına göre, o rejime rıza gösterilmediği açıktır. Ancak bu mezkür ifade o rejimi haber vermekte ve ona karşı gereken manevi cihad vazifesini ihtardır. Yoksa bu anlayışı normal görmek manasını ifade etmez. Zira Bediüzzaman Hazretlerinin şu beyanı açık olup yanlış anlamaların yolunu kapatır:


Din İle Hayat Kabil-i Tefrik Olduğunu Zannedenler Felâkete Sebebdirler:


Şu Jön-Türkün hatası; bilmedi o bizdeki Din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.


Medeniyet müstemir, müstevli vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,


Medeniyet sistemi (*) bozuktu, hem muzırdı; tecrübe-i kat'iyye bize bunu gösterdi.


Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhya-yı Din ile olur şu milletin ihyası. İslâm bunu anladı...


Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkisi.


İhmali nisbetinde idi milletin tedennisi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenâsi...


(*): Tam bir işaret-i gaybiyedir. Sekeratta olan dinsiz zalim Medeniyete bakıyor. (Sözler sh: 716)






İşte şu açık beyan, din ve devlet ayırımını, yani Kur’an ahkamını devlet sahasından çıkarmanın milletin manevi hayatını söndüreceğini ihtar eder.


Bu hükmü teyid eden şu ifade de var:


“Devletin dini, Din-i İslâm'dır. Şu esası vikaye etmek vazifemizdir. Çünki milletimizin maye-i hayatiyesidir.” (Münazarat sh: 17)




HAZIRLAYAN: İTTİHAD İLMİ ARAŞTIRMA HEYETİ




--------------------------------------------------------------------------------


[1] Müslim 2937. hadis ve ibn-i Mace 4077. hadîste (hacîc) ifadesi, “hasmını hücccetle yenen” mânâsında tefsir edilir. (Hazırlayanlar)

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...