HEVA HEVES
HEVÂ HEVES Allahû Teâla (cc) gerek kendi hukukunu gerek yaratmış olduğu canlıların hukukunu muhafaza etmek üzere, insanlardan misak almıştır. Yeryüzündeki insanlık tarihi tek bir ümmet dönemi ile başlamıştır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "İnsanlar bir tek ümmetti. (Kimi iman etmek, kimi küfre sapmak sûretiyle ihtilafa düştüler) Binaenaleyh Allah müjdeciler ve inzar
ediciler olarak peygamberler gönderdi ve onlar birlikte, insanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için, hak (ve gerçek kitaplar da indirdi. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, aralarında olan bağy'den (hasedlerinden ve hevâlarından) dolayı ihtilâfa düşenler, o kitap verilenlerden başkası değildir. İşte Allah (böylece iman edenleri, kendi iradesiyle hakkında ihtilafâ düştükleri (meselelerde) hakka ulaştırdı. Allah kimi dilerse onu sırat-ı müstakîme ulaştırır?"(1) hükmü beyan buyurulmuştur. Fahrüddin-i Razi: "Âyetle ilgili birkaç mesele vardır. Keffâl, `Ümmet, bir kısmı bir kısmına uyan, aynı şey üzerinde ittifak eden bir topluluktur.'. Bu kelime el-i'timan (uymak) masdarından alınmıştır." demiştir. Âyet, insanların bir tek ümmet olduklarını gösterir. Fakat hak üzere mi, bâtıl üzere mi olduğuna delâlet etmez. Bu hususta müfessirler ihtilâf ederek, şu üç görüşü söylemişlerdir. Birinci görüş: "İnsanlar iman ve hak üzere olan, tek bir din üzere idiler." Bu görüş, çoğu muhakkîk âlimin görüşüdür. Bunun böyle olduğuna şunlar delalet eder: (a) Keffâl'in söylediği şu husus: `Bunun delili, bu ifadeden sonra "Allah müjdeciler ve inzar ediciler olarak peygamberler gönderdi ve onlarla birlikte, insanların ihtilafa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için, hak (ve gerçek) kitaplar da indirdi" âyetinin gelmiş olmasıdır. Bu âyet, peygamberlerin ancak ihtilâf esnasında gönderilmediklerine delâlet eder. Bu husus "insanlar ancak tek bir ümmet idiler de ihtilâfa düştüler." (Yunus sûresi:19) âyeti ile kuvvet bulur. Ve yine İbni Mes'ud (r.a)'dan rivayet edilen şu kıraatı ile de mânâ kuvvet kâzanır(...) Fe be'asellahu'n-nebiyyiyne cümlesinin başındaki"fe" harfi; peygamberin, insanlar arasında ihtilâf çıkmasından sonra gönderilmelerini gerektirir. Eğer insanlar, peygamber gelmeden önce küfür üzere tek bir ümmet olsalardı, peygamberlerin onlar ihtilâfa düşmeden önce gönderilmeleri evlâ olurdu. Çünkü peygamberler; insanların bir kısmı hak üzere, bir kısmı da bâtıl üzere iken peygamber olarak gönderildiklerine göre bütün insanların bâtıl ve küfür üzere oldukları bir sırada peygamber olarak gönderilmeleri daha evlâ olur. Keffâl (r.a)'in söylediği bu görüş, bu hususta çok güzel bir görüştür."(2) diyerek meseleyi izah etmiştir.Şurası muhakkaktır ki; insanların "iman üzere, tek bir ümmet halinde iken" ihtilâfa düşmelerinde, hevâlarına uymalarının büyük payı vardır.. Nitekim Hz. Âdem (a.s)'m oğlu Kabil; hevâ ve hevesine uyarak kardeşi Habil'i öldürmüştür. Ayet-i Kerime'de: "Nihayet nefsi, kardeşini öldürmeye (isteyerek) uymuş da onu (Habil'i) öldürmüştü. Bu yüzden ziyana uğrayanlardan olmuştu"(3) hükmü beyan buyurulmuş ve nefsin hevâsına dikkat çekilmiştir. Bu girişten sonra "hevâ" kelimesi üzerinde duralım.Hevâ kelimesi: He-Ve-Ye fül kökünden gelir, masdar şekilleri "Hüviyyen, hevyanen, heven"dir. Lûgatta: "Yukarıdan, şahinin inişi gibi hızla süzülüp inmek, fırlamak, düşmek, mahvolmak ve rüzgâr gibi esmek, batmak ve kabm boş olması" gibi mânâlara gelir. Ayrıca gökle yer arasmdaki iklime de "hava" denilmiştir. Hüviyye; yüksek bir yerden aşağıya düşmek mânâsınadır. Kur'ân-ı Kerîm'de "Kıyamet gününün dehşet ve azameti tasvir olunurken: Amma kimin de tartıları hafif gelirse, artık onun anası hâviye (uçurum) dir (fe ümmühü haviye). Onun mahiyetini sana bildiren nedir? (O) Harareti müthiş bir ateştir."(4) buyurulmuştur. Korkunç bir uçuruma fırlatılan ve mahvolan insanın dramı haber verilmiştir. "Fe ümmühü haviye" nin mahiyeti; müstekbirlerin ve müşriklerin (anne kucağına gider gibi) cehennem çukuruna gidecekleridir. Hevâ; "değersiz, neticesiz ve boş kuruntular" mânâsına da gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu mahiyette de kullanılmıştır.(5)İslâmî ıstılâhta; "nefsin şehvetlere eğilimi, keyfe ve rahata düşkünlüğü ve (vahyi hafife alarak) diline geldiği gibi konuşması" hevâya tâbi olmak, şeklinde ifade edilmiştir. Genel olarak insanlar yeryüzünde; ya vahye ve ilme tâbi olurlar, veya hevâ ve hevese!.. Şimdi her iki hâli, delilleriyle birlikte gündeme getirelim:Resûl-i Ekrem (sav)'in; hevâ ve hevesine göre söz söylemediği ve mutlaka kendisine vahyedileni tebliğ ettiği sabittir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ve o (rasûl) kendi hevâsından söz söylemez (ve mâ yentıkû ani'l-hevâ). O (Kur'ân ve din hususundaki emirleri) ilkâ edile gelen vahiyden başka bir şey değildir."(6) hükmü beyan buyurulmuştur. Yine bir başka âyet-i kerimede: "(Ve şu emri indirdik) Aralarında Allah'ın indirdiği (vahy) ile hükmet!.. Onların hevâlarına (ehvâ-ehum) uyma!"(7) emri verilmiştir. Dikkat edilirse; vahiyle hükmetmek emredilirken, hevâya uymamak noktasında uyarı sözkonusudur. Devlet yönetimi ve insanlar arasındaki diğer meselelerde de vahye tâbi olunması, hassaten belirtilmiştir. Nitekim: "Ey Davud!.. Biz seni yeryüzüne halife yaptık!. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet (Sakın) hevâ ve hevesine tâbi olma ki (lâ tettebi'ıl-hevâ), bu seni Allah yolundan saptırır. Hesap gününü unuttukları için, Allah yolundan sapanlara (hevâ ve heveslerine tâbi olanlar) çetin bir azab vardır."(8) âyetinde, bu husus sarihtir.Müşriklerin ve kâfirlerin temel vasıfları ise,hevâlarına ve zanlarına tâbi olmalarıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Bu (putlar) sizin ve atalarınızın taktığınız adlardan başkası değildir. Allah onlara hiç bir hüccet indirmedi. Onlar, kuruntudan ve nefislerinin arzu ettiği hevâdan başkasına tâbi olmuyorlar..."(9) hükmü beyan buyurulmuştu. Hevâ ve heveslerine tâbi olanlar; belirli bir süre sonra, ifrata giderek, hevâlarını ilâh haline getirebiliyorlar. Herşeyin kendilerine boyun eğmesini ve keyiflerinin tatminini arzuluyorlar. Kur'ân-ı Kerîm'de; "Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi (eraeyte minettehaze ilâhehû hevâh)? Şimdi sen onun üzerine vekil (bekçi) mi olacaksın? Yoksa onların çoğunu hakikaten (söz) dinlerler, yahud akıllanırlar ı sanıyorsun? Onlar, başka değil, dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Belki yol itibariyle daha sapıktırlar."(10) buyurulmuş ve onların sıfatı izah edilmiştir.Hevâlarını ilâh edinen kimselerin çoğunlukta olduğu ülkelerde; fesad, fuhuş, bağy ve fitne alabildiğine yükselir. Zulmün, haksızlığın ve işkencenin her çeşidi gündeme girer. Bu manzara ile karşılaşan ve hesap gününü düşünen mü'minlerin, hevâsını ilâh edinenlere karşı mücadele etmeleri farzdır. Eğer güçleri yetmiyorsâ (ve cemaat halinde iseler) hicret ibadetini düşünmelidirler. Çünkü hevâlarını ilâh edinen kimselere itaat etmek; imtihanın mahiyetini kavrayamayanların yapabileceği bir ameldir. Hesap gününü düşünen mü'minler, vahye ve ilme tabi olarak yaşamak ve imtihanı kazanmak gayretindedirler.
ediciler olarak peygamberler gönderdi ve onlar birlikte, insanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için, hak (ve gerçek kitaplar da indirdi. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, aralarında olan bağy'den (hasedlerinden ve hevâlarından) dolayı ihtilâfa düşenler, o kitap verilenlerden başkası değildir. İşte Allah (böylece iman edenleri, kendi iradesiyle hakkında ihtilafâ düştükleri (meselelerde) hakka ulaştırdı. Allah kimi dilerse onu sırat-ı müstakîme ulaştırır?"(1) hükmü beyan buyurulmuştur. Fahrüddin-i Razi: "Âyetle ilgili birkaç mesele vardır. Keffâl, `Ümmet, bir kısmı bir kısmına uyan, aynı şey üzerinde ittifak eden bir topluluktur.'. Bu kelime el-i'timan (uymak) masdarından alınmıştır." demiştir. Âyet, insanların bir tek ümmet olduklarını gösterir. Fakat hak üzere mi, bâtıl üzere mi olduğuna delâlet etmez. Bu hususta müfessirler ihtilâf ederek, şu üç görüşü söylemişlerdir. Birinci görüş: "İnsanlar iman ve hak üzere olan, tek bir din üzere idiler." Bu görüş, çoğu muhakkîk âlimin görüşüdür. Bunun böyle olduğuna şunlar delalet eder: (a) Keffâl'in söylediği şu husus: `Bunun delili, bu ifadeden sonra "Allah müjdeciler ve inzar ediciler olarak peygamberler gönderdi ve onlarla birlikte, insanların ihtilafa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için, hak (ve gerçek) kitaplar da indirdi" âyetinin gelmiş olmasıdır. Bu âyet, peygamberlerin ancak ihtilâf esnasında gönderilmediklerine delâlet eder. Bu husus "insanlar ancak tek bir ümmet idiler de ihtilâfa düştüler." (Yunus sûresi:19) âyeti ile kuvvet bulur. Ve yine İbni Mes'ud (r.a)'dan rivayet edilen şu kıraatı ile de mânâ kuvvet kâzanır(...) Fe be'asellahu'n-nebiyyiyne cümlesinin başındaki"fe" harfi; peygamberin, insanlar arasında ihtilâf çıkmasından sonra gönderilmelerini gerektirir. Eğer insanlar, peygamber gelmeden önce küfür üzere tek bir ümmet olsalardı, peygamberlerin onlar ihtilâfa düşmeden önce gönderilmeleri evlâ olurdu. Çünkü peygamberler; insanların bir kısmı hak üzere, bir kısmı da bâtıl üzere iken peygamber olarak gönderildiklerine göre bütün insanların bâtıl ve küfür üzere oldukları bir sırada peygamber olarak gönderilmeleri daha evlâ olur. Keffâl (r.a)'in söylediği bu görüş, bu hususta çok güzel bir görüştür."(2) diyerek meseleyi izah etmiştir.Şurası muhakkaktır ki; insanların "iman üzere, tek bir ümmet halinde iken" ihtilâfa düşmelerinde, hevâlarına uymalarının büyük payı vardır.. Nitekim Hz. Âdem (a.s)'m oğlu Kabil; hevâ ve hevesine uyarak kardeşi Habil'i öldürmüştür. Ayet-i Kerime'de: "Nihayet nefsi, kardeşini öldürmeye (isteyerek) uymuş da onu (Habil'i) öldürmüştü. Bu yüzden ziyana uğrayanlardan olmuştu"(3) hükmü beyan buyurulmuş ve nefsin hevâsına dikkat çekilmiştir. Bu girişten sonra "hevâ" kelimesi üzerinde duralım.Hevâ kelimesi: He-Ve-Ye fül kökünden gelir, masdar şekilleri "Hüviyyen, hevyanen, heven"dir. Lûgatta: "Yukarıdan, şahinin inişi gibi hızla süzülüp inmek, fırlamak, düşmek, mahvolmak ve rüzgâr gibi esmek, batmak ve kabm boş olması" gibi mânâlara gelir. Ayrıca gökle yer arasmdaki iklime de "hava" denilmiştir. Hüviyye; yüksek bir yerden aşağıya düşmek mânâsınadır. Kur'ân-ı Kerîm'de "Kıyamet gününün dehşet ve azameti tasvir olunurken: Amma kimin de tartıları hafif gelirse, artık onun anası hâviye (uçurum) dir (fe ümmühü haviye). Onun mahiyetini sana bildiren nedir? (O) Harareti müthiş bir ateştir."(4) buyurulmuştur. Korkunç bir uçuruma fırlatılan ve mahvolan insanın dramı haber verilmiştir. "Fe ümmühü haviye" nin mahiyeti; müstekbirlerin ve müşriklerin (anne kucağına gider gibi) cehennem çukuruna gidecekleridir. Hevâ; "değersiz, neticesiz ve boş kuruntular" mânâsına da gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu mahiyette de kullanılmıştır.(5)İslâmî ıstılâhta; "nefsin şehvetlere eğilimi, keyfe ve rahata düşkünlüğü ve (vahyi hafife alarak) diline geldiği gibi konuşması" hevâya tâbi olmak, şeklinde ifade edilmiştir. Genel olarak insanlar yeryüzünde; ya vahye ve ilme tâbi olurlar, veya hevâ ve hevese!.. Şimdi her iki hâli, delilleriyle birlikte gündeme getirelim:Resûl-i Ekrem (sav)'in; hevâ ve hevesine göre söz söylemediği ve mutlaka kendisine vahyedileni tebliğ ettiği sabittir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ve o (rasûl) kendi hevâsından söz söylemez (ve mâ yentıkû ani'l-hevâ). O (Kur'ân ve din hususundaki emirleri) ilkâ edile gelen vahiyden başka bir şey değildir."(6) hükmü beyan buyurulmuştur. Yine bir başka âyet-i kerimede: "(Ve şu emri indirdik) Aralarında Allah'ın indirdiği (vahy) ile hükmet!.. Onların hevâlarına (ehvâ-ehum) uyma!"(7) emri verilmiştir. Dikkat edilirse; vahiyle hükmetmek emredilirken, hevâya uymamak noktasında uyarı sözkonusudur. Devlet yönetimi ve insanlar arasındaki diğer meselelerde de vahye tâbi olunması, hassaten belirtilmiştir. Nitekim: "Ey Davud!.. Biz seni yeryüzüne halife yaptık!. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet (Sakın) hevâ ve hevesine tâbi olma ki (lâ tettebi'ıl-hevâ), bu seni Allah yolundan saptırır. Hesap gününü unuttukları için, Allah yolundan sapanlara (hevâ ve heveslerine tâbi olanlar) çetin bir azab vardır."(8) âyetinde, bu husus sarihtir.Müşriklerin ve kâfirlerin temel vasıfları ise,hevâlarına ve zanlarına tâbi olmalarıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Bu (putlar) sizin ve atalarınızın taktığınız adlardan başkası değildir. Allah onlara hiç bir hüccet indirmedi. Onlar, kuruntudan ve nefislerinin arzu ettiği hevâdan başkasına tâbi olmuyorlar..."(9) hükmü beyan buyurulmuştu. Hevâ ve heveslerine tâbi olanlar; belirli bir süre sonra, ifrata giderek, hevâlarını ilâh haline getirebiliyorlar. Herşeyin kendilerine boyun eğmesini ve keyiflerinin tatminini arzuluyorlar. Kur'ân-ı Kerîm'de; "Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi (eraeyte minettehaze ilâhehû hevâh)? Şimdi sen onun üzerine vekil (bekçi) mi olacaksın? Yoksa onların çoğunu hakikaten (söz) dinlerler, yahud akıllanırlar ı sanıyorsun? Onlar, başka değil, dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Belki yol itibariyle daha sapıktırlar."(10) buyurulmuş ve onların sıfatı izah edilmiştir.Hevâlarını ilâh edinen kimselerin çoğunlukta olduğu ülkelerde; fesad, fuhuş, bağy ve fitne alabildiğine yükselir. Zulmün, haksızlığın ve işkencenin her çeşidi gündeme girer. Bu manzara ile karşılaşan ve hesap gününü düşünen mü'minlerin, hevâsını ilâh edinenlere karşı mücadele etmeleri farzdır. Eğer güçleri yetmiyorsâ (ve cemaat halinde iseler) hicret ibadetini düşünmelidirler. Çünkü hevâlarını ilâh edinen kimselere itaat etmek; imtihanın mahiyetini kavrayamayanların yapabileceği bir ameldir. Hesap gününü düşünen mü'minler, vahye ve ilme tabi olarak yaşamak ve imtihanı kazanmak gayretindedirler.
KAYNAKLAR
(1) Bakara sûresi: 213.
(2) Fahrüddin-i Razi, Mefatihû'Gayb (Tefsir-i Kehir), Ank.1989, Akçağ Yay. c. V. sh. 59.
(3) Maide sûresi: 30
(4) Karia sûresi: 8-11.
(5) Bkz. Râğıb el-Isfahanî, el-Müfredat fi Garibi'I Kur'dn, İst.1986, Kahraman Yay, sh.196-797.
(6) Necm sûresi: 3-4.
(7) Maide sûresi: 49.
(8) Saad sûresi: 26
(9) Necm sûresi: 23
(10) Furkan sûresi: 43.
HİCRET
HİCRET Bir müslümanın temel hedefi Allahû Teâla (cc)'ya ihlâsla ibadet edebilmek. Ruhlar âleminde gerçekleşen misaka ve o misakın tabii sonucu olan emânete, hakkı ile riayet edebildiği müddetçe, yeryüzünün neresinde olursa olsun yaşayabilir. Elbette hangi halde bulunursa bulunsun, insanları, Allahû Teâla (cc)'nın dinine davet etmeye devam edecektir. Herhangi bir devlet, müslümanların ibadet etmelerine karışmaz ve tebliğ hususundaki gayretlerini sınırlamazsa mesele yoktur. Ancak bütün bunları kanunla yasaklar ve ibadet ettikleri için müslümanlara zulüm ederse, durum ne olacaktır? Bu suale cevap verebilmek için hicret kavramını açıklamak durumundayız.Hecr veya hecran; insanın başkasından (bedenen, kalben veya dille) ayrılması demektir. Hicret; ayrılma, terketme ve göç etme mânâlarına gelir. Seyyid Şerif Cürcanî: "Küfür ahkâmının tatbik edildiği beldeden, darul-İslâm'a intikâl etmeye hicret denilir."(1) Tarifini esas almıştır. Râğıb el-İsf_ahanî, Müfredat isimli eserinde şu noktalar üzerinde durur: "Hecr veya hicran; insanın başkasından ayrılmasıdır. Bu bedenle, kalple veya dille olabilir. Allahû Teâla (cc): "Şerlerinden, serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince; onlara öğüt verin (vazgeçmezlerse), kendilerini yataklarında yalnız bırakın (vehcürûhunne)" buyurmuştur. Burada kullanılan vehcürûhunne ifadesi, onlara yaklaşmamaktan kinayedir. Furkan sûresindeki "Peygamber dedi ki: `Ey Rabbim! Kavmim hakikat şu Kur'ân'ı metrûk (mehcûr) bir şey edindiler."(2) mealindeki âyette, kalp ile hecr veya hem kalp, hem lisan ile hecr sözkonusudur. "Onlardan güzel bir şekilde ayrıl."(3) mealindeki âyette, üç türlü hecr (ayrılma) muhtemeldir. Bununla beraber; müşriklere iyi davranmakla birlikte mümkün olursa her üç şekilde de (beden, kalp ve dil) ayrılmanın (hecr etmenin) yollarını aramaya davet edilmektedir. "Uzun bir müddet benden ayrıl (vehcurni), git!"(4) mealindeki ayette de böyledir. "Âzâb(a götürecek şeyleri) terket (fehcûr)!"(5) Burada da bütün şekilleriyle ayrı kalmaya teşvik vardır. Muhaceret, başkasıyla ilişkiyi kesip, onu terketmektir (...) Denildi ki; şehvetlerden, kötü huylardan ve günahlardan uzaklaşmak, olanları terk ve reddetmek de, hicretin gereğidir.'(6)Hz. Âdem (a.s) ile başlayan tevhid mücadelesi; tâgûtî güçlerin zulmü sebebiyle, hicret eden muttaki insanların ızdırabını gündeme getirmiştir. Kâfirler ve müstekbirler daima zorbalığa başvurmuşlar. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de; Hz. Şuayb (a.s)'ın kıssası beyan edilirken, kavminin önde gelen (mele) müstekbirlerinin teklifi haber verilmiştir: "Onun (Şuayb'ın) kavminden iman etmeyi kibirlerine yediremeyen kodamanlar (devlet adamları) şöyle dedi: `Ey Şuayb, seni ve beraberindeki iman edenleri ya muhakkak memleketimizden çıkaracağız, ya mutlaka bizim dinimize (küfre ve şirke) döneceksiniz! O (Şuayb): `Ya istemesek de mi? dedi."(7)Hz. Musa (a.s)'ın kıssasında da kâfirlerin ne derece zorba olduğu açıklanmaktadır. Nitekim Fir'avun, Hz. Musa (a.s)'ya hitaben: "Yemin ederim ki; eğer benden başka bir ilâh edinirsen, seni muhakkak ve muhakkak zindana atılanlardan ederim. tehdidinde bulunmuştur. Esasen bütün tâgûtî iktidarlarda, Fir'avun kompleksini tesbit etmek mümkündür. Tarih boyunca, birçok peygamber ve muttaki mü'min, sadece ve sadece Allahû Teâla (cc)'ya ibadet edebilmek için hicret etmişlerdir. Şimdi bu konu üzerinde kısaca duralım:1. Hz. İbrahim'in Hicreti:Heykelperest bir kavme, İslâm'ı tebliğ etmeye gayret eden Hz. İbrahim (a.s) birçok işkenceye uğramıştır. Sabırla ve metanetle yürüttüğü nübüvvet görevinin sonucu, hicretle noktalanmıştır. Şimdi hicret etmeden önceki son durumu Kur'ân-ı Kerîm'den öğrenelim:"... Bundan dolayı kavminin cevabı: `Öldürün onu, yahut yakın onu! demelerinden başka (bir şey) olmadı. Allah da onu (İbrahim'i) ateşten kurtardı. Şüphe yok ki bunda iman edecek zümreler için herhalde ibretler vardır. De ki: `Siz dünya hayatında birbirinizle (müşriklik hususunda) dost olduğunuz için Allah'ı bırakıp ancak heykellere tutundunuz. (Fakat) bilâhare kıyamet gününde kiminiz kiminize küfür, kiminiz kiminize lânet edecektir. Barınacağınız yer ise ateştir. Sizin (o vakit) hiçbir yardımcınız da yoktur. Bunun üzerine kendisine Lût iman etti. (İbrahim) dedi ki: `Hakikat ben Rabbime hicret edeceğim. Şüphe yok ki mutlak ve galib, tam hüküm ve hikmet sahibi O'dur."(9)Böylece Kur'ân-ı Kerîm; Hz. İbrahim (a.s)'ın dini yaymak gayesiyle, kavminden uzaklaşmaya karar verdiğini bildirmektedir. 2. Ashab-ı Kehfin Hicreti:Kâfir ve zâlim bir yönetime itaat etmekten hayâ ederek, bir mağaraya hicret eden Ashab-ı Kehf nasıl unutulabilir? Allahû Teâla (cc) onlardan râzı olmuş ve Kur'ân-ı Kerîm'de "genç yiğitler"(10) olarak taltif etmiştir. Kıyamete kadar hayırla anılacaklardır. Şimdi kısaca onların kıssasını nakledelim:"(Şimdi) Sana onların kıssalarını (hakiki bir şekilde) anlatalım: Hakikat onlar Rablerine iman eden genç yiğitlerdi. Biz de onların hidâyetini artırmıştık!. Ve (kâfir hükümdarın karşısına dikilip) de: `Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasına Allah demeyiz. (Eğer dersek) o zaman andolsun ki, hakikatten uzaklaşmış oluruz. Şunlar, şu bizim kavmimiz O'ndan (Allahû Teâlâ dan) başkasını ilâhlar edindiler. Bunların üzerine bari, açık bir bürhan getirselerdi ya!.. Artık Allah'a karşı yalan yere iftira edenlerden daha zâlim (daha kâfir) kimdir?' dedikleri zaman onların kalplerini (sabır ve sebat ile tamamen hakka) bağlamıştık. (Orılar birbirlerine şöyle demişlerdi) Madem ki biz onlardan ve Allah'dan başka tapmakta olduklarından ayrıldık (hicret ettik), o halde mağaraya çekilelim ki, Rabbimiz bize rahmetinden genişlik versin, işimizde de faide hazırlasın." (11) Böylece onlar (Ashab-ı Kehf); tâgûtî bir iktidarın yönetimi altında yaşayıp, imanlarını gizlemekten haya etmişler ve mağarada İslâm'ı yaşamaya çalışmışlardır. Kâfirlerden ve zâlimlerden uzaklaşan (hicret eden) Ashab-ı Kehf'in, İslâm'ı yaşama hususunda gösterdiği gayreti takdir etmemek mümkün müdür? Güçlerini (ve sayılarını) bahane ederek tâgûtî yönetimlere boyun eğen, cihadı ve hicreti unutan insanların, Ashab-ı Kehfi hatırlaması kolay değildir.Tâgûtî iktidarların baskısı ve çevre şartları sebebiyle, İslâmî bir hayat yaşayamayan her mükellef, mutlaka hicret etmek mecburiyetindedir. Ayrıca müslümanların; kâfirlerin ordularına katılmaya ve küfrün güçlenmesi için savaşmaya mecbur edildikleri durumlarda, mutlaka hicret etmeleri gerekir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, müslüman oldukları ve hicrete güçleri yettiği halde bu ibadeti terkedenler uyarılmışlardır."Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: `Ne işte idiniz? (İslâm için ne yapıyordunuz?)' Onlar: `Biz yeryüzünde (İslâm'ın emirlerini tatbikten) âcizlerdik' derler. Melekler de: `Peki!.. Allah'ın arzı (yeryüzü) geniş değil miydi? Siz de oradan (İslâmî bir hayat yaşayamadığınız yerden) hicret edeydiniz ya!' derler. İşte onların durağı (varacağı yer) cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zaaf ve acz içerisinde bırakılıp da, hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicrete) bir yol bulamayanlar müstesnadır. Zira onlar (acz ve zaaf içerisinde olanlar) Allah'ın affedeceğini umabilirler?"(12)Mekke'de, müslüman oldukları halde (hicret etmeye imkânları da varken) "imanlarını gizleyen ve İslâm'ın emirlerini edâ edemeyen" kimseler hakkında inen bu ayet, hicretin önemini bildirmektedir. Şimdi konuya değişik bir açıdan bakalım: "Hicret ibadetinin edâ edilebilmesi için kâmil mânâda bir dârû'l-İslâm'ın bulunması şarttır" diyerek kendilerini ma'zur görenler haklı mıdırlar? Bilindiği gibi sahabe-i kiram'ın ilk hicret ettiği ülke Habeşistan'dır. İmam-ı Serahsi "Mekke'yi" şu şekilde tarif etmektedir: "O dönemde Mekke; şirk ahkâmının tatbik edildiği bir dâru'ş şirk idi."(13) Malûm olduğu üzere; birinci ve ikinci Habeşistan hicretinin edâ edildiği dönemde, yeryüzünde dâru'l-İslâm vasfına haiz bir belde yoktur. Dolayısıyla "hicret ibadetini edâ edebilmek için, kâmil mânâda bir dâru'l İslâm'ın bulunması şarttır" iddiası tutarlı değildir. Nitekim Hafız İbn-i Hacer el-Askalanî ye göre, hicret iki çeşittir. Birincisi: İşkence ve korku diyarından, güven diyarına hicret!.. Tıpkı Habeşistan'a ve Resûl-i Ekrem (sav)'in hicretinden önce Mekke'den Medine'ye yapılan hicret gibi!.. İkincisi: Küfür diyarından İslâm diyarına hicret. Bunun misali ise şudur: Peygamber efendimizin (sav) Medine'ye hicret ederek İslâm devletini kurduktan sonra yapılan hicret... Ancak Mekke fethedildikten sonra Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Fetihden sonra hicret yoktur. Ancak cihad ve niyet vardır."(14)emri gereğince; Mekke-Medine arasındaki hicreti kaldırmıştır. Fûkaha, hadiste geçen fetihden maksadın, Mekke'nin fethi olduğunda müttefiktir. Abdullah İbn-i Ömer (r.a): "Yeryüzünde küfür diyarı var olup, kâfirlerle savaş sürdüğü müddetçe, hicret devam edecektir. Zira Resûl-i Ekrem (sav) `Düşmanla cihad devam ettiği müddetçe, hicret devam edecektir' buyurmuştur. Bu hadise göre; hicretin farz olduğu küfür diyarı, (müslümanlarla) savaşın devam ettiği beldedir. Küfür diyarındaki müslüman; baskı ve zulüm altında tutulur, dinini açığa vuramaz ve (küfrün orduları safında) savaşa götürülür" diyerek, hicretin hangi hâlde farz olduğunu izah etmiştir.Savaş sözkonusu olmadığı ve İslâmî hükümleri edâ edebildiği müddetçe, hicret ibadeti farz olmaz. Mükellefin durumuna göre müstehap veya mübah olabilir.Sonuç olarak: Kelime-i Şehadeti ikrar ve tasdik eden her mükellef, Allahû Teâla (cc)'nın kitabında ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetinde yer alan her hükmün "Mutlak Hakikat" olduğunu tasdik etmiştir. Hakikate göre amel etmek ve bâtılı terketmek farzdır. Tâgûtî iktidarların hâkim, müslümanların mahkûm durumunda olduğu beldelerde; İslâm cemaatinin kurulması şarttır. Müslüman ya İslâmî devletin, ya da İslâmî cemaatin içerisinde ibadetlerini hakkı ile edâ edebilir. Bu iki halin dışında, üçüncü bir hâli gündeme getirmek mümkün değildir.
KAYNAKLAR
(1) Seyyid Şerif Cürcanî, et-Ta'rifat, İstanbul ty, Kaynak Yay., sh. 256.
(2) Furkan süresi: 30.
(3) Müzzemmil sûresi:10
(4) Meryem sûresi: 47.
(5) Müddessir sûresi: 5.
(6) Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat fi Garibi'l-Kur'rın, İst.,1986, Kahraman Yay., sh. 782.
(7) A'raf sûresi: 29
(8) Şuara sûresi: 29.
(9) Ankebût sûresi: 24-26.
(10) İbn-i Kesir, Tefsirû'l Kur'au'il-Aziym, Beyrut 1986, c. III, sh. 410
(11) Kehf sûresi: 13-16.
(12) Nisa sûresi: 97-99.
(13) İmam-ı Serahsî, el-Mebsut, Beyrut: ty., c. XIV, sh. 57.
(14) Sahih-i Buharî, Sahih-i Müslim, Sürıeni-i Tirmizî ve Sürıen-i Nesaî.
HİLAFET - İMAMET
HİLÂFET-İMÂMET Arapça bir kelime olup, lûgat mânâsı; "bir kimseden sonra gelip, onun yerine geçmek ve onu temsil etmektir." İslâmî ıstılâhta: "Hz. Peygamber (sav)'den sonra, ona halef olarak, din ve dünya işlerinde mü'minlere emir olmak" şeklinde tarif edilmiştir. İslâm ûleması; "bey'at sonucu mü'minler adına tasarruf yetkisine haiz olan ve ahkâmın tatbikini sağlayan kimseye halife denilir" tarifinde müttefiktir. İbn-i Hümam Müsayere isimli eserinde: "Millet-i İslâmiyye üzerinde tasarruf-u ammeye istihkaktır"(1) şeklinde beyan etmiştir. Şimdi hilâfetin dayandığı delilleri gündeme getirelim.Kur'ân-ı Kerîm de: "Ey iman edenler!.. Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine (ulû'lemre) de itaat edin. Eğer bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz, onu (ihtilaf konusunu) Allah'a ve Rasûlüne döndürün. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız (böyle yapın). Bu hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir. Sana indirilen (Kur'ân-ı Kerîm)e de, senden evvel indirilmiş olan (kitap)lara da, her halde iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı ki; onu inkâr etmeleriyle emrolundukları halde, yine tâgûtun huzurunda muhakeme edilmelerini arzu ediyorlar. Şeytan da onları (bir daha dönemiyecekleri kadar) uzak bir sapkınlıkla, büsbütün sapıtmak ister."(2) hükmü beyan buyurulmuştur!.. Mü'minlerin; "kime, hangi şartlarda ve nasıl" itaat edecekleri, neyi kesinlikle reddedecekleri burada açıkça izah olunmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Her kim ulû'lemr e itaatten bir el kadar ayrılırsa, kıyamat gününde Allah'a, fiili (ameli) hususunda lehinde hiçbir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Her kim de boynunda (ulû'lemr'e) beyatı olmayarak ölürse, cahiliye ölümü ile ölür."(3) buyurduğu sabittir. İslâmî eserlerde halife, sultan, ulû'lemr ve imam kavramları, hep aynı mahiyeti beyan için kullanılmıştır. İbn-i Hümam, Kitabû'l-Müsayere isimli eserinde: "Mü'minlerin kendi içlerinden imam seçmelerinin sebebi İslâm'ın hükümlerini hakkı ile edâ etmek içindir"(4) diyerek, önemli bir noktaya işaret etmektedir. İmam Ebû Muin en-Nesefi: "Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan imamı (ulû'lemr'i) görmeden bir günün geçmesi caiz değildir. İmam, devlet başkanı olan halifedir. İmametin hak olduğunu kabul etmeyen kimse kafir olur. Çünkü dinî hükümlerden bir kısmının farz olması, imamın varlığına bağlıdır. Cum'a namazı, bayram namazı ve yetimleri evlendirmek gibi... İmamı inkâr eden kimse, farzları inkâr etmiş olur. Farzları inkâr eden de kâfir olur"(5) hükmünü zikreder. Bazı kaynaklarda; Resûl-i Ekrem (sav)'in vefatından sonra sahabenin (Rasûlullah'ı defnetmeden önce) halife seçme hususunda titiz davrandığı kayıtlıdır. İbn-i Abidin bu konuyla ilgili olarak şunları zikreder: "Resûl-i Ekrem (sav) pazartesi günü vefat etmiş, salı günü yahut çarşamba akşamı veya çarşamba günü defnedilmiştir. Bu arada Ashab-ı Kiram, herşeyden evvel müslümanların başına bir halife seçmekle meşgul olmuşlardır. Bu sünnet bugüne kadar devam ede gelmiştir. Bir halife vefat etti mi, yerine başkası seçilmedikçe defnedilmez. Halifenin müslüman ve hür olması şarttır. Zira kâfir, müslüman üzerine velî olamaz. Köleden de halife olmaz. Çünkü onun kendine velî olmaya hakkı yoktur. Başkasına nasıl velî olabilir. Sabii ile deli de, köle gibidir. Kadınlardan da halife olmaz. Çünkü kadınlar evlerinde oturmakla memurdurlar. Onların hâli tesettüre mebnidir. Resûl-i Ekrem (sav) buna işaretle `Hükümdarları kadın olan bir kavim nasıl felâh bulur?' buyurmuştur. Halife muktedir, yani hükümleri yürütebilir, mazlûmun hakkını zalimden almağa, sınırları ve memleketi korumağa, asker sevkine vesaireye gücü yeter olmalıdır."(6)Kafirlerin (tâgûti güçlerin); Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere koydukları hükümleri reddetmek farzdır. Onların, mü'minler üzerinde velayet hakkının bulunmayacağı hususu kat'idir.(7) Dolayısıyle mü'minler; kâfirlerin veya mürtedlerin istilâsına uğrarlarsa, kuvvetle başlarına geçen bu yönetimi kabul etmezler. Onlara karşı cihadın farz-ı ayn olduğunu bilirler. Nitekim İmam-ı Serahsi: "Cihaddan maksad; müslümanların emniyet içerisinde bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme imkanına kavuşmalarıdır'(8) diyerek, hassas bir noktaya işaret eder. İstilâ altında iken dahi; mü'minlerin (müstevlilerin liderine itaat etmeyip) kendi işlerinden bir imam seçmeleri vaciptir. Nitekim İbn-i Abidin bu konuyu şu şekilde izah etmektedir: "Fetih'de bu konuda şöyle denmektedir: Eğer görev verecek sultan yoksa veya kendisinden görev alacak bir yetkili bulunmazsa (ki bazı müslümanların yaşadığı bölgelerde olduğu gibi) o bölgelerde gayrımüslimler hâkim olmuşlar, müslümanlar bir bakıma azınlıkta kalmışlar veya müslümanlar mahkûm durumda, gayrımüslimler ise hâkim durumdadırlar. Kurtuba'da (İspanya'da) bugün olduğu gibi... Bu durumda ne yapılmalıdır?Gerekli olan müslümanların kendi aralarından birine bu görevi vermeleridir. Onda ittifak etmeleri vaciptir. Onu kendilerine idareci olarak seçerler, o da kadı tayin eder. Böylece kendi aralarında vûkû bulan hadiselerin yargı organlarına (mahkemeye) aktarılması sağlanmış olur. Yine buralarda kendilerine cum'a namazı kıldıracak bir imam nasbederler. İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş istikametinde amel edilmelidir. "(9)İbn-i Abidin'in "İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş, istikâmetinde amel edilmelidir" demesinin sebebi; gayrimüslim yöneticilerin (İslâmî hükümlerle hükmetmek üzere) mü'minler için Kadı (hâkim) tayinini (zarurete binaen) kabul edenlerin tezlerini zayıf görmesidir. Kâfir oldukları; kendi ikrarları ve beyyine ile sabit olan müstevlilerin tayin ettiği kadı ve cum'a imamı kabul edilemez. Çünkü "velâyet hakkı" kat'i nasslarla sabittir!..Hilâfet sistemi ile Şia-İmamiye'nin "masum imam" anlayışı, siyasî rejim açısından farklı modelleri gündeme getirir. Ancak İslâm fıkhına uygun bir devletin kurulması noktasında, itikadî farklılaşmayı ortaya çıkarmaz.
KAYNAKLAR
(1) Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, MEB Yay. c. I, sh. R15.
(2)Nisâ sûresi: 50-60.
(3)Sahih-i Müslim, İst.1401, Çağn Yay. c. II, sh.1478 Had. No:1851. Ayrıca, Sahih-i Buharî, K. Ahkâm c.VIII, sh.105.
(4)İbn-i Hümam, Kitabû'l Müsayere, İst.1979, ÇağrıYay., sh.265.
(5)İmam Ebû Muin en-Nesefi, Bahrû'l Kelâm fi Akaidi'I ehlil İslâm, Konya:1977.
(6)İbn-i Abidin, Reddü'I Muhtar ale'd Dürri'l Muhtar, İst.1982 c. II, sh.384.
(7)İmam-ı Merginani, el-Hidaye Şerhû Bidayetü'l Mübtedi, Kahire:1965 c. I, sh.199.
(8)İmam-ı Serahsî, el-Mebsut, Beyrut: ty., c. X, sh.3.
(9)İbn-i Abidin, a.g.e., c. XII, sh.145.
HUDUD
HUDUD Önce kelime üzerinde duralım. Hudud, hadd kelimesinin çoğuludur ve Arapça'dır. İmam-ı Merginani: "Hadd in lûgat mânâsı men etmektir. Kapıcılara haddad denilmesinin sebebi de budur. Şer'i şerifte ise; Allahû Teâla (cc)'nın kendi hukuku ile ilgili olarak takdir buyurduğu bir ûkubattır, cezadır"(1) şeklinde tarif etmektedir. Hadd kelimesi aynı zamanda "esirgemek" mânâsına da gelir.(2)Çünkü Allahû Teâla (cc) kullarını zarara uğradıkları şeylerden bunlarla korumuş, esirgemiştir. İbn-i Abidin: "Hadd ler nesebi (nesil emniyetini), malları, akılları, haysiyet ve namusu koruma gibi maslahat ve menfaati bütün beşeriyete ait olduğu için meşrû kılınmıştır. Bu kelime haddlerin asıl hükümlerini beyandır ki, insanların zarar görecekleri şeylerden men olup İslâm beldelerinin fesad ve fitneden korunmasıdır. Fethû' l-Kadir'de zikredilmiştir ki, gerçek olan bazı meşayıhın dedikleridir. Şöyle ki; hadd'ler zararları bütün beşeriyete dokunan birtakım fena hareketlerden insanları alıkoyar. Bunlar suçlular hakkında da birer ibret ve uyanma vesilesi teşkil eder ve ammenin menfaatlerini tazannum bulunur."(3) hükmünü zikretmektedir.Kur'ân-ı Kerîm'de, Allahû Teâla (cc)'nın hududlarma riayet hususunda bütün insanlar uyarılmıştır. Bu ayet-i kerimelerdeki "Allahû Teâla (cc)'nın hududları" kavramı, şer'î ceza manâsında değil, koyduğu hükümler manâsınadır. Yani hem şer'î cezaları, hem de bütün diğer hükümleri içine alır. Şimdi bunlardan bir kısmını zikredelim:"İşte bunlar Allahû Teâla (cc)'nın hududlarıdır. Kim Allah'a ve Resûlü'ne itaat ederse, (Allah) onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar ki, onlar orada ebedi kalıcıdırlar. Bu en büyük saadettir."(4)"Kim de Allah'a ve Resûlüne isyan eder, Allahû Teâla (cc)'nın hududlarını çiğneyip geçerse onu da, içinde daim kalıcı olarak ateşe koyar. Onun için hor ve hakîr edici bir âzâb vardır."(5)"...Bu Allahû Teâla (cc)'nın hududlarıdır. Sakın onlara (çiğneyip geçme hususunda) yaklaşmayın. İşte Allah âyetlerini böylece insanlara açıklar. Ta ki korunsunlar."(6)·" ...Kim Allahû Teâla (cc)'nın hududlarını (çiğneyip) aşarsa, muhakkak ki kendisine yazık etmiş olur."(7)Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerin tamamı şer'î hududlardır. Dolayısıyle bütün emir ve nehiylere emanet ismi verilmiştir. Kim Allahû Teâla (cc)'nın koyduğu hududları tahrip ederse, emanete ihanet etmiş olur. Günümüzde Allahû Teâla (cc)'nın koyduğu hududları çirkin görüp, kendi hevâ ve heveslerine göre hududlar çizmeye çalışan siyasî güçler mevcuttur. Bunlar tıpkı Fir'avun gibi "ilâhlığa" özenmektedirler. Kim bunların çizdiği hududları meşrû sayarsa, kelime-i tevhidin mahiyetini inkâr etmiş olur. Şimdi Allahû Teâla (cc)'nın çizmiş olduğu hududlara riyayet etmenin önemi üzerinde duralım:Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Yeryüzünde tatbik edilen bir hadd cezası, yeryüzü halkı için otuz sabah yağmuru yağmasından daha hayırlıdır."(8) buyurduğu bilinmektedir. Esasen bir beldede hadd cezalarının tatbiki, o beldedeki insanların Allahû Teâla (cc)'nın hukukuna riayet ettiklerinin en büyük isbatıdır. Fûkaha "haddlerin ikame ve hükümlerin infaz edildiği yerlere mısr (şehir) denir" tarifinde müttefiktir. Mü'minler, aralarında cereyan edecek her türlü ihtilafı Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlere göre çözmek zorundadırlar. Yani her halûkârda şer'î hududları muhafaza etmek farzdır. Kâfirlerin istilasına uğradıkları zamanlarda bile, içlerinden derhal bir vali (velayet yetkisi olan kimse, emîr) ve bir kadı nasbetmeleri hepsinin üzerine vaciptir.(9) Nitekim İmam-ı Kasanî; şer'i şerife göre hükme bağlanmayan hiçbir kaza (mahkeme), kaza hükmünde değildir"(10) hükmünü zikreder.Önemli konulardan birisi de, hadd î gerektiren herhangi bir suçu işleyen mü'minin durumudur. Meselenin daha iyi kavranabilmesi için birkaç misal verelim. Resûl-i Ekrem (sav)'in döneminde, evli bir müslüman zina ettiğini `ikrar' ediyor. Tabii ki `recm' cezası tatbik edilecek, zira haddlerde, mevkii ve makamı ne olursa olsun hiç kimsenin af ve şefaat yetkisi yoktur. Mutlaka tatbik edilmesi farzdır. (11)Recm cezası tatbik edildikten sonra, iki sahabe kendi aralarında konuşurlarken: "Köpek gibi taşladıklarından" söz ediyorlar. Resûl-i Ekrem (sav) bu konuşmaya şahid oluyor ve üzülerek susuyor. Bir müddet sonra davul gibi şişmiş ve kokmuş bir eşek leşine rastlıyorlar. Resûl-i Ekrem (sav) çevresinde bulunanlara: "Filân ve fûlan şahısları çağırın" emrini veriyor. O iki şahıs yanına gelince: "Derhal ininiz ve şu eşek leşinden yiyiniz!" buyuruyor. O iki sahabe tereddütle; "Ey Allah'ın Rasûlü, bu leşi kim yer?" diye soruyorlar. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "Sizin biraz evvel kardeşinizin aleyhinde yaptığınız dedikodu, şu pis leşi yemekten daha çirkindir. Yemin ederim ki, cezasını çeken o suçlu kişi, şimdi cennetin nehirlerinde yüzmektedir."(12) buyuruyorlar. İşte Allahû Teâla (cc)'nın hududlarına kendi rızası ile teslim olmanın mukâfaatı!.. Yine şarab içtiği için hadd-i şürb cezasına çarptırılan bir sahabenin aleyhinde konuşan ve ona hakaret edenlere hitaben Resûl-i Ekrem (sav): "O müslümana hakaret ve lânet etmeyiniz. Vallahi bildiğim o kimsenin Allahû Teâla (cc)'yı ve Resûlü'nü çok sevdiğidir"(13) buyurarak suçlunun kat'iyyen tahkîr olunmayacağını ihtar ediyor.Sonuç olarak "hududlar" Allahû Teâla (cc) nın hukukudur. Kendi hak ve hukukları için, ölümü bile göze alan kimseler, hududların mahiyetini iyi tefekkür etmelidirler. Ayrıca Allahû Teâla (cc)'nın hududlarını tahrip eden tâgûtî güçlere karşı cihad etmenin farz-ı ayn olduğu asla unutulmamalıdır. Hadlerin ikame ve hükümlerini infaz edilmediği her belde mü'min için tehlikelidir. Çünkü zaruriyyat mertebesindeki emniyetler, ancak haddlerin ikamesi ile sağlanır.
KAYNAKLAR
(1) İmam-ı Merginanî, e1-Hidaye, Şerhu Bidayetü'! Mübtedi, Kahire:1965 c. II, sh. 94.
(2) Abdi'1 Latif ez-Zebidi, Teerid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank.1975 (3. bsm.) c. XII, sh. 250.
(3) İbn-i Abidin, Reddü'!-Muhtar Ale'd-Dürri'I-Muhtar, Kahire 1972, c. III, sh.140 (Türkçe Nüsha, İst:1983 Şamil Yay., c. VIII, sh. 162.)
(4) Nisâ sûresi:13.
(5) Nisa sûresi:14.
(6) Bakara sûiesi:187.
(7) Tevbe sûresi:1
(8) Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, İst. 1401, Çağrı Yay. c. II, s. 402. Aynca aynı mahiyette diğer bir rivayet için bkz., Sünen-i İbn-i Mace, İst. 1401. Çağn Yay. c. II, sh. 848 Had. No: 2537-2538.
(9) İbn-i Nüceym, el-Bahrû'r-Raik, Kahire 1311, c. VI, sh. 298.
(10) İmam-ı Kasani, el-Bedaifı's-Senai fı Tertibi'Ş-Şerai, Beynıt1974 (2. bsm.) c. VIII sh.142.
(11) İmam-ı Serahsî, el-Mebsut, Beyrut: ty., c. IX sh. 36.Ayrıca İbn-i Hümam, Fethû'l Kadir, Beyrut 1316, c. IV, sh.113.
(12) Sünen-i Ebû Davud, İstanbul 1401. Çağrı Yay., c. IV, sh. 580-581 Had. No: 4428.
(13) Sahih-i Buhari, İstanbul 1401, Çağrı Yay., c. VIII, sh.14, K. Hudud: 5.
HÜKÜM
HÜKÜM Allahû Teâla (cc)'nın kanunlarında herhangi bir değişiklik olmaz. İslâm ûleması buna sünnetûllah veya âdetûllah adını vermiştir. İnsan anne rahminden, hiçbir şey bilmediği halde dünyaya gelir. İlk yılları tam bir zaaf içerisindedir. Annesi onu sevgi ve merhametle bağrına basar, korur ve büyütür. Çocuk bülûğa erdikten sonra güçlenir ve belli bir meslek sahibi olur. Nihayet belli bir süre sonra evlenir. Eğer Allahû Teâla (cc) imtihan için ona çoluk çocuk verirse, o da bir anne veya baba olur. Derken ihtiyarlık gelip çatar... Bu sünnetûllah; Hz. Âdem (as)'dan beri hep böyle devam etmektedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "Allah sizi bir zaaftan yaratan, sonra diğer bir zaaf ardından kuvvet veren, sonra kuvvetin ardından da yine zaafa (ve ihtiyarlığa) getirendir. Allah ne dilerse yaratır"(1) buyurulmuştur. Dikkat edilirse, insanın geçirdiği devreler, kuvvet ve zaaf dönemleri sarih olarak ortaya konulmuştur (2) Bilindiği gibi insanlar, yaratılış itibariyle birbirine bağımlıdırlar. Dolayısıyla cemiyet halinde yaşamak durumundadırlar. Cemiyetin düzeni ise, bir takım emirlerin ve hükümlerin çevresinde teşekkül eder. Bu noktada karşımıza: "Hüküm nedir? Hükmetme hakkı kime aittir?" gibi sualler çıkacaktır. Şimdi bu konuyu ele alalım.Hukm Arapça bir kelime olup Ha-Ke-Me fiilinden mastardır. Lûgatta; karar vermek, birşeyi diğer bir şeye ispat veya nefy sûretiyle isnat etme, güç ve tahakküm gibi mânâlara gelir. Araplar atı gemlemeye de hukm demişlerdir. Dolayısıyla "zaptu rapt altına alıp, terbiye etme, boyun eğdirme" mânâsı sözkonusudur. Hâkim, mahkeme ve hakem gibi, günümüzde sık sık kullanılan kelimeler, aynı kökten gelir.3"Hüküm sahibi" denildiği zaman, Türkçe'de kullanıldığı şekliyle, "hâkimiyet ve egemenlik" kelimeleri gündeme girer."Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız ulusundur"(!) sloganında; yönetme ve hüküm koyma hakkının kime ait olduğu noktasında bir tercih vardır. Bu tercih "ulusun gücünün üstünde, hiçbir gücün olmadığını" iddia ve ifade eder. (Lâ ilâhe!.)İslâmî ıstılâhta; "mükellefin fillerine iktiza (talep, tağyir veya tavsiye yoluyla taalluk) eden hitab-ı ilâhinin eserine hüküm denilir" şeklinde tarif edilmiştir. Çoğulu ahkâmdır.Kur'ân-ı Kerîm'de, Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: "(Ve şu emri indirdik) İnsanlar arasında, Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmet!. Sakın onların (insanların) hevâ ve heveslerine uyma."(4) emri verilmiştir. Dolayısıyla hiç kimsenin, Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve hükümlerin yerine geçmek üzere hüküm icad etme hakkı yoktur. İnsanların hevâ ve heveslerinden kaynaklanan hükümlere cahiliyye hükmü denilmiştir. Kelime-i şahadeti ikrar ve tasdik eden bir kimse, kayıtsız ve şartsız olarak, Allahû Teâla (cc)'nın ve Resûl-i Ekrem (sav)'in hükümlerine tâbi olmuştur. Nitekim bir âyet-i kerimede: "Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Rasûlü'ne çağrıldıkları zaman, iman edenlerin sözü âncak `işittik ve itaat ettik demeleridir. İşte asıl muradına erenler bunlardır."(5) buyurulmuştur. Esasen arzularını İslâm'a tâbi kılmayan kimselerin imam iddiaları bir vehimden ibarettir. Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Nefsim yed-i kudretinde olan Allahû Teâla (cc)'ya yemin olsun ki, arzusunu İslâm'a tâbi kılmayan kimse iman etmiş olmaz."(6) buyurduğu sabittir.Şimdi konuya değişik bir açıdan bakalım. Kur'ân-ı Kerim'de "Dinde zorlama (ikrah) yoktur. Hakikat iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâgût'u tanımayıp da A1lah'a iman ederse, o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah, hakkı ile işitici ve her şeyi kemaliyle bilicidir."(7) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyla insan için iki yol mevcuttur. Birincisi: Allahû Teâla (cc)'ya iman etmek ve hayatını İslâmî hükümlere göre düzene koymak. İkincisi: Tâgût'a kalben teslim olup, hevâ ve heveslerine göre yaşamak!.. Bu iki yolun dışında, üçüncü bir yoldan söz etmek mümkün değildir. Tâgût kelimesi; tuğyan etmek (azgınlaşarak isyan etmek) mânâsınadır. Kendisi için tayin edilmiş olan sınırın dışına taşan her şey tâgûttur. İslâmî ıstılâhta; Allahû Teâla (cc) indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hüküm icad eden her güçe tâgût ismi verilmiştir. İmaın-ı Kurtubi: "Tâgût kelimesi; tâğa yetgû kökünden müennes olarak türetilmiştir. Haddi aşıp, kendisine çizilen sınırların dışına çıktığı andaki durumu izah için kullanılır. Tâgût kelimesinin aslının, tuğyandan alınmış olduğu da zikredilmiştir. Bu kelime türemeksizin bile bu mahiyeti ifade ediyor. Cevherî diyor ki: "Tâgût sapıklıkta önderlik (liderlik) eden herkese şamildir. Çoğulu ise tevâğit gelir."(8) diyerek, meseleyi izah etmektedir. Dolayısıyla tâgûtî güçlerin icad ettiği hükümlere cahiliyye hükümleri demek mümkündür. Nitekim bir âyet-i kerimede:"Onlar hâlâ cahiliyye (devri)nin hükmünü mü arıyorlar? Şüphesiz yakîn sahibi (gerçek iman ve ilim sahibi) bir kavm indinde, hükmedici olarak Allah'dan daha güzel kim vardır."(9) buyurulmuştur. Cahiliyye devrinin hükmünden maksad; "Darû'n-Nedve" isimli mecliste, insanların hevâ ve heveslerinden (ideolojilerinden) yola çıkılarak hazırlanan ve bütün zümreleri bağlayıcı olan kanunlardır.Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Hz. Âdem (as)'dan itibaren bütün peygamberler insanları, Allahû Teâla (cc)'nın emirlerine ve hükümlerine göre yaşamaya dâvet etmişlerdir. Bu davet, peygamberlerin vârisleri olan âlimler tarafından kıyamete kadar devam edecektir. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Yusuf (as)'ın kıssası beyan edilirken bütün insanlığa şu hatırlatma yapılmıştır:"Sizin Allahû Teâla (ec)'yı bırakıp da taptıklarınız kendinizin ve atalarmızm takmış olduğu (kuru) isimlerden başkası değildir. Allah bunlara hiçbir hüccet indirmemiştir. Hüküm sadece ve sadece Allah'a mahsustur. (O'ndan başkasına ait değildir) Allah, kendisinden gayrisine ibadet etmemizi emretmemiştir. Doğrusu din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler."(10)Unutmayalım ki, hüküm ve emir Allahû Teâla (cc)'ya mahsustur. Hesap gününü düşünen her insan yeryüzünde, Allahû Teâla (cc)'nın emirlerini tebliğ ve hükümlerini infaza me'mur kılındığını asla unutmamalıdır.
KAYNAKLAR
(1) Rûm sûresi: 54.
(2) Mecmuatû't Tefasir, İst. 1979, Çağrı yay., c. V, sh. 53 vd.
(3) Geniş bilgi için bkz./ Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat fi Garib'il Kur'ân,
(4) Maide sûresi: 49.
(5) Nûr sûresi: 51.
(6) İbn-i Kesir, Tefsirû'l Kur'ân'il Aziym, Beyrut 1979, c. III, sh. 490.
(7) Bakara sûresi: 256.
(8) İmam-ı Kurtubi, el-Camü li Ahkâm'il Kur'ân, Kahire 1976, c, III, sh. 281.
(9) Maide sûresi:`50 (10) Yusuf sûresi: 40.
HÜRRİYET
HÜRRİYET Hürriyet; Arapça bir kelime olup, hürr kökünden yapma masdardır. Genellikle "köle"nin zıddı mânâsına kullanılır. Ruhlar âleminde iken Allahû Teâla (ec) bütün insanlardan misâk almıştır. Bu bir anlamda; Allahû Teâla (cc) ile insanlar arasında tahakkuk eden manevî bir mukaveledir.(1) Allahû Teâla (cc)'nm gerek kendi hukuku, gerek yaratmış olduklarınm hukuku ile ilgili olarak yapmış olduğu tekliflerinin tamamına emanet adı verilir. Bu emaneti, kendi rızasıyla yüklenmesi sebebiyle insan, yeryüzünde Allahû Teâla (cc)'m halifesi hükmündedir. İnsanın lehindeki ve aleyhindeki haklarına sahip olabilmesine ehliyet denilmiştir. Allahû Teâla (cc)'nın imtihan için beyan ettiği emir ve nehiylerin tamamına teklif adı verilir. Teklif; ehliyete dayanır,(2) Dolayısıyla hürriyetin kaynağı fıtrîdir!.. Bir insan; Allahû Teâlâ (cc)'nın indirdiği hükümleri reddeder ve müslümanlara karşı savaşırsa, (savaş sırasında alındığı takdirde) "kölelik" hadisesi ortaya çıkar.Nitekim İbn-i Abidin "lâkit (bulunan çocuk)" bahsinde şunları kaydeder: "Bulunan çocuk (lakit) bütün hükümlerde hürdür. Hatta (kendisine) kazf isnad edene hadd vurulur. Çünkü Âdemoğlunda asıl olan hürriyettir. Zira insanlar müslümanların en hayırlıları olan Hz. Âdem (as) ile Hz. Havva'nın çocuklarıdır. Bazı insanlardaki kölelik hali ise; daha sonra ortaya çıkan küfür sebebiyle meydana gelmiştir."(3) Molla Hüsrev: "Kölelik, tevhid akidesinden yüz çevirmenin cezası olarak, Alû Teâla (cc)'nın koyduğu bir hakirliktir"(4) hükmünü zikretmektedir. Usûl-i fıkıh kitaplarında; "ehliyet ârızalan" izah edilirken kölelik üzerinde hassasiyetle durulmuş ve bunun müktesep (kendi iradesiyle kazandığı) ârızalardan olduğu kaydedilmiştir. Dolayısıyla, kuvvet kullanarak müslüman olan bir kimseyi, köleleştirme (hukukuna tecavüz etme) hakkı hiç kimseye tanınmamıştır. Resûl-i Ekrem (sav)'in hür bir insanı, kuvvet kullanarak köleleştiren bir kimsenin namazının kabul edilmeyeceğini hassaten tasrih ettiği bilinmektedir(5) Dolayısıyla, bir İslâm beldesi kâfirlerin istilâsına uğrasa (Allah muhafaza etsin), orada yaşayan mü'minler "esir" edilebilirler, ancak onlara "köle" denilemez!. Kâfirlerin kuvvet kullanarak köleleştirdiği kimseler, dârû'1-İslâm'a kaçar ve müslüman olurlarsa hürriyetlerini elde ederler. Zira Resûl-i Ekrem (sav) Taif'ten kaçarak Medine'ye gelen ve müslüman olan kölelerle ilgili olarak: "Onlar Allahû Teâla (cc)'nın hürriyetlerini bahşettiği kimselerdir, Allah'ın azadlılarıdır"(6) buyurmuştur.Bir kimse, İslâm'a karşı savaşırken esir edilirse, köle hukuku devam etmektedir. Resûl-i Ekrem (sav) müslüman olan kölelerle ilgili olarak; "Onlar sizin kardeşlerinizdir. Onlara kendi yediğinizden yediriniz, giydiğinizden de giydiriniz. Allahû Teâla (cc)'m kullarına işkence etmeyiniz."(7) tavsiyesinde bulunmuştur. Esasen müslüman olan kölelerin azad edilmelerini teşvik ettiği de bilinmektedir. Nitekim bir hadîs-i şerifte: "Herhangi bir müslüman ki; mü'min bir köleyi azad eder!.. Allahû Teâla (cc) o azad edilen kölenin her uzvû mukabilinde, azad eden kimsenin bir uzvunu cehennem ateşinden kurtarır"(8) müjdesi verilmiştir!..Keffaretlerde ilk sırada, kölelerin azad edilmesi zikredilmiştir. Sahabe-i Kiram, mü'min kölelerin azad edilmesini sağlamak için ellerinden gelen gayreti sarfetmişlerdir.Yeryüzünde; Allahû Teâlâ nm (cc) dinine karşı savaşan ve mü'minlerin can emniyetlerini tahrip eden tâgûtî ğüçler bilmelidir ki, kendi hürriyetlerini kendi elleriyle tahrip etmektedirler. Eğer mü'minler bu savaşta galip gelirlerse; tâgûtun askerleri köle hükmünde olacaklardır. Çünkü bu kendi elleriyle kazandıklarıdır!.. Hiç kimseyi suçlama haklan olamaz.
KAYNAKLAR
(1) İmam Abdülaziz el-Buhari, Kesfû'! Esrar, İst.1308, c. IV sh. 238.
(2) İmam-ı Serahsi, Temhidû'I Füsûl fi İlmû'I Usûl, Beyrut: 1393, c. II, sh. 332. Ayrıca Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl, İst.1307 c. I, sh. 591.
(3) İbn-i Âbidin, Reddü'I Muhtar Ale'd Dürri'I Muhtar, İst.1983, c. IX, sh.111.
(4) Molla Hüsrev, Dür-erû'l Hükkam Şerhı Gureri'l Hükkam. lst. 1307 c. IX. sh. 6.
(5)Sünen-i İhn-i Mâce, İst.1401. c. III, sh.50: "Hür bir insanı zorbalıkla ele geçirip, köle ederek satan ve parasını yiyenin, kıyamet gününde hasmıyım (düşmanıyım)." Dolayısıyla kölelik, kuvvetle ilgili değil, akaidle ilgilidir.
(6)İmam-ı Merginanî, el-Hidaye Şerhû Bidayeti'l Müb tedi, Kahire 1965,
(7)Fethû'l Kadir, Beyrut 1316, c. III, sh.355.(8)a.g.e., c. III, sh.346.
İCMA-İ ÜMMED
İCMA-İ ÜMMET İcma, Arapça bir kelime olup, lûgatta "azm, kasd, ittifak mânâsınadır."(1) Istılâhta; "Müctehidlerin herhangi bir asırda şer'i hüküm üzerinde ittifak etmeleridir."(2)Kur'ân-ı Kerîm'de: "Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber'e muhalefet eder, mü'minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu, döndüğü o yolda bırakırız, (fakat âhirette) kendisini cehenneme koyarız, o ne kötü bir yerdir."3 buyurulmuştur. Şimdi bu âyet-i kerîmede hangi hükümlerin yer aldığını mûteber tefsir kitaplarından tahkik edelim. Tef sir-i Haazin'de: "Peygambere muhalefet etmek ve mü'minlerin yolundan ayrılmak haramdır. Ilurum böyle olunca mü'minlerin yoluna uymak vacip olur."(4) hükmü yer almaktadır. İmam-ı Kurtubî, meşhur tefsirinde: "Mü'minlerin yolundan ayrılmaktan maksat, müctehid imamların icmalarını inkâr etmektir. Bu âyeti kerîmede icma-ı ümmetten ayrılanları tehdid vardır"5 şeklinde meseleye açıklık getirmiştir. Yine Ebû Bekir el-Cessas hazretleri: "Bu âyet ile icma-ı ümmetin önemi ortaya konulmuştur. İcmadan ayrılanlar cehennem ile tehdit edilmiştir."(6) buyurmaktadır. İmam-ı Zemah erî Bu âyet icma-i ümmetin delil olduğunun işaretidir. Zira Allahû Teâlâ (cc), Peygambere muhalefet ile mü'minlerin yolunun dışında bir yol tutmayı aynı mahiyette saymıştır. Cezalarını da müsavi kılmıştır."(7) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir.Şemsü' eimme (imamların güneşi) nâmı ile mâruf Serahsi (rha) icma-i ümmeti tarif ederken; "Her asırda fıskını ilân etmeyen, hevâ ve heveslerine tâbi olmayan bütün müctehid imamların ittifakına icma denir."(8) hükmünü zikretmektedir.Bütün bu bilgileri iyice tahlil ettiğimizde görüyoruz ki, âyet-i kerimede geçen "mü'minlerin yolundan" kasıt icmadır. İcma-i ümmetten murad ise, müctehid imamların ittifakıdır. Dolayısıyla müctehidlere tâbi olmak ve onların ictihadlarına uygun bir hayat yaşamak oldukça önemlidir. Molla Hüsrev; "Bir asırda müctehid seviyesinde olan bütün fakihlerin (istisnasız) ittifakı esastır. Bu durumda olanların biri dahi katılmasa icma var sayılmaz"(9) hükmünü zikreder. Dolayısıyla icma-i ümmet, her asırda çok az konu üzerinde tahakkuk edebilmiştir. Ancak şurası da unutulmamalıdır ki, icmanın tahakkuku için bütün müctehidlerin bir araya gelip, ictihad birliğine varmaları gerekmez. Bir müctehidin hükmü, kendisine ulaştığı zaman susar, red ve aksine bir hüküm belirtmezse, ittifak doğmuş sayılır.1o Sükût müddeti en çok üç gün, en az düşünmeye yetecek kadar zamandır.Resûl-i Ekrem (sav)'in, "Benim ümmetim, dalâlet üzere ittifak etmez"(11) buyurduğu malûmdur. Hz. Âdem (as)'dan itibaren bütün mü'minler; Allahû Teâla (cc)'nızı indirdiği hükümlere teslim olmuşlar ve tâgûtî güçleri reddetmişlerdir. Bu konudaki ittifak kıyamete kadar sürcektir. Tâgûtî güçlerle uzlaşma içine girenler; ilimleri ve ünvanları ne olursa olsun, "Mü'minlerin yolundan ayrılmış ve Resûl-i Ekrem (sav)'e muhalefete" geçmişlerdir. Bunun mahiyeti ise mü'minlerce malûmdur.
KAYNAKLAR
(1) Ömer Nasûhi Bilmen, Hukuk-i lslâmiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, İst. 1976, c.I, sh. 163, Madde: 439. Ayrıca, Muhammed Ma'ruf Devalabi, el- Medhel ilâ İlmu'l Usul-i Fıkıh, Dimeşk: 1965 (5.bsm.) sh. 49.
(2) Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fi Şerhi Mirkat elVûsûl, İst.1307, c.II, sh. 50.
(3) Nisâ sûresi:115.
(4) Mecmuat'u't-Tefasir, İst. 1979, Çağrı Yayını. c. II, sh.166.
(5) Kurtubî, el-Camü li Ahkâmû'l Kur'ân, Kahire:1967, (3. bsm.) c. V, sh. 386.
(6) Ebû Bekir el-Cessas, Ahkâmû'! Kur'ân, Beyrut: 1335, c. I, sh. 88.
(7) İmam-ı Zemahşerî, el-Keşşaf, Kahire 1351, c. 1, sh. 563 vd.
(8) İmam-ı Serahsî, Temhidû'I Füsûl fi İlmû'I Usûl, Beyrut:1393, c. I, sh. 311.
(9) Molla Hüsrev, a.g.e., c. II, sh. 54-55.
(10) İmam-ı Serahsi,a.g.e., c. I, sh. 303.
(11) Sünen-i İbn-i Mace, İst.1401, Çağn Yayınılan, c. II, sh.1303, Had. No: 3950.
İCTİHAD
İCTİHAD İctihad kelimesi gayret, tâkat, çaba mânâlarına gelen Ce-He-De kökünden ve iftial babındandır.(1)Istılâhta; şer'i delilleri esas alarak, fer'i hükümler çıkarma hususunda, fakih olan kimsenin bütün gücünü sarfetmesidir (2) Müctehid ve fakih olmayan bir kimse; bir konu üzerinde bütün gücünü sarfetse ictihad yapmış olmıyacağı gibi, müctehidin de fıkhın dışında herhangi bir sahada bütün gücünü sarfetmesi ictihad sayılmaz (3)Kur'ân-ı Kerim'de: "Halbuki onu Peygambere ve içlerinden Ulû'lemr olanlara arzetseler, elbette bunların istinbata kâdir olanları, onu anlar, bilirlerdi."(4) buyurulmuştur. Bu âyet-i kerîmede geçen yestenbitûnehû ibaresinden kasdm, ictihad yoluyla hüküm çıkarmak olduğu hususunda ittifak vardır (5)Resûl-i Ekrem (sav)'in, "Âlimler peygamberlerin vârisleridir."(6) buyurduğu bilinmektedir. İbn-i Kesir, Nisâ sûresinin 59.ncu âyet-i kerimesini tefsir ederken "ulû'lemr den kasıt ûlemadır"(7) hükmünü zikreder. Aynı hükme İbn-i Abidin'de de rastlamak mümkündür.(8) Kaldı ki, "Bilmiyorsanız, zikir ehlinden sorunuz."(9) âyet-i kerîmesi emir bildirir ve hükmü umûmîdir. Kadı Beyzavi, bu âyet-i kerîmede geçen zikir ehlinden kastın "ûlema" olduğunu kaydeder.(10)İctihadın bizzat Resûl-i Ekrem (sav)'in teşvikiyle ortaya çıktığı gerçeği gizlenemez.(11) Bu durumda hiçbir ferdin, Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetini iptal etme hakkı yoktur. Ancak ictihad da kendi arasında, farz-ı ayn, farz-ı kifaye, mendûb ve haram gibi bölümlere ayrılır.Tabiî ki; başta müctehidde aranan bütün vasıfların bir kişide toplanması zarûreti vardır.(12) Bu işin değişik ilim dallarındaki mütehassısların bir araya gelerek yapılması iddiası, tutarlı değildir.Son yıllarda, tâgûtî düzenlerden maaşla beslenen bazı tipler, "ictihad yapılmalıdır" sloganına sarılmışlardır. Ancak bunun hangi konuda derhal yapılması gerektiğini, (yani farz-ı ayr ictihada konu olduğunu) bir türlü ortaya koyamamaktadırlar. Tabî müctehidin kim olduğu da gizlenmektedir. Mü'minlerin bir "ulû'lemr" etrafında toplanıp İslâm topraklarındaki müstekbirlere karşı cihad etmesinin zarurî olduğu günümüzde, "İctihad yapılmalı mı, yapılmamalı mı?" tartışmasına katılmanın bir mânâsı yoktur. Zira ilim adamlarının önce, tâgûtî güçlere karşı mücadele ve cihad etmeleri farzdır. Bu hususta hiçbir hassasiyet göstermeyen kimselerin muttaki olduğunu kabul etmek güçtür. Halbuki ictihadı tamamlayan şartlar arasında doğruluk ve takva esastır.(13) Müçtehid, hevâ ve heveslerden uzak, bid'atlardan korunmuş olmalıdır. Başta ukûbat olmak üzere,. muamelât ve ferâizin inkâr edilmediği toplumlarda ictihad değil, cihad farz-ı ayındır. Her mü'min bilir ki, farz-ı ayn olan bir ibadeti kasten terkeden kimseye fâsık denir. Fısk u fücûru zâhir olan kimsenin hükmü ile hiç kimse amel etmez.
(1) Mahmud b. Ömer ez-Zemahşerî, Essasü'l Belâğa, Beyrut:1965, D.Sadr Matb. sh.156.
(2) Kemaluddin İbn-i Hümam, et-Tahrir, Bulak: 1316, c.III, sh. 291, İbn-i Abidin, (Türkçe nüsha, İst.1982, c.I, sh. 84) "İhtilâftan murad, müctehidlerin arasında fer'i meselelerde cerayan eden ihtilâftır" hükmünü zikreder. ayrıca İmam-ı Gazzalî, el-Mustasfa min İlmi'l Usûl, Beyrut:1937 c.II, sh. 350
(3) es-Seyyid Muhammed Musa; el-İctihad, Kahire 1973, sh. 98.
(4) Nisâ sûresi: 83.
(5) Ebû Bekir el-Cessas, el-Alıkâmul Kuı-'ân, Beyrut: 1335, c. II, sh. 215, vd.
(6) Süııeıı-i Ebû Davud, İst. 1401, Çağrı Yay. c. IV, sh. 58, Hadis No: 3641.
(7) İbn-i Kesir, Tef'sirû'l Kur'ân'il Azinı, Beyrut: 1969, Daru'1 Marife Yay. c. I, sh. 518.
(8) İbn-i Abidin, a.g.e., c.I, sh. 29. (Türkçe Nüsha, İst. 1982, Şamil yayını, c.I, sh. 40)
(9) Nahl sûresi: 43.
(10) Kadı Beyzavi, Envarû't-Tenzîl Esrarû't-Tev'il, İst. Mtb. Âmire Tb., c. I, sh. 459.
(11 ) Ebu Bekir el-Cessas, a.g.e., c. II, sh. 212 vd.
(12) İmam-ı Gazzalî, el-Mustasfa miıı Ilmû'l Usul, Beyrut:1937, c. II, sh. 351-352.
(13) İbn-i Hümam a.g.e., c. III, sh. 292-304, Ebû İshak İbrahim b. Musa el-Lahmi el-Gınadı eş-Şatıbi, elMuvafiıkııt, Mısır ty., c. IV, sh.107.
İDEOLOJİ
İDEOLOJİ Kelimenin aslı Latincedir. İdea, "görünen biçim, fikir" sözcüğü ile logos "bilgi" sözcüğünün birleşmesi ile yapılmış ve düşünceyi inceleyen bilim (ideler bilimi) anlamında ileri sürülmüştür.(1) Siyasî ve ictimaî bir doktrin meydana getiren ve bir hükümetin, bir partinin veya bir sosyal sınıfın hareketine yön veren, düşünce sistemine ideoloji denir.(2)Bütün ansiklopedilerde ortak olan tarif şöyledir: "Bir topluma veya toplumsal sınıfa has düşüncelerin tümüne ideoloji denir."(3) İlk olarak Destut de Tracy tarafmdan, felsefî bir hareket olarak savunulmuştur. Daha sonra Cabanis, Volney Grat ve Daonou tarafından siyasî bir topluluk olarak sahneye çıkarılmıştır. Onsekizinci yüzyılda "ideologlar" denilince bu isimler akla gelirdi.İdeoloji ile ilgili en geniş bilgiye Cemil Meriç'in Umrandan Uygarlığa isimli eserinde rastlıyoruz (4) İdeolojinin, kaypak ve karanlık bir mefhum olduğunu, Büyük Fransız İhtilâlinden sonra "felsefeye" başka bir isim bulmak gerektiğini, zira felsefenin kiliseden koptuğunu, bunun için "ideoloji" kelimesinin Destut de Tracy tarafından uydurulduğunu ( 1796) izah eden Cemil Meriç, bütün Fransızca sözlüklerin, bu kelimeye verdikleri mânâyı tek tek beyan etmektedir.Şurası muhakkaktır ki, ideloloji metafizik muhtevasından sıyırılmış bir felsefedir. İslâm mütefekkirleri ve ûlemasının "felsefecileri" küfürle itham ettiğini bilen batıcı-lâik kadrolar, bu kelimenin arkasına sığınmışlardır. Bilginin kaynağını duyu organlarının faaliyetleri ve akıl yürütme ile sınırlandıran ideologlar, vahyi inkâr ettikleri için kâfirdirler. İslâm topraklarındaki bütün ideolojilerde görülen temel özellik, nassı inkâr hastalığıdır. Dolayısıyle her ideoloji "ilahlık" iddiasına dayanır. Üretim, üretim araçlarının mülkiyeti ve tüketim gibi konularda "helâl" ve "haram" hududlarını inkâr ederler. "Sermaye" ve "emek" anlayışında, birbirine zıt teoriler ortaya koysalar da, "Mülkün Allahû Teâla (cc) tarafından yaratıldığı gerçeğini" inkârda birleşirler. Bütün bu gerçekler dikkate alındığında "Lâ ilâhe" (İlâh yoktur) "illâ'llah" (ancak Allah vardır) diyen her mü'min, bütün ideolojileri inkâr etmiştir. Kelime-i tevhidi kalben tasdik ve dille ikrar eden mü'minler; ismi ne olursa olsun, İslâm topraklarını işgal eden bütün ideolojilerle savaşmak (cihad etmek) durumundadırlar. Aksi davranışta bulunanlar, cihad gibi farz-ı ayn hale gelen ameli terkettikleri için mes'ûldürler.
KAYNAKLAR
(1) Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, (Kavramlar ve Akımlar) İst.1976-80, c. III, sh. 26.
(2) Atilla Tokatlı, Felsefe Sözlüğü, Ank.1973, sh.198.
(3) Meydan Larousse, c. VI, sh. 213, "İdeologlar" mad.
(4) Cemil Meriç, Ümrandan Uygarlığa, İst. 1967, sh. 230 vd.
İLAH
İLÂH Resûl-i Ekrem (sav): "İnsanlar Lâ ilâhe illâllah deyinceye kadar (onlarla) cihada memur oldum. Şimdi her kim `Allah'dan başka ilâh yoktur' (Lâ İlâhe İllâllah) derse, canını ve malını benden korumuş olur. Ancak hakkı ile olursa (yani kalben tasdik ederek söylerse) ne alâ!. Aksî durumda da hesabı Allahû Teâla (cc)'ya kalmıştır."(1) buyurduğu bilinmektedir. İmam-ı Muhammed (rh.a) bu hadis-i şerifi zikrettikten sonra: "Netice olarak bir kimse malûm olan şirk itikadının hilâfı olan tevhidi ikrar ettiği zaman, İslâm'a girişine hükmolunur. Çünkü gerçek itikadını (kalbî durumunu) tesbit etme imkânımız yoktur. Neyi ikrar ettiğini duyarsak, o inançta olduğuna hükmederiz.(2) demiştir. Bir kimsenin, lâ İlâhe illâllah demesi; dünyevî ve ûhrevî, bir çok hükmü beraberinde getirir. Dolayısıyla mükellefin bu ikrarı ile "neleri reddettiğini" iyi bilmesi gerekir. Bu sebeple İlâh kavramı oldukça önemlidir.İlâh kelimesi E-Le-He veya E-Li-He fiilinden gelir. Lûgatta; kulluk etmek, tutkun ve düşkün olmak, şaşırıp kalmak, ısınmak, yönelmek ve alışmak gibi mânâlara gelir. Râğıb el Isfahanî: "Allah ismi celâlinin aslı ilâhtır. Başındaki hemze hazf edilip, önüne elif lâm getirilerek şânı yüce Rabbimizin ismi olmuştur. Bununla beraber ilâh kelimesini insanlar, ibadet ettikleri her şeyin ismi yapmışlardır. Güneşe ilâhe adını vermişlerdir. Çünkü onu (güneşi) mabûd edinmişlerdi."(3) diyerek meseleyi izaha gayret etmiştir. İslâm âlimlerinin büyük ekseriyetine göre; lâfza-i celâl türetilmiş olmayan (gayrimüştak, gayrimenkûl ve mürtecel) bir isimdir. Yani, bu kelime ilk defa hakiki mabûdun özel ismi olarak ortaya konulmuştur. Allahû Teâla (cc)'nın zâtı; bütün isim, fül ve sıfatlardan önce gelir.(4) Cahiliyye döneminde; gerek hiçbir kitabı olmayan Mekke müşrikleri, gerek yahudiler ve hıristiyanlar, Allahû Teâla (cc)'ya inandıkları iddiasındadırlar. Ancak Allahû Teâla (cc)'ya, kız veya oğul nisbet ederek küfre düşmüşlerdir. Zira doğma ve doğurma, bu âlemdeki bazı canlıların vasıflarıdır. Doğan ve doğuran bütün canlılar ölümlüdür. Kur'ân-ı Kerim'de bütün bu iddialar çürütülmüştür Nitekim: "Allah hiçbir evlât edinmemiştir. O'na ortak hiçbir ilâh da yoktur. (Öyle olsaydı) Bu takdirde elbette her ilâh kendi yarattığını (sürükler) götürür ve elbette kimi kiminin üstüne çıkıp (galebe edip) yükselirdi. Allahû Teâla (cc) onların bütün vasf (u isnad) ettiklerinden münezzehtir."(5) hükmü beyan buyurulmuştur. Şurası muhakkaktır ki, Allahû Teâla (cc), yarattığı şeylerden hiçbirine benzemez. Bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. Şimdi konunun daha iyi kavranabilmesi için, Mekke'ye putperestliğin nasıl girdiğini izah edelim: Arabistan ve özellikle Mekke'ye putperestlik, Huzaa kabilesinin (Benî Hârise kolunun) lideri olan Amr b. Luhay tarafından sokulmuştur(6) Amr b. Luhay tutulduğu bir hastalığın tedavisi için Suriye'nin Belka adı verilen bölgesine gitmiş ve orada bulunan sıcak su kaplıcalarında tedavi olmuştur. Bu sırada, orada mûkim olan kimselerin, putlara taptığını görür. Neden böyle yaptıklarını sorduğunda: "Bunlar ibadet ettiğimiz ilâhlardır. Onlardan yağmur isteriz, yağdırırlar. Yardım isteriz imdadımıza koşarlar." cevabını almıştır. Bunun üzerine, kendisine bir adet put verilmesini rica etmiş ve oradan aldığı "Hübel" isimli putu Mekke' ye getirmiştir. Daha Sonra insanları bu puta ibadet etmeye çağırmıştır (7)İmam Fahrüddin-i Razi, hadiseyi bu şekilde naklederken; Amr b. Luhay'ın o dönemde Mekke'nin yöneticisi olduğunu hassaten belirtmektedir. Ayrıca "tarihçilere göre bu olay Kral Sabur Zü'1 Ektaf zamanının başlarına tesadüf eder"(8) diyerek, Hübel'in Mekke'ye (yaklaşık olarak) miladî 310 senesinde geldiğine işaret etmektedir.Mekke müşriklerinin; hem Allahû Teâla (cc)'ya, hem ilâhlara (putlara) inandıkları kat'i nasslarla sabittir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de "Gözünü aç!. Hâlis din Allah'ındır. O'nu bırakıp da kendilerine bir takım dostlar (putlar, ilâhlar) edinenler (derler ki): `Biz bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.' Şüphe yok ki Allah onlar arasında ihtilâf edegeldikleri şeyler hakkında hükmünü verecektir..."(9) Buyurulmuştur. Dikkat edilirse müşrikler; putlarda ilâhi bir gücün olduğunu ve kendilerini Allah'a yaklaştıracağını esas almaktadırlar. Adiy b. Hatem; Fals putu sahasına getirilen ve putun mülkiyetine geçtiğine inanılan bir devenin tekrar geri alındığına şahit olmuştur. Deveyi gsri olan Mâlik b. Kulsum'un put tarafından çarpılacağına, başına bir felâket geleceğine inanmıştır. Aradan epey zaman geçer. Mâlik'e hiç bir felâket gelmediğini görünce, putlara olan inancı sarsılır. Önce hıristiyan olur. Daha sonra Resûl-i Ekrem (sav)'in tebliğini kabul ederek müslüman olur."(10) Müşrikler puta taş olarak değil, içinde var olduğuna inandıkları ilâhî güçten istifade için tapıyorlardı. Dolayısıyla Lâ ilâhe illâllah (Allah'dan başka ilah yoktur) demek, onlara ağır gelmiştir. Çünkü manevî güç sahibi olduğuna inandıkları putlarını, en az Allahû Teâla'yı (cc) sevdikleri kadar seviyorlardı. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de "Bazı insanlar, Allah'dan başka O'na şerikler (ortaklar) koşarlar ve Allah'ı sever gibi onları severler"(11) hükmü beyan buyurulmuş ve müşriklerin durumu haber verilmiştir. Bu âyette geçen nidd kelimesi, çekişen eş (ortak) mânâsınadır. Fahrüddin-i Razi; "müşriklerin hem Allah'ı hem putlarını eşit derecede sevdiklerini" delileriyle izah etmiştir.(12) Günümüzde hem müslüman olduğunu söyleyen, hem beşerî bir ideolojiye inanan insanların psikolojisi, Mekke müşriklerinin tavrından farklı değildir. Kelime-i tevhidi ikrar ve tasdik eden bir kimse; Allahû Teâla (cc)'nın kitabında ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetinde yer alan bir hükmün Mutlak hakikat olduğunu tasdik etmek mecburiyetindedir. Aksi takdirde; Kelime-i tevhidin mânâsını bilmeden tekrar eden, bir papağanın durumuna düşer. Bu nokta iyi düşünülmelidir.
KAYNAKLAR
(1) Sahih-i Müslim, İstanbul 1401, Çağrı Yay., c.I, sh. 51-52 Had. No: 32.
(2) İmam-ı Muhammed, Siyer-i Kehir, İstanbul 1980, Evs Yay., c. I, sh.163.
(3) Râğıb el-Isfahanî, el-Müfredat fi Gari6i'I Kur'ân, İst.1986; Kahraman Yay., sh. 25-26.
(4) İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, İst. 1980, Dergâh Yay., c. I, sh.185.
(5) Mü'minûn sûresi: 95.
(6) İbn-i Hişam, es-Siretü'n Nebeviyye, Kahire 1936, c. I, sh. 79. Aynca İbn-i Kesir, el-Bidaye ve'n Nihaye, Beynıt,1966, c. II, sh.187.
(7) Mes'ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, Kahire. 1964, c. II, sh. 238.
(8) Fahrüddin-i Razi, Mefatihû'l Gayb (Tefsir-i Kebir), Ankara 1988, Akçağ yay., c. II, sh.136-137.
(9) Zümer Sûresi: 3.
(10) İbn el-Kelbî, Putlar Kitabı, çev. Doç.Dr. B. Düşüngen, Ankara 1969, sh. 52.
(11) Bakara sûresi: 165.
(12) Geniş bilgi için bkz. Fahrüddin Razi, a.g.e., c. IV, sh.181-182.
İMAN
İMAN Önce kelime üzerinde duralım. Arapça mütehassısları iman kelimesinin; emin veya eman kökünden türemiş bir masdar olduğu hususunda müttefiktirler.(1)Lûgat mânâsı, "Doğrulamak, tasdik etmek, bir kimseye veya bir şeye inanıp güvenmek" demektir. İmanın Türkçe karşılığı olan "inanmak" kelimesinde de aynı mahiyeti sezmek mümkündür. İslâmî ıstılâhta iman; "Resûl-i Ekrem (sav)'i Allahû Teâla (cc)'nın katından getirmiş olduğu bilinen haber ve hükümlerin hepsinde, kat'i olarak tasdik etmek ve bunu diliyle ikrar etmektir." İslâm ûleması, "İman yalnız kalben tasdik midir, yoksa ikrarla beraber kalbî tasdik midir?" suali çerçevesinde farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İbn-i Abidin: "Hanefilerin ekserisine göre; tasdikle beraber ikrardır. Muhakkıklara göre ise yalnız tasdiktir. İkrar ise; dünya ahkâmının icrası için şarttır."(2) hükmünü zikreder. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a)'ye göre; gerçek iman kalbî tasdikten ibarettir.(3) Zira dil ile ikrar ettikleri halde, kalben tasdik etmeyen münafıklar, kâfir hükmündedirler. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman etmiş olmadıkları halde `Allah'a ve âhiret gününe inandık' derler. Halbuki onlar inanıcı (insanlar) değildirler."(4) Yine: "Ey Peygamber!... Kalbleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla "inandık" diyenlerle, (münafıklarla), yahudilerden o küfr içinde (alabildiğine) koşuşanlar seni mahzun etmesin"(5) buyurulmuştur. Dikkat edilirse bu ayet-i kerimelerde dilleriyle inandıklarını iddia eden,fakat kalben tasdik etmeyen kimselerin hali izah edilmiştir.(6) Resûl-i Ekrem (sav)'in; "İnsanlar lâ ilâhe illallah deyinceye kadar (onlarla) cihada memur oldum. Şimdi her kim "Allah'dan başka ilâh yoktur" (lâ ilâhe illallah) derse; canını ve malını benden korumuş olur. Ancak hakkı ile olursa (yani kalben tasdik ederse) ne âla!.. Aksi durumda da (sadece dille söyler, kalben inanmazsa) hesabı Allahû Teâla (cc)'ya kalmıştır."(7) buyurduğu bilinmektedir. İmam-ı Muhammed (rh.a) bu hadisi zikrettikten sonra: "Netice olarak bir kimse malûm olan şirk itikadını (kalbî durumunu) tesbit etme imkânımız yoktur. Neyi ikrar ettiğini duyarsak, o inançta olduğuna hükmederiz"(8) buyurmaktadır. Sonuç olarak; imanın aslî rüknü kalben tasdiktir. Dünya ahkâmının icrası açısından zarurî olan rüknü ise; dil ile ikrar etmektir. Eğer bir kimse; kalben tasdik eder, fakat bunu dili ile ikrar etmezse, hali insanlarca meçhul kalır. Tabiî dil ile ikrar için herhangi bir ehliyet ârızası (dilsiz olma veya ikrah-ı mülci altında bulunma gibi) sözkonusu olmamalıdır.Ehl-i Sünnet'in müctehid imamları; imanın amelden bir cüz olmadığı hususunda müttefiktir. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a) el-Vasiye isimli eserinde: "Sonra amel imandan, iman da amelden başkadır. Çünkü çoğu zaman mü'minden amel yapma mükellefiyeti kalkabilir. `Amel kalktığı zaman, iman da kalkar' denilmesi, caiz değildir. Zira hayız halindeki bir kadından; o hal içerisinde iken, namaz kalkar. Böyle bir kadın için iman da kendisinden kalkar, diyemeyiz. Yahud kendisine imanı da terketmesi emredilir, denilemez. Yine `fakire zekat yoktur' denilir . fakat fakire iman gerekli değildir, denilemez. Eğer iman amelden bir parça (cüz) olsaydı, amelin düştüğü hallerde, imanın da düşmesi gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir."(9)İmanın sahih ve kabule şâyân olması için bazı şartlar vardır. Birincisi; İman, ölüm döşeğinde iken, yeis ve ümitsizlik sebebiyle vâki olmamalıdır. Kur'ân-ı Kerim de: "Azabımızın şiddetini gördükleri zaman imanları kendilerine faide verecek değildir"(10) hükmü beyan buyurulmuştur. İbn-i Abidin: "Hak olan mezheplere göre, ölüm döşeğinde can çekiştiren kâfirin imanı ile, kendilerini yok edecek azabı gördüklerinde iman eden kâfırlerin imanı faide vermez"(11) diyerek, hassas bir noktaya işaret etmektedir. Malûm olduğu üzere; Fir'avn dahi, boğulma anında iken, iman etmiştir. Çünkü o anda azabın şiddetine muttali olmuştur. İkincisi; zarûrat-ı diniyeden olan hükümlerden herhangi birini inkâr veya tekzib etmemelidir. Meselâ: Bir kimse Allahû Teâla (cc)'nın varlığına, birliğine, kitaplarına, melelerine, âhiret gününe ve kadere inandığını ikrar etse, ancak peygamberlere inanmadığını söylese, bu kimsenin imanı sahih değildir. Çünkü iman bir bütündür, tecezzi (cüzlere ayrılmayı) kabul etmez. Yine Kur'ân-ı Kerim'e inandığını beyan eden bir kimse; O'nun herhangi bir âyetini reddetse, mü'min olamaz. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'den olduğu sabit olan herhangi bir âyeti inkâr etmek küfürdür.(12) Bu noktada "Efendim çoğuna inanıyor ya?" diye itirazda bulunulamaz. Zira Kur'ân-ı Kerim, Allahû Teâla (cc) tarafından vahiy yoluyla indirilmiştir. Bir âyet-i kerimeyi yalanlayan kimse, vahyi yalanlama durumundadır. Bu sebeble; insanı küfre götüren sözler (elfâz-ı küfr) ve haller (ef âli-küfr) bilinmelidir. Mü'minler; bilmedikleri herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman; ileri-geri herhangi bir söz söylemeden "Ben bunu bilmiyorum. Allahû Teâla (cc) ve Resûl-i Ekrem (sav) nasıl bildirmişse öyledir" demelidir.
KAYNAKLAR
(1) Âsım Efendi, Kamus Tercemesi, İst. 1304, c. IV, sh. 548; ez-Zemahşeri, es-Sâsû'l Belâğa,c. I, sh. 21-22.
(2) İbn-i Abidin, Reddü'I Muhtar Ale'd Dürri'I MuFıtar, İst.1983, c. IX, sh. 5.
(3) İmam-ı Azam Ebû Hanife, el-Alim ve'l Müteallim, Kahire 1368 Z. Kevseri Neşri, sh. 57.
(4) Bakara sûresi: 8
(5) Maide sûresi: 41
(6) İmam-ı Maturidi, Kitabû't-Tevhid, Kahire: 1970, sh. 373 vd.
(7) .Solıilı-i Müslinı, İst. 140(, c.l, sh. 51-52 Had. No: 32.
(8) İmam-ı Muhammed, Siyer-i Kebir, İst. 1980, Evs Yay. c. I, sh.173.
(9) Aliyyü'1 Kari, Fıklı-ı Ekber, İst:1981, sh. 216
(10) Mü'min sûresi: 85
(11) İbn-i Abidin, a.g.e., c. IX, sh. 24.
(12) Şeyh Nizamüddin ve Heyet, el-Feteva-ı Hindiyye, Beyrut 1400, c.II, sh. 266. Ayrıca Aliyyü'1 Kari, Şerhû',s Şifa, İstanbiıl 1309 c. II, sh. 525.
İNFÂK
İNFAK Mü'minlerin bâriz vasıflarından birisi de mallarını infak etmeleridir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "Onlar (mü'minler) gaybe iman ederler, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler (yünfikûn)." hükmü beyan buyurulmuştur.(1) Hesap gününü düşünen her mükellef; malın bir imtihan sebebi olduğunu bilir ve mâlî ibadetlerini edâ etme hususunda titiz davranır. Elbette üretim, üretim araçlarının mülkiyeti ve tüketimin (tek kelime ile ekonominin).insan hayatındaki yerini inkâr etmek mümkün değildir. Ancak, tüketim hırsının alabildiğine kamçılanması ve hesap günü şuurunun yok edilmesi, başlı başına bir faciadır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Mü'min bir midesi ile yer, kâfir ise yedi mide ile yer."(2) buyurduğu sabittir. İbn-i Abidin: "Buradaki yedi rakamı mübalağa içindir. Bazı âlimler tarafından da Resûl-i Ekrem (sav)'in bunu mü'minlere bir "darb-ı mesel" olarak zikrettiği belirtilmiştir. Mü'min dünyaya karşı zâhiddir. Kâfir ise hırsla doludur. Dolayısıyla mü'min, yemeği "hayatını devam ettirebilmek ve ibadetlerini edâ edebilmek" için yemektedir. Küfredenler ise hırs, şehvet ve lezzet duygularını elde edebilmek için yemektedirler."(3) diyerek, meseleyi izaha gayret eder. Elbette yemek ihtiyacı insandan insana değişebileceği gibi, insanın çalıştığı işin zorluğuna veya kolaylığına göre de değişebilir. Şimdi "infak nedir?" sualine cevap arayalım.Önce kelime üzerinde duralım. İnfak kelimesi Ne-Fe-Ka kökünden gelir, enfaka fiilinin masdarıdır. Nefaka'ş-şey'û; tükendi, yok oldu, azaldı. Enfaka; fakir oldu, yanında ne varsa gitti, yiyeceği tükendi. Nefaka'l-bey'û; satış arttı, revaç buldu. Nafaka; harcanan para veya ihtiyaçların (iaşe, giyim vs) tamamı için gerekli kazanç. el-İnfak; malı veya benzeri ihtiyaç maddelerini hayu yolunda harcamak, tüketmek.(4) Günümüzde insanlar arasında nafaka kelimesi sık sık kullanılmaktadır. Gerek boşanma davaları sonucu "nafaka bağlanması", gerek ferdlerin "nafakamı şu yolla elde ediyorum" şeklindeki ikrarları, bu kelimenin Türkçede sürekli kullanılmasını sağlamıştır. Nafaka; enfaka fiilinin masdarı olan infak'dan isimdir. İslâmî ıstılâhta "İnsan hayatının sürdürülebilmesi için, ihtiyaç olan şeylerin devamlı bir şekilde teminine nafaka denilir"(5) şeklinde tarif edilmiştir. Yaygın olan budur. Bazı fakihler ise; İmam-ı Muhammed'e (r.ha) "Nafaka; iaşe (yiyecek), giyim ve süknâ (meskende oturma) hakkıdır."(6) cevabını verdiğini esas alarak, bu tarifi benimsemişlerdir. Nafaka ile infak'ın birbirinden ayrılması mümkün değildir.Kur'ân-ı Kerim'de: "Onların mallarında sâilin ve (iffetinden dolayı dilenemeyen) yoksulun da bir hakkı vardır."(7) hükmü beyan buyurulmuştur. Mü'minlerin mallarıyla, dilleriyle ve canlarıyla cihad etmeleri, kat'i nasslarla emredilmiştir. İnfak amelinin edâsı için ilk rükûn imândır. Nitekim Hz. Aîşe (r.anha) validemizden rivayet edilen bir hadis-i şerifte bu mahiyet açıkça beyan edilmiştir: "Bir gün Resûl-i Ekrem (sav); `Yâ Rasûlallah!.. Cahiliyye devrinde Abdullah İbn-i Ced'an, misafiri ağırlar, akrabayı ziyaret eder, köleleri kölelikten kurtarır ve komşularına iyilik ederdi. Bunların kendisine bir faydası olur mu?' diye sordum. Resûl-i Ekrem (sav): `Hayır! dedi. `O hiç bir zaman Allah'ım, ceza gününde beni bağışla!' demedi." Yine Hz. Enes b. Mâlik'den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:"Kıyamet gününde cehennem ehlinden olan kimseye denilir ki: `Baksana!. Dünya dolusu malın olsaydı (şu azaptan kurtulmak için) o malını fidye olarak verir miydin?' O kimse azabın şiddetini gördüğü için: `Evet!.. Muhakkak verirdim' der. Allahû Teâla (cc) şöyle buyurur: `Ben (dünyada) senden bundan daha kolay birşey istemiştim. Henüz ruhlar âleminde iken, bana hiçbir şeyi ortak koşmaman hakkında senden misak almıştım. Sen ise sözünden döndün. Bana ortak koşmaktan başka birşey kabul etmedin."(8)İnfak amelinin edâsı için ikinci rükün, ihlâstır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de, muttaki mü'minlerin infak hususundaki tavırları izah buyurulmuştur: "Yemeğe olan sevgilerine rağmen , yoksulu, yetimi ve esiri doyururlardı. `Biz size ancak Allah'ın rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür istemeyiz. Çünkü biz Rabbimizden, o suratların ekşiyeceği çetin günden korkarız derlerdi, İşte bundan dolayı Allah, o günün şerrinden onları korumuş, (yüzlerine) bir güzellik, (kalplerine) sevinç vermiştir."(9)Sahabe-i kiram infak amelini edâ için, genellikle gece karanlığından faydalanmıştır. Buna imkân bulamazlarsa, fakir kimse uyurken, infak edecekleri malı yanına bırakıp, oradan hızla uzaklaşmışlardır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Sağ elin verdiğinden, sol elin haberi olmasın."(10) tavsiyesi, nevafil hükmünde olan bütün infak için geçer:idir.İnsanın fıtrî hallerinden birisi de iyilik gördüğü kimseyi sevmek, kötülük gördüğü kimseden de uzaklaşmaktır. Bu esasen her canlıda bulunan bir özelliktir. Fakat bazen öyle iyilik edenler olur ki, yaptığı iyiliği başa kakarak, insanı "keşke bu iyiliği yapmasaydı" dedirtecek noktaya götürür. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "Mallarını (Allah yolunda) harcayıp da sonra o harcadıklarının arkasından başa kakmayan ve eziyet etmeyenler (yok mu?) Onların, Rabbleri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur, mahzun da olacak değillerdir onlar."(11) buyurulmuştur. Yapmış olduğu iyiliği her fırsatta gündeme getiren ve karşısındakinin hislerini rencide eden kimse "infakını iptal etmiş" hükmündedir. Zira iyiliği başa kakmayan ve diliyle ezâ vermeyenler için korku kaldırılmıştır.(12) Diğerlerine gelince!.. Allahû Teâla (cc): "İyi (ve güzel) bir söz veya bir ayıbı örtme; ardından eziyet gelen (başa kakılan) bir sadakadan hayırlıdır. Allah (kullarının infaklarından) müstağnidir, halimdir."(13) hükmünü beyan buyurmuştur. Bilindiği gibi, güzel bir söz veya bir ayıbı örtmek için, mutlaka zengin olmak gerekmez. Her mü'min (zengin veya fakir) bu ameli edâ edebilir. Bu âyette, beliğ bir ûslûpla, önce infakta bulunan, daha sonra (bu sebeple) eziyet eden mükellefin, amelinin (sevap açısından) iptal edildiği haber verilmiştir. Dolayısıyla infak amelinin değişmeyen iki rüknü vardır. Birincisi iman, ikincisi ihlâstır.Sahabe-i kiramdan Hz. Amr b. Camuh (ra), Resûl-i Ekrem (sav)'e mallarını ne şekilde infak etmesinin gerektiğini ve öncelikle kimlere vermesinin münasip olacağını sormuştur. Bunun üzerine "Onlar hangi şeyi (ve kimlere) infak edeceklerini sana sorarlar. De ki `Maldan vereceğiniz nafaka öncelikle annenin, babanın, akrabanın, yetimlerin yoksulların ve ibn-i sebil in (yolcunun, misafirin) hakkıdır. Her ne hayır işlerseniz, şüphesiz ki Allahû Teâla (cc) onu çok iyi bilendiz."(14) âyet-i kerimesi nâzil olmuştur. Hz. Câbir (ra)'danarivayet edilen bir hadis-i şerif'te Resûl-i Ekrem (sav) infak hususunda: Evvelâ kendinden başla (ihtiyacını karşıla)!. Şayet bir şey artarsa âilene, âilenden de bir şey artarsa akrabana ver. Akrabana verdikten sonra bir şey artarsa şöyle ve şöyle yap buyurdu. Ve `önünde, sağında ve solundaki muhtaçlara ver' diye işaret etti.(15)Kur'ân-ı Kerim'de: "(Sadakalar, infaklar) Allah kendilerini vakfetmiş fakirler içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşmaya muktedir olamazlar. (Hâllerini) bilmeyenler, iffet ve istiğnalarından (hâllerini gizlemelerinden) dolayı onları zenginlerden sanır. Sen (ey Peygamber) o gibileri simalarından tanırsın. Onlar insanlardan yüzsüzlük edip de bir şey istemezler. Siz ne mal harcarsanız, şüphesiz Allah onu hakkı ile bilendir."(16) hükmü beyan buyurulmuştur. Resûl-i Ekrem (sav) gerçek fakiri şu şekilde tarif etmiştir: Asıl fâkir ortalıkta dolaşıp dilenen, kendisine bir-iki hurma veya lokma yahut bir ekmek parçası verilen kimse değildir. Kendisine yetecek kadar rızk bulamayan, hâli bilinmediği için sadaka da verilmeyen, kimseden de birşey talep etmeyendir.(17)İslâm toplumu "iyilik ve takva hususunda yarışmayı" esas alan ferdlerin bir araya gelmesiyle hayatiyet kazanır. İman eden, salih amel işleyen, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye eden insanlar hüsrandan kurtulabilirler. İnfak amelinde, riayet edilmesi gereken en önemli prensip şudur: "Mükellef en sevdiği şeyi infak edecektir." Bu husus kat'i nasslarla sabittir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcayıncaya kadar asla iyiliğe ermiş (birr-i taat) olamazsınız. Her ne infak ederseniz şühesiz Allah onu bilicidir."(18) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyet-i kerime inzal olunca, Sahabe-i Kiram infak hususunda birbirleriyle yarışmışlardır. Ensardan Hz. Talha (r.a); Mescid-i Nebi'nin karşısında bulunan ve "Beyraha" denen çok kıymetli bahçesini infak etmiştir.(19)Hz. Ömer (ra) malının en iyisi olan Hayber hurmalığını vakfeder.(20) Hz. Cabir (r.a): "Ben hicret edenlerden veya ensârdan,. mal sahibi olup da infakta bulunmayan hiç kimseyi hatırlamıyorum" diyerek, sahabenin bu husustaki tavrını izah etmiştir.Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Veren el, alan elden daha hayırlıdır."(21) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla mü'minler, en sevdiği mallarından, (ihlasla) infakta bulunmalıdırlar. İslâmî mücadelenin hedefine varabilmesi için iyilik ve takva hususunda birbirleriyle yarışan, muttakî mü'minlere ihtiyaç vardır. Bu husus asla unutulmamalıdır.
KAYNAKLAR
(1) Bakara sûresi: 3
(2) Sünen-i İbn-i Mace, İstanbul 1401, Çağn yay., c. II, sh.1084, Had. No: 3256.
(3) İbn-i Abidiu, Reddü'I Muhtar Ale'd-Dürri'l-Muhtar İst.1987, Şamil Yay., c. XV, sh. 320.
(4) Geniş bilgi için bkz., Rağıb el-Isfahani, el-Müfredaı fi Garibi'l Kur'ân, İst. 1986, Kahraman Yay, sh. 765-776. Ayrıca Zemahşerî, Ke,s,caf, c. I, sh. 40.
(5) Hadimî, HaŞiyetü'n Ale'd-Dürer ve Şerhi Gurer, İstanbul 1313, sh. 255. Ayrıca, Kuhistanî, Camiu'rRumuz, İstanbul 1300, c. I, sh. 348.
(6) İbn-i Hümam, Fethû'I Kadir, Beyrut 1316, c. III, sh. 345. Aynca İbn-i Nüceym, Bahru'r-Rikak, c. IV, sh. 188.
(7) Zariyat sûresi:19.
(8) Sahih-i Buharî, İst.1401, Çağn Yay., c. VII, sh.198 K. Rikak: 49. Ayrıca, İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, İst.1401, c. III, sh. 218.
(9) İnsan (Dehr) sûresi: 8-11
(10) Sünen-i Tirmizî, İst. 1401, c. V, sh. 454-455 K. Tefsirû'I Kur'ân: sh. 715.
(11) Bakara sûresi: 262.
(12) İbn-i Kesir, Tefsirû'l Kur'ân'il Aziym, Beynıt 1969, c. I, sh. 314.
(13) Bakara sûresi: 263
(14) Bakara sûresi:2l5
(15) Sahih-i Müslim, İstanbul 1401, c. I, sh. 5692-693 Had. No: 41(997)
(16) Bakara sûresi: 273.
(17) İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, İst. 1401, c. I, sh. 384. Ayrıca, Sahih-i Müslim, c. I, sh. 719; İmam-ı Mâlik, Muvatta, c. II, sh. 924-925.
(18) Â1-i İmran sûresi: 92.
(19) Sahih-i Müslim, İst.1401, c. I, sh. 693, K. Zekat: 42.
(20) İbn-i Hümam, a.g.e., c. V, sh. 41-42. Ayrıca, MoÜaHüsrev, Düreri'l Hükkam fi ,serhi'I Gureri'I Ahkâm, İst.1307, c. II, sh.1134.
(21) Sahih-i Müslim, İst. 1401, c. I, sh. 717, K. Zekat: 32 Had. No: 94 ( 1033).
İRTİDAT (MÜRTED)
İRTİDAT Önce kelime üzerinde duralım. İrtidat Arapça bir kelime olup; ridde'nin türevidir. Reddemek, geri çevirmek ve her işten rücû etmek gibi mânâlara gelir.(1) Istılâhta, iman ettikten sonra, İslâm'dan dönmeye verilen isimdir.(2)Kur'ân-ı Kerim'de: "Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölür ise, işte onların dünya ve âhirette amelleri geçersizdir ve kendileri de cehennem ehlidir. Onlar cehennemin ebedî sakinleridir."(3) buyurulmuştur.Mürted ile kâfir arasında çok önemli bir fark vardır. Şöyle ki mürted, İslâm'ın Allahû Teâla (cc) indinde yegâne din olduğunu ve kudsiyetini bildiği halde; dünya menfaati, hırs, hased, kin veya bunun gibi duygularla dinini terketmiştir. Bu duygular, mürtedi müslümanlara karşı muhatap (savaşçı) durumuna getirir. Çünkü irtidatla birlikte sahip olduğu ismet-i şahsiyesini kaybetmiştir(4) Gayrımüslim olan kâfir ise davete muhtaçtır. İslâm hakkında doğru bir bilgiye sahip değildir. İbn-i Abidin: "İrtidat eden ve muharip durumuna geçen kimsenin öldürülmesi, dinin muhafazası için zaruridir. Çünkü dinin muhafazası maslahatların en üstünüdür"(5) hükmünü zikreder. Hanefî fukahası: "İrtidat eden erkeğin öldürülmesinde, kadının ise hapsedilmesinde müttefiktir. Çünkü kadın muharip (savaşçı) durumunda değildir."(6) Bu noktada şunu hatırlatmakta fayda vardır. Mürted olan erkek derhal öldürülmez; önce irtidat sebebi araştırılıp, şüpheye düştüğü husus izah edilir ve tecdid-i imânâ davet edilir.(8)Bütün bunlardan sonra, durum değişmezse ulû'lemr tarafından öldürülür. Bu cezayı herhangi bir mü'min, kendi şahsî reyiyle yapamaz. Çünkü velâyete tecavüz câiz değildir. Ulû'lemr, bütün ümmetin velâyetine sahiptir.
KAYNAKLAR
(1) Doç. Numan Abdürrezzak Samarraî, İslâm Fıkhında Mürted'in Tâhi Olduğu Hükümler, İstanbul 1970, stı. 17-1 R.
(2)İbn-i Manzur, Lisanû'I Arab, Beyrut: 1955, c.IV, sh.154.
(3)Bakara sûresi: 217.
(4)İmam-ı Serahsî, el-Mebsuı, Beyrut D.İhya Neşri, c.IX, sh.109.
(5)İbn-i Abidin, Ulûdu Resnıi'l Müjü (fi Mecmuati'r Resail) İst.1325, e. I, sh.318.
(6)İmam-ı Merginani, el-Hidaye Şeı-hû Bidayeti'I Mübtedi, Kahire:1965, c. II, sh.164.
(7)İmam-ı Serahsî, a.g.e., c. IX, sh.98.
(8)İmam-ı Serahsî, a.g.e., c. IX, sh.106.
İSRÂF
İSRAF Arapça bir kelime olup, serefe kökünden gelmektedir. Ser-ef, herhangi bir şeyde makûl haddi aşmak demektir.(1)Lugatlarda, lüzumsuz yere harcamak, ihtiyaçtan fazla tüketmek,(2) savurganlık(3) gibi mânâlar verilmiştir. Istılâhta ise gayrımeşrû (şer'î olmayan) bir gaye için mal sarfetmeye israf denir. Ehl-i hal ûlema, "İsraf'ta hayır yoktur" vecizesi ile bunu gayet güzel ifade etmiştir.Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey Âdemoğulları, her mescid huzurunda (namaz ve tavaf anında -Celâleyn) ziynetinizi alın, giyin, yiyiniz, içiniz; israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri (müsrifleri) sevmez" buyurulmuştur.(4) Kadı Beyzâvî Envaru't Tenzi, isimli tefsirinde, cahiliyye döneminde Arapların "Günah işlediğimiz elbise ile tavaf edemeyiz" gerekçesi ile Kâbe-i Muazzama'yı çıplak tavaf etmelerini, takbih ve setr-i avreti farz kıldığını beyan etmektedir.(5) Bu ayet-i kerimeyi ve Resûl-i Ekrem (sav)'in "Mide hastalıklar evidir. Perhiz ve az yemek her devanın (şifanın) başıdır. Bedenine âdet ettiği şeyleri ver."(6) Hadîs-i şerifini esas alarak: "Hayatta kalacak kadar yemek farzdır. Bir kimse yeme-içmeyi terk etse ve bu yüzden ölse, âsi olmuş olur. Farz olan ibadetleri ayakta eda edebilecek ve orucu kolaylıkla tutabilecek kadar yemek mendup, doyacak kadar yemek mübahtır. Bunun dışiııda haramlık başlar. Doymaktan ziyade bedenin kuvvetlenmesini kastederek yemek haramdır"(7) hükmü zikredilir. Allahû Teâla (cc) mü'minlerle kâfirleri tarif ederken: "Şüphesiz ki Allah iman edip, salih amellerde bulunanları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Küfredenlere gelince; onlar dünyada sadece zevk ü sefa ederler, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri de ateştir."(8) buyurmaktadır. Fahrüddin-i Râzi, "kâfırlerin yemeleri ile hayvanların yemelerinin birbirine benzetilmesinde üç unsur vardır. Bunlar; (a) Kâfirler ancak hayvan gibi, sadece yemeyi içmeyi düşünürler; (b) Küfredenler, tıpkı hayvan gibi yediği nimetleri yaratanı, yani Allahû Teâla (cc)'yı düşünmezler; (c) Hayvanlar yeme içme sonucu semizlenip boğazlanacaklarını bilmedikleri gibi, kâfirler de bundan habersizdirler."(9) demektedir.Müminler emek vermek, ev konforu ve diğer hususlarda ihtiyaçtan fazlasının israf olduğunun şuurundadırlar. Münafıklar ise bu hususta ciddî değildirler. Bilindiği gibi, müsriflerin lideri Kârun ve Ebû Cehil'dir.
KAYNAKLAR
(1) Diyanet Gazetesi,15 Ocak 1971, Sayı:11, sh. 3
(2) Abdullah Yeğin, Yeni Lûgat, İst.1975, sh. 298.
(3) Mevlüt San, el-Mevarid, İst: ty., sh. 24.
(4) A'râf sûresi: 31.
(5) Mecmuat'u't Tefasir, Mtb. Amire, İst. 1318'den ofset, Çağn Yayını, c. II, sh. 543.
(6) İmam-ı Kurtubi, el-Camü h Ahkâmû'1 Kur'dn, Kahire:1967 (3. bsm.) c. VII, sh.192.
(7) Musannıf İbrahim Halebi, İzahlı Mülteka el-Ebhur, İst.1976, c. IV; sh.132-133.
(8) Muhammed suresi:12.
(9) Mehmed Vehbi, Hulâsat'ül Beyan fi Tefsirü'I Kur'dn, İst. c. XIII, sh. 5385.
KAVM-KİYAM-NESEB
KAVM-KIYAM-NESEB İdeolojiler hakikati bulmanın değil, ancak birbirlerinin yanlışını tesbit etmenin ve hakikatten mahrum kalmanın vasıtalarıdır. İnsanın yaratılışı ve kâinat içerisindeki yeri konusunda değişik teoriler ortaya atılmıştır. Efsanelerden ve destanlardan yola çıkan filozofların, vardıkları sonuçların ilmî bir değeri olmadığı gibi, kavimlerin menşei konusundaki teorilerinin de bir değeri yoktur. Zira Hz. Âdem (as)'dan itibaren aile, asabe, aşiret, kavm ve devlet vakıaları devam etmektedir. Bu sünnetûllah, kıyamete kadar devam edecektir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de "Ey insanlar!. Hakikat biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi (sırf) birbirinizle tanışmanız için büyük büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki sizin Allah nezdinde en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır."(1) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyla insanların birbirleriyle münasebet kurmaları, tabiî bir hadisedir. Türkçe'de "ilişki, yakınlık ve uygunluk" gibi mânâlarda kullandığımız münasebet kelimesi Arapça olup Ne-Se-Be köküne dayanmaktadır. Günlük konuşmalarımızda neseb kelimesini sık sık kullanırız. Ancak bunun münasebet kelimesiyle ilgisi üzerinde hiç durmayız. Halbuki aynı aileden gelen insanlar; (neseb birliği) birbirleriyle daima ilişki (münasebet) halindedirler. Kâmûs mütercimi Âsım efendi "münasebet" kelimesini şöyle izah etmektedir: "Bir nesne ahere (başka bir nesneye) ya iki nesne birbirine, şibih ve misl olmak mânâsınadır ki, karabet (akrabalık) manasından melhuzdur." İfade biraz ağır. Ancak münasebet kelimesinin neseb birliği (karabet) ile âlâkası ortaya konulmuştur. Feraiz ilminde, asabenin ayrı bir yeri vardır. İsim olarak "asab"; sinir ve sarmaşık mânâsına gelir. Masdarından türetilmiş birçok kelime daha vardır ki; hepsi de "bağlamak, toplanmak, birikmek, etrafını çevirmek ve himaye etmek" gibi mânâlara gelir. Asabiyyet ise, aynı kökten gelen asabenin nisbî masdarıdır. Asabe bir hukuk terimi oluşunun dışında, "bir kimsenin baba tarafından akrabaları" mânâsına kullanılır. Bu noktadan hareket edilerek "akrabasının ve aşireti durumunda olan kimselerin yardımına koşma, onları zulüm ve haksızlıkta destekleme" işine asabiyet gayreti denilmiştir. Sahabe-i kiram'dan Cübeyr b. Mûtim (r.a) tarafından rivayet edilen hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem (sav): "Halkı, asabiyet için toplanmaya çağıran, asabiyet uğrunda döğüşüp, çarpışan ve asabiyet yolunda ölen kimse bizden değildir."(2) buyurmuştur. İbn-i Abidin "cenaze namazı" bahsinde: "Çeteci; zulüm için kavmine yardım eden, onlar için gelen kimsedir. `Asabiyete çağıran yahut asabiyet için çarpışan bizden değildir.' hadisi bu kabildendir. Dürerü'l-Bihar şerhi Nevâzil'de şöyle denilmiştir: "Ulemâmız asabiyet için öldürülenleri bu tafsilata göre bağiler hükmünde tutmuşlardır. el-Muğni adlı kitapta Dervazekli ile Kelebâzlı da baği hükmünde tutulmuştur. (Dervazek ile Kelebâz iki mahalle olup, biri Buhara'da, diğeri Nişabur'dadır). Bu gibilere durup bakarken, kendilerine taş veya başka bir şey isabet ederek o halde ölenler de bu hükümdedir. Oradan dağıldıktan sonra ölürlerse (cenaze) namazları kılınır."(3) diyerek, önemli bir hususa işaret etmiştir. Müftabih kavle göre, zulüm ve haksızlık için kavmine yardım eden kimse, o esnada ölürse, cenaze namazı kılınmaz.Takva ve hayır hususunda kavmine yardım eden, onların zulümlerini durdurmak için gayret sarfeden kimse sâlih bir amel işlenıiş olur. Bu girişten sonra şu önemli nokta üzerinde durmakta fayda vardır. İnsanların kavimlerini, dillerini ve renklerini kendi iradeleriyle seçemedikleri muhakkaktır. Bu mahiyete hiç kimsenin bir itirazı olamaz. Çünkü hiç kimse dünyaya gelirken, dilekçe vererek hangi kavimden olacağını, hangi dili konuşacağını veya rengini talep etmiş değildir. Allahû Teâlâ nın (cc) takdiri sözkonusudur. İnsanın kendi iradesi ve ameli sonucu kazanmadığı kavmi, dili ve rengi sebebiyle övünmesi cahilliğinin verdiği bir gururdan ibarettir. Gurur kelimesi gar kökünden gelir ve aldatma mânâsınadır. İnsan bazen kendi kendini de (gurura kapılarak) aldatır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Ey insanlar! Haberiniz olsun ki, Rabbiniz birdir. Babanız da (Hz. Âdem) birdir. Biliniz ki; arabın arap olmayan üzerinde, arap olmayanın da arap üzerinde; kızıl derilinin siyah derili üzerinde, siyah derilinin de kızıl derili üzerinde, hiçbir üstünlüğü ve fazileti yoktur (hepiniz yaratılış olarak birsiniz). Ancak üstünlük takva iledir. Tebliğ ettim mi?"(4) buyurduğu sabittir.Günümüzde yanlış kullanılan kavramlardan birisi de kavmdir. Zira Arapçâ da kavm; aynı soydan gelsin veya gelmesin, insan topluluğu mânâsında kullanılmıştır. Asabe ve aşirette "nesep birliği" ön plandadır. Ancak kavm için, nesep birliği zaruri değildir. Nitekim Kâmusta bu mesele şu şekilde açıklanmıştır: "Şârih der ki; kavmin cemaate ıtlâkı mühimmata kıyamları tasavvuruna mebnidir. Yani "kavme; cemaat ve topluluk anlamı verilmesi, önemli işlere kalkışmaları (kıyamları) düşüncesine dayanır." Mesele bu açıdan ele alındığı zaman kavm; kıyam edebilen ferdlerin bir araya gelmesiyle meydana gelen bir topluluktur. Kur'ân-ı Kerim'de kavm terimi hem devlet, hem topluluk mânâsına kullanılmıştır: "Bir mü'minin, diğer bir mü'mini yanlışlık eseri olmayarak (kasden) öldürmesi yakışmaz. Kim bir mü'mini yanlışlıkla (hataen öldürürse, mü'min bir köleyi azad etmesi ve (ölenin) ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi lâzımdır. Meğer ki onlar(o diyeti) sadaka olarak bağışlamış olsunlar. Eğer (öldürülen) mü'min olmakla beraber, size düşman olan bir kavmden (darû'l-harp ahalisinden) ise, o zaman öldürenin mü'min bir köle azad etmesi lazımdır. Şayet kendileriyle aranızda anlaşma olan bir kavimden (darû'l-musalâha ahalisinden) ise, o vakit mirasçılarına bir diyet vermek ve bir de mü'min bir köle azad etmek gerekir. Kim (bunları) bulamazsa, Allah'dan tevbesinin kabülü için, birbiri ardınca iki ay oruç tutması icab eder. "Allah her şeyi bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir."(5) İmam-ı Şafii (rh.a) bu âyeti zikrettikten sonra şunları beyan eder: "Görüldüğü gibi Allahû Teâla (cc) hataen öldürülen bir mü'min için, diyet ve bir kölenin azadını emretmiştir. Aramızda muahede bulunan; kanı, dâr ı ve ahdi korunması gerekenlerin durumlarını da beyan buyurmuştur. Kanı ve dâr ı masûm olmayan; dâru'l-harp'te yaşayan mü'min için ise diyet yoktur. Keffaret vardır. Zira mü'minin kanı iman etmesi sebebiyle korunmuştur."(6) Dikkat edilirse bu âyet-i kerime'de; mü'minlerin gerek savaş, gerek musalaha yaptıkları devletler, kavm olarak anılmaktadır. Dolayısıyle bu âyette kavm terimi, devlet mânâsınadır. İslâm devletinin, bir toplumun bütün fertleriyle sulh yapması düşünülemez. Muhakkak ki, sulh yapılacak toplumun siyasî bir teşkilatının olması gerekir. Mü'minlerin emîri ile kâfirlerin emîri, karşılıklı sulh imzalayabilirler. Bu gerçekleştiği zaman, darû'l-musalaha vakıası ortaya çıkar. Bu durumda "Şayet aranızda anlaşma olan bir kavimden (devletten) ise, o vakit mirasçılarına bir diyet vermek ve bir de mü'min köle azad etmek gerekir" hükmü açıklık kazanmış olur.Kur'ân-ı Kerim'de kavm terimi, toplum mânâsına da kullanılmıştır: "(Musa) `Ya Rabbi!.. Ben kendimle kardeşimden başkasına, sahip değilim (sözüm geçmiyor). Artık bizimle bu fâsık kavmin (kavmi'l fâsikiyn) arasını sen ayır' dedi."(7) Burada kavm terimi, toplum mânâsına kullanılmıştır. Sadece Farabî, bu âyette yer alan kavm kelimesinin "devlet" mânâsına kullanıldığı kanaatindedir. Ancak Hz. Musa (a.s)'ın şikâyet ettiği toplum, iman eden, fakat itaat etmeyen kimselerden müteşekklidir. Yine bir diğer âyet-i kerimede: "Daha evvel de Nuh kavmini (helâk ettik). Çünkü onlar fâsık bir kavim (kavmen fâsikiyn) idiler."(8) hükmü beyan buyurulmuştur. Burada da kavm terimi, toplum mânâsınadır.Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür. Aile, asabe ve aşiret arasında "nesep birliği" ön plândadır. Kavm için nesep birliği zaruri değildir. Zira kavm terimi; Kur'ân-ı Kerim'de ve sünnette, hem "devlet", hem "topluluk" mânâsına kullanılmıştır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kim bir kavme benzerse, o (kimse de) onlardandır."(9) hadisi de, bu açıdan değerlendirilmelidir.Kavm terimi ve ıstılâhı ile birlikte ele alınması gereken bir kavram da kıyamdır. Zira kavm ile kıyam arasında (mühim işleri gerçekleştirnıe açısından) bir ilişki vardır.Kıyam kelimesi, Ka-Me fül kökünden gelir. Bu fiil ve kendinden türeyen "müstakim, makam, ikamet, istikâmet vb.." gibi kelimeler, birçok ıstılâhı gündeme getirir. Kame, kalkınak, ayakta durmak, yerine gelmek ve düzelmek mânâsınadır. Alâ harf-i cerri ile kullanıldığında "devam ve sebat etmek", "li" harfi cerri ile kullanıldığında zaman "yönetimi ve işi üzerine almak" demektir. Ekâme; yerine getirmek, ikâmet etmek, doğrultmak, düzeltmek ve hakkını vererek yapmak mânâsınadır. Kayyûm, her şeyi ayakta tutan, koruyan; kayyime, tam ve kâmil; mekam, ayakların bastığı yer, oturulan mevki ve oturan kişiyi belli eden nokta; mûkim, ikamet eden, oturan anlamlarına gelmektedir. Sırat-ı müstakim terkibindeki müstakîm kelimesi de aynı kökten gelir. İnsanlar için asıl olan; iman etmek, sâlih amel işlemek, hakkı ve sabrı tavsiye etmektir. Hüsrandan kurtulmanın yolu budur. Dolayısıyla sürekli mücadele esastır. Bu sebeple oturmak değil, ayakta olmak (kıyam) önemlidir. Allahû Teâla (cc)'nın rızası için kıyam İslâmî hükümleri yerine getiren (ikâme eden) ve ihlâsla hesap gününe hazırlanan mü'minler essırat'ül-müstakîm üzerindedirler. Dolayısıyla kıyam, her türlü salih amelde gündeme girer. Hizbûllah, ensarûllah ve cündullah in değişmez vasfı, kıyam üzere olmak ve İslâm'ın hükümlerini ikâme etmektir.
KAYNAKLAR
(1) Hûcurat sûresi:13
(2) Sünen-i Ebû Davud, İst. 1401, Çağn Yay., c. V, sh. 342, K. Edeb: 121 Had. No: 5121. Aynca asabiyet gayretini zemmeden ve zulümde yardımlaşmayı yasaklayan benzer hadisler için bkz. Sahih-i Müslim, İst. 1401, K. İmare: 13 Had. No: 53 (1848). İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, İst.1401, c. II, sh. 488.
(3) İbn-i Abidin, Reddü'I Muhtar Ale'd Dürri'1 Muhtar İst.1983, Şamil Yay., c. III, sh. 436-437.
(4) İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, İst. 1401, c. V, sh. 411.
(5) Nisâ sûresi: 92.
(6) İmam-ı Şafü, er-Risale, Kahire 1979 (2. bsm.), sh. 301-302, Madde: 837.
(7) Maide sûresi: 25.
(8) Zâriyat sûresi: 46.
(9) İmam-Serahsî, Mebsut, Beyrut, ty. c. X, sh. 3. Ayrıca Sünen-i Ebû Davud.
KIYAS-I FUKAHA
KIYAS-I FUKAHA Önce kelime üzerinde duralım. Kıyas lûgatta takdir, müsüvat, bir şeyl diğer bir şey ile ölçmek mânâsınadır. Buna mukayese denir.(1) Istılâhta, "zikredilen iki şeyden birinin hükmünün aynını, illetinin aynı olması sebebiyle diğerinde de göstermek, açıklamaktır."(2)Kur'ân-ı Kerim'de: "İşte ey akıl sahipleri, siz (bundan) ibret alın"(3) buyurulmuştur. Bu âyet-i kerîmede geçen ,fağtehirû kelimesinin kökü, i'tibardır. Bunun lûgat mânâsı, bir şeyin hükmünü benzerine geçirmektir. Açıklama, düşünme mânâlarına da gelir.(4) Bütün bu unsurların "kıyas"ta bulunduğu bir gerçektir.Kıyas-ı fûkaha; kitap, sünnet, icma-i ümmete bağlı bir delildir. Bilinen bir meselenin belli hükmü, diğer benzer meselelerde ortaya konulur. Kıyas-ı fûkahanın özelliği sadece fıkıh sahasında delil olmasıdır.(5) Halbuki kitap, sünnet ve icma-ı ümmetin, şer'î olan her alanda delil olduğu bilinmektedir. İbâdetlerde, hududlarda ve keffaretlerde, illetin kesin olarak tesbiti imkânsızdır. Dolayısıyla ibadette, hududda ve keffâretlerde, başkaları kıyas yapılarak yeni bir hükme varılamaz (6) Ayrıca Resûl-i Ekrem (sav)'in sır kâtibi durumunda bulunan Hz. Huzeyme (r.a)'nin tek başına şahidliğinin, hükmün sübûtu için geçerli olduğu dikkate alınarak, kıyas yapılamaz. Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in Hz. Huzeyme (r.a)'ye tanıdığı bu haktaki illeti de kesin olarak tesbit etmek imkânsızdır.(7) Kur'ân-ı Kerim'de iki erkek şahidin gerekli olduğu emredildiğine göre(8) bu hususta kıyasa kalkmak mümkün değildir.Kitap, sünnet ve icma ile kat'iyyet ifade eden herhangi bir konuda, bu kat'iyyeti bozacak herhangi bir kıyasa kalkmak mümkün değildir. Zira kıyas, temelde bu üç ana delile dayanır. Müctehid olmayan herhangi bir kimsenin yapmış olduğu kıyas geçerli değildir. Çünkü kıyas, sadece akla dayanan bir olay değil, kitap, sünnet ve icma-ı ümmete dayanan bir delildir.
(1) Ömer Nasûhi Bilmen, Hukuk-i İslâmiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, İst. 1976, c. I, sh. 171, Madde: 459. Ayrıca Muhammed Ma'ruf Devalabi, el-Medhal, Dımeşk 1965 (5. bsm.), sh. 53. Abdülaziz el-Buhari, Ke,cfû'l Esrar, İst.1308, c. III, sh. 268.
(2) Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fi Şerhi Mirkat elVüsûl, İst.1307, c. II, sh. 70.
(3)Haşr sûresi: 2
(4)İmam-ı Serahsî, Temhidü'! Füsûl, Beyrut:1393, c. II,sh.125.
(5)İmam-ı Serahsî, el-Mebsut, Beynıt: D. İhya Neşri, c.XVI, sh.62 vd. Aynca, Abdülaziz el-Buhari, a.g.e.,c. I, sh.19.
(6)Molla Hüsrev, a.g.e., c. II, sh.77 vd.
(7)İmam-ı Serahsi, Temhidû'I Füsûl, c. II, sh.149 vd.
(8)Bakara sûresi:282.
KÜFÜR
KÜFÜR Lûgat mânâsı; "bir şeyi örtmek, gizlemek" demektir(1). Varlığı istifhama yer bırakmıyacak derecede açık olan bir şeyi, sun'i olarak gizlemektir. Delâlet-i ve sûbuti kat'i olan haberleri gizleyenler ve Allahû Teâla (cc)'a iman etmeyenlere kâfir denilir. Çoğulu küffâr veya kefere'dir. Kadın için kâfire'nin çoğulu kevâfir kullanılr.(2) İmam-ı Gazzalî, küfrü: "Resûl-i Ekrem (sav) in getirmiş olduğu haberlere, (Kur'ân'a ve sünnete) inanmamak, onları yalanlamak" olarak tarif eder.(3)Kur'ân-ı Kerim'de: "Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler var ya, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir."(4) buyurulmuştur. İbn-i Kesir, bu âyet-i kerîmeyi tefsir ederken, İbn-i Abbas (ra.)'ın: "Kim Allah'ın indirdiği hükümleri bile bile red ve inkâr ederse kâfir olur" buyurduğunu beyan etmektedir (5) Tefsir-i Mücahidde bu âyet-i kerimenin "umûm" ifade ettiğini . İsrailoğulları hakkında inmesinin, hükmü tahsis etmediği kayıtlıdır.(6) Küfür değişik açılardan ele alınarak sınıflara ayrılmıştır. Bunlardan bir kısmını izaha gayret edelim:1. Mutlak Küfür (Küfr-i İnkârî): Allahû Teâla (cc)'yı Resûl-i Ekrem (sav)'i ve zarurat-ı diniyyeden olan şeylerin tamamını inkâr edenler, mutlak kâfirlerdir.2. Küfr-i İnadî: İnsanın kalben Allahû Teâla (cc)'ya inanması, dil ile de zaman zaman ikrar etmesine rağmen, şöhret, makam, kin, ihtiras ve kavmiyetçilik sebebiyle İslâm dinine girmemesidir. Hz: Peygamber'in amcası Ebû Talib'in, "Ebû Talib atalarının dininden döndü" dedirtmemek için direnmesi, bunun güzel bir misâlidir.3. Küfr-i Nifak: İnsanın inanılması gereken şeyleri diliyle söylemesi, fakat kalbiyle tasdik etmemesidir. Münafıkların "iman" iddiası, bu şubeye girer.4. Küfr-i Cehlî: İnsanın hem Allahû Teâla (cc)'ya, hem de Resûl-i Ekrem (sav)'e iman etmesi, fakat cehâlet sebebiyle zaruriyyat-ı diniyyeden olan şeyleri inkâr etmesidir. Günümüzde en yaygın olan küfür çeşidi budur.5. Küfr-i Cûhud: İnsanın kalben Allahû Teâla (cc)'ya inanması, ancak diliyle imanını itiraf etmemesidir.
KAYNAKLAR
(1) İbn-i Manzur, Lisanû'I Arab, Beyrut 1955, c. V, sh. 145 vd.
(2) Mecduddin eş-Şirazi el-Firûzabadi, Kamûsu'I Muhit İstanbul 1304, c. II, sh. 262
(3) İmam-ı Gazzalî, Faysalû'ı Tefrika, Kahire 1319, M: el-Kabbani Neşri, sh.19.
(4) Mâide sûresi: 44.
(5) İbn-i Kesir, Tefsiru'I Kur'ân'il Azim, Beyrut 1969, Dârıı 1-Marife Netri, c. II, sh. 61 vd.
(6) Tefsirû'l Mücahid, Katar 30 Recep 1396, A. İbrahim Ensari neş. c. I, sh.197.
KUR'AN-I KERİM
KUR'ÂN-I KERÎM Kur'ân kelimesinin kökü ve mânâsı hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. İslâm ûleması, bu kelimenin hemzeli veya hemzesiz oluşu bakımından iki ayrı grupta toplanmıştır. Hemzesiz olduğunu esas alanlar; Kur'ân, karine kelimesinin çoğulu olan el-karain den türemiştir. Zira "O'nun âyetlerinden bazısı, bazısına benzer" iddiasındadırlar. Kur'ân kelimesinin hemzeli olduğunu iddia edenler; "Kur'ân kelimesi fuğlan veznindedir ve hemzelidir. Toplama mânâsına gelen karae kelimesinden türemiştir" tezini ileri sürerler(1). Istılâhta genel olarak: "Allah tarafından, Cebrail vasıtasıyla Resûl-i Ekrem (sav)'e indirilmiş olan ve peygamberimizden bize tevatüren nakledilen bir nazmdır"(2) tarifi uygun bulunmuştur.Bunun dışında "Müslümanların mukaddes kitabı olup, Resûl-i Ekrem (sav)'e gelen vahiyleri ihtiva eder"(3) ve "Allahû Teâla (cc) tarafından, Resûl-i Ekrem (sav)'e vahiy yoluyla indirilmiş, mushaflarda yazılmış, tevatürle nakledilmiş, tilâvetiyle taabbüd olunan mu'ciz kelâmdır"(4) şeklindeki tariflere de rastlamak mümkündür.Kur'ân-ı Kerim'in mucize olduğu hususunda hiçbir ihtilâf yoktur. Ebû Niansur ıvıunammed el-Matûridî (rh.a)'ye göre: "Kur'ân-ı Kerîm'in îcaz yönü belâgatının kemâle ulaşmasıdır. Eğer bu îcaz, belâgat yönünden başka şeylerde olsaydı, benzerini getirmek için uğraşan Arapları, başka yönleriyle de âciz bırakması gerekirdi. Gaybtan haber vermesi, tenakûzdan hâli olması ister dünyevî, ister uhrevi olsun bütün mesalihi ihtiva etmesi gibi yönlerde. Bu zikredilen haller sadece Kur'ân a mahsus olmayıp, diğer bütün ilâhi kitaplarda da mevcuttur."(5)Kur'ân-ı Kerim, İslâm fıkhında her yönden mutlak asıldır.(6) İmam-ı Kurtubî, "Kur'ân-ı Kerîm'in îcazlarından birisi de ilimdir. Helâl, haram vesair hükümlerle, insanlığı ayakta tutan, ailevî ve beşeri münasebetleri düzene koyan ve saadeti hazırlayan bir ilim" diyerek bu konuya açıklık getirmiştir (7) Kur'ân-ı Kerim'den olduğu sabit olan bir harfi, bir kelimeyi veya bir âyeti inkâr edenin küfrü üzerinde ittifak vardır.(8) Dolayısıyla hiçbir ideoloji gösterilemez ki, temelde küfre dayanmasın.
KAYNAKLAR
(1) Doç.Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Ank. 1971, sh. 31 vd.
(2) Molla Hüsrev, Mir'at e1-Usûl fi Şerhi'l Mirkat elVüsûl, İst.1307, c. I, sh. 33.
(3) İslâm Ansiklopedisi, İst. 1977, c. VI, sh. 995, ("Kur'ân" mad.)
(4) Doç.Dr. İsmait'Cerrahoğlu, a.g.e., sh. 34.
(5) Muhyiddin Ebû Abdullah Muhammed b. Süleyman el-Kafiyeci, Kitabu't Taysir fi Kavaidi İlmi't Tefsir Ank.1974, sh. 56-57.
(6) Abdülaziz el-Buhari, Ke,sfîı'I Esrar, İst.1308, c.I, sh. 19.
(7) İmam-ı Kurtubi, e1-Camü li Ahkâmû'l Kur'ân, Kahire:1976, c. I, sh. 75.
(8) Şeyh Nizamüddin ve Bir Heyet, el-Feteva-i Hindiyye, Beyrut:1400, c. II, sh. 266 vd.
MAL EMNİYETİ
MAL EMNİYETİ İslam dininin zaruriyyat mertebesinde gördüğü maslahatlardan birisi de mal emniyetidir.(1) Meseleyi daha net olarak kavrayabilmek için "mal nedir?" sualine cevap arayalım. İslâm ûleması; "O ki yeryüzünde ne varsa, hepsini sizin için yarattı"(2) Ayet-i kerîmesini esas alarak, "insanların ihtiyaçlarını karşılamak için Allahû Teâla (cc) tarafından yaratılmış ve istenildiği zaman elde edilip kullanılabilen, insandan maada (gayri) şeylere mal denir"(3) tarifini esas almıştır. İmam-ı Şafiî (rh.a), haramı, ihtiyaç olarak kabul etmediği için "İhtiyaçlarımızı karşılayan şeylere mal denir"(4) tarifini benimsemiştir. Tevhid ve sıfat ilmi ile meşgul olanlar "haram; rızk ve mal hükmünde midir, değil midir?" suali çerçevesinde kıymetli eserler ortaya koymuşlardır.Ehl-i Sünnet'in müctehid imamları malı genellikle iki kısma ayırarak tahlil etmişlerdir. Bunlar: 1. Mütekavvim mallar ve 2. Gayr-i mütekavvim mallar.Bu iki ıstılâh mahiyet itibariyle çok önemlidir. Zira bir malın mütekavvim (dayanıklı) olabilmesi için, helâl olması şarttır. Umûmi kaidelerden birisi de "haramlığına dair husûsi bir delil (nass) bulunmayan her eşyada ibaha (mübahlık) esastır."(5) şeklinde tarif edilmiştir. Ayrıca "helal" ve "haram" hududları, bütün insanlar için müşterektir. Dolayısıyle bir malın "mütekavvim" olup olmadığını tesbit etmek kolaydır. Herhangi bir malın, insanın mülkiyetine konu olabilmesi için "mütekavvim" olmasının yanında, meşrû (şer'i) yoldan elde edilmesi de şarttır. Bir mal helâl dahi olsa, hırsızlık veya akd-i fasidle (faiz, vs.) veya akd-i bâtılla elde edildiğinde, kişinin mülkiyetine devredilemez. Bu noktada "helâl ve haram hududlarını kim tayin edecek?" sualine muhatap olabiliriz. Timdi Sünen-i Tirmizi'de, yer alan ve Adiyy b. Hatem (r.a)'dan rivayet edilen şu hadis-i şerife dikkat edelim: Hz. Adiyy b. Hatem (r.a): Henüz İslâm'a girmeden önce, Resûli Ekrem (sav)'in "Onlar Allah'ı bırakıp bilginlerini, Meryem oğlu Mesih'i ilâhlar edindiler"(6) âyet-i kerîmesini okuduğunu işittiğini, bunun üzerine "Yâ Muhammed, onlar bunlara ibadet etmediler" şeklinde itirazda bulunduğunu, bu itiraza karşılık Resûl-i Ekrem (sav)'in; "Gerçi onlar bunlara şeklen ibadet etmiyorlardı. Fakat (bilginler, rahipler ve Meryem oğlu Mesih adına konuşanlar) bunlar, her hangi bir şeyi onlara "helâl" kıldıkları vakit onu "helâl" kabul ediyorlardı veya herhangi bir şeyi onlara "haram" kıldıkları vakit onu "haram"kabul ediyorlardı.(7) şeklinde izah buyurduğunu beyan etmektedir. Görüldüğü gibi selâhiyetleri (devlet başkanı, başbakan, vs.)ne olursa olsun hiçbir kimsenin "helal" ve "haram" hududlarını tayin etme hakkı yoktur. Resûl-i Ekrem (sav)'in "helâl" ve "haram" hususundaki hadîs-i şerîfleri, Allahû Teâla (cc)'nın iradesini ve hükmünü açıklamaktan ibarettir. Nitekim "Ve o, kendi hevâ ve hevesinden söz söylemez'(8) âyet-i kerîmesindeki mahiyet budur. İslâm ûleması, mütevatir sünnetin inkârının insanı küfre sürükleyeceği hususunda müttefiktirler (9)Helâl ve haram hududlarının tayininde; delâlet-i ve subûti kat'i bir nassın bulunması, zarûrettir.(10) Bu da; ya muhkem bir âyet, ya mütevatir bir sünnettir. Dikkat edilirse, Kur'ân-ı Kerim'de bulunan müfesser ve muhkem nasslar (âyetler) ve mefhumu kat'iyyet ifade eden mütevatir sünnetler, aynı zamanda "farz olan hükümlerin" temelini teşkil eder. "Haram" hududlarını tayinde de, aynı kat'iyyet gerekir. Nitekim bütün müctehid imamlar: "Bir kimse helâlin haram olduğuna veya haramın helâl olduğuna itikad ederse kâfir olur."(11) hükmünde ittifak etmişlerdir. Tabiî burada zikredilen "haram li aynihî"dir.(12) şarap, domuz eti, leş, vs... Bütün bu izahlardan sonra şunu hatırlatalım ki; "helal" ve "haram" hududlarını, insanlardan herhangi bir zümrenin (bilginlerin, ruhban sınıfının veya işçi sınıfının) tayin etmesine rıza göstermek, onları "`ilâh" kabul etmektir ki, bu tevhid akidesini parçalar. Zira kelime-i tevhid "lâ ilâhe (İlâh yoktur)" diye başlar. İlâhları inkâr etmeden, Allahû Teâla (cc)'ya iman etmek mümkün değildir. İşte bütün ideolojik sistemler; üretim, üretim araçlarının mülkiyeti ve tüketim konularında, insanlar üzerine hükümler koyduğu için, "tâgûtî" nitelik taşır.İslâm dini, insanların mal emniyetini sağlamak için başta hadd-i sirkat olmak üzere, hıraba ve ta'zir cezalarını vaazetmiştir. Şimdi hadd-i sirkat'ın (hırsızın elinin kesilmesi) mahiyetini ortaya koyarak "mal emniyetini" izah edelim. Hanefi fûkahası, hadd-i sirkat'ın uygulanması için:l. Malın menkûl (taşmabilir) olmasını,2. Mütekavvim (mübah dayanıklı) olmasını, 3. Bir kimsenin mülkiyetine dahil olmasını,4. Nisap miktarından (on dirhem gümüş miktarı) fazla olmasını şart koşmuştur.(13) Bu dört hususta ittifak vardır. Eğer bir beldede; hadd-i sirkat uygulanmıyorsa, orada "mal emniyetinden" söz etmek mümkün değildir ve o belde dâru'l-harp tir."(14) Ehl-i Sünnet ve'l cemaatin bütün akaid kitaplarında "ulû'lemr" veya "imametle" ilgili fasıllarda; "eşkiya ve mütegallibenin tenkil edilmesi ve yola getirilmesi için imama ihtiyaç vardır" ibaresi yer alır(15). İmam-ı Serahsî; "eğer eşkiya, yalnız soygun yapmış (mütekavvim-mübah) ve muhterem olan (şer'an dokunulmaz) malı almış mal sahiplerini öldürmemişlerse, sağ elleriyle sol ayakları çaprazlama kesilir."(16) hükmünü zikrediyor ve bunun hangi kat'i delillere (nasslara) istinad ettiğini izah ediyor. İmam-ı Kasanî: "Eşkiya bir şarap kervanını soysa, herhangi bir ceza uygulanamaz. Çünkü şarabın haram olduğu kat'i delillerle sabittir. Mal hükmünde (mütekavvim-mübah, dayanıklı) görülemez. Bu hususta ittifak vardır."(17) buyuruyor. Görüldüğü gibi İslâm'ın "mal emniyeti" ve "mülkiyet" anlayışı, hiçbir çağdaş idelojiyle kıyaslanabilecek mahiyette değildir. Son yıllarda kaleme alınan birçok latince eserde İslâm'ın iktisat ve mülkiyet anlayışıyla, çağdaş ideolojiler kıyaslanmıştır. Halbuki kıyasta dikkat edilecek ilk husus, illet birliğinin bulunmasıdır. Ruhlar âleminde, Allahû Teâla (cc)'ya itaat edeceğine dair söz veren insan, bunun sonucu olarak "mülkiyet"e nâil olmuşlardır. Allah (cc)'ı inkâr eden insanın, O'nun yarattığı nimetler üzerinde söz sahibi olması düşünülemez. Dolayısıyle "demokratik-lâik" düzenlerde. İslâmî anlamda "mal emniyetinden" söz etmek,tevhid akidesine düşmanlıktan başka bir mânâ taşımaz.
KAYNAKLAR
(1) İmam-ı Gazzalî, el-Mustafa min İlmû'! Usûl, Beyrut: 1937, c. I, sh. 286 vd. Aynca, Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı Islâmiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, İst:1976, c. I. sh. 202, Madde: 513.
(2) Bakara sûresi: 29.
(3) İbn-i Nüceym, el-Bahru'r-Raik, Kahire 1311, c. V, sh. 277.
(4) İmam-ı Serahsi, el-Mebsut, Beyrut, Dâru'1-İhya Neşri, c. XI, sh. 78.
(5) Abdülaziz e1-Buhari, Ke,sfu'I-Esrar, İstanbul 1308, c. III, sh.196.
(6) Tevbe sûresi: 31.
(7) Muhammed İsa et-Tirmizi, Sünen-u Tirmizî, İst: 1400, Çağrı Yay. c. V, Tefsir babı: 10. (Türkçe Nüsha: Yunus Emre yay. İst. ty. c. V, sh. 206, Had. No: 3292).
(8) Necm sûresi: 3 (Mecmuatu't-Tefâsir, İst. 1320 baskısından tıpkıbasım, Çağn Yayını, c. VI, sh. 99).
(9) Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fi Şerhi Mirkat elVüsûl, İst:1307. c. II, sh. 8 vd.
(10) İbn-i Abdin, Reddü'I Muhtar Ale'd Dürri'I Muhtar, İst:1294, tb. c. V, sh. 295 vd.
(11) Molla Hüsrev, Gurer ve Dürer Tercümesi, İst: 1980, c. II, sh. 95. Ayrıca, Feteva-ı Hindiyye, Beyrut: 1400, c. II sh. 277.
(12) Muslihûddin Mustafa Kestelli, Na,siye-i Kestelli ala Şerhi'l Akaid, İst:1973, Salah Bilinci Yay. sh.191.
(13) Yusuf Kerimoğlu, Fıkhî Meseleler, İst: 1982, c. I, sh. 221 vd.
(14) Khustani, Camiû'r Rumuz, İst:1300, c. II, sh. 311.
(15) Metn-i Akaidi'l Ömer Nesefi, sh. 12. (Şerhi Akaidi'I Kesteli'nin sonunda) İst: 1973, Salah Bilici Yay. Ayrıca Hüsnü Aktaş, Medenî Vahşeı, Ank. 1981, (3. bsm.), sh. 212-213 (Okuma Parçası: III).
(16) İmam-ı Serahsi, a.g.e., c. IX, sh.196-199.
(17) İmam-ı Kasani, el-Bedaiû's-Senai, Beyrut, 1974, (2. bsm.), c. VII, sh. 70.
MA'RUF VE MÜNKER
MA'RUF-MÜNKER Allahû Teâla (cc) tarafından vahy yoluyla indirilen, peygamberler tarafından tebliğ edilen, insanların dünyada ve ahirette kurtuluşuna vesile olan itikadî ve amelî nizama İslâm denir. Hz. Âdem (a.s)'dan itibaren bütün peygamberler insanları "Allahû Teâla (cc)'ya iman etmeye ve sâlih ameller işlemeye" davet etmişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Andolsun ki biz her kavme Allah'a ibadet edin. Tâgûta kulluk etmekten kaçının diye (tebliğat yapması için) bir peygamber göndermişizdir."(1) hükmü beyan buyurulmuştur. İnsanları İslâm'a davet etmek ve ihlasla tebliğ hizmetinde bulunmak sâlih bir ameldir. Bütün peygamberler kavimlerine "Bu tebliğimiz karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyoruz. Bizim ücretimiz Allahû Teâla (cc)'ya aittir" diyerek, zihinlerde meydana gelebilecek şüpheleri gidermeye gayret etmişlerdir. İslâm ûleması bu konuda hassasiyet göstermiştir. Feteva-ı Hindiyye'de: "Vaaz eden (tebliğde bulunan) kimsenin, insanlardan kendi nefsi için bir şey talep etmesi helâl değildir. Zira bu fülde, tebliğ sebebiyle dünya menfaati elde etme vardır. Hülasa'da ve Tatarhaniye'de de böyledir."(2) hükmü kayıtlıdır.Kur'ân-ı Kerim'de: "Sizden öyle bir cemaat (ümmet) bulunmalıdır ki (onlar herkesi hayra çağırsmlar, iyiliği emretsinler ve kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar. İşte onlar muradına erenlerin ta kendileridir."(3) hükmü beyan buyurulmuştur. İslâm ûleması "İyiliği emretmek (emr-i bi'l ma'ruf ve kötülükleri önlemeye çalışmak (nehy-i ani'l-münker) farz-ı kifaye olan bir ameldir. Çünkü bu işle meşgul olan bir cemaatin (ümmetin) bulunması emredilmiştir. Hiç kimse bu sâlih amelle meşgul olmazsa; farz olan bir amel topluca terkedildiği için, bütün müslümanlar mes'ûl olurlar."(4) hükmünde müttefiktir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a andolsun ki, ya siz iyiliği (ma'rufu) emredip, kötülükten (münkerden) vazgeçirmeye çalışırsınız, ya Allah kendi katmdan sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman (azabm kaldırılması için) dua edersiniz. Fakat dualarınız kabul edilmez."(5) buyurduğu bilinnıektedir. Dikkat edilirse; hakkı tanıtmak, iyiliği (ma'rufu) emretmek ve kötülükten (münkerden) vazgeçirmeye çalışmak, İslâm dininin temel hedeflerinden birisidir. Dolayısıyla ma'ruf ve münker kavramlan; kelime-i şehadet getiren her insanı yakından ilgilendirir. Şimdi bu kelimeler üzerinde duralım.Ma'ruf kelimesi A-Ra-Fe fül kökünden gelir. Lûgatta; herhangi bir şeyi özelliklerine bakarak duyularla kavramak, eserini görerek tefekkür ve akıl yürütme yoluyla idrak etmek ve nihayetine ulaşmak mânâsınadır. Aynı kökten gelen ma'rifet 've irfan kelimeleri, bu fiilin masdarıdırlar.(6) Yine A-Ra-Fe fülinden gelen "i'tiraF' kelimesini sık sık duyar ve kullanırız. Genel olarak; ferdin, aleyhine olan bir vakıayı kabul ve ikrar etmesi mânâsınadır. Ayrıca "tanışmak ve kalben ısınmak" mânâsına gelen "teârüf' aynı kökten gelir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey insanlar!. Hakikat biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi (sırf) birbirinizle tanışmanız için (lite'ârefû) büyük büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık."(7) buyurulmuştur. Bu âyette geçen lite'ârefû, tanışmak, kalben birbirine ısınmak, bilişmek gibi mânâlara gelir.Münker kelimesi, ma'rufun zıddıdır. Ne-Ki-Ra fül kökünden gelir. Lugatta; tanımamak, herhangi bir şeyi özelliklerini bile bile tanımamazlıktan gelmek ve kanştırarak tanınmazlığa mahkûm etmek mânâsınadır. Masdarı nekr'dir.(8) Kur'ân-ı Kerîm'de bu mânâda kullanılmıştır: "Yusuf'un kardeşleri gelip onun huzuruna girdiler. (Yusuf) Onlan tanıdı (e'arefehûm). Onlar ise kendisini tanımıyorlardı (münkirûn)."(9) âyetinde, ma'ruf ve münker birbirinin zıddı olarak kullanılmıştır. Türkçe'de; bile bile inkâr eden ve tanımamazlıktan gelen kimseye münkir denir. Herhangi bir şeyi; etrafına câmi, ağyarma mâni olacak şekilde tanıtmaya ta'rif denilmiştir. Günlük hayatımızda tarif kelimesini bolbol kullanırız. Tarifin zıddı "tenkir"dir. Bunun mânâsı ise; birşeyi tanııımaz hale getirmek veya bunu gerçekleştirnıek için iyice karıştırmaktır.İslâm ûleması: "Allahû Teâla (cc)'nın kitabında ve Peygamber'in sünnetinde güzel görülen, selim (ve sahih) akıl sahiplerinin indinde sevimli bulunan (müstahsen olan) her şeyin ma'ruf olduğunda" ittifak halindedir. Münker ise; şer'an ve aklen kabul edilmesi mümkün olmayan her türlü kötülüğün ortak ismidir. Dolayısıyla İslâmî ıstılâhta (tıpkı kelime mânâlarında olduğu gibi) ma'ruf ve münker birbirinin zıddıdır.Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Allahû Teâla (cc)'ya isyan hususunda mahlûka itaat yoktur. İtaat ancak ma'ruftadır."(10) buyurduğu sabittir. İslâmî siyaset: "İnsanları dünya ve âhirette kurtulacakları yola irşad etmekle, onların salah ve menfaatlerine çalışmak" esasına dayanır. Bu sebeple İslâmî hükümlerin tamamı, iman ve âdil siyaset çevresinde toplanır.Kur'ân-ı Kerîm'de: "İnsanları Allah'a davet eden, sâlih ameller işleyen ve `Ben şüphesiz müslümanlardanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir? Ne (her) iyilik ne de (her) kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü (münkeri) en güzel yol ne ise, onunla önle!.. O zaman görürsün ki, seninle arasmda düşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın dostun olmuştur."(11) hükmü beyan buyuıulmuştur. Şurası muhakkaktır ki, nsanları hayra çağırmak iyiliği emretmek (emr-i bi'l-ma'ruf ve onları kötülük (münker)den vazgeçirmeye çalışmak, ilim ve ihlâs isteyen sâlih bir ameldir. Her insanm emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i anil münker hizmetini edâ etmesi mümkün değildir. İslâm ûleması, bu hizmeti edâ edecek kimselerde, zarurî olarak bulunması gereken vasıflar üzerinde durmuşlardır. İttifak ettikleri vasıflar şunlardır.1) İlim: İnsanları hayra çağırmak, iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirebilmek için ilim şarttır. Zira bilgisi olmayan kimselerin emr-i bi I-ma'ruf yapması caiz olmaz.2) Sabırlı ve halim-selim olmak: İbn-i Abidin: "İyiliği emreden kimse, karşısındakinin sözden anlamıyacağını, kötülüklerinden sözle, fül ile vazgeçmiyeceğini, hatta onu men etmeye kudreti olan hükümete, kocasına ve babasına bildirmekle dahi yola gelmeyeceğini bilirse, bu vazifeyi yapmak yine de kendisine lâzım gelir. Ancak terk ettiğinden dolayı günaha da girmez. Fakat iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak yine de efdaldir. Velev ki, dövüleceğine veya öldürüleceğine kalbi kanaat getirsin!.. Çünkü şehid olur. Allahû Teâla (cc): "Namazı dosdoğru kıl!.. İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış!.. Sana (bu emir ve nehiy sebebiyle) isabet eden her şeye sabret. Çünkü bunlar kat'i surette farzedilen umurdandır."(Lokman Sûresi:17) Yani, iyiliği emrettiğin vakit, sana bir hareket ve tecavüz vâkolursa sabret!.. Şüphesiz bu, umurun azim olanlarındandır. Yani hak olan işlerdendir. Bazıları bunu "farz olan işlerdendir" diye tefsir etmişlerdir. Bahsin tamamı "fusül" dendir diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Sabırsız ve katı yürekli olan kimselerin; emr-i bi'l-ma'ruf yapmaları, hûsûmetlere sebep olabilir.3) Emr-i bi'l ma'rufu, sadece Allahu Teala (cc)'nın rızası ve ilây-ı kelimetûllah niyetiyle yapmak şarttır. Bu olgunluğa erişemeyen kimse, öncelikle nefsinin tezkiyesine ağırlık vermelidir.4) Mükellefin; iyiliği emrettiği ve kötülükten vazgeçirmeye çalıştığı kimseye karşı, şefkatli ve mülâyim olması şarttır.5) Kişinin, emrettiği ma'rufu, önce kendi nefsinde yaşaması esastır. Allahû Teâla (cc)'nın "Ey iman edenler!.. Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Yapmayacağınızı söylemeniz, şiddetli bir buğzu davet etme noktasında, Allah indinde büyüdü."(Saf Sûresi: 2-3) ihtarını dikkate almak şarttır. Mükelefin nehyettiği kötülük için durum farklıdır. Aynı kötülüğü kendisi yapsa bile, yine de muhatabını nehyetmesi gerekir. Çünkü esas olan kötülüğü hem kendisinin terketmesi, hem de muhatabını ondan vazgeçirmesidir. Birinin terki, diğerinin edâsını iskat etmez. İzah ettiğimiz bu beş vasıf, Feteva-ı Hindiyye rle zikredilmiştir(12).İnsanları hayra çağırmak, iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmak; hem ferdî, hem ictimaî bir görevdir. Allahû Teâla (cc); bu sâlih amel için gayret sarfeden, bir cemaatin (ümmetin) bulunınasını emretmiş ve o cemaati müjdelemiştir. Resûl-i Ekrem (sav) hisbe teşkilatını kurarak; hayra çağırmak, iyiliği emretmeyi ve kötülükten vazgeçirmeye çalışma hizmetini müesseseleştirmiştir. Muhtesiblerin görevi budur. Ayrıca Resûl-i Ekrem (sav)'in: "İnsanlara ancak emîr vaaz-u nasihat eder veya emir tarafından görevlendirilmiş bir kimse!.. Üçüncüsü ancak mürai (ria ve gösteriş yapan) kimse olur."(13) buyurduğu bilinmektedir. Meseleyi bu açıdan ele alan fûkaha; "hangi emr-i bi'l-mar'uf, kimin vazifesidir?" sualini, şu şekilde cevaplandırnııştır: "El ile yapılacak iyiliği emretme (emr-i bi'l ma'ruf) âmirlerin vazifesidir. Dil ile emr-i bi'l ma'ruf yapmak ise âlimlerin görevidir. Kalb ile emr-i bi'l ma'ruf yapmak da avamın vazifesidir."(14)Sonuç olarak şunu söylebiliriz: İnsanları hayra çağımıak iyiliklerin yayılması için gayret sarfetmek ve kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmak, farz-ı kifaye olan bir cemaatin bu farzı edâ etmesinde büyük faide vardır. Öyle bir cemaat kurulmalı ve bütün mü'minler, İslâm'ın temel hedeflerinin gerçekleşmesi için ellerinden gelen gayreti sarfetmelidirler.
KAYNAKLAR
(1) Nahl sûresi: 36.
(2) Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, Feteva-ı Hindiyye, Beyrut:1400, c. V, sh. 319.
(3) Â1-i İmran sûresi:104.
(4) Mecmuatu't Tefasir, İst. 1979, Çağrı Yay., c. I, sh. 560-561. Aynca İmam-ı Gazzalî, Ihyau û'lûmi'd-din, İst.1975, Bedir Yay. c. II, sh. 757 vd. ,
(5) Sünen-i Tirmizi, İst.1401, Çağn Yay., c. IV, sh. 468 K. Fiten: 9 Had. No: 2169. Ayrıca, Hanbel, Müsned, c. V, sh. 383
(6) Geniş bilgi için bkz. Râğıb el-Isfahanî, el-Müfredat fi Garibi'I Kur'ân, İst. 1986, Kahraman yay., sh. 495-497.
(7) Hûcurat sûresi:13.
(8) Râğıb el-Isfahanî, a.g.e., sh. 770-771.
(9) Yusuf sûresi: 58.
(10) İbn-i Kesir, Tefsirû'I Kur'ân'il Azim, Beyrut 1969, c. I, sh. 518.
(11) Fussilet Sûresi: 33-34.
(12) Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, a.g.e., c. V, sh. 353.
(13) Mansur Ali Nâsıf, Tac Tercemesi, İst. 1976, EserYay., c. I, sh.111, Had. No:127.
(14) Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, a.g.e., c. V, sh. 353.
MASLAHAT
MASLAHAT Maslahat, Arapça bir kelime olup, Sa-La-Ha kökündendir, lûgat mânâsı menfaat ve iyiliğe vasıta olan şey anlamına gelir. Fe-se-de kökünden gelen mefsedet'in zıddır.(1) Kur'ân-ı Kerîm de: "Biz, imtihan olarak sizi hayır ile de, şer ile de, deniyoruz"(2) buyurulmaktadır. Kelâm ûlemasının "iyilik" ve "kötülük" (hüsn ve kubh) nedir? suali çerçevesindeki tartışması usûl-i fıkıh âlimlerinin, maslahat ve mefsedet nasıl tesbit edilir? suali ile devam eder. Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat'in müçtehid imamları: "Bilgi elde etmede ilk yol, haber-i sâdıktır. Allahû Teâla (cc)'nuı emirleri maslahatı kavramamızda ilk yoldur, nehiyleri de mefsedeti gösterir. Delâleti subût-i kat'i olan ve emir bildiren her hüküm, maslahat'tır." hükmünde müttefiktirler(3). İmam-ı Gazzalî: "Maslahattan maksad, şer'i şerifin gayelerini korumak ve gerçekleştirmek ise, bunun hüccet (delil) olmasına hiçbir selim akıl sahibinin itiraz etmemesi gerekir"(4) dedikten sonra, zaruriyyat mertebesindeki maslahatları; din, can, akıl, nesil ve malın korunması şeklinde taksim eder.(5)Kur'ân-ı Kerim'de Allahû Teâla (cc): "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" buyurmaktadır.(6) İlâhi teklife muhatap olan her insan; emrin en yüksek derecesi olan "tevhid akidesini" muhafaza etmek, en şiddetli nehiy olan "tâgût'a kulluk'tan" kaçınmak durumundadır(7). Zira, Allahû Teâla (cc)'ya "Şirk" koşmak günahların en büyüğüdür.(8) Nitekim Şafii fûkahası, savaşın tek sebebi vardır, o da "zimmet" ve "emanet'i" inkâr ederek küfre sapanların öldürülmesi veya yola getirilmesidir.(9) Zira küfür mefsedet hükmündedir, mefsedetin izalesi mümkün olduğundan, her müslüman üzerine vaciptir. Çünkü Resûl-i Ekrem (sav): "İnsanlarla (Allah'tan başka ilah yoktur) demelerine kadar savaşmakla emrolundum"(10) buyurmuştur.Dolayısıyle cihad hasen li aynihidir hükmünde müttefiktirler. Hanefi fûkahası ise; Resûl-i Ekrem (sav)'in savaşmayan kadın, çocuk ve ihtiyarların öldürülmemesi ile ilgili emirlerini esas alarak: "İnsanlar irtikap ettikleri bir ma'siyet yüzünden cezalandırılırlar. Küfür kalpte gizlidir. Zahire vurulur ve mü'minlere karşı saldırıya geçilirse, savaş farz-ı ayn olur"(11) hükmünü esas alınmıştır. Tâgûti güçlerle savaşmak "maslahat"ın en üst derecesidir. Nitekim İbn-i Abidin: "İrtidat eden ve muharip durumuna geçen kimsenin öldürülmesi (dinin muhafazası) için zaruridir. Çünkü dinin muhafazası, maslahatların en üstünüdür"(12) hükmünü zikreder.(Geniş bilgi için bkz. Akıl emniyeti, Din emniyeti, Can emniyeti, Mal emniyeti ve Nesil emniyeti maddeleri.)
KAYNAKLAR
(1) Muhammed Ma'ruf ed-Devalabî, el-Medhal, (İlmü Usûl-i Fıkıh), Beyrut:1965. (5. bsm.) sh. 301. Aynca Ömer Nasuhi Bilmen, Hukûk-ı İslâmîyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, İst:1976, c. I, sh.18.
(2) Enbiyâ sûresi: 35.
(3) Geniş bilgi için bkz. Ebû İshak İbrahim b. Musa eşŞatibi, el-Muvafakat fı Usûli',s Şeria, Kahire, A. Diraz Neşri Mtb. Ticariye, c. II, sh.25-28. Aynca Ömer Nasuhi Bilmen, a.g.e., c. I, sh. 199-201, Madde: 506-511.
(4) İmam-ı Gazzalî, el-Mustafa min İlmû'I Usûl, Beyrut, 1937, c. I, sh. 287-310. Ayrıca, Ömer Nasuhi Bilmen, a.g.e., c. I, sh. 200'de: "Bir maslahatın muteber olması için ona usûli şer'iyyeden biri, külli veya cüz'i bir surette delâlet eder olmalıdır. Böyle bir maslahat ise umum müçtehidlerce (bütün mezheplerde) makbûldür" denilmektedir.
(5) İmam-ı Gazzalî, a.g.e., c. I, sh. 288.
(6) Zâriyat sûresi: 56.
(7) Ebû Ishak İbrahim b. Musa eş-Şatibi, a.g.e., c. II, sh. 28. Ayrıca Muhammed İbn-i Cerir, Camiû'! Beyan, Mısır,1324, c. II, sh.13.
(8) İbn-i Kesir, Tefsiru'! Kur'ân'il Azim, Beyrut: 1969, Darû'I Marife Yay. c. I,
(9) İbn-i Hacer Heytemi, Tuhfetu'l Muhtaç, Kahire 1315 c IX sh. 212
(10) Sünen-i Ebu Davud, İst. 1401, Çağrı yay. (K.Cihad:104), c. III, sh. 101 vd. Had. No: 2640,2641,2642
(11) İmam-ı Kasani, el- Bediu's senai, Beyrut, 1974, ( 2. Bsm) c. IV sh. 3 vd. Ayrıca imam-i Serahsi, el-Mebsut, c. X sh.5
(12) İbn-i Abidin, Ukudu'l resmi'l müfti (fi mecmuat'ir resail), İst 1325 c 1 sh 318
MELE - MUTREF
MELE-MUTREF İnsan o halde yaratılmıştır ki, yalnız başına (vahşi olarak) yaşayamaz. Birbirlerinin yardımına daima muhtaçtırlar. Bunun iki temel sebebi vardır. Birincisi: Neslinin devam edebilmesidir. Zira mukabil cins ile muaşeret (erkek-kadın arasındaki ilişki) olmayınca, neslin devamı mümkün değildir. İkincisi: Giyecek, yiyecek ve diğer ihtiyaçların (rızkın) temini, çocukların büyütülmesi ve eğitimi gibi işlerde, birbirlerine muhtaçtırlar. Tek tek ferdlerin bir toplum olması ve bu toplumun belli bir nizamın içerisinde devamını zarurettir. Sevgi; insan varlığının devamı ve bir nizam içerisinde kaynaşmaları için gereklidir. İnsanların; kuvvet, zekâ, eğitim, yaş ve sağlık açısından farklı oldukları (tabii bir eşitliğin bulunmadığı) sabittir. Ayrıca toplumda meydana getirilen siyasî farklılaşma ve ekonomik dengesizlikler, sürekli bir mücadele ortamını meydana getirmektedir. İşte bu noktada karşımıza siyaset ve devlet kavramları çıkmaktadır. Siyaset kelimesi; emr, nehiy ve terbiye gibi manalara gelen sase fiilinden masdardır. Bu kavramı kısaca ve genel olarak tanımlamak gerekirse; "iktidarı elde etme, iktidarı kullanma veya iktidarı kullanmaya katılma faaliyetidir" diyebiliriz. Dikkat edilirse, insan ilişkilerinin temelinde "iktidar unsuru" vardır. Eğer bir iktidar ilişkisi müessese haline gelmiş, herkes tarafından kabul edilmiş meşrû-hukukî bir mahiyet kazanmışsa, bu tür iktidara otorite denilebilir. Tıpkı siyaset gibi, devlet terimi de günlük hayatımızda sık kullanılan ve üzerinde çok söz edilen konulardan birisidir. Bütün toplumlarda siyasî iktidar, devlet denen müessese içinde oluşmakta ve "kuvvet kullanma" tekelini elinde bulundurmaktadır. Günümüzde devlet denince göze çarpan ilk unsur, büyük bir ihtimalle, kamu hizmetleri olacaktır. Yani devlet toplumda birçok hizmeti (güvenlik, sağlık, eğitim, ulaşım vb. gibi) yerine getiren bir kurum olarak düşünülmektedir. Fakat bir takım hizmetleri yerine getirmek, devlet müessesesinin ayırt edici niteliği olarak değerlendirilemez (daha doğrusu değerlendirilmelidir). Devletin, diğer müesseselerden farklı olan niteliği, "egemenlik-hâkimiyet" hakkını kullanan müessese olmasıdır. Büyük mütefekkir Farabi'ye göre iki türlü devlet vardır: Birincisi: Mutlak siyasete, vahye dayanan devlet (es-siyasetu'lfâdıla). İkincisi: İnsanların hevâ ve heveslerine dayanan devlet (es-siyasetu'l-cahiliyye). Siyaset tabiatı gereği çeşitlidir. Bundan dolayı pek çok fiilin müşterek ismidir. Fâdıl siyaset ile, cahil siyasetler arasında müştereklik yoktur. "Fâdıl" ya da "mutlak" siyaset tek, cahil siyasetlerin ise çok olduğu belirtilmiştir.(1)Bir toplumda siyasî iktidarın yapısı ve kullanılış şekli siyasî sistemi (rejimi) belirlemektedir. Siyasî sistemi belirleyen esas, iktidarın hangi usûlle teşekkül ettiği ve nasıl kullanıldığıdır. Meselâ; bir krallıkla, bir demokrasi, farklı siyasî sistemlerdir. İktidar yetkisini tek bir kişinin kullanması, bir grubun (siyasî parti) veya toplumun tamamının kullanması, farklı siyasî sistemleri gündeme getirir. Ayrıca iktidar yetkisi, sadece yönetenlerin çıkarlarına göre kullanılabileceği gibi, bütün toplumun menfaatlerine göre de kullanılabilir. Bütün bunlar dikkate alındığı zaman siyaset, otorite ve devlet terimlerinin, önemli meseleleri gündeme getirdiği kavranır. Bu girişten sonra, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan mele ve mutref kavramlarına geçebiliriz. Zira bu kavramlar, yukarıda izah ettiğimiz meselelerle ilgilidir. Mele: toplum hayatıyla ilgili görüş sahibi olan topluluk veya bir görüş üzerinde birleşmiş cemaat mânâsınadır. "Me-Le-E" fiiliyle ilgili olup, bu fiilin mânâsı "yerini tamamen kaplayan veya dolduran" şeklinde ifade edilmiştir.(2) Her toplumda değişik sebeplerle öne fırlayan ve insanlar tarafından görüşlerine itibar edilen kimseler vardır. İşte bunların tamamına mele denilmiştir. Şurası muhakkaktır ki, siyasî sistemin yapısı ve toplumu meydana getiren ferdlerin inancı mele ismi verilen topluluğun teşekkülünde büyük rol oynamaktadır. Meselâ, demokratik bir toplumda parti liderleri ve yöneticileri mele durumuna geçer. İslâmî bir toplumda; peygamberlerin vârisleri durumunda olan ûlema ve muttaki yöneticiler mele topluluğunu oluşturur. Dolayısıyle demokratik bir toplumda İslâm âlimlerinin mele olması mümkün olmadığı gibi, İslâmî, bir toplumda da diğerleri mele haline gelemez. Dikkat edilirse mele terimi, müsbet veya menfi bir değer belirtmekten ziyade, sosyal bir vakıayı izah için kullanılmaktadır.Kur'ân-ı Kerîm'de, müşrik topluluklarının önde gelen ve mü'minlere işkence eden melesinden bahsedildiği gibi, Allah'ın, Rasûllerine yardım eden mele topluluğundan da bahsedilmiştir. Şimdi bunları kısaca gözden geçirelim.Hz. Sâlih (as), Semud kavmini uyarmış ve "Ey kavmim!.. Allah'a ibadet ediniz. Sizin ondan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir mu'cize gelmiştir!.."(3) diyerek, İslâm'a davet etmiştir. Şirk düzeninin kendilerine sağladığı imkânlarla güçlenen kitleler bu tebliğden rahatsız olmuşlardır. Nitekim: "Onun (Sâlih'in) kavminden istikbarda bulunan mele de; kendilerince hor görülenlere, onların içinden iman etmiş olanlarâ şöyle dediler: `Siz Sâlih'in hakikaten Rabbi katından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Onlar da `Biz, dediler, doğrusu onunla ne gönderildiyse ona iman edicileriz. (Yine) O kibirlenen kimseler (mele): `Biz doğrusu, o sizin iman ettiğinizi inkâr ile kâfir olanlarız dediler." (4) Hz. Nuh (as)'ın tebliğini reddeden ve onunla mücadele eden mele topluluğu, gayet küstahdır. Yapmadıkları zulüm ve tezvirat kalmamıştır. Nitekim: "Bunun üzerine (Nuh'un) kavminden küfredenlerin elebaşları (melesi): `Biz seni kendimiz gibi bir insandan başka olarak görmüyoruz. Sana basit ve zahiri görüşlü, en aşağı tabakamızdan (ayak takımından) başkasının tâbi olduğunu görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü dahi kabil etmiyoruz. Biz seni bilakis yalancılardan sayıyoruz" dediler."(5) âyetinde bu husus izah buyurulmuştur.Hz. Şuayb (as), insanları İslâm'a davet ettiğinde, karşısında müşrik düzenin melesini bulmuştur. Tehditlerinin mahiyeti şudur: "Ya sizi bu ülkeden süreriz, ya tekrar bizim dinimize (şirke) dönersiniz. Zira, onlar müşrik düzenin sağladığı imkânlarla gerek servet, gerek iktidar açısından oldukça imtiyazlı bir noktadadırlar. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm de: "Onun (Şuayb'ın) kavminden (iman etmeyi kibirlerine yediremeyen) kodamanlar (mele) şöyle dediler: `Ey Şuayb!.. Seni beraberindeki iman edenleri ya muhakkak memleketimizden çıkaracağız, yahud mutlaka bizim milletimize (dinimize, şirke) döneceksiniz!.. O (Şuayb) `Ya istemesek de mi? dedi."(6) hükmü beyan buyurmuştur.Bütün siyasî sistemlerde, kitleleri peşinden sürükleyen ve toplumu yönlendiren kimseler vardır. Bu kimselerin mutlaka kötü insanlar olması gerekmez. Nitekim Hz. Süleyman (as)'ın çevresinde; Allahû Teâla (cc)'nın dinine hizmet gayesiyle bulunan ve gerektiğinde görüşlerini söyleyen mele topluluğu vardır. Bunlar samimiyetle ve ihlâsla, Hz. Süleyman (as)'a yardım etmektedirler. Kur'ân-ı Kerîm'de: "(Süleyman) `Ey mele!.. Onun tahtını kendileri (Allah'a) teslimiyet göstererek gelmelerinden evvel, hanginiz bana getirir? dedi."(7) âyetiyle, bu husus haber verilmiştir. Resûl-i Ekrem (sav)'in çevresinde; başta Hz. Ebu Bekir (ra) olmak üzere Hz. Ömer (ra), Hz. Osman (ra), Hz. Ali (ra) ve diğer fakih sahabeler vardır. Bunlar Allahû Teâla (cc)'nın dinine ihlâsla hizmet edebilmek için, Resûl-i Ekrem (sav)'le müşaverede bulunmuşlardır. Dolayısıyla bir mele özelliğini taşımaktadırlar.Kur'ân-ı Kerîm'de; sadece yeryüzünde bulunan mele değil, gökleri dolduran "mele-i âla"dan da bahsedilmiştir. nitekim "(Ey Peygamber) De ki: `Bu (Kur'ân) en büyük bir haberdir ki , siz ondan yüz çeviricilersiniz. Mele-i alâ olanlar aralarında münazara ederlerken, benim hiç bir bilgim yoktu. Ben ancak gelecek tehlikeleri apaçık haber verici (bir peygamber) olduğum içindir ki, (o ilim) bana vahy olunuyor."(8) âyetinde, bu husus sarih olarak bildirilmiştir.Mele kavramı ile birlikte ele alınması gereken bir kavram da mütrefdir. Çünkü bir toplumun ileri gelenleri (melesi); ya ilim, ya servet sebebiyle insanların dikkatlerini üzerine çekerler. Şirkin siyasî iktidar haline geldiği toplumlarda, dünyevî ihtiras ve şehvet duyguları ön plana geçer. Kitleler, midelerinin ve şehvetlerinin esiri haline gelirler. İhtiraslarını tatmin edebilmek için, maddî iınkânlara sahip olmak mecburiyetindedirler. İşte bu noktada karşımıza mutrefiyn (refah içinde yüzen ve azgınlaşan kimseler) çıkmaktadır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "Onun kavminden, kendilerine refah verdiğimiz (etrafnâhum) halde küfreden, âhirete kavuşmayı yalanlayan bir gürûh (mele) dedi ki: `Bu sizin gibi bir beşerden başkası değildir. Sizin yediklerinizden yiyor, sizin içtiklerinizden içiyor. Eğer kendiniz gibi bir insana boyun eğecek olursanız, andolsun ki bu takdirde siz mutlaka hüsrana düşenlerden olursunuz."(9) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse; bu âyet-i kerim'de, melenin en önemli vasfı, refah sebebiyle azgınlaşmasıdır. Şimdi mutref kelimesi üzerinde duralım. Arapça Te-Ri-Fe"den (fül şeklinde: etrafa) gelir. Lûgatta; sulu ve taze oldu, kendine has bolluk içine girdi mânâsınadır. Bu fiilden türeyen turfa, az bulunan ve kıymetli olan şey demektir. Türkçe'de "turfanda sebze veya turfanda meyve" şeklinde halen kullanılmaktadır. Yine aynı kökten türeyen teraffeh, nimette ve rızıkta bolluk, refah mânasına gelir. Etrafe, fazla nimet verilip azdırıldı, refah sebebiyle şımartıldı, zenginlikten çılgına döndü demektir. Şirkin siyasî sistem haline geldiği toplumlarda (müşrik düzenlerde); insanların temel hedefi, hangi yolla olursa olsun dünya nimetlerini elde etmektir. Servetin ve sermayenin belirli ellerde toplanması teşvik edilir. Cahîli sermaye, yeryüzünde fitne çıkarma ve fesadı yayma noktasında korkunç bir silahtır. Büyük servet sahibi olan müşrikler; yatırım sahalarını "sadece ve sadece kâr elde etme" esasına göre tesbit ederler. Eğer beyaz kadın ticareti; zaruri olan bir hastahaneden daha fazla kazanç getiriyorsa mesele bitmiştir. Derhal beyaz kadın ticaretine başlar, içki, kumâr, tefecilik ve diğer gayrimeşrû kazanç yolları, toplum hayatını derinden sarsar. Bir tarafta korkunç sermaye sahipleri (Karunlar), diğer tarafta bir dilim ekmeğe muhtaç insanlar vardır. Hesap gününü unutan müslümanlar bile; sermaye sahiplerine karşı zaaf duymaya ve onların görüşlerine değer vermeye başlarlar. İşte refah sebebiyle azgınlaşan kimselerin mele (ileri gelenler) haline geçişi, bu şekilde tahhakkuk eder. Halbuki cahili sermaye sahipleri; talan, vurgun ve haram olan kazançlarını koruyabilmek için, İslâm'a karşı savaşırlar. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Biz hangi memlekete (beldeye) gelecek tehlikeleri haber verici bir peygamber gönderdik ise, mutlaka oranın refah erbabı (mutrefûha): `Biz sizin gönderdiğiniz şeyleri inkâr edicileriz' dediler. Ve `biz mallar itibariyle de evlâd itibariyle de daha çoğuz. Biz azaba uğratılacak da değiliz. dediler. De ki: `Şüphesiz Rabbim kimi dilerse onun rızkını genişletir. Kimi de dilerse (onunkini) daraltır. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler. Sizi huzurumuza yaklaştıracak ne mallarınız, ne evlâdlarınız değildir. Ancak iman edip de, sâlih amel (ve hareketlerde) bulunanlar müstesna!.. Çünkü onlar için yaptıklarına mukabil kat kat mükâfat vardır ve onlar emin ve yüksek makamdadırlar."(10) hükmü beyan buyurulmuştur. Refah sebebiyle azgınlaşanlar ve mallarının kendilerini ölümsüzleştireceğini zannedenler, fısk-ü fücûrun yayılmasını arzu ederler. Ayrıca elde ettikleri imtiyazları kaybetmemek için, İslâm'a karşı savaşmayı ihmal etmezler. Mele ve mutref kavramlarının, siyasî sistemde ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Bu incelik iyi anlaşılmalıdır. Türkiye'de; cahili sermayeye sahip olan kesimler (mutrefiyn) ve zâlim politikanın simsarları (mele) İslâm'a karşı savaştadırlar.
KAYNAKLAR
(1) Geniş Bilgi için bkz. Dr. Bayraktar Bayrakli, Farabi'de Devlet Felsefesi, İstanbul 1983, Doğuş Yay., sh.13-14.
(2) Râğıb el-Isfahani, el-Müfredaı fi Garibi'! Kur'ân, İst.1986, Kahraman Yay., sh. 719.
(3) A'râf sûresi: 73.
(4) A'râf sûresi: 75-76.
(5) Hûd sûresi: 27.
(6) A'râf sûresi: 88.
(7) Neml sûresi: 38.
(8) Saad sûresi: 67-70.
(9) Mü'minun sûresi: 33-34.
(10) Sebe sûresi: 34-37.
MİLLET
MİLLET Günümüzde yanlış kullanılan kavramların başında "millet" kavramı gelir. Batılı sosyoloji uzmanlarının "dil, ırk, ortak kültür ve ortak tarih" özelliklerine sahip insan topluluğunu "nation" kelimesiyle ifade ettiği bilinmektedir. İngilizce olan bu kelime; dilimize "millet" olarak tercüme edilmiştir. Bunun tabii sonucu olarak bazı çevreler; "Doktriner Milliyetçilik" adını verdikleri, siyasî bir akımı başlatmışlardır. Genel olarak "Türk Milliyetçiliği" diye ifade edilen bu siyasî hareketin mahiyeti malûmdur.Arapça olan "millet" kelimesi; din, şeriat, tarikat ve sünnet gibi manaları ifade eder.(1) İmam-ı Kurtubi; "Millet ve şeriat aynı manadadır. Allahû Teâla (cc)'nın kullarını yapmaya davet ettiği şeylerin tamamına verilen isimdir."(2) şeklinde tarif etmiştir. Tabiî bu tarif; doğrudan doğruya, hak olan şeriatın mahiyetini beyan ediyor. Millet kelimesi; müfred (tekil)dir, çoğulu "milel" gelir. Din tarihi hususunda tartışılmaz otorite olan Şehristani'nin, meşhur eseri el-Milel ve'n Nihal'dir. Bilindiği gibi nihâl kelimesi, nıhlenin çoğuludur, nıhle ise; "kupkuru zan ve vehim" manâasına gelir. Dolayısıyle el-milel, vahye dayanan dinlerin (milletlerin) tarihi, en-nihâl ise, vahye dayanmayan sistemlerin mahiyetidir. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından (dolayısıyle resmî olarak) yayınlanan Sahih-i Buhari muhtasarında; "Millet din manasınadır. Millet-i islâmiyye, millet-i yahudiye, millet-i nasraniye gibi!.."(3) denilmektedir.Kur'ân-ı Kerim'de: "Ne yahûdiler, ne nasraniler senden ebediyyen hoşlanmazlar. Ta ki sen onların milletine girinceye kadar.."(4) hükmü beyan buyurulmuştur. Türkçe meallerin bir çoğunda, ayette geçen "milletehum" ibaresi, "dinlerine" olarak tercüme edilniştir. Burada dikkat edilecek husus; yahudiler ve nasraniler zikredildiği halde "millet" kelimesinin tekil (müfred) olarak yer almasıdır. Yani onlar "tek millet" olarak kabul edilmiştir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Küfür, tek bir millettir" hadisi; dikkate alınırsa mahiyet kolayca kavranır. Kur'ân-ı Kerîm'de "millet" kavramı hep din manasına kullanılmıştır. Hatta bir ayet-i kerime'de; kavim ve millet birarada kullanılmıştır. Hz. Yusuf (as)'un kıssası beyan edilirken: "De ki; size rızıklanacağınız bir yemek gelecek oldu mu, ben muhakkak onun ne olduğunu, size daha gelmezden evvel haber veririm. Bu Rabb'imin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben Allah'a inanmaz bir kavmin milletini -ki onlar ahiret günü inkâr edenlerin ta kendileridir- terkettim"(5) hükmü beyan buyurulmuştur. Burada geçen: terektü millete kavmin lâ yu'minûn (İnanmayan bir kavmin milletini terkettim) ibaresi, kavim ile milletin ayrı ayrı mahiyete sahip olduğunu göstermektedir. Dolayısıyle "Türk kavmi" vardır, ancak "Türk milleti (şeriatı)" yoktur!.. Türk kavmine mensup olan insanlardan; mü'min olanlar bulunduğu gibi, olmayanlar da mevcuttur!.. Farklı dinlere tâbi olmaları, onların "Türk kavminden" olma özelliğini ortadan kaldıramaz.. Çünkü insanlar, "hangi kavimden olacaklarına" bizzat kendileri karar veremezler. Ancak hangi milletten (dinden) olacakları konusunda irade beyan etme hakları vardır. Ya iman ederek "İslâm milletinden" olurlar, ya inkâr ederek "küfür milletine" geçerler.Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetinde de; "millet" kelimesi, din karşılığında kullanılmıştır. Nitekim "İki millet, ehli birbirine mirasçı olamaz"(6) hadisi şerifi, bunun en güzel misalidir. Nitekim fûkaha, mirasa engel olan halleri zikrederken; "Müslümanın kâfire, kâfirin de müslümana mirasçı olamayacağını" sünnete dayanarak izah etmiştir.(7) Hanefi fûkahası: "Küfür tek bir millettir" hükmünde müttefiktir.(8) Dolayısıyle zimmet ehlinden olan; bir yahudi ile (onun karısı ve çocuğu olan) hıristiyan birine mirasçı olurlar. Çünkü, ikisi aynı milletten (millet-i vahide) sayılır. İki ayrı milletten (dinden) olan kimselerinde, birbirlerinin üzerine yapacağı şahitlik, kabul edilmez. Yani; müslümanların kâfirlerle, kâfirlerin de müslümanlarla ilgili şahitlikleri geçersizdir.(9) Zira aralarında; millet (din) ayrılığından kaynaklanan bir mücadele söz konusudur.Sanıyorum "millet" kelimesinin; günümüzde ne kadar yanlış kullanıldığı ve bu kavram anarşisi yüzünden ne kadar insanın telef edildiği sabit olmuştur... Bu noktaya nasıl gelindi? Şimdi meşhur müfessir Elmalılı Hamdi Yazır'ı dinleyelim:"Hukuki şahsiyetini tamamlamış ve faaliyete geçmiş bulunan millet, İslâm şeriatı lisanında ümmet mefhumuna tekabül eder. Emrullah efendi merhûm "ümmet" kelimesinin ümmî kelimesiyle ilgili olduğunu zannederek nation tâbirini, "millet" diye ifade etmeyi tercih etmişti. O zamandan beri ümmet mefhumu zayii edilmiş ve istihfaflı bir telâkkiye maruz kalmıştır. O (Istılâhat Encümeninde) sonradan buluştuğumuz zaman; bu kelimenin ümm veya ümmi tabiriyle değil, imam tabiriyle alakalı bulunduğunu izah etmiş ve kabul ettirmiştim. Mateessüf geçmiş hatayı tashihe fırsat elvermeden Emrullah efendi vefat etmişti"(10) Görüldüğü gibi "millet"; ortak bir itikada sahip olmakla birlikte, bir imamette toplanmayan ferdlerin durumunu beyan eder... Her müslüman, İslâm milletinin bir ferdidir. Eğer bir imama bey'at ederlerse, "ümmet" olarak anılırlar. Dünya üzerinde yüzlerce kavim vardır. Bu kavimlerin fertleri içerisinde ``İslâm milletine" tâbi olanlar bulunduğu gibi, "küfür milletinden" olanlara da raslanabilir. Dolayısıyle yeryüzünde iki millet vardır. Birisi "İslâm milleti", diğeri de "küfür milletidir." Resûl-i Ekrem (sav), Hz. Ebû Ducâne'yi mezara koyarken "Bismillâh!.. Alâ milleti Resûlullah" demiştir(11). Hangi kavimden olursa olsun; her mü'min mezara konurken aynı sözler tekrar edilir. Bu mahiyet iyi tefekkür edilmelidir.
KAYNAKLAR
(1) el-Bustanî, Müncidû't Tüllab, Beyrut 1974, sh.734. Ayrıca, Gisanû'I Arab, el-Mü'cemi'! Vasit.
(2) İmam-ı Kurtubî, el-Camü Gi Ahkâmi'I Kur'ân, Kahire 1967, c. II, sh. 94.
(3) Abid'1 Latif ez-Zebidi, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank. 1976 (4. bsm.) DİB Yay. c. IV, sh. 560.
(4) Bakara sûresi: 37.
(5) Yusuf sûresi: 37.
(6) Sünen-i Tirmizi, İst: 1401, Çağrı Yay. c. IV, sh. 424 K. Feraiz: 16 Had. No:2108. Ayrıca, Sünen-i İbn-i Mace, İst:1401 c. II, sh. 912. Had. No: 2731.
(7) Şeyh Nizamüddin ve Heyet, el-Feteva-ı Hindiyye, Beyrut: 1400 c. VI, sh.454, Ayrıca, el-Meydani, e!Lübab fi Şerhi'I Kitab, Beyrot: 1400, c. IV, sh. 188; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmîyve ve Istıldhaı-ı Fıkhiyye Kamusu, İst:1976, Bilmen Yay. c. V, sh. 225-226; Madde:100.
(8) Molla Hüsrev, Dürerû'! Hükkam fi Şerhû Gureri'I Ahkâm, İst: 1307, c. lI, sh. 301. Ayrıca, Şeyh Nizamüddin, a.g.e., c. VI, sh. 454.
(9) İmam-ı Kasanî, el-Bedaiû's Senai, Beyrut: 1975, c. VI, sh. 280. Aynca, Molla Hüsrev, a.g.e., c. II, sh. 377.
(10) Muhammed Hamdi Yazır, Tahlilli Felsefe Tarihi, Metalib ve Mezahib. İst.1978, sh. 35.(l1) İmam-ı Merginani, el-Hidaye Şerhu Bidayetü'! Mübtedi, Kahire 1965, c. I, sh. 93.
MİSAK
MÎSAK Allahû Teâla (cc)'nın bütün insanlardan ruhlar âleminde iken "misak" aldığı, mütevatir haberlerle (nassla) sabittir. Bu bir anlamda Allahû Teâla (cc) ile insanlar arasında tahakkuk eden, manevî mukaveledir.(1) Her mü'min "Ne zamandan beri müslümansın? sualine Galû Belâ'dan beri" diyerek, bu misakı zikreder. Dolayısıyla misak kelimesini ve kavramını iyi bilmek durumundayız.Önce kelime üzerinde duralım. Misak, Ve-Si-Ka veya Ve-Sü-Ka fül kökünden gelir. Lûgatta "sağlam yapmak veya işi sağlama bağlamak" gibi mânâlara gelir. Vesseka; sağlam yaptı, tevsik etti ve resmileştirdi demektir. Türkçe'de "delili tevsik etmek" şeklinde kullanılır. Bilindiği gibi tevsik; "vesseka" fiilinin masdarıdır.(2) Türkçe'de Ve-Se Ke fül kökünden gelen vesika kelimesi kullanılır. Meselâ: Vesikalık fotoğraf veya resmî vesika denilir. Vesak veya visak; aynı fiilden türeme iki isimdir; kendisiyle tevsik olunan, güçlendirilen ve sağlam bağlanan mânâsına kullanılır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de "Onun için küfredenlerle (savaş esnasında) karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları mecâlsiz bir hâle getirdiğiniz zaman artık bağı güçlendirin (fe'şüddû'1 vesak). Ondan sonra ise ya iyilik (yapın), yahud fıdye (alın). Yeter ki harp (erbabı) ağırlıklarını yanına bıraksın. (Emir) böyledir. Eğer Allah dileseydi onlardan (savaş olmadan da) elbette intikam alırdı. Fakat (cihadı emretmesi) sizi birbirinizle imtihan etmesi içindir. Amel (ve hizmet) lerini aslâ boşa çıkarmayız."(3) hükmü beyan buyurulmuştur.. Yine bir diğer âyet-i kerime'de "Artık o gün (Allah'ın) azâbı gibi hiç kimse azab yapamaz. Onun vurduğu bağ gibi (yûsikî) de kimse bağ vuramaz"(4) buyurulmuştur.Misâk; kendisiyle bağlanılan söz, yapılan ve mutlaka yerine getirilmesi gereken anlaşma demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de "Hani biz İsrailoğullarından Allah'dan başkasına ibadet etmeyin, anneye, babaya, yakınlara iyilik yapın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin' diye bir misak almıştık. Sonra dâ içlerinden az bir kısmı hâriç, yüz çevirdiler ve hâlâ da yüz çevirmekteler."(5) âyetinde, Allahû Teâla (cc)'nın İsrailoğularından aldığı kuvvetli söz izah buyurulmuştur. Esasen bütün peygamberlerden ve onların şahıslarında bütün ümmetlerden misak alınmıştır. Nitekim: "Allah, peygamberlerinden `Andolsun ki size kitap ve hikmet verdim. Sonra da size nezdinizdeki (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelmiştir (gelecektir), ona kat'iyen iman ve ona mutlaka yardım edeceksiniz' diye misak aldığı zaman dedi ki: `ikrar ettiniz ve uhdenize bu ağır yükümü (vecibemi) alıp-kabul eylediniz mi? Onlar (cevaben) `ikrar ettik dediler. (Allah) dedi ki: "Öyle ise (birbirinize ve ümmetlerinize karşı) şahit olun. Ben de sizinle beraber şahitlik edenlerdenim."(6) âyetinde, bu husus açıkça belirtilmiştir. Ahd-ü misâk; bütün peygamberler ve onların ümmetleri için geçerlidir. Bütün peygamberler insanları İslam'a (Allah'a teslim olmaya) çağırmışlar ve karşılığında hiçbir ücret talep etmemişlerdir. Resûl-i Ekrem (sav)'in "peygamberler, babaları bir kardeşler gibidirler, dinleri birdir."(7) buyurmasındaki hikmet budur. İslâm fıkıhında; misâk, ahd ve akd terimleri, mesûliyeti beraberinde getiren fiilleri (anlaşmaları) ifade için kullanılır. Daima taraflar vardır. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Dinde zorlama yoktur. Hakikat iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâgûtu inkar edip de, Allahû Teâla (cc)'ya iman ederse o, muhakkak kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır (urveti'l-vuskâ). Allah, hakkı ile işitici (her şeyi) kemali ile bilicidir." hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyette Ve-Se-Ka fiil kökünden, "ism-i tafdil" kipindeki vüskâ kelimesi, tutulacak kulp anlamına gelen urve kelimesiyle kullanılmaktadır. Fahrûddin-i Razi, bununla ilgili olarak şunları zikretmektedir: "Bu (istiâretu'l mahsûs li'l ma'kûl) yani aklî olan bir meseleyi hissi olan bir şeye benzeterek teşbih etmektir. Çünkü bir şeyi tutmak isteyen kimse, onun kulpuna tutunur. Burada da böyledir. Bu dine tutunmak isteyen kimse, ona delâlet eden delillere yapışır. İslâm'ın delilleri, delillerin en güçlüsü ve en açığı olunca, bu delillerin el-Urvetu'l Vüskâ diye isimlendirilmesi gerekmiştir." Dikkat edilirse; kopması mümkün olmayan sağlam kulpun (urvetu' l-vüska nın) bir tarafında Allahû Teâla (cc) vardır, diğer tarafında ise insan!.. Allahû Teâla (cc) hâkimdir (hüküm koyucu). İnsan ise hükme mahkûmdur. Eğer insan misâkı bozar ve kopması mümkün olmayan sağlam kulpu bırakırsa, esfel-i safiliyne yuvarlanır. Hesap gününü düşünen her mü'min, ruhlar âleminde gerçekşen misaka ve o misakin tabiî sonucu olan emânete sahip çıkmak mecburiyetindedir.
KAYNAKLAR
(1) Geniş bilgi için Abdülaziz el-Buharî, KeŞfû'I Esrar, İst. 1308, c. IV, sh. 238. Ayrıca, Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, "Ahd" maddesi.
(2) Râğıb el-Isfahanî, el-Müfredrıı, İst. 1986, Kahraman Yay., sh. 804-805.
(3) Muhammed sûresi: 4.
(4) Fecr sûresi: 25-26.
(5)Bakara sûresi: 83.
(6)Â1-i İmran sûresi: 81.
(7)Sahih-i Buhari, İst.1401, Çağrı Yay. c. IV, sh.142K. Enbiya: 48.
(8)Bakara sûresi: 256.
(9)İmam Fahrüddin-i Razi, Mefatihû'! Gayb, Ank.1989, Akçağ Yay. c. V, sh.428.
MUCİZE
MUCİZE Allahû Teâla (cc) nın emirlerinde ve nehiylerinde, insanlar için büyük hikmetler vardır. Şurası muhakkaktır ki insan, en güzel biçim ve surette yaratılmış, yerde ve gökte bulunan bütün nimetler emrine verilmiştir. Meselenin önemli noktası bütün bu nimetler daha önce kazandıklarının karşılığı veya mükâfatı değildir. Öyle ise bütün bu nimetler, birer imtihan vasıtasıdır. Peygamberler, Allahû Teâla (cc)'nın hükümlerini insanlara tebliğ etmek için, yine insanlar içerisinden seçip, görevlendirdiği kimselerdir. Bunlara nebi ve resûl denir. Hz. Adem (a.s)'dan itibaren bütün peygamberler insanları, Allahû Teâla (cc)'ya iman ve ibadet etmeye davet etmişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Andolsun ki biz her kavme `Allah'a ibadet edin. Tâgût'a kulluk etmekten kaçının diye (tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir."(1)hükmü beyan buyurulmuştur. Peygamberlik yüce bir makamdır. Dolayısıyla kendi kendini peygamber ilân eden kimselerin ortaya çıkması mümkündür. Allahû Teâla (cc)'nm görevlendirdiği nebi ve rasûlleri ile peygamberlik iddiasında bulunan sahtekârları birbirinden ayırmak, son derece önemlidir. Bu noktada karşımıza mu'cize kavramı çıkar.İnsanların kalplerini mutmain kılmak ve şüphelerini gidermek için Allahû Teâla (cc) nübüvvetle görevlendirdiği kimseleri, mu'cizelerle teyid buyurmuştur. Mu'cize kelimesi Arapça olup (A-C-Z) kökünden türemiştir. İcâz'dan (âciz bırakmak) ism-i fail olup sonundaki "ta" mübalağa içindir. Lûgatta; karşı konulmaz, insanı âciz bırakan hârika(2) mânâlarına gelir. Çoğulu mu'cizâttır. İslâmî ıstılâhta: "Münkirlere meydan okuduğu sırada peygamberlerin ellerinde, nübüvvet davalarında doğruluklarını isbat için, Allahû Teâla (cc) tarafından tabiat kanunlarına muhalif olarak yaratılan hadisedir ki, benzeri başkaları tarafından getirilemez."(3) şeklinde tarif edilmiştir. Nübüvvet dâvâsından çok önce veya çok sonra meydana gelmez. Zira, ortada nübüvvet davası söz konusu olmadan, inkârdan veya tasdikten bahsetmek mümkün değildir.Mucizeler peygamberlerin doğruluğunu isbat eden deliller olduğu için; Kur'ân-ı Kerîm'de ayet, beyyine ve burhan olarak zikredilmiştir. Şimdi kısaca bu hususları izah edelim:a) Âyet: Arapça bir kelime olup, "nişan ve âlamet" mânâsına gelir (4) Kur'ân-ı Kerım'de peygamberlerin mu'cizelerine âyet denilmiştir. Mu'cizeler rasûllerin ve nebilerin doğruluklarına delâlet eden birer alâmettirler. Nitekim Hz. Sâlih (sav), peygamberliğini inkâr eden kavmine "İşte size bir âyet (mu'cize) olmak üzere Allah'ın dişi devesi"(5) demiştir. Âyet kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de değişik mânâlarda kullanılmıştır.b) Beyyine: İster aklî olsun, ister duyularla hissedilen olsun; delâleti sarih olan delil ve şahid demektir (6) Kur'ân-ı Kerîm'de mu'cizeler; peygamberlerin nübüvvetlerine delil ve şahid olduğu için, bu kelime ile ifade edilmiştir.(7) Beyyine kelimesinin çoğulu beyyinâtdır. Bu kelime; mevsufu mukadder kılınıp ve zikrolunmayınca, Kur'ân da mu'cizeler mânâsına kullanılır. Mucizelerin gayrisinde kullanılması nâdirdir."Meryem'in oğlu İsa'ya da beyyineler (mu'cizeler) verdik.'(8)"Peygamberleri onlara beyyineler (mu'cizeler) getirmişti.(9) Burhan: Kur'ân-ı Kerîm'de mu'cizeye burhan da denilmiştir. Nitekim, "Elini yakanın içine sok. Âfetsiz, bembeyaz olarak çıkacaktır o. Korkudan (kanad gibi açılan) ellerini kendine (birbirlerine) kavuştur. İşte bu ikisi (asâ ile yed-i beyzâ mu'cizesi) Fir'avn a ve cemaatına iki burhandır."(10) âyetinde, mu'cize mânâsında kullanılmıştır.Mu'cizeler, peygamberlerin sıdkını göstermek hususunda Allah'ın şehadeti hükmündedir. Çünkü mu'cizeler, câri olan adete (sünnetullaha) muhalif olarak yaratılmış ve benzerlerini de başkaları gösterememiştir. Rasul-i Ekrem (sav) her peygambere, insanların inanacakları kadar mu'cize verilmiş olduğunu beyan buyurmuştur.(11)Bir peygamber insanlara nübüvvetini ilân edince, ondan doğruluğuna dair delil ve şâhid istenir. Hz. Sâlih (as) kavmini imânâ dâvet edince, ondan derhal mu'cize istemişlerdir: "...Bununla beraber eğer (peygamberlik dâvâsında) sâdıklardan isen, haydi bir âyet (mu'cize) getir.. dediler. Hz. Sâlih (as)'de onlara: "İşte bu dişi deve (anak). Su içme hakkı (birgün) onundur. Belli bir günün içme hakkı da sizindir. Ona bir kötülükle ilişmeyin. Sonra sizi büyük bir günün azabı yakalar. Derken onu kestiler. Fakat pişman oldular. Çünkü kendilerini o azab yakalayıverdi. Şüphesiz bunda mutlak bir âyet (mu'cize) vardır. Böyle iken onların çoğu iman ediciler değildirler."(12) Resûl-i Ekrem (sav)'in elinde, birçok mu'cize zuhur ettiği halde, müşrikler daha fazlasını istemişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bu husus açıkça belirtilmiştir:"Dediler ki; `O'na (Muhammed'e) başka mu'cizeler de indirilmeli değil miydi? De ki: `O mu'cizeler ve âyetler Allah katındandır. Ben ancak (şirkin ve zulmün başınıza getireceği felâketi) apaşikar haber verenim. Sana indirdiğimiz bu Kur'ân o mu'cize isteyenlerin karşısında okunup dururken (hâlâ) onlara kâfi gelmedi mi? Şüphesiz ki bu Kur'ân'da, iman edecek bir kavim için büyük bir rahmet ve bir öğüt vardır."(13) Resûl-i Ekrem (sav)'in vefatından sonra nübüvvet sona ermiştir. Kur'ân-ı Kerîm, hem bir mu'cize, hem mu'cizelerin şahidi olarak, insanların ellerindedir.
KAYNAKLAR
(1) Nahl sûresi: 36.
(2) Saadeddin Mes'ud b. Ömer et-Taftazanî, Şerhû'l Makasıd, İst. 1305, Mtb. el-Bosnevi, sh. 175-176. Ayrıca, Râğıb el-Isfahanî, Müfredat, İst. 1986, Kahraman Yay., sh. 484.
(3) Geniş bilgi için bkz. Saadeddin Mes'ûd b. Ömer etTaftazanî, a.g.e., c. II, sh. 176. Ayrıca Nureddin esSabunî, Matûridiyye Akaidi, Ank. 1978, sh. 111, Seyyid Şerif Cürcanî, Şerhi'1 Mevakıf, İst. 1311, c. III, sh.177.
(4) İsmail b. Hammad el-Cevherî, es-Sıhah, Kahire. 1956, c. VI, sh. 2275. Ayrıca M. Hamdi Yazır, Nak Dini Kur'ân Dili, İst.1935, c. I, sh. 23
(5) A'râf sûresi: 73. Aynca Şuara sûresi:155.
(6) Râğıb el-Isfahani, a.g.e., sh. 88-89. AyrıcaZemahşerî, Keşşaf an Hakaik-i Kavamidi't-Tenzil, Kahire 1953 bsk. ofset., c. I, sh.162.
(7) Zemahşerî, a.g.e.,c. I, sh.162.
(8) Bakara sûresi: 87.
(9) Tevbe sûresi: 70.
(10) Kasas sûresi: 32.
(11) Sahih-i Buhari, İst. 1401, c. VI, sh. 97; c. VIII, sh. 139. Sahih-i Müslim.
(12) Şuara sûresi:154-158.
MUHKEM - MUTEŞABİH
MUHKEM - MÜTEŞÂBİH Tarih boyunca, Kur'ân-ı Kerîm'i ve sünneti keyiflerince yorumlayân ve birbirlerini tekfir eden fırkalara rastlanmıştır. Burada usûle riayet etmeden, şahsî kanaati ile tefsir eden mükellefin mesûliyetini ele almamız gerekir. Resûl-i Ekrem'in (sav): "Her kim Kur'ân-ı Kerîm'i (hiç bir ilmi olmadan) kendi şahsî reyi ile tefsir ederse cehennemdeki yerine hazırlansın"(1) buyurduğu ve müminleri uyardığı malûmdur. Nasslan şahsî kanaatlerine göre te'vil eden kimseler, isabet etseler bile, usûl açısından hata etmiş olurlar? Zira mücerred akla ve şahsî kanaate dayanan keyfi yorumların sonu yoktur.(2) Bu kısa girişten sonra muhkem ve müteşabih kavramlarını kısaca izah edelim. Muhkem lûgatta, metanet verilmiş, sağlam ve kuvvetli manasına gelir (3) Manası kolaylıkla anlaşılan, hârici bir tefsire ihtiyaç göstermeyen ve tek manası olan âyetler muhkemdir. Sarih ve müfesserden daha kuvvetli olan sözü ifade için kullanılan muhkemin zıddı, müteşabihtir. Tefsir usûlünde, açık ve tevile muhtaç olmayan âyetlere muhkemât, manâsı gizli ve te'vile muhtaç olan âyetlere de müteşabihat denilmiştir. Diğer bir tâbirle müteşabih, bir çok manâya ihtimali olup, bu manâlardan birini tayin edebilmek için hârici bir delile ihtiyacı olan âyetlerdir.Kur'ân-ı Kerîm'in ihkâmından maksat, onun kelime ve manâlarına zarar vermeyecek şekilde sağlamlığı, nazmının güzelliği ise, tamamının muhkem olduğu sabittir. Bunun delili şu âyet-i kerimedir: "Bu âyetleri muhkem olan bir kitaptır." (Hûd sûresi:1). Belâğatını, icâzını ve bir kısmının diğerinden daha zor anlaşılmasını dikkate aldığımız zaman, Kur'ân-ı Kerîm de müteşabih âyetlerin (müteşabihât) de bulunduğunu söylememiz zaruri olur. Kur'ân-ı Kerîm'in tamamının muhkem olduğunu iddia edenler bulunduğu gibi,tamamının müteşabih olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bu iki iddianın da doğru olmadığı şu âyet-i kerime ile sabittir: "Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım âyetler muhkemdir ki, bunlar kitabın anası (temeli)dir. Diğer bir kısmı da müteşabihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak) ve (kendi arzularına göre) te'viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına tâbi olurlar. Halbuki onun te'vilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde yüksek pâyeye erenler ise: `Biz onan inandık, hepsi Rabbimiz katındandır' derler. Bunları ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar." (Âl-i İmrân sûresi: 7). Kur'ân-ı Kerîm Resûl-i Ekrem'e (sav) indirilirken, âyetlerinin bir kısmı herkesin anlayabileceği şekilde (muhkem), diğer bir kısmı da anlayamıyacağı şekilde (müteşâbih) indirilmiştir. Kat'i farzlari ve ahkâmı (helâl, haram, namaz, oruç, zekat, hac gibi) beyan eden âyetler, muhkem vasfına haizdirler. Tariflerden de anlaşılacağına göre, muhkem, açık ve sarihdir. Müteşâbihat ve kısımları üzerinde değişik görüşler ortaya atılmıştır. İlimde rasih olanlar ile kalplerinde hastalık (maraz) bulunanların tesbiti, müteşâbih âyetler vasıtası ile yapılabilir. Bu hakikatleri esas alan ulemâ, muhkem ile müteşâbihin tarifini yapmaya gayret etmiştir(4) Ulemânın cumhuru, "müteşâbih âyetlerin te'vilini Allahu Teâla dan (cc) başka kimse bilemez" görüşünü benimsemiştir. Onlar, âyetteki Allahu Teâlâ kelimesi üzerinde vakfederler. Ebu'1 Haseve elEş'arî ise âyetteki vakfın (duruş yeri) ve'r-râsihûne fî'l-ilmi de olması lâzım geldiğini ve râsihlerin de müteşâbih âyetlerin tevilini bilebileceklerini söylemektedirler.(5) Kıraat ihtilâfı değişik meseleleri gündeme getirmektedir. Bu görüşü Ebû İshak eşŞirazî daha vazıh bir şekilde açıklamıştır. Selef-i sâlihin döneminde, bu müteşâbih âyetler olduğu gibi kabul edilmiş ve bunlar üzerinde durulmamıştır. Zira Allahu Teâlâ (cc) bu gibi âyetleri kurcalayanların kalplerinin hasta olduğunu haber vermektedir. Resûl-i Ekrem de (sav) müteşâbih âyetlere tâbi olanlardan sakınmayı tavsiye etmiştir. Fakih sahabeler ve halife Hz. Ömer (ra) müteşâbihatı keyiflerine göre yorumlayanların ta'ziren cezalandırılacağını beyan etmişlerdir Meselâ, tabiûn dan İbn Subeyg adında bir şahıs Medine'ye gelip Kur'ân-ı Kerîm'in müteşâbihatı hakkında sualler sormaya başlayınca, rahatsızlık ortaya çıkmıştır. Bunu haber alan Halife Hz. Ömer (ra) onu huzuruna çağırmış, sorguya çekmiş ve yaş hurma dalları ile başını kanatıncaya kadar dövülmesini emretmiştir. Daha sonra o şahsı Medine'den memleketine göndermiş ve onunla hiç kimsenin görüşmemesini Ebû Musa el-Eş'arî'ye emretmiştir (6)Râğıb el-Isfahânî, müteşabih âyetlerin, manasına vukûf yönünden üç kısımda incelenebileceğini ifade eder. Birincisi: Bilinmesine imkân olmayan müteşâbihlerdir ki, bunu ancak Allah bilir (kıyamet vakti gibi). İkincisi: İnsanoğlu sebeplere tevessül ederek onun manasını bilebilir. Meselâ garib kelimeler, muğlak hükümler gibi. Üçüncüsü: Yukarıda zikrettiğimiz iki madde arasında olanlardır ki, bu da ilimde rusûh sahibi olan bazı zevata tahsis edilmiş, diğerlerinden ise gizlenmiştir.(7) Genel olarak usûl ulemâsı müteşâbihatı iki kısma ayırmıştır: (a) Muhkem ile mukayese edildiğinde manâsı bilinebilen; (b) Hakikatını bilmeye imkân olmayan âyetlerdir. Mücahid, bunları şöyle tarif etmektedir: Muhkem âyetler helâl ve harama dair olanlardır. Müteşâbihler ise, bazısı bazısını tasdik ve tefsir eden âyetlerdir. İbn Ebi Hatim de, Ali b. Ebi Talha tarikıyle İbn Abbas'dan şöyle rivayet etmektedir: Muhkemler nasih helâl, haram, hudud, feraiz, iman edilip amel edilen hususlardır. Müteşabihler ise, mensuh, mukaddem, muahhar, emsâl, yeminler, iman edilip amel edilmeyen hususlardır (8)Müteşabihin kaynağında Allahu Teâla nın muradının gizliliği bahis konusu olduğuna göre, bu gizlilik bazen lafızda, bazen manada, bazen de her ikisinde birden olur. Müteşabih olan sıfatlar hakkında ulemâ iki mezhebe ayrılmıştır. Birincisi, Allahu Teâla nın müteşabih olan sıfatları malûm gibi görünürse de bu sıfatların zâtına isnadı muhal olduğundan, bunların medlûllerinin tayinini Allahu Teâlâ'nın mutlak ilmine tefviz ve havale etmektir. Onlara sadece inanmak gerekir. Meselâ, meşhur imam Mâlik b. Enes'e istiva hakkında sorulduğunda: "İstiva malûmdur ki, keyfiyeti meçhûldür, ondan sual etmek bid'attır. Senin kötü bir insan olduğunu zannederim, onu benden uzaklaştırın" demiştir. İkincisi; zahiri muhal olan lafzı, Allahu Teâla nın (cc) zâtına lâyık olan bir manaya hamledenlerin mezhebidir. Bu mezheb İmamu'I-Harameyn, Abdu'l-Melik b. Ebi Abdillah b. Yusuf b. Muhammed el-Cuveynî, Ebu'l-Maalî'ye ve onları takip edenlere nisbet edilmiştir.(9) Hapsedilemeyecek bir fıtratta yaratılan insan zekâsı, müteşâbihat üzerinde de işlemeye devam etmiştir. Hele İslâmiyeti ifsad etmek isteyenlerin, bu gibi âyetlere gelişi güzel manâ verişlerini frenlemek ve aynı zamanda kötü neticelerinden müslümanları korumak için müteşâbih âyetleri İslâm'ın ruhuna uygun bir şekilde tevil etmek mecburiyeti hâsıl olmuştur.Kur'ân-ı Kerîm'de müteşâbih âyetlerin bulunması, insanlık için bazı faydalar temin etmektedir. Genellikle bu âyetler sayesinde İslâmiyette insan fikri dondurulmamış, geniş bir fikir hürriyetine müsaade verilmiş ve dinin temellerini kuvvetlendirmekte esaslı rol oynamıştır. Çünkü bu âyetler birkaç manâya tahammül edebilen bir mahiyete haizdir. Müslümanları daha çok öğrenmeye ve başka bilgilere de sahip olmaya sevketmiştir. Yine bu âyetler sayesinde dinin tebliğine ve tesisine mani olmak için sorulan suallere susturucu cevaplar verilmiş ve ilk günde meydana gelecek fesadların önüne geçilmiştir.(10) Kur'ân-ı Kerîm de muhkemle beraber müteşâbihin bulanması, insanoğlu için bir denemedir. Acaba insanlık, dosdoğru olan Peygamber'in haberine itimad ederek gayba inanacak mı? Kur'ân-ı Kerîm bunu güzel bir şekilde ifade eder: Hidayete erenler buna inandık derler; kalplerinde eğrilik bulunanlar, o Rablerinden bir hak olduğu halde onu inkâr ederler ve fitne aramak için onun müteşâbih olanına tâbi olurlar. Bunun diğer bir faydası, insanoğlu ne kadar istidat ve ilim sahibi olursa olsun, onun âciz ve mahlûk olduğunu gösteren bir delil de bu müteşâbihattır. Bu âyetler, Allah'ın ilmiyle herşeyi ihata ettiğini, mahlûkâtın O'nun ilminden ancak O'nun dileyeceği kadarını alabileceğini ifade eder.(11) İnsan, Hâlıkının karşısında kul olduğunu idrak eder. Müteşâbih âyetler sebebiyle aklî deliller ön plânaçıkmıştır. Akıllı olması hasebiyle kıymet kazanan insanın şerefini yükseltmiş olur.
KAYNAKLAR
(1) Sünen-i Tirmizî, İstanbul 1401, c. V, sh. 199, Had. No: 2951.
(2) İmam-ı Suyûtî, Miftahu'I-Cenne fi Ihtica'c bi's-Sünne, Beyrut 1989, sh. 62.
(3) M. Zeki Pakalın, Terimler Sözlügü, İstanbul, ty. c.II, sh. 571.
(4) İmam-ı Suyûtî, el-Itkan fi Ulûmi'f-Kur'ân, Kahire 1368, c. lI, sh. 2-3.
(5) Subhi es-Sâlih, Mebahi's fi Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut 1965, sh. 282. (Ebû İshak eş-Şirazî: "(Kur'ârı da) Allahu Teâl nın ilmini, sadece kendine mahsus kıldığı birşey yoktur. Aksine, âlimleri o ilme vâkıf kılmıştır. Çünü AlLahu Teâlâ (cc) bunu âlimleri medh sadedinde söylemiştir. Şayet onun manâsını bilmeyecek olsalar, avam tabakasına ortak olmuş olurlar" demittir).
(6) Sahih-i Buharî, İstanbul 1401, c. VI, sh. 42.
(7) İbn-i Manzur, Lisânu'I-Arab, Beyrut 1955, c. XIII, sh. 505.
(8) Sahih-i Buharî, c. VI, sh. 4I.
(9) Suyûtî, a.g.e., sh. 2.
(10) Subhi es-Sâlih, a.g.e., sh. 284.
(11) Geniş bilgi için bkz. ez-Zerkânî, Menâhilu'l-Irfan fi Ulûmi'l-Kur'ân, Kahire 1957, c. II, sh.178-181.
MÜLKİYET
MÜLKİYET - MİLKİYET Arapça'da (M-L-K) kökünden gelen kelime hem mülk ,hem de milk olarak okunmaktadır. Mülk daha ziyade siyasî iktidar ve hüküm koyma manasına kullanılmıştır.(1)"Lehû'l Mülk" (mülk O'nundur, bununla "Hüküm koyma" hakkı kasdedilir. Kur'ân-ı Kerîm'de "Davud (a.s) kıssası" beyan buyurulurken: "Onun nıülkünü de kuvvetlendirdik. Ona hikmet ve fasl-ı hitab verdik"(2) buyurulmaktadır. Müfessirler bu âyet-i kerimedeki "mülk" ten maksadın siyasî güç, zafer ve büyük ordular olduğunu kaydetmektedirler.(3) Esasen mülkün Allahû Teâla (cc)'ya ait olduğunu beyan buyuran ayet-i kerimelerin tamamında kasdın hüküm koyma olduğu hususunda müfessirler ittifak halindedirler.Milk kelimesi ise, daha ziyade mala sahip olma manasına kullanılmıştır. Ancak Türkçe'de mülkiyet, saltanat manasına kullanıldığı için fazla yaygınlaşmamıştır. Osmanlı döneminde sultanlara "Allah mülkünüzü daim kılsın" şeklinde dua etmek âdet haline dönüşmüştür. Günümüzde siyasî iktidar manasındaki "mülkiyet" ile, mala sahip olma manasında kullanılan "milkiyet" kavramları birbirine karışmıştır. Genellikle "mülkiyet" kullanılır.Şimdi milkiyet kavramı üzerinde duralım. İmam-ı Kasani; milkiyet, tasarrufa konu olabilen mal-ı mütekavvim üzerinde, tasarrufta bulunabilmek için Şâri'nin (Allah ve Rasûlünün) bahşetmiş olduğu yetki ve iktidardır"(4) tarifini esas almış. İbn-i Hümam Fethû' l-Kadir isimli eserinde: "Mülkiyet, bir mani bulunmadıkça doğrudan doğruya kullanılabilen şer'i şerifin bahşettiği yetki ve iktidardır"(5) hükmünü zikrediyor. Dikkat edilirse her iki tarifte de; milkiyet'in teşekkülü için şer'i şerifin bahşetmiş olduğu yetki ve iktidarın bulunması şart görülmektedir. Bu noktada "haram, milke konu olur mu?" sualine cevap bulmak mecburiyetindeyiz.Resûl-i Ekrem (sav): "Gerçekten Allahû Teâla (cc) şarabı haram kılmıştır. Şimdi kimin elinde ondan bir şey olduğu halde bu hüküm kendisine ulaşırsa, artık onu ne içsin ne de satsın"(6) emrini verdiği bilinmektedir. Bunu duyan sahabe-i kiram elleri altında bulunan bütün şarapları döktükleri mütevatir haberlerle sabittir. Yine Resûl-i Ekrem (sav)'in şarapla ilgili olarak: "İçilmesini haram kılan Allahû Teâla (cc) alışşini de (ticaretini de) haram kılmıştır"(7) diyerek, şarabın, milk olamıyacağı konusunda ittifak halindedirler. Dolayısıyla "haram" kat'iyyen milkiyete konu değildir. Haram yolla zengin olan bir kimse zekât veremiyeceği gibi, bu kazancıyla hacca da gidemez. Alauddin el-Haskafi ed-Dürrü' l Muhtar isimli eserinde "Hacc" bahsinin hemen girişinde "haram malla hacca gitmek haramdır" hükmünü zikreder. İslâm dininde haram yolla elde edilen milkiyet kabul edilmemiştir.
KAYNAKLAR
(1) İbn-i Manzur, Lisanû'l Arab, "MiIk" maddesi, Ayrıca İbn-i Nüceym, el-Esbah ve'n Nezaiı-, İst: 1257, c. II, sh. 202 vd.
(2) Saad sûresi: 20. Geniş bilgi için bkz. Mecmuatu't tefasir, İst: 1979 Çağrı Yay. c. V, sh. 67 vd. (Gadı Beyzavi B1.)
(3) İmarı-ı Suyutî, Lübâbü'n Nükûl, Kahire; Darû'1 İhya Neşri, c. II, sh. 136. Ayrıca İbn-i Kesir, Tefsirû'I Kur'ân'il Azim, Beyrut 1969, c. IV, sh. 30.
(4) İmam-ı Kasanî, el-Bedaiû'I Seııai fi Tertibi-,s Şeria, Beyrut:1974, (2. bsm.), c. VII, sh.128.
(5) İbn-i Hümam, Fethû'I Kadir, Beyrut: 1316, D.Sadr Mtb. c. VI, sh. 248.
(6) Sahih-i Müslim, İst:1401, Çağrı Yay. c. II, sh.1206, Had No: 67 (1578) K.Müsakat:12.
(7) İmam-ı Mâlik, el-Muvatta, İst: 1401, Çağrı Yay. c. II, sh. 846, K.Eşribe: 5.
MUNAZARA
MÜNAZARA Kelimemize Resûl-i Ekrem (sav)'in "Şeytan; namaz kılanların kendisine uymalarından ümidini kesmiştir. Fakat aranızda fesad çıkarmakla da yetinir."(1) mealindeki hadis-i şerifi ile başlayalım. Şurası muhakkaktır ki; "münazara", ilim elde etme yollarından birisidir. Ehl-i sünnet ve'l cemaatin müctehid imamları ilmi, "ma'lûm olanın, olduğu hâl üzere bilinmesidir"(2) şeklinde tarif etmişlerdir. Ayrıca ilim "haber, duyu organlarının faaliyetleri ve istidlâl (akıl yürütme) ile elde edilebileceği" hususunda müttefiktirler (3) Eğer münazarada; şer'i hududlara riayet olunursa, mağlûp olan da, galip gelen de bir çok meseleyi öğrenmiş olur. Yeter ki münazarada taraflar, hevâ ve heveslerine kapılıp, birbirini yenme hırsına temayül etmesinler. Bu noktada İmam-ı Burhanüddin Zernûci'yi dinleyelim; "Kelâm ve münazara ilmini ihtiyaçtan fazla öğrenmek ise mekruhtur. Rivayet edildiğine göre, İmam-ı Azam Ebû Hanife, oğlu Hammad'ı bundan sakındırmıştır. Bunun üzerine oğlu Hammad: "Babacığım!.. Bana yasakladığın şeyi, senin yaptığını görüyorum" dedi. İmam-ı Azam buyurdu ki: "Evlâdım!.. Bizler münazarada biri ile konuşurken, arkadaşımızın ayağının hak yoldan kayması endişesiyle herbirimizin başı üstünde uçmasından korktuğumuz bir kuş varmış gibi davranırdık, ona göre hesaplı konuşurduk. Halbuki sizler konuşurken, münazara ederken, herbiriniz arkadaşınızın ayağının kaymasını (sapmasını) istiyorsunuz. Bu, arkadaşının kâfir olmasını istemek gibidir. Kim arkadaşının kâfir olmasını isterse, arkadaşı kâfir olmadan kendisi, kâfir olur. Mantık ve benzeri ilimlerle meşgul olmaktaki ölçü de böyledir."(4)Sırat-ı müstakîm üzere olan iki mü'min; münazarada heva ve heveslerine kapılır, şeytâni vesveselere gönüllerini açarlarsa, birbirlerini tehlikeye sokmuş olurlar. Her insanda gâlip gelme arzusunun, fıtrî olarak bulunduğu da bilinmektedir. Ancak "gâlip gelme" nedir? suali çok önemlidir. Eğer mesele; sırf Allah (cc) rızası için ilim elde etmek ve o ilim ile amel etmek ise, "gâlip" veya "mağlûp" ayrımları saçma olur!.. Çünkü münazarada; her iki taraf da birbirinden çok şey öğrenirler. Bu noktada Resûl-i Ekrem (sav)'in "Her şeyin bir yolu vardır. Cennetin yolu da ilimdir"(5) meâlindeki müjdesini hatırlamak durumundayız. Münazara eden iki mü'min; birbirlerine cennetin yolunu gösteriyorlarsa, mesele yoktur. İşte münazarada dikkate alınacak ilk husus budur.Bu girişten sonra, günümüzdeki "münazara" usûllerine dikkat edelim. Galip gelmek için her türlü yolu mübah gören, itham ve iftiralarla hedefe varmaya gayret eden insanların "münazara" yoluyla ilim elde edebilmeleri mümkün müdür? suali oldukça önemlidir. Ayrıca muhkem âyetlerle ve mütevatir sünnetle sabit olan hususları bile sırf gâlip gelebilmek arzusuyla te'vile yeltenen insanların, "münazara" yapmaları ne gibi neticeler doğurur?Kâ'b b. Malik'ten rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem (sav)'in: "İlmi, âlimler arasında bulunup ilim satmak için veya sefihlerle çatışıp onları yenmek için, veyahut şöhret yapmak, insanların dikkatini üzerine çekmek için tahsil eden kimseyi Allahû Teâla (cc) cehenneme koyar"(6) buyurduğu bilinmektedir. Münazara hususunda aşırı hassasiyet gösteren kimselerin bu hususları, çok iyi tefekkür etmeleri gerekir. Resûl-i Ekrem (sav)'in şer'i ilimleri üç ana esasla izah ettiği malumdur.(7) Bunlar:1. Mûhkem âyetler.2. Nesholunmamış sünnet (Sünnet-i kaime).3. Kitap ve sünnetten çıkarılmış hükümler (Ferizatü'n âdiletün).Dolayısıyle İslâmî bir meselede münazara ederken; tarafların, bu üç esasa vâkıf olmaları gerekir. Kaldı ki, delâlet-i ve subût-i zanni olan konularda; müçtehid imamlara tâbi olmak vaciptir.(8) Bu durumda, mü'minlerin münazaradan sakınmaları zaruri olur. İmam Burhanüddin Zernucî bu hususta şunları kaydeder: "Büyük âlimlerin vefatından sonra ortaya çıkan bu cedel ve hilâf ilmi ile meşgul olmaktan sakın. Zira bu ilimler öğrenciyi, fıkıh bilgisinden uzaklaştırır, ömrü zâyi eder, müslümanlar arasında nefret ve düşmanlık getirir. Cedel ilmiyle uğraşmak fıkhın ve ilmin ortadan kaldırıldığının işareti olduğu gibi, aynı zamanda kıyametin alâmetlerindendir."(9) Şimdi kendi kendimize soralım: "günümüzde münazara ve münakaşa; mü'minler arasında ilmin yayılmasına mı, yoksa nefret ve düşmanlığın gelişmesine mi sebep oluyor?" Eğer bu suale "ilmin yayılmasına sebep oluyor" diye cevap verebiliyorsak, mesele yoktur. Ancak ben; nefret ve düşmanlığı körüklediğine inanıyorum. Çünkü münazara ve münakaşa halinde olan mü'minlerin; şer'i hududlara riayet hususunda titiz davranmadıkları malûm. Birbirlerinin ayıp ve kusurlarını anarak, hedeflerine varmayı esas alıyorlar. Hatta zaman zaman birbirlerini itham ve iftira kasırgasına tâbi tutuyorlar. Bu gerçekleri görmemezlikten gelmek mümkün değildir. Bu noktada Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Hidayet üzere olan bir millet, ancak cedel ile (iç mücadeleyle) delâlete düşer"(10) meâlindeki hadis-i şerifini iyi düşünmek zorundayız. Mü'minler birbirlerinin velileri ve dostlarıdırlar. Eğer münazara ve münakaşa; aralarına kin ve düşmanlık koyuyorsa, terkedilmesi vacip olur. Hanefi fûkahası: "Mübah olan fiillerin yapılabilmesi için, o fiilin hiç kimseye eza vermemesi ve zûlme sebeb olmamasını şart görmüşlerdir."(11) Eğer mübah olan fiil, bir başka mü'mine zarar veriyorsa veya zûlme sebeb oluyorsa, mübahlık zâil olur.Demokratik-lâik kültürün hızla yayıldığı toplumlarda; mü'minlerin birbiriyle münazara ve münakaşadan kaçınmaları zarûridir. Kin ve nefretin yayılmasına sebep olan her türlü fiil, fitnenin güçlenmesine sebep olur. Mü'minler ise; yeryüzünde fitneden eser kalmayıncaya kadar, cihad etmekle vazifelidirler. İslâmî ilimlerin zaafa uğradığı toplumlarda mü'minlerin, münazara ve münakaşa ile zaman kaybetmeleri ma'zur görülemez.
(1) M. Yusuf Kandehlevî, Hayatü's Sahabe (Hadislerle Müslünıaıılık), İst: 1977, Divan Yayını, c. V, sh. 1773.
(2) İmam Ebû Muin en-Nesefi, Bahru'l Kelâm fi Akaidi'1 Elıli'I-İslâm, Konya:1977 sh.15.
(3) Sadru'1 İslâm Ebu Yusr Muhammed Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, İst:1980, sh. 8.
(4) İmam Burhanüddin ez-Zernuci, Ta'limü'/ Mütealinı İst.1980, sh.17.
(5) Es-Seyyid Ahmed el-Haşimi, Muhtaru'l Ehâdisi'n Nebeviyye ve'l Hikemi'! Muhammediyye Tercümesi, İst.1978, (4. bsm.) sh.119, Hadis No: 945.
(6) Mansur Ali Nasif, Tac Tercemesi, İst. 1976, Müt. Bekir Sadak, c. I, sh.113. Hadis No:131.
(7) Sünen-i İbn-i Mace, İst: 1401, Çağrı Yayın. c. I, sh. 21. Hadis No: 54.
(8) İbn-i Abidin, Reddü'l Muhtar Are'd Dürri'1 Muhtar, İst.1982, Şamil Yay., c. I, sh. 93-99.
(9) İmam Burhanüddin ez-Zernuci, Ta'linıü'l Mütealinı, İst:1980, sh. 58.
(10) İmam-ı Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, İst: 1401, c. V, sh. 252, 253.
(11) İmam-ı Serahsi, el-Mebsut, Beyrut, D.Ma'rife Yay. c. XXXVI, sh.188.
NESİL EMNİYETİ
NESİL EMNİYETİ Nesil emniyetini kavrayabilmek için "aile nedir?" sualine cevap bulmak zorundayız. Önce "aile" kelimesi üzerinde duralım. Bakıma muhtaç olmak ve fakir düşmek gibi mânâlara gelen "ayle"den türemiş, arapça bir kelime ile karşı karşıyayız. Istılâhta; "temelini ana babanın teşkil ettiği, kan ve süt bağıyla birbirine bağlı ferdlerden oluşan küçük topluluğa aile denir"(1) şeklinde tarif edilmektedir. Ayrıca, nikâhları birbirine müebbeden (edebiyyen) haram olan ferdler de, aileden sayılır. Bir çok arisiklopedide ailenin "anne-baba ve çocuklardan meydana gelen topluluktur" şeklindeki tarifine rastlarsak da, buna katılmak mümkün değildir. Çünkü tarif "efradına câmi, ağyarına mani" olmak zorundadır.Aile sisteminin, Hz. Âdem (as)'a indirilen on suhufla teşkil olunduğu, ilk ailenin Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva (r.anha)'dan meydana geldiği gerçeği inkâr olunamaz (2) Hz. Âdem (sa)'in kıssası Kur'ân-ı Kerîm'de yEr aldığı gibi, incil ve tevrat'ta da yer almıştır.(3) Bu durumda müslümanların, nasranilerin ve yahudilerin; ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (as)'e inanmaları zarûridir. İnsanı, maymunun evrim geçirmiş şekli kabul eden darwinizmi esas alanlar, müslüman olamıyacakları gibi, nasrâni ve yahudi de (yani ehl-i kitap) olamazlar. Hz. Âdem (as)'in iki oğlu arasında (Habil ile Kabil) cerayan eden kanlı mücadelenin, temelde aile sistemine dayandığı dikkate alınırsa, "nesil emniyeti"nin önemi kavranır.(4) Hz. Habil (ra)'e nikâhlaması suhuflarla sabit olan İklima'ya gönlünü kaptıran Kabil; aile sistemini heva ve heveslerine kapılarak değiştirmek istemiştir. Kardeşi Habil'i öldürerek hedefine varmaya kalkan Kabil, ideolojik sistemlerin kurucusu olarak kalmamış, ilk katliamı da gerçekleştirmiştir. Günümüzdeki bütün ideolojilerin temelde "katliam"a dayanması, Kâbil kompleksinin tabii bir sonucudur. Bu noktada Resûl-i Ekrem (sav)'in "Hiçbir âdemoğlu zulm ile öldürülemez. Ancak onun kanının günahından Âdem (as)'in oğlu Kabil'e bir pay ayrılır. Çünkü bu cinayeti âdet edenlerin önderi (lideri) odur"(5) mealindeki hadis-i şerifini iyi düşünmek durumundayız.İmam-ı Gazzalî: "Zina eden erkek ve kadınların cezalandırılması, nesil emniyetinin tahakkuku içindir" hükmünü zikrediyor.(6) Bilindiği gibi dâru'l-İslâm'da zina eden erkek ve kadın, bekâr ise yüz değnek cezasına, evli iseler recm'e tâbi tutulurlar.(7) Ancak dâru'l-harp'te bu cezalar uygulanamaz. Zira nesil emniyeti yoktur.(8) Dolayısıyla hadd-i zina ve recm'in uygulanmadığı toplumlar, "dâru'l-harp" özelliğini taşırlar. Türkiye'de, genelevlerin bile devletin resmi izniyle işletildiği, zinanın kitle yayın organları (TV, radyo, gazeteler vs.) ile övüldüğü ve şer'i muamelatın yasaklandığı gerçeği gizlenemez. Böyle bir topluma "Efendim, dâru'l-İslâm da diyemeyiz, dâru'l-harp de diyemeyiz" cümleleriyle, sahip çıkanlar "delâlet-i ve subûti kat'i hükümleri" dikkate almayacak derecede zihnen çürümüştür. Muhkem ve müfesser âyetlerin, hükmü katiyyet ifade eden mütevatir sünnetlerin ve Sahabe-i Kiramın inkâr edildiği toplumlara "dâru'l-harp" denilmezse, İslâmî mücadelenin mânâsı kalmaz.İslâm dini; erkek ve kadınların, birbirleri üzerine hüküm koyma, hak ve yetkilerini tayin etme fülerini kabul etmemiştir. Her iki cins de, "Allah (cc)'ın indirdiği hükümlere" boyun eğmek ve İslâmî bir hayat yaşamak zorundadırlar. Bu sebeple İslâın toplumlarında "feminizm" diye isimlendirilen felsefi cerayanların etkisi görülemez."Nesil emniyeti" ile yakından alâkalı bir ıstılâh da fuhuştur. Fuhuş, lûgatta söz ve işin çok çirkin olması, hududu ve ölçüyü aşmak, kötü olarak bilinen her türlü söz ve iş mânâlarına gelir (9) Cahiliyye döneminde açık ve gizli olarak yapılan zina , İslâm dini tarafından kesinlikle haram kılınmıştır. Ayrıca zinayı teşvik eden müzik ve bunun gibi bütün yollar haram kılınmıştır. Türkiye'de olduğu gibi, cahiliyye döneminde de, açık yerlerde yapılan zina kötü görülürdü. Ama gizli ve kimsenin göremiyeceği yerde yapılanı katiyyetle ayıplamazlardı. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Açık olsun, gizli olsun fuhşiyata yaklaşmayınız."(10) emri, "gizli olan" fuhşu da kesinlikle haram kılmıştır(11).Muhkem ve müfesser âyetlerle ve hükmü kat'iyyet ifade eden mütevatir sünnetle, "aile"nin nasıl teşekkül edeceği izah buyurulmuştur. Bu hududların dışındaki her türlü ilişki (siyasî yönetimler, kanunlarla tayin etse de, etmese de) fuhuştur. Çünkü insanların kendi heva ve hevesleriyle, aile sistemi kurmaları kat'iyyen haramdır. Aile, İslâm'ın belirttiği hududlarla teşekkül eder.
KAYNAKLAR
(1) İslâmî Bilgiler Ansiklopedesi, İst:1981, c. I, sh.129.
(2) İbn-i Kesir, Tefsirû'l Kur'ân'il Azim, Beyrut: 1969, D.Marife Yay. c. IV, sh. 217.
(3) Melâhat Aktaş, İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın, İst:1983. (4. bsm.) Ölçü Yay. sh. 25 vd.
(4) Muhammed Emin Hirevi, Mearieû'n-Nübüvve, İst. 1978 (4. bsm.) sh.134.
(5) Abdi'llatif ez-Zebidi, Safıih-i Buhari Mufıtasarı Tecrid-i Sarih Terremesi ve Şerhi, Ank. l975, (3. bsm.) c. IX, sh. 83 Had. No:371.
(6) İmam-ı Gazzalî, el-Mustasfa Min ilmû'l Usûl, Beyrut:l937, c. I, sh. ?87 vd.
(7) Ebû'1 Hasen Ahmed b. el-Kudurî, Kuduri Metiıı ve Tercümesi, İst.1979, Eser Yay., sh. 342-343.
(8) Ebû'1 Hasen Ahmed b. el-Kudurî, a.g.e., sh. 345.
(9) Râğıb el-İsfahanÖİ, el-Müfredat, "Fe-Ha-Şe" mad.(nakleden: Tevhid Gazatesi, 26 Mart 1979, sayı 14. sh. 6).
(10) En'am sûresi:151.
(11) Zebidî, a.g.e., c. XI, sh.105.
NİFAK-MÜNAFIK
NİFAK-MÜNAFIK İslâm toplumunu felç eden ve mü'minlerin amansız düşmanı olan münafıkların vasıflan iyi bilinmelidir. Nifak hareketi; Medine'de, İslâm devleti kurulduktan sonra başlamıştır. İslâm'ın Mekke döneminde münafık yoktur. Zira o dönemde; Resûl-i Ekrem (sav)'in tebliğini "işittik ve iman ettik" diyerek kabul edenleri, büyük tehlikeler bekliyordu. Müşrik rejimin ileri gelenleri, işkence ve zulümle, İslâm'ı durdurmayı planlamışlardı. Medine'de İslâm devleti kurulunca, güç dengeleri değişti. Hicret'ten önce "Yesrib" diye anılan beldede Evs ve Hazreç kabileleri vardı. Ayrıca bir kısım yahudiler ikamet ediyordu. Hazreç kabilesi; hem nüfûs, hem maddi güç olarak Evs kabilesinden daha kuvvetliydi. Hz. Peygamber (sav) Mekke'den Yesrib'e (Medine'ye) hicret etmesinden az önce; Hazreçliler ve Evsliler, Hazreç'in lideri olan Abdullah İbn-i Übey İbn Selûl'e taç giydirip onu kral yapma hazırlığı içindeydiler.(1) Hz. Peygamber (sav) hicret ettikten sonra; Hazreç ve Evs kabilesine mensup müslümanlar, daha önceki kararlarını değiştirdiler. Hiç kimse Abdullah İbn-i Übey İbn Selûl'e yüz vermiyordu. Ancak çevresinde belli bir topluluk vardı. Abdullah İbn-i Übey İbn Selûl; Bedir savaşına kadar bekledi... Bedir'den sonra müslümanların iyice güçlendiğini görünce, müslüman oldu... Fakat kalbinde Rasûl-i Ekrem (sav)'e ve İslâm'a karşı belli bir kin vardı. Zira Hz. Peygamber (sav)'e kendisinin krallığını elinden almış gözüyle bakıyor ve fırsat kolluyordu. Kendisi önemli bir kişi olduğu için, onun hareketleri, zaman zaman müslümanlar için tehlikeli durumlar arzetmiştir. Münafıkların büyük bir kısmı, onun emri altında ve çizdiği planlarla hareket ediyorlardı. Bu girişten sonra; nifak ve münafık kavramlarını izaha gayret edelim.Nifak kelimesi Ne-Fe-Ka fül kökünden gelir. Bu fiilin çeşitli anlamları vardır. İbn-i Side'nin beyanına göre nifak; bir vecihten İslâm'a girip, bir vecihten çıkmaktır. Bu kelime"nâfikaaû'l yerbû" (ova sıçanının deliği) tabirinden alınmıştır. Bazıları "nefak"dan alındığını söylemişlerdir. Nifak; yer altında bulunan ve bir ucundan girilip, diğer ucundan çıkılan işlek yol (tünel) mânâsına gelir.(2) Böyle bir tünelin sahibi; onun içerisinde nasıl gizlenirse, münafık da İslâm'ın perdesi altında öylece gizlenir. İslâmî ıstılâhta: "Diliyle iman izhar eden, buna mukabil kalbinde küfrü sabit olan kimseye münafık denilir."(3) şeklinde tarif edilmiştir. Dolayısıyla kalbi tasdik bulunmadığı için, itikaden kâfir hükmündedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "insanlardan mü'min olmadıkları halde, `Allah'a ve ahiret gününe iman ettik' diyenler vardır."(4) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler, bu âyetin münafıkların nitelikleri hakkında olduğunda ittifak etmişlerdir(5) Kalbinde nifak hastalığını taşıyan kimseler (münafıklar); tıpkı köstebekler gibi, yeraltı faaliyetlerinde bulunmayı meslek edinmişlerdir. İslâm ûleması "Aslî kâfirin küfrü mü, yoksa münafıkın küfrü mü daha çirkindir?" sualine cevap verirken farklı noktalar üzerinde durmuşlardır.İmam Fahrüddin-i Razi: "Bir kısmı, aslî kâfirin küfrünün daha çirkin olduğunu söylemişlerdir. Çünkü onlara göre; kâfir olan kimse kalben cahil, lisanen de yalancıdır. Münafık ise, kalben cahil, lisanen ise sadıktır. Diğerleri ise, `Münafık da lisanen yalancıdır' demişlerdir. Çünkü, münafık o inanç üzere olmadığı halde imanı olduğunu söylemiştir. İşte bu sebepten ötürü Kur'ân-ı Kerîm'de: `Allah şehâdet eder ki, münafıklar muhakkak yalancıdırlar.' (Münafıkûn sûresi:l) buyurulmuştur. Sonra münafık kâfire nisbetle, çirkin bazı şeylerle de muttasıftır.a) O, insanların düşüncelerini karıştırmaya yeltenmişken, kâfir buna yönelmiştir.b) Kâfir kendisinin yalan söylemesine râzı olmamış, bundan kaçınmış ve sadece doğruyu söylemeye razı olmuşken, münafık ise yalan söylemeyi tercih etmiştir.c) Münafık; aslî kafirin aksine, küfrüne bir de alay etmeyi ilave etmiştir. Küfrünün fazla olmasından dolayı Cenabı Hak: `Muhakkak ki münafıklar, ateşin en alt tabakasındadırlar.' (Nisa sûresi:l45) buyurmuştur.d) Kâfir, erkeklik tabiatı üzerindedir.e) Mücahid; `Cenab-ı Hakk'ın dört âyette mü'minleri zikrettiğini, sonra iki âyetle kâfirlerden bahsettiğini, üçüncü olarak da on üç âyetle münafıklardan sözettiğini; bunun ise münafıkların suçlarının daha büyük olduğuna delâlet ettiğini' söylemiştir. Bu, uzak bir görüştür. Çünkü münafıkların haberlerinin çok anlatılması, onların günahlarının büyük olmasını gerektirmez. Eğer bunların suçları büyükse, bu başka sebeplerden dolayıdır. Bu da onların (münafıkların) küfürlerine başkalarını aldatmak, alay etmek ve buna mümasil başka gailelerin peşinde koşmak gibi günahları eklemeleridir. Buna şu şekilde cevap vermek de mümkündür: `Onların (münafıkların) haberlerinin çokça anlatılması, bunların şerlerini savuşturmaya verilen ehemmiyetin, kâfirlerin şerlerini savuşturmaya gösterilen çabadan daha fazla olduğuna delalet eder. İşte bu onların günahlarının, kâfirlerinkinden daha büyük olduğuna delâlet eder."(6) diyerek, önemli incelikleri gündeme getirmiştir.Şimdi münafıkların bazı vasıflarını; kat'i nassları esas alarak izaha gayret edelim.1. Münafıklar; hem korkaktırlar, hem yalancıdırlar:"Hakikat onlar (münafıklar) sizden olduklarına dair Allah'a yemin de ederler. Halbuki onlar sizden değildir. Fakat onlar öyle bir kavmdir ki, daima korkarlar."(7)"Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine açıkça haber verecek bir sûrenin tepelerine indirilmesinden daima endişe ederler."2. Münafıklar kötülüğü emrederler:"(8)Münafık erkekler de, münafık kadınlar da birbirinin (tamamlayıcı) parçasıdırlar. Onlar kötülüğü emrederler, iyilikten vazgeçirmeye uğraşırlar. Ellerini (cimrilikle sımsıkı) yumarlar. Onlar Allah'ı unuttular, O da onları unuttu. Şüphesiz ki münafıklar fâsıkların ta kendileridir."(9). Münafıklar kendilerini akıllı sanırlar ve güzel konu,surlar:"İki ordu karşılaştığı gün size gelen musibet Allah'ın emriyle idi. (Bu Allah'ın) mü'minleri ayırdetmesi, münafık olanları da açığa vurması içindi. Berikilere: `Gelin, Allah yolunda muharebe edin, yahud (hiç olmazsa düşmanın ailenize saldırmasını) önleyin denildi de: `Biz muharebe etmeyi bilseydik, elbette arkanızdan gelirdik dediler. Onlar o gün imandan ziyade küfre yakındılar. Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Onlar ne gizlerlerse, Allah çok iyi bilicidir. Kendileri (evlerinde) oturarak kardeşlerine: `Eğer bizi dinleselerdi ölmeyeceklerdi diyen o adamlara de ki: `Öyle ise kendi nefislerinizden ölümü geri çevirin!.."(10)"İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, onun (bu) dünya hayatına ait sözü hoşunuza gider ve o, kalbinde olana Allah'ı şahid getirir. Halbuki o (münafık) düşmanların en yamanıdır. O, yer yüzünde iş başına geçti mi, orada fesad çıkarmaya, ekini ve nesli kökünden kurutmaya koşar. Allah fesadı sevmez."(11)"Onları gördüğün zaman gövdeleri (görünüşleri, kıyafetleri belki) hoşuna gider. Eğer konuşurlarsa (güzel konuştukları için) sözlerini dinlersin. Sanki giydirilmiş odunlar gibidir onlar. Her gürültüyü kendi aleyhlerinde sanırlar. (asıl ve gerçek) düşman onlardır. O halde onlardan (münafıklardan) sakın!.."(12). 4) Münafıklar daima tuzak kurmayı düşünürler:"Bir de mü'minlere zarar vermek, küfrü kuvvetlendirmek, mü'minler arasında tefrika düşürmek için ve bundan evvel Allahu Teala'ya ve Rasûlü'ne savaş açan kimseyi beklemek maksadıyla bir mescid yaptılar. Ve; `Biz bu mescidi ancak iyilik için bina ettik' diye yemin edeceklerdir. Allahu Teala şehadet eder ki, onlar yeminlerinde yalancıdırlar."(13) 5. Münafıklar meşakkatten kaçarlar ve ikbâle koşarlar:"İşte kalplerinde bir (nifak marazı bulunan kimselerin; `Felâketin bize (dönüp) çarpmasından korkuyoruz' diyerek, aralarında konuştuklarını görüyorsun. Belki Allah fetih veya kendi katından bir emir getirecek de, onlar, yüreklerinde gizledikleri şeye karşı pişman kimseler olacaklardır."(14)"(Ey münafıklar) Siz de tıpkı kendinizden evvelkiler gibisiniz. Onlar kuvvetçe sizden daha yamandı. Malları ve evlâtları daha çoktu. (Bu dünyadaki) nasipleri kadar (zevkten) faidelenmek istediler. İşte sizden evvelkiler nasıl öyle nasiplerince yaşamak istedilerse, siz de yine kısmetinizce (zevkten) faide aradınız. Siz de (o batağa) dalanlar gibi daldınız."(15)"Allah'ın Peygamberi'ne muhalefet için (savaştan) geri kalan (münafıklar) oturmalarıyla sevindiler. Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad etmeyi çirkin gördüler ve `bu sıcakta harbe çıkmayın dediler. De ki: `Cehennemin ateşi daha sıcak! İyice bilmiş olsalardı."(16)Şurası muhakkaktır ki; nifak kalbe ait bir hastalıktır ve münafık akaid açısından kâfirdir. Ancak kalben iman etmediği halde, diliyle kelime-i şehadeti ikrar ettiği için, dünyevî hükümler açısından müslümanların tâbi olduğu hukuka tâbidirler. Dolayısıyla müslümanların iktidar olduğu toplumlarda, münafıkların sayısı hızla yükselir. Kâfirlerin gâlip, müslümanların mahkûm durumda olduğu cemiyetlerde ise, durum farklıdır. Zira o durumda, dünyaya şehvetle bağlı olan ve keyiflerine göre yaşamak isteyen kimseler (münafıklar) gerçek inançlarını açıklamaktan çekinmezler.Hesap gününü düşünen bir mü'min, Resûl-i Ekrem (sav)'in nifak âlameti olarak zikrettiği amelleri kendi nefsinde görürse, derhal tedavi yolunu seçmelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte: Dört şey, her kimde bulunursa hâlis münafık olur. Her kimde bunların bir parçası bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur. (Bunlar da) Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyânet etmek, söz söylerken yala:ı söylemek, ahdettiği zaman ahdini tutmamak, hûsumet zamanında da hak'dan ayrılmaktır."(17). buyurulmuştur.Münafıkların vasıfları ve nifak âlametleri kat'i nasslarla sabittir. Ancak herhangi bir şahsın münafık olduğunu söylemek mümkün değildir. Resûl-i Ekrem (sav)'in münafıkları bilmesi ve sır kâtibi Hz. Huzeyfe'ye söylemesi, vahiyle ilgili bir hâdisedir. Nitekim Hz. Huzeyfe (ra): "Nifak, ancak Nebi (sav) zamanında mevcut (belirli) idi. Bugün ise (vahiy kesildiği için) nifak, imandan sonra küfürdür." diyerek bu inceliğe işaret etmiştir. Her müslüman; kalbî bir hastalık olan nifakın mahiyetini ve nifak alametlerini iyice öğrenmelidir. Elbette ilim, amel etmek içindir. Nifak alâmetlerini kendi nefsinde gören her mükellef bu hastalıktan kurtulmanın yollarını aramalıdır.
KAYNAKLAR
(1) İbn-i Kesir, Tefsirû'l Kur'ân'il Azim, Beyrut 1969, c. I, sh. 47. Aynca Abdû's-Selâm İbn-i Hişam, Tehzibû Siret-i ibn-i Hi,sam, Beyrut 1972, c. II, sh.17.
(2) Geniş bilgi için bkz. Râğıb el-Isfahani, Müfredat, İst. 1986, Kahraman Yay. sh. 766. Ayrıca Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, İst. 1973, c. I, sh. 312.
(3) Seyyid Şerif Cürcani, et-Ta'rifat, İstanbul ty., Kaynak Yay., sh. 245.
(4) Bakara Sûresi: 8.
(5) Mec·mııatu't-Tejrısiı-, Ist. 1401, Çağrı Yay., c. I, sh.54-55. Ayrıca, Tefsir-i Mücahid, Katar 1976, sh. 69, İbn-i Kesir, a.g.e., c. I, sh. 47.
(6) İmam Fahruddini Razi, Mefatihu'l Gayb, Ank. 1988 Akçağ yay. c. II sh. 26-27
(7) Tevbe Sûresi: 56.
(8) Tevbe Sûresi: 64.
(9) Tevbe Sûresi: 67.
(10) AI-i İmran Sûresi:166-168.
(11) Bakara Sûresi: 212.
(12) Münafikûn Sûresi: 4.
(13) Tevbe Sûresi:107.
(14) Maide Sûresi: 52.
(15) Tevbe Sûresi: 69.
(16) Tevbe Sûresi: 81.
(17) Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim.
ÖRF VE ADET
ÖRF VE ÂDET Siyasî şuurun gelişmesi, otorite ile hürriyet arasındaki âhenkle yakından alâkalıdır. Resûl-i Ekrem (sav)'in "Ümmetimin hakkında, sapık ümeranın (emir sahiplerinin) zararından korkuyorum."(1) buyurmasındaki hikmeti tefekkür etmek borcundayız. Çünkü emir sahipleri, heva ve heveslerine kapılırsa, cemiyet şahsiyetini tahrip ederler. İnsanın, içinde yaşadığı çevreden etkilenmemesi mümkün müdür?..Nefs-i mutmainne noktasına varamamış her insan, çevre şartlarından etkilenir. Kısa bir süre sonra alışkanlıklar din haline geliverir. "Biz bize benzeriz" sözündeki mahiyet budur. Bu noktada örf ve âdet üzerinde durmak mecburiyetindeyiz. İslâm ûleması örf ve âdeti; "Akl-ı selimin üzerinde ittifak ettiği ve halkın devam ede geldiği şeylerdir ki, birçok kere tekrar olunur" şeklinde tarif etmiştir.(2) Ayrıca örf ve âdette dikkat edilecek husus; "şer'an ve aklen müstahsen olması, selim akıl sahipleri yanında münker olmamasıdır."(3)Tariflere dikkat edersek, örf ve âdetin teşekkülünde emir sahiplerinin etkisini hemen kavrarız. Şöyle ki; şer'an ve aklen müstahsen olan bir hususu halkın ifa edebilmesi, emir sahiplerinin onu yasaklamaması ile yakından alâkalıdır. Âdet, halkın devam edegeldiği amellerdir. Belirli bir şuur belirtmez, nesilden nesile devredilir. Eğer emir sahipleri müdahale ederse, kesinti ortaya. çıkar. Meseleyi daha net kavrayabilmek için bir misâl verelim: Osmanlı Devletinde II. Mahmud döneminde, halkın kıyafeti değiştirilmiştir. Sarık çıkarılmış, fes esas alınmış, şalvar çıkarılmış, setre pantalona geçilmiştir. Bu âdete müdahale, II. Mahmud'a "Gavur Padişah"(4) sıfatının takılmasına sebep olmuştur. Ûlema fes'in şiddetle karşısındadır. Cumhuriyet döneminde bu defa fes'in çıkarılıp, fotör şapka giyilmesi korkunç tepkiyle karşılanmıştır!.. Ancak her devirde, mesele ancak ûlema arasında ilmî olarak tartışılmış, halk âdetlerinin bozulmasına üzülmüştür. Bu gerçeği gizlemenin bir mânâsı yoktur.Demokratik-lâik toplumlarda örf ve âdetin, meclislerin çıkaracağı kanunlarla şekil değiştireceği, ifadesi pek de mübalağa olmaz. Çünkü siyasî yönetim, hükümlerini uyguladığı sürece ayakta kalır. Halkın bir kısmı isteyerek, bir kısmı da kerhen, meclislerin hükümlerine uyar. Halkın devam ede geldiği birçok davranış, kanunen suç olmamak zorundadır. İşte bu, cemiyetin şahsiyetinin, anayasa ve kanunların çizgisinde yeniden teşekkül etmesidir. 1924'den günümüze kadar, lâik cumhuriyeti esas alan kitle şahsiyetini kurmaya çalışmışlardır. Bunda muvaffak olunup olunmadığı tartışılabilir, ancak "örf ve âdetler" yeni mahiyetler kazanmıştır. Çünkü selim akıl sahiplerinin, şer'an ve aklen müstahsen olup olmadığı hususunda tartışma yapmaları mümkün değildir!.. Bu noktada herhangi bir meseleyi tartışırken "atalarımızdan böyle gördük" deyip, haklı çıkmaya çalışmak yanlıştır. Zira şu anda örf ve âdetle değil, alışkanlıklarla karşı karşıyayız.
KAYNAKLAR
(1) Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, İst.1401, Çağrı Yay. c. IV, sh. 123; Sünen-i Etıû Davud, c. IV, sh. 442, K.Fiten:l; Süııen-i Darimi, Mukaddime 23.
(2) Seyyid Şerif Cürcani, Ta'rifat, İst.1300, sh. I 1, 98.
(3) Ö.Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhaı- Fıkhiyye Kamusu, İst.1976, c. I, sh.197, Mad: 502.
(4) N. Berkes, Türkiye,de Çağdaşlaşma, İst. 1978, sh. I63.
RIZIK
RIZIK Kur'ân-ı Kerîm'de: "Yeryüzünü size boyun eğdiren (istifadeniz için itaatli kılan) Allah'dır. O halde yeryüzünün sırtlarında dolaşın da Allah'ın size ihsan ettiği rızıklardan istifade edin."(1) hükmü beyan buyurulmuştur. Yeryüzünün insana boyun eğmesi; işlenmeye ve verimli kılınmaya müsait oluşudur. Faydalı olan nimetlerin ortaya çıkarılmasını sağlamak ve Allah'ın ihsan ettiği rızıkları temin etmek, insanların önemli faaliyet sahalarıdır(2). Ziraat, ticaret, zanaat ve di er faali etlerin sebebi, yeryüzünde mevcut olan nimetlerin ve rızıkların ortaya çıkarıl ; masıdır. Dolayısıyla rızk kelimesi ve kavramı insan hayatında önemli bir yere sahiptir. Rızk, dünyada ve âhirette verilen pay ve hisse mânâsına kullanılmaktadır. Fahrüddin-i Razi: "Arapça'da rızık pay ve hisse demektir. Cenab-ı Hak: "Rızkınıza (rızkakûm) şükredeceğinize, onu vereni mi yalanlıyorsunuz?"(Vakıa Sûresi: 82) buyurur. Yani, bu şeydeki nasibinize, hazz lâfzı kişinin nasibi olup başkasına değil, sadece ona mahsus olan şey demektir. Bazı ûlema ise "rızk, yenilen veya kullanılan şeydir" demişlerdir ki, bu bâtıldır. Çünkü Cenab-ı Hak, bize rızık olarak verdiği şeylerden infakta bulunmamızı emrederek "Ve size verdiğimiz rızıklardan infak ediniz" (Münafıkûn sûresi: 10) buyurmuştur. Şayet rızk sadece yenilen şey olsaydı onu harcamak mümkün olmazdı. Diğerleri ise, "rızk, mâlik olunan şeydir" demişlerdir ki, bu da yanlıştır. Çünkü insan bazen "Allah'ım bana rızk olarak sâlih bir çocuk, sâliha bir zevce ver" diye dua eder de, fakat o ne böyle bir çocuğa, ne de böyle bir hanıma mâlik olamaz. Yine kişi "Ey Allah'ım!.. Bana rızk olarak kendisiyle yaşayacağım bir akıl ver" der, akıl bir mülk değildir. Ve yine hayvanların rızıkları vardır, fakat mülkleri yoktur. Din ıstılâhında rızkın mânâsına gelince; ûlema bunda ihtilâf etmiştir. Ebû'l-Hüseyin el-Basrî, "rızk, Cenab-ı Allah'ın (cc) bir canlıya bir şeyden faydalanma imkânı verip, başkalarının onun o şeyden faydalanmasına mâni olmalarını engellemesidir. Biz `Cenab-ı Allah bize rızk olarak mallar verdi' dediğimiz zaman bunun mânâsı `o mallardan bize istifade imkânı verdi' demektir. Biz, Cenab-ı Allah (cc)'dan bize bir mal ile rızıklandırmasını istediğimiz zaman, bununla o malı bize tahsis etmesini; bir hayvanı rızıklandırmasını istediğimiz zaman, bununla o rızkı sadece o hayvana tahsis etmesini kastediyonız. Cenab-ı Hak, o hayvana o rızıktan faydalanma imkânı verip, hiç kimse o hayvanın o rızıktan faydalanmasına mâni olmadığı zaman, ancak o rızık, o hayvana has olmuş olur. Mu'tezile rızkı bu mânâda anladıkları için, `haram rızk olmaz' demişlerdir. Biz ise (ehl-i sünnet) `haram rızk olur' diyoruz. Arkadaşlarımız buna iki yönden delil getirdiler. 1) Lûgat itibariyle rızk beyan ettiğimiz gibi, pay ve nasip demektir. Haramdan faydalanan kimse için bu haram onun nasibi ve payıdır. Bu sebeple haramın, onun rızkı olması gerekir. 2) Cenab-ı Hak `Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın' (Hûd sûresi: 6) buyurmuştur. Adam, ömür boyu yaşar, çalışıp çabalamasından başka bir şey yemez. Bu sebeple de `ömür boyu kendi rızkından hiçbir şey' yemedi' denilmesi gerekir."(3) diyerek, rızkın "pay, nasip ve hisse" mânâsına geldiğini izah etmiştir.Dikkat edilirse yeryüzü, rızk temini için müsait bir yapıdadır. Hz. Abdullah b. Mes'ûd (ra)'dan rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem (sav): "Rızk temini için çalışmak (kesbi arzu etmek) her müslüman üzerine farzdır."(4) buyurmuştur. Dolayısıyla mü'minler, helal ve haram hududlarına riayet ederek rızk temini için gayret sarfetmek mecburiyetindedirler. Nitekim diğer bir hadis-i şerif'te Resûl-i Ekrem (sav): "Rızkı tamamlanıncaya kadar, hiçbir kimsenin ölmeyeceği bana vahyedildi. O halde Allahû Teâla (cc)'ya karşı gelmekten sakınınız. Rızkınızı araştırırken güzel bir yol tutunuz."(5) diyerek müslümanları uyarmıştır. Muhakkak ki; "Güzel bir yol tutmak"tan maksad, meşrû vasıtalarla helâl kazanç elde etmektir. Hanefi fûkahası: "Rızk temin etmede en efdal olan yol cihad'dır. Zira cihadda; hem İslâm dinini aziz kılma, hem de ganimet elde etme söz konusudur. Bu sebeple kazancın en efdali ganimet olur. Cihaddan sonra ziraatle meşgul olmak ve diğer sanatlar gelir"(6) hükmünde ittifak etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Artık elde ettiğiniz ganimetlerden helâl ve hoş olarak yeyin."(7) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Muhammed (rha) "Ganimetin daha önceki ümmetlere helâl kılınmadığını, ancak ümmet-i Muhammed'e helâl kıldığını, bunun nassla sabit olduğunu" izah etmektedir.(8) Resûl-i Ekrem (sav): "Allahû Teâla (cc) kıyametin kopmasına yakın bir zamanda beni kılıçla gönderdi. Rızkımı da mızrağımın altında (gölgesinde) kıldı. Bana muhalefet edenleri zelîl ve hakir eyledi. Her kim kendisini bir kavme benzetirse, o (kimse de) onlardandır."(9) buyurmuştur.Şurası kat'iyyen unutulmamalıdır ki, rızk temin etme yolları kat'i nasslarla sabittir. Herhangi birisinin ihmali, mü'minleri zor duruma düşürür. Zira her mü'min kendi rızkını temin ederken, diğer mü'minlerin menfaatine olan hizmetleri de üretmek durumundadır. Ancak en efdal ve en temiz olan rızk elde etme yolunun cihad olduğu kat'iyyen unutulmamalıdır. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav): "Faiz yemek için hileli yollara saptığınız öküzlerin kuyruğuna yapışan ziraatle geçindiğiniz ve cihadı terk ettiğiniz zaman, AllahûTeâla (cc) üzerinize zilleti musallat kılar. Dinimize dönmedikçe o zilleti üzerinizden sıyırmaz. diyerek, cihadın asla terkedilmemesini hassaten tebliğ etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah gökleri ve yeri yaratandır. Üstten (bulutlardan) su indirip, onunla size rızk olarak türlü mahsüller, meyvalar çıkarandır. Emir ve izni ile gemileri denizden yürümek için size râm edendir. Akarsuları da yine size (faidenize) musahhar kılandır. Güneşi, ayı âdetlerinde daim (ve hizmetinizde kaim) olarak size teshîr eden O'dur. Geceyi, gündüzü sizin (faidenize) tahsis eyleyen O'dur. Allah size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer (Allahu Teala'nın) ni'metlerini birer birer saymak isterseniz (ne mümkün?) Siz (ni'metleri) icmâl sûretiyle bile sayamazsınız. Hakikat insan çok zulümkâr, çok nankördür."(11) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler "ve âtâ kummin külli mâse'eltumûh" (size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi) hükmünün mahiyeti üzerinde ısrarla durmuşlardır. Buradaki "min" harfi cerri'nin teb'iz mânâsı ile ele alınması halinde "Hem size istediğiniz her şeyden verdi" beyanı ile "Hem size istediğiniz şeylerin hepsini verdi." şeklinde ele alınabileceğini izah etmişlerdir.(12) Dolayısıyla insanın ihtiyaç duyduğu her ni'met ve rızk yaratılmıştır. Nitekim bir başka âyet-i kerime'de "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allahu Teala (cc)'ya ait olmasın."(13) buyurulmuştur. İmam-ı Şafü (rha) bu âyet-i kerimenin hükmünün umumî olduğunu, yani her canlının (hissesinin, nasibinin, payının) Allahû Teâla (cc) tarafından yaratıldığını zikretmektedir.(14) Sonuç olarak; Allahû Teâla (cc) insanların ve canlıların ihtiyaç duyduğu her şeyi yaratarak, yeryüzüne depo etmiştir. İnsana düşen; hem bu dünyadaki, hem ahiretteki rızkı için gayret sarfetmektir.
KAYNAKLAR
(1) Mülk sûresi:15.
(2) Geniş bilgi için bkz. Meemuatû't-Tejiısir, İst. 1979, c. V, sh. 317, 318.
(3) İmam-ı Fahrüddin-i Razi, MeJiıtihû'I Gayh, Ank. l9RR, Akçağ Yay. c. I. sh. 46I-462.
(4) Abdullah b. Mahmud el-Mavsili, el-İhtiyar fi Ta'lilil Muhtar, İst.1980 Çağrı Yay. c. IV, sh.170. Ayrıca, Mecmuaû'l-Enhur (ªerh-u Damacl), İst. l316, c. II, sh. 527.
(5) el-Aclûni, Ke,cfû'l afa, Beyrut 135l, c. I, sh. 231 Had. No: 707. Ayrıca İmam-ı Şafü, er-Risale, Kahire:l979, (2. bsm.) sh. 94, Madde: 306.
(6) Abdullah b^ Mahmud el-Mavsili, a.g.e.. c. IV, sh. 170-172. Ayrıca Şeyh Muhammed b. Süleyman, Mecmuaû'! Enhur (Şerh-u Damad), c. II, sh. 527.
(7) Enfal sûresi: 69.
(8) İmamı Muhammed, Siyer-i Kebir, İst. 1980, Evs Yay., c. I, sh. 40.
(9) İmam-ı Serahsi, el-Mebsuı, Beyrut: ty. c. X, sh. 3.
(10) Sünen-i Ehû Davud. İst. 1401, Çağrı Yay. c. III, sh.740-741 K. Büyû, Ayrıca İmam-ı Muhammed, a.g.e., c. I, sh. 42-43.
(11) İbrahim sûresi: 32-34.
(12) Ebû's-Sûud Efendi, İrşadû'l Akli's-Selim, Kahire, ty, c. V, sh. 48. Ayrıca İmam-ı Kurtubi, el-Camü li Ahkâmi'I Kur'dn, Kahire 1967, c. IX, sh. 367.
(13) Hûd sûresi: 6.
(14) İmam-ı Şafü, a.g.e., sh. 54, Madde:180.
SADAKA
SADAKA Allahû Teâla (cc)'nın ilmi, dilemesi ve yaratması sözkonusu olmadan, kâinatta hiçbir hadise meydana gelemez. İnsanlardan ve diğer canlılardan zûhûr eden fiillerin yaratıcısı Allahû Teâla (cc)'dır. Fiil; mümkünü imkân halinden alıp, gerçek varoluşa irca etmekten ibarettir. Bu nokta da karşımıza halk (yaratma) ve (kazanma) kavramları çıkar. Allahû Teâla (cc)'nın herhangi bir fiili yaratmasına halketme denilir. İnsanın; yaratılmış olan o fiili, kendi ihtiyarı (cüz'i iradesi) ile işlemesine kesb (kazanma) adı verilmiş. Allame Taftazanî: "İnsanların sevâp ve mükâfat almaya, cezâ ve azap görmeye esas teşkil eden ihtiyarı fiilleri vardır."(1) diyerek önemli bir inceliğe işaret etmiştir. Dolayısıyla her mükellef, ihtiyarî fiillerinin karşılığı olarak, ya sadıklardan, -ya yalancılardan olacaktır. Zira Allahû Teâla (cc)'nın tekliflerinin sebebi imtihandır. Nitekim bir âyet-i kerime'de: "İnsanlar (yalnız) inandık demeleriyle bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar? Andolsun biz onlardan evvelkileri de imtihan etmişizdir."(2) hükmü beyan buyurulmuştur. Tevhid mücadelesine gönül veren her mükellef; sadakat ve ihlâs noktasında, hassasiyet göstermek durumundadır. Şimdi ele alacağımız sadaka kelimesi ve kavramı, bu açıdan oldukça önemlidir. Arapça mütehassısları sadaka kelimesinin aslının Sa-Da-Ka (Sad-Dal-Ka) harfleri olduğunu; bu tertibin sıhhat ve kemâl mânâsını ifade etmek üzere vaz' olunduğunu söylemişlerdir.(3) Sadaka; hadiseyi, olduğu gibi ve dosdoğru haber vermektir. Araplar "sadaka fûlanûn fi haberihi" derler. Sevgi ve dostluğunda samimi olan kimseye sıddık denilir. Nitekim Sahabe-i kiramdan Ebubekir (ra)'ın lâkabı budur. Sâdûk, çok doğnı söyleyen, yalanı olmayan kimse mânâsınadır. Sadakat, mü'minler arasındaki sevgi ve muhabbet ilişkisi, bağlılık ve vefa duygusunu ifade eder. Sadaka, Allahû Teâla (cc)'nın rızasını elde etmek için, samimiyetle ve ihlâsla herhangi bir şey vermektir.(4) Dikkat edilirse; "Sa-Da-Ka" kökünden türeyen kelimelerin tamamında; doğruluk, samimiyet, ihlâs ve bağlılık ön plandadır. Nitekim sıdk kelimesinin zıddı kizb (yalan) olarak ifade edilir. Yeryüzünde, tevhide sadakat gösteren mü'minlerle, tuğyan eden kâziblerin (yalancıların) mücadelesi vardır.Kur'ân-ı Kerîm'de sadaka kelimesi, farz olan zekâtı ifade için de kullanılmıştır. Fahrüddin-i Razi: "Allahû Teâla (cc), mal kendisi ile mükemmel ve şer'i mânâda tam mal olduğu için zekâtı da sadaka diye adlandırmıştır. O halde sadaka, ya malın tam olması ve devam etmesi için bir sebeptir veyahut da kulun imanında sadık ve mükemmel olduğunu istidlâl etmeye bir sebeptir."(5) diyerek, önemli bir mahiyeti gündeme getirmektedir.İmam-ı Serahsi (rha) zekâtın farziyetini izah ederken, şu nokta üzerinde durmaktadır: "Allahû Teâla (cc): `Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini (günahlarından) temizlemiş, bununla onların (hasenatmı) bereketlendirmiş olasın.' (Tevbe sûresi:l03) hükmünü beyan etmektedir. Ayrıca bu konuda sünnet de sabit olmuştur"(6). Dikkat edilirse; burada sadaka, zekât mânâsına kullanılmıştır.Kur'ân-ı Kerîm'de: "Sadakalar Allah'dan bir farz olmak üzere fakirlere, miskinlere, (sadakaların) üzerine memur olanlara, (âınillere) kalbleri ısındırılmak istenenlere (müellefeye), kölelere, gârimine, Allah yolunda (harcamaya) ve yolda kalmışlara mahsustur. Allah, Hakkı ile bilendir. Tam bir hüküm ve hikmet sahibidir."(7) hükmü beyan buyurulmuştur. İslâm ûleması:"Zekât kimlere verilebilir?" sualine cevap verirken, daima bu âyet-i kerimeye dayanmıştır. Dolayısıyla sadaka kavramı; farz olan zekâtı, edâsı vacip olan sadaka-i fıtr ve nafile olan infakı içine alan geniş bir kavramdır. Mükellefin; imanında ve ikrarında, samimi olduğunun delilidir.Hz. Sa'lebe İbn-i Suayr (ra)'dan rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem (sav) ramazan bayramından bir veya iki gün önce irad buyurduğu hutbesinde: "Her hür ve köleden, her küçük ve büyükten sadaka olarak; buğdaydan yarım sa' veya hurmadan bir sa' veya arpadan bir sa' nisbetinde edâ ediniz."(8) hükmünü beyan etmiştir. Bu hadis-i şerifi esas alan fûkaha: "Sadaka-i fıtr vâciptir. Zira haber-i vahidle sabit olmuştur."(9) hükmünde ittifak etmiştir. İbn-i Ömer (ra)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte: "Rasulullah (sav) sadaka-i fıtrı; müslümanlardan köleye, hüre, erkeğe, kadına, küçüğe, büyüğe vâcip kıldı. Ve bu sadakanın, bayram namazından çıkmazdan evvel verilmesini emreyledi."(10)ta buyurulmuştur.Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; zekât, sadaka-i fitr ve infak, imtihan için verilmiş olan malın üzerine terettüp eden amellerdir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav): "Sadaka vermek ancak zengin kimseye mahsustur."(11) diyerek, bu inceliğe işaret etmiştir. İster farz, ister vâcip, ister nâfile olsun, mâlî ibadetlerini edâ eden mükellef, imanında sâdıktır. Şurası da unutulmamalıdır ki; sadakayı terk eden kimse, dünyevî hırs ve tamah içerisinde mahv-û perişan olur. Firaset sahibi mü'minler, sadakaya riayet ederek, şeriate sadakat gösterirler.
KAYNAKLAR
(1) Saadeddin Mes'ûd b. Ömer et-Taftazanî, Şerhi'l Akaid, İst.1980, Dergâh Yay., sh.196.
(2) Ankebût sûresi: 2-3.
(3) İmam-ı Fahrüddin-i Râzî, Mçfiıtihû'I Gayh (Tefsir-,Kebir), Ankara 1989 Akçağ Yay., c. V, sh. 524.
(4) Geniş bilgi için bkz./ Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat fi Garibi'! Ku'dn, İst. 1986, sh.408-410. Aynca, Seyyid Şerif Cürcanî, et-Ta'rifat, İst. ty. Kaynak Yay. sh.132.
(5) İmam Fahrüddin-i Razî, a.g.e., c. V, sh. 524.
(6) İmam-ı Serahsî, el·Mebsuı, Beyrut, ty. c. III, sh.149.
(7) Tevbe sûresi: 60.
(8) İbn-i Hümam, Fethû'I Kadir, Beyrut,1315, c. II, sh. 30. Ayrıca İmam-ı Serahsî, a.g.e., c. III, sh. 101. Abdi'I Latifiz Zebidî, Sahilı-i Buhari ve Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank. 1972, DİB Yayınlan, c. V, sh. 369.
(9) İmam-ı Merginanîi, el-Hidaye Şerh-i Bidayetü'I Mübtedi, Kahire:1965, c. I, sh. 115. Ayrıca, İmam-ı Serahsi, a.g.e., c. III, sh. 101; İbn-i Hümam, a.g.e., c. II, sh. 30.
(10) Abdi'1 Latifi'z Zebidî, a.g.e., c. V, sh. 363. Aynca İmam-ı Serahsî, a.g.e., c. III, sh.1011.
(11) İbn-i Hümam, a.g.e., c. II, sh. 31.
ŞEHİD-ŞEHADET
ŞEHİD-ŞEHADET Günümüzde en çok kullanılan kelimelerden birisinin şehid, diğerinin de şehadet olduğunu söyleyebiliriz. Tâgûtî güçler; birbirleriyle olan silahlı mücadelelerinde, kaybettikleri askerlerine şehid ünvanını vermektedirler. Maalesef günümüzde, İslâm'a düşmanlıklarıyla ma'ruf olan ideolojiler, şehid kavramını yozlaştırabilmek için ellerinden gelen gayreti sarfetmişlerdir. Mahiyeti küfür olan ideolojilere itikad eden k, kendi ölülerine başka isim veremedikleri için değil, İslâm'ı istismar ederek iktidarlarını sürdürmek için bu yolu seçmektedirler. Halkının önemli bir bölümü müslüman olan ülkelerde; tâgûtî iktidarların zulmü bütün şiddetiyle gündemdedir ve sloganlarını yalan üzerine kurmuşlardır. Yazar Joseph Conrad, Under Western Eyes (Batının Gözleri Önünde) isimli romanında, ihtilâl öncesi Rusya'yı anlatırken, "kelimeler; hakikatin en büyük düşmanlarıdır" demekte ve şunları ilâve etmektedir: "İnsanlar, bu kelimeleri tekrarlayıp duran birer güzel papağan gibidir." Tâgûtî iktidarların İslâm topraklarında gerçekleştirdikleri fesad, bundan farklı değildir.Şimdi şehid ve şehadet kavramlarını açıklamaya gayret edelim. Şehid kelimesi Arapça olup (Ş-H-D) kökünden türetilmiştir. Hem fâil, hem mef'ûl olarak kullanılır. Lûgatta; hazır oldu, huzurda bulundu, şehadette bulundu veya müşahede etti, gibi mânâlara gelir. Bir hadiseyi görmek, bir şeye ulaşmak veya beş duyu organı vasıtasıyla kesin bilgi sahibi olmak, bu fiilin anlamı içerisindedir.(l) Molla Hüsrev: "Müslüman, temiz ve baliğ olup zulmen öldürülen kimseye şehid denilir."(2) tarifini esas almıştır. Alaûddin el-Haskafi, şehid kelimesini tahlil ederken: "şehid, feil vezninde olup, mef'ûl mânâsınadır. Çünkü cennetlik olduğuna şahidlik edilmiştir. Yahud fail mânâsınadır. Zira şehid Rabbi katında diridir. Binaenaleyh kendisi şahiddir."(3) hükmünü zikretmektedir. İmam-ı Merginanî, farklı bir tarif getirmiştir: "Şehid, müşriklerin katlettiği veya harp meydanında vurulduğuna dair kendisinde bir eser bulunan veya müslümanların zulmen katlettiği kimsedir. Resûl-i Ekrem (sav); "Siz onları yaralarıyla, kanlarıyla tekfin edin, yıkamayın."(4) buyurmuştur. Tariflere dikkat edilirse, İslâm topraklarının şehidlerle dolup taştığı rahatça görülebilir. Son birkaç asırdır; bir taraftan emperyalist kâfirler, diğer taraftan zulme ve şirke dayanan iktidarlar, mü'min kanı akıtmaktadırlar. Batı'nın "Orta Doğu Bunalımı" diye nitelendirdiği hâdise, gerçekte bir müslüman katliamıdır.Şehid; Allahû Teâla (cc)'nın rızası için savaşan ve İslâm'ın temel hedeflerini gerçekleştirmek için hayatını feda eden mükelleftir. Cihad ibadetini ihlasla edâ eden her mükellefin hedefi, şehid olmaktır. Zira Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah yolunda öldürülenleri sakın `ölüler' sanmayın. Bilakis onlar Rablerinin katında diridirler. (Öyle ki Allah'ın) Lütfû inayetiyle kendilerine verdiği (şehidlik mertebesi) ile hepsi de şâd olarak (cennet ni'metleriyle) rızıklanırlar. Arkalarından henüz kendilerine katılmayanlar (şehid olmayanlar) hakkında: `Onlara hiçbir korku yoktur. Onlar da mahzûn olacak değildirler diye müjde vermek isterler."(5) hükmü beyan buyurulmuştur. İhlâsla ahiret gününe inânan her mükellefin arzûsu, "şehadet makamına" ulaşmaktır. Yine bir başka âyet-i kerime'de "Allah yolunda öldürülmüş olanlar için `ölüler' demeyiniz. Bilakis onlar diridirler. Fakat siz iyice anlayamazsınız."(6) buyurulmuştur. İslâm'ın hayata hâkim olması için ihlâsla cihad eden ve bu uğurda şehid olanların, cennet ehli olduğu kat'i nasslarla sabittir.Tâgûti güçlerin emrinde savaşan kimseler; velev ki müslüman dahi olsalar, asla şehid olamaz. Zira şehadet mertebesi; Allahû Teâla (cc)'nın kendi rızası için ve meşrû şartlarda savaşanlara ihsan buyurduğu bir ni'mettir.Şimdi şehid kavramıyla birlikte ele alınması gereken ve aynı kökten gelen şehadet kelimesi üzerinde duralım. Günlük hayatımızda, beş duyu organımız vasıtasıyla kavradığımız ve şahid olduğumuz birçok olay vardır. Bazı olaylar toplum hayatını derinden sarsar. Bazen iki kişi arasında cereyan eder. İnsanların haklarını ve hürriyetlerini muhafaza etmek, İslâm dininin temel hedeflerindendir. Haklar ve hürriyetler ihtilâf konusu haline gelince, mahkeme hadisesi gündeme girer.Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Allah için hakkı ayakta tutan (hâkimler, insan)lar, adaletle şahidlik eden (kimse)ler olun."(7) Emri verilmiştir. Şehadet; başkasına ait bir hakkı, kat'i bilgiye dayanarak, kazâ'nın (yargının) sıhhati için ihbar etmektir. Zannetmek veya tahmin etmek şehadet değildir. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Eğer güneş gibi gördüysen şehadet et!.. Aksi takdirde yapma."(8) emrini vermiştir. Fûkaha; " Şehadet, iyice görüp anlama mânâsına gelen müşahede'den türemiştir. Ferd için şüphesiz ve yakinî bilgidir."(9) diyerek, bu inceliğe dikkati çekmiştir. Şehadet; Kur'ân-ı Kerîm, sünnet ve icma ile sabit olan, kaza (mahkeme) işlerinde delil kabul edilen bir ameldir. Resûl-i Ekrem (sav) kendisine bir dava intikal edince, şahid getirmelerini talep etmiştir.(10) Kadı (hakim) hüküm verirken; şahidlerin beyanına ve diğer delilleri dikkate almak mecburiyetindedir. Hanefi fûkahası: "Bir kimsenin, diğer bir şahısta bulunan hakkını almak için, belirli lâfızlarla ve hâkim (kadı) huzurunda vâki olan doğru ihbara şehadet denilir." (11) tarifini benimsemiştir. Böyle bir ihbarda bulunan kimseye Şâhid denir. Lehinde şehadet edilen kimseye meşhûdün leh, aleyhinde şehadet edilen şahsa meşhûdün aleyh ve şehadet edilen hususa da meşhûdünbih denilir.(12)Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Şâhidlere ikramda bulununuz ve hürmet ediniz. Çünkü Allahû Teâla (cc) onlar vasıtasıyla hakları korur."(13) buyurduğu bilinmektedir. İnsanların hakları ve hukuklarıyla ilgili konularda şahidlikten imtina etmek, büyük bir cürümdür. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Şahidler çağrıldıklarında (şahidlik etmekten) kaçınmasınlar."(14) emri verilmiştir. Müşahede ettiğini ikrar etmeyen, insanların haklarını ve hürriyetlerini korumayan (adâletin tahakkukuna engel olan) her mükellef, fısk-û fücûrun yayılmasına vesile olur. Elbette bu durum; Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle amel eden mahkemelerle ilgilidir. İnsanların hevâ ve heveslerinden kaynaklananan kanunlarla hükmeden mahkemeler, İslâmî bir özellik taşımaz.Kur'ânı-ı Kerîm'de; her mükellefin ferdî ve ictimâı planda şâhid olabileceği hadiselerden de bahsedilirken Şehide fiili kullanılmıştır. Mesela: "(O sayılı günler) ramazan ayıdır ki, insanlara yol gösterici, hidayeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırdedip açıklayıcı olarak Kur'ân o ayda (levh-i mahfuzdan semâ-i dünyaya) indirilmiştir. İçinizden kim o aya şahid olursa (Şehide) oruç tutsun..." (15) Ramazan ayına şâhid olmak; şehide fiilinin masdarı olan bir kelime ile ifade olunmuştur. Dolayısıyla o ayda, bilfül hazır olmak mânâsınadır. Yine birçok âyette geçen âlimu' l-gaybi ve'ş-şehadeti ibaresindeki şehadet âlemi; insanların duyularıyla kavradığı ve hazır olduğu âlemdir.İnsanların şehadeti, değişik alanlarda da gündeme girebilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Böylece sizi vasat bir ümmet yapmışızdır. İnsanlara karşı hakikatin şahidleri olasınız, bu peygamber de sizin üzerinize tam bir şahid olsun diye..."(16) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyette geçen ümmeten vasata (vasat ümmet) tâbirinin; âdil ümmet mânâsına geldiğini, bizzat Resûl-i Ekrem (sav) haber vermiştir(17). İmam-ı Şafii (rha) adalet mefhumunu izah ederken: "adâletten murad; Allahû Teâla (cc)'nın emrine uygun şekilde amelde bulunmaktır"(18) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Dikkat edilirse müslümanlar; insanlara karşı hakikatin şahidleridir. Resûl-i Ekrem (sav)'de, müslümanların üzerine tam bir şâhiddir. Nitekim bir başka âyet-i kerimede: "Ey Peygamber!.. Biz seni hakikaten bir şahid, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik."(19) buyurulmuştur. Allahû Teâla (cc) bütün peygamberlerden ve onların ümmetlerinden misak aldığı, onları birbirlerine şahit tuttuğu kat'i nasslarla sabittir. Esasen daha ruhlar âleminde iken şehadet hadisesi gündeme girmiştir. Bu şahitlik hadisesi Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde haber verilmektedir: "Hatırla ki Rabbin, Âdem oğullarının sulbünden zürriyetlerini çıkarıp, kendilerini nefislerine şahid tutmuş (ve) `Ben sizin Rabbiniz değil miyim?'(demişti) Onlar da: `Evet, Rabbimizsin, şahid olduk' demişlerdi. (İşte bu şahidlendirme) kıyamet günü: `Bizim bundan haberimiz yoktu dememeniz içindir. Yahud, `daha evvel atalarımız şirk koşmuştu. Biz de onların ardından gelen (atalarımızın izinden ayrılmayan) bir nesiliz. Şimdi o bâtılı kuranların işlediği (günahlar) yüzünden bizi helâk edecek misin?' dememeniz içindir?"(20) Ruhlar âleminde gerçekleşen misak olayında iki unsur vardır. Birincisi: Allahû Teâla (cc)'nın "Besizin Rabbiniz değil miyim?" şeklindeki ikrarı ve teklifi. İkincisi: "İnsanların kendi nefislerine şahid tutulup "Evet, Rabbimizsin!.. Şahid olduk" şeklindeki tasdikidir. Molla Hüsrev: "Bu hâdisede icap ve kabul teşekkül etmiştir. Bunun tabiî sonucu olarak insanların yerine getirmesi gereken vazifeler çıkmıştır. Buna emânet denilir."(21) hükmünü zikretmektedir. Dikkat edilirse; şâhid olma (şehadet) hadisesi ruhlar âleminde başlamıştır. Yeryüzünde mü'minlerin hakikatin şâhidleri olması ve Peygamber Efendimiz (sav)'in şâhidliği, derin temellere dayanmaktadır. Bütün bu unsurlar dikkate alındığı zaman; şehid ve şehadet kavramı daha net olarak kavranabilir.
KAYNAKLAR
(1) Geniş bilgi için bkz. Râğıb el-Isfahanî, el-Müfredat, İst.1986, sh.192-294.
(2) Molla Hüsrev, Düreri'/ Hükkâm fi Şerhi'l Gureri'I Ahkâm, İst.1307, c. I, sh.168 ("Şehid" bâbı).
(3) İbn-i Abidin, Reddü'I Muhtar AIe'd Dürri'/ Muhtar, İst.1983, c. III, sh. 513.
(4) İmam-ı Merginanî, e1-Hidaye Şerhû Bidayetü'I Mübtedi, Kahire Î965, c. I, sh. 94 ("Şehid" bâbının girişi).
(5) ÂI-i İmrân sûresi: 169-170.
(6) Bakara sûresi:154.
(7) Maide sûresi: 8.
(8) İbn-i Hümam, Fetlıû'I Kadir, Beyrut:1316, c. VI, sh.ı7.
(9) Molla Hüsrev, a.g.e., c. III, sh. 371.
(10) Sahiiı-i Buharî, İst. 1401, Çağrı Yay. c. III, sh. 76. Ayrıca, Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, Feteva-ı Hindiyye, Beyrut:1400, c. III, sh. 450.(11) İmam-ı Kasanî, el-Bedaiû's-Senai Beyrut, 1974, c. VI, sh. 266, Ayrıca Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, el-Feteva-ı Hiııdiyye, Beyrut:1400, e. III, sh. 540.
(12) Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, a.g.e., c. III, sh. 450.
(13) İmam-ı Serahsî, el-Mehsut, Beyrut, ty. c. XVI, sh.87.
(14) Bakara sûresi: 282.
(15) Bakara sûresi: 185.
(16) Bakara sûresi:143.
(17) İbn-i Kesir, Tejsirû'l Kur'îııı'i! Aziym, Beyrut 1969, c. I, sh. 191, Ayrıca İmam-ı Kurtubi, el-Camü Ii Ahkâmi'! Kur'âıı, c. II, sh.156.
(18) İmam-ı Şafü, er-Risale, Kahire: 1979 (2. bsm.), sh. 25 Madde: 71.
(19) Ahzab sûresi: 45.
(20) A'râf sûresi:172-173.
(21) Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fi Şerhi'l Mirkat elVüsûl, İst.1307-8, c. I, sh. 591.shf 299
ŞERİAT
ŞERİAT İnsanları diğer canlı varlıklardan ayıran özelliklerin başında, duygularını ve düşüncelerini ifade edebilme kabiliyeti gelir. Genellikle "anlaşma maksadıyla kullanılan işaretler ve sesler sistemi" şeklinde tarif edilen dil, önemli bir vasıtadır. Türkiye'de; son bir asır içerisinde birçok alanda değişiklikler olmuştur. Devletin şekli, kanunları, yazısı ve hatta adı değişmiştir. Değişmeyen husus şudur: "Batı hayranları, ısrarla şeriat düşmanlığını resmî ideoloji hâline getirmeye çalışmışlardır" ve bunda muvaffak oldukları sâbittir. Bilindiği gibi; "Kurulu bir düzenin, kanunlarla yasakladığı fiillere suç denilir" tarifi yaygındır. Bu noktada "Şeriatçı olmak suç mudur?" suali zihnimize takılabilir. Dolayısıyla önce; "Şeriat nedir?" sualine verilecek cevapta anlaşmak mecburiyetindeyiz.Arapça olan şeriat kelimesi; Şe-Ra-A fülinden gelir. Lûgatta; insanı bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol mânâsınadır.(1) Bu fiilin masdarı olan şeriat "geniş su yolu" demektir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de "(Ey Peygamber!) Onlara denizin yakınındaki o kasabayı (onun hâlini ve ahalisinin başına gelenleri) sor. Hani onlar cumartesi gününün hürmetini ihlal ederek haddi aşmışlardı. Çünkü cumartesi tatili yaptıkları gün balıklar akın akın (şürre'an) meydana çıkarak yanlarına geliyorlardı. Diğer günler ise gelmiyorlardı. İşte biz itaatten çık' makta olduklarından dolayı kendilerini böylece imtihan ediyorduk."(2) hükmü beyan buyurulmuştur. Burada "şürre'an" su yolu , mânâsınadır. Elbette her suyun yolu olduğu gibi, kaynaklandığı bir pınarı da vardır. İşte suyun çıktığı yere "minhac", takip ettiği yola da şeriat denilir. İnsan ve toplum hayatını düzene koyan kuralların, hem bir çıkış kaynağı (esbab-ı mucibesi), hem kaynaktan sonra takip ettiği bir yolu (usûlü) vardır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: Her ümmet için bir minhac ve şeriat tayin edildiği, sarih olarak beyan edilmiştir.(3) İslâm tarihçileri; Hz. Âdem (as)'dan günümüze kadar devam eden mücadeleyi el-milel ve'n-nihal temeline dayanarak izah etmişlerdir. el-Milel vahye dayanan ve Allahû Teâla (cc)'nın tayin ettiği şeriatı esas alan ve akıllarının tayin ettiği şeriata tâbi olan cemiyetlerin tarihini konu almaktadır. elMilel ve'n-nihal terkibini Türkçe'de şu şekilde ifade etmemiz mümkündür: "Vahye dayanan dinlerin ve akla dayanan ideolojilerin tarihi." Kısaca; dinlerin ve ideolojilerin tarihi de diyebiliriz.Bir toplumun bütün ferdleri bağlayan kurallara (kanunların tamamına) şeriat denilir. Kuvvetin esas alındığı ve güçlülerin daima haklı olduğu "Orman Kanunu" deyimi, Arapça'da ,reriatü' l-ğaab olarak ifadesini bulmuştur (4) İslâm'a karşı savaş açan Mekke müşriklerinin; Dârû'nNedve'de toplanarak, bütün ferdleri bağlayıcı kanunlar çıkardıkları malûmdur. Bu kanunların tamamına "Bâtıl Şeriat" demek mümkündür. Nitekim Kur'ân-ı Kerım'de: "Yoksa onların (Mekke müşriklerinin) Allah'ın izin vermediği şeyleri (o fâsid) dinlerinden kendilerine şeriat yapan ortakları mı var? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı aralarında mutlaka (dünyada icra) edilmiş (işleri bitirilmiş)ti bile. Şüphesiz ki o zâlimlerin hakkı çetin bir azaptır."(5) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse, Dâru'n-Nedve'de kararlaştırılan ve Mekke'de yaşayan insanların tamamına uygulanan kanunlar da "Batıl dinden çıkarılan bir şeriat" olarak isimlendirilmiştir. Dolayısıyla her toplumun (ister hak, ister bâtıl) bir şeriatı vardır. Mustafa Kemal Nutuk isimli eserinde: "şeriat demek; kanun demektir, nizam demektir" cümlesini bu mânâda kullanmıştır. Kendisi Osmanlı döneminin eğitim müesseselerinde yetiştiği için meseleye vâkıftır. Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: İnsan için iki yol vardır. Ya şeriatçı (kanun ve nizamdan yana) olacaktır, ya anarşist!.. Bu mânâda her laik devlet; vahyi esas almayan ve akla dayanan bir şeriat peşindedir. Şurası muhakkaktır ki, bir müslüman; Allahû Teâla (cc)'nın kitabına ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetine, kayıtsız ve şartsız teslim olmuştur. Esasen "müslüman" kelimesi, teslim olan mânâsınadır. Her peygamberin görevleri vardır. Şimdi Kur'ân-ı Kerimde, Resûl-l Ekrem (sav)'e verilen görevleri ana hatlarıyla izaha gayret edelim.Birincisi: Allahû Teâla (cc)nın emirlerini tebliğ etmektir. Peygamberler Allahû Teâla (cc)'nın emir ve nehiylerini, insanlar arasında hiçbir ayrım gözetmeksizin tebliğe memurdurlar. Nitekim bir âyet-i kerime'de: "Ey Peygamber!.. Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan (Allah'ın) elçiliğini edâ ve ifâ etmiş olmazsın. Allah seni insanlardan koruyacaktır"(6). buyurulmuştur. Peygamberlerin vahye ihanet etmeleri veya gizlemeleri asla düşünülemez. Zira murakebe altmdadırlar. Resûl-i Ekrem (sav): "Allah'ın emretmiş olduğu hiçbir şey yoktur ki, size emretmiş olmayayım. Allah'ın sakındırdığı (nehyettiği) hiçbir şey yoktur ki, sizi ondan menetmiş olmayayım."(7) diyerek, görevini hakkı ile edâ ettiğini belirtmiştir.İkincisi: Şeriata tâbi olmak ve tâviz vermemektir. Bütün peygamberler, bir şeriati tebliğ etmişlerdir. Resûl-i Ekrem (sav)'in kendisine tebliğ edilen şeriata uymaması veya muhayyer olması düşünülemez. Nitekim bir âyet-i kerimede: "Sonra seni de bir emr (hususunda) bu şeriatin üstüne me'mur kıldık. O halde sen ona (şeriata) tâbi ol!.. Bilmezlerin hevâ (ve heveslerine) sakın uyma!.."(8) hükmü beyan buyurulmuştur. Esasen şeriata tâbi olmak şeriattan taviz vermemek sadece peygamberlerin görevi değil, aynı zamanda o peygambere tâbi olan bütün insanların görevidir.Üçüncüsü: İnsanlar arasında şeriatla hükmetmektir. Bütün peygamberler insanlara Allahû Teâla (cc)'ya ibadet ediniz!... Tâgût'a kulluk etmekten kaçınınız diye, tebliğatta bulunmuşlardır. Resûl-i Ekrem (sav) insanlar arasında, İslâm şeriatının nasıl tatbik edileceğini, bizzat tatbik ederek göstermiştir. Nitekim bir âyet-i kerimede: "Allah'ın indirdikleriyle (insanlar arasında) hüküm et!.. Onların keyiflerine uyma. Allah'ın sana indirdiği (hükümlerin) bir kısmından seni sapıtacaklar diye kaçm onlardan. Eğer onlar (indirilen hükümleri kabul etmekten) yüz çevirirlerse bil ki Allah günahlarının biri (veya sadece yüz çevirmeleri) sebebiyle kendilerini mutlaka musibete uğratmak i. İnsanların birçoğu muhakkak ki, Allah'ın emrinden dışarı çıkanlardır. Onlar hâlâ cahiliyet devrinin (o kötü) hükmünü mü arzu ediyorlar. şüphesiz (salih) bir kanaate (yakine) sahip bir kavm indinde, hükmü Allah'dan daha güzel kim olabilir?"(9) hükmü beyan buyurulmuştur.Dikkat edilirse üç önemli görev, hep emir sigasıyla verilmiştir. Şeriata tâbi olma hususunda muhayyerlik yoktur. Peygambere vâris olan ûlemanın bu üç önemli görev hususunda titizlik göstermesi zarurîdir.Herhangi bir şeriata tâbi olma suç ilân edilirse, din ve vicdan hürriyetinden söz edilemez. Kaldı ki sadece müslümanlar değil; TC vatandaşı olan yahudiler ve hıristiyanlar da bir şeriata tâbi olmuşlardır. Keyiflerini kanun haline getirmek isteyen yobazlar; tâgûtlarını memnun etmek için, İslâm düşmanlığını "Şeriatçıların başı ezilmelidir" sloganıyla sürdürmektedirler. Halbuki kendileri de bâtıl bir şeriatın emrindedirler. Tıpkı Mekke müşrikleri gibi; cahiliyye gayretine kapılmış ve müslümanlara işkence etmeyi marifet zannetmişlerdir. Bu hususu açıkça ifade etmekte fayda vardır.
KAYNAKLAR
(1) Geniş bilgi için bkz. Râgıb el-Isfahanî, el-Müfredatfi Garibi'I-Kur'ân, İstanbul 1986, Kahraman Yay., sh. 379-380.
(2) A'râf sûresi:163.
(3) Mecmualû't-Tefasir, İstanbul 1979, Çağrı Yay., c. II, sh. 296-297 (Mâide sûresi: 48.nci âyetin tefsiri).
(4) Osman Zeki Soyyiğit, Şericıt Kaı,gası, İstanbul 1987, sh.19 vd.
(5)Şûara sûresi: 21.
(6)Maide sûresi: 67(Tebliğle ilgili olarak bkz.: ÂI-i İmran sûresi:110; Ra'd sûresi: 40; Nahl sûresi: 82).
(7)İmam-ı Şafü, er-Risale, Kahire,1972,(2. bsm.), sh.87, Madde: 286.
(8)Casiye sûresi: 18,(Şu âyetlerde vahye uyması emredilmiştir: En'am sûresi:106; Ahzab sûresi: 2,45)
(9)Mâide sûresi: 49-50.
ŞİRK
ŞİRK eş-Şerike veya eŞ-Şirke şeklinde kullanılan bu kelime, ortaklık mânâsına gelir.(1) İki ortağın sermaye ve emeklerini birbirine katmaları, mirasta, ganimette, alım ve satımda birbirine şerik olmalarına "şirket" denilmiştir (2) Allahû Teâla (cc)'ya inanmakla birlikte, kudret ve kuvvette ona denk başka ilâhları da tanımaktır. Fıkıh'ta, ehl-i kitap da dahil, mü'minlerin dışında kalan her türlü akaid küfürdür. Resûl-i Ekrem (sav)'in "Küfür tek bir milletir"(3) hadis-i şerifi esas alınmıştır. Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de: "Yahudiler: `Uzeyr Allah'ın oğludur', nasraniler de; `Mesih (İsa) Allah'ın oğludur' dediler. Bu, daha önce inkâr edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri bir sözdür. Allah onları yok etsin, nasıl da uyduruyorlar. Oysa O (Allah)'dan başka ilâh yoktur. Allah koştukları eşlerden (ortaklardan) münezzehtir."(4) buyurulmuştur. Açıktan açığa Allah'a ortak koşan, birkaç ilâhın varlığını kabul edenlere "zahiri müşrik" denir. Mecûsiler "zahiri" müşrik hükmündedir (5) İslâm dininin esaslarına, tevhid akidesine inanmayan ve bunu açıkça ilân edenlere "hakiki müşrik" denir. Yahudiler ve nasraniler (hıristiyanlar) bu gruba girerler (6) İslâm uleması, şirki değişik şubelere ayırarak tahlil etmiştir. Kısaca izah edelim:1. Şirkû'1-İstiklâl: Birbirinden bağımsız ve ayrı ayrı işleri gören iki ilâhın varlığını kabul etmektedir. Mecûsilerin "iyilik tanrısı" ve "kötülük tanrısı" diye yaptıkları ayrım bunun en güzel örneğidir.2. Şirkû't-Tab'id: Bu, bir ilâhın, birkaç tanrının bir araya gelmesi sonucu ortaya çıktığını kabul edenleri tarifte kullanılır. Hıristiyanların ekanim-i selâse (üçlü teslis) itikadı bunun en güzel misâlidir.3. Şirkû't-Takrib: Bu Allah (cc)'a kendilerini yaklaştıracaklarını zannederek, bir takım putlara ibadet etmektir. Cahiliyye döneminde Araplar Allahû Teâla (cc)'ya iman ederler, ancak putlara ibadet ederek, kendilerinin Allah (cc)'a yaklaşacaklarmı sananlan tarifte kullanılır(7).4. Şirkû't-Taklid: Bu atalanrının izinden gitmek sûretiyle,Allah (cc)'tan başkasına ibadet edenleri, isimlendirmek için kullanılır.Bu dört şubenin kesinlikle küfür olduğu hususunda icmâ hâsıl olmuştur. Bunun dışında "küfür" olup-olmadığı hususunda ihtilâf edilen iki şube daha mevcuttur. Bunları da şu şekilde izah etmek mümkündür. Herhangi bir mü'min Allah (cc)'rn rızası dışında birtakım gayeler gözeterek ibadette bulunursa şirkû'l-ağraz teşekül eder. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Gösteriş için oruç tutan, namaz kılan ve tasaddukta bulunan kimse Allah (cc)'a şirk koşmuş olur.'(8) hadis-i şerifi, ,sirkû'1-ağrazı tarif eder. Bu sebeple riya ile ilgili bilgilerin farz-ı ayn olduğu hususunda ittifak hâsıl olmuştur (9) Tasavvuf büyüklerinden Fudayl b. İyaz (rha)'rn "Halk için ameli terketmek riyâdır. Halk için amel etmek ise şirktir"(10) sözü üzerine iyi düşünmek borcundayız. Bugün "Halk bize ne der?" endişesiyle kıvranan insanlar;şirkû'l-ağraz hastalığına tutulmuşlardır.Üzerinde hassasiyetle durulacak bir şirk çeşidi de ,sirkû' l esbab'dır. Bunun mahiyetini Hz. Ebu Bekir Sıddîk (ra)'tan rivayet edilen şu hadis-i şeriften öğrenelim: "Şirk sizin aranızda karmcanın kımıldamasından daha gizlidir." Hz. Ebu Bekir: "Ey Allah'ın Rasûlü! Şirk ancak Allah azze ve celle'den başkasına ibadet edilmek değil midir, yahud Allah'la birlikte başkasına tapmak değil midir?" Resûl-i Ekrem (sav): "Allah hayrını versin ey Sıddîk!.. Şirk sizin aranızda karıncanın kımıldamasından daha gizlidir. Sana onun küçüklerini, büyüklerini yahud küçüğünü giderecek bir şey haber vereyim mi?" Hz: Ebû Bekir: "Hay hay yâ Rasûlallah" dedi. "Her gün üç defa: "Allah'ım bile bile şirk koşmaktan sana sığınırım. Bilmediklerimden de senden af dilerim" dersin. Şirk: "Bana filân ve Allah verdi," demendir. Denktaşlık ise: "Eğer filân olmasa idi, beni filânca öldürücekti" demendir." Buyurdular(11).Göıüldüğü gibi "sebeplerin ve maksatların" putlaştırılması, büyük bir zulüm ve şirktir. Şirkû'l-esbab ve ,sirkû'l-ağraz korkunç mesafeler kaydetmiştir. Şirkin her çeşidinden Allahû Teâla (cc)'ya sağınmak ve sırat-ı müstakim dışındaki bütün yollan terketmek vaciptir. Bugün halkı müslüman ülkelerin yöneticileri, Allah'a inandıklarını, kitleler önünde ikrar ederler. Ancak belirli ideolojilerle, insanlann hayatlarına yön vemıeye kalkarlar. Bu sebeple Allahû Teâla (cc)'ya, kurtarıcı ilân ettikleri "ideologlan" ortak koşarlar. Bu anlamda "müşrik düzen" tâbiri, isabetlidir.
KAYNAKLAR
(1) İbn-i Manzur, Lisanû'1 Arab, Beyrut 1955,.c. X, sh. 444-448.
(2) Mecdu'ddin eş-Şirazî el-Firûzabadî, Kamusû'1 Muhit, İst.1304, c. III, sh. 96. Aynca Ömer Nasuhi Bilmen, Nukuk-ı İslamiyye ve lstılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1976, c. VIII, sh. 63, Madde: 43.
(3) Şeyh Nizamüddin ve Heyet: el-Feteva-ı Hindiyye, Beynıt 1400, (3. bsm.) c. VI, sh. 454.
(4) Tevbe sûresi: 30-31.
(5) eş-Şehristânî, e1-Mile1 ve'n-Nihâl, Beyrut 1395, Dârıı l-Marife Yay. c. I, sh. 233.
(6) Aliyyü'1 Kari, Şerhû'ş-Şifâ, İst.1309, c. II, sh. 514.
(7) Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, Ank. 1981, (3. bsm.)sh. 46.
(8) Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, İstanbul 1981, sh. 80.
(9) İbn-i Abidin, Reddü'! Muhtar Ale'd Dürri'I Muhtar, Mısır,1972, c.1, sh. 29.
(10) Kureyrî Risalesi, İst.1978, ("İhlâs" mad.) sh. 307.
(11) İmam-ı Mervezî, Müshed-i Ebû Bekir Sıddîk, İst.1981, sh. 91.2
SİYASET
SİYASET Emir, nehiy ve terbiye gibi mânâlara gelen siyaset kelimesi Arapçâ dır ve sase fülinden masdardır. İbn-i Abdin "siyaseti" şu şekilde tarif etmektedir: "Siyaset, halkı dünya ve ahirette kurtulacakları yola irşad etmekle, onların salâh ve manfaatlerine çalışmaktır."(1) Bu tarifin devamında da; bütün İslâmî hükümlerin "iman" ve "siyaset" çevresinde döndüğünü beyan etmektedir.Hz. Âdem (as) ile başlayan tevhid mücadelesi, şer'i siyaset üzerine kurulmuştur. Resul-i Ekrem (sav)'in: "Nefsim yed-i kudretinde olan Allahû Teâla (cc)'ya yemin olsun ki, arzusunu İslâm'a tâbi kılmayan kimse iman etmiş olmaz."(2) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla mü'minler; hevâ ve heveslerini bir kenara bırakıp, İslâmî hükümlere kayıtsız ve şartsız teslim olmak mecburiyetindedirler. İşte, bu kat'i teslimiyet, siyaset'tir. İslâm ûleması ilimlerin en şereflisinin ilm-i siyaset olduğu hususunda ittifak etmiştir.İçinde yaşadığımız toplumda sürekli gündemde kalan meselelerin başında "siyasetin" geldiği tartışılamaz. Esasen "demokratik-laik" bütün toplumlarda siyasî hareketler insanları yakından ilgilendirir. Çünkü hüküm koyma hakkının kayıtsız ve şartsız insana devredildiği, lâik toplumlarda heva ve hevesler yaygınlaşır. Halkı müslüman olan ülkelerde "siyâset'ten nefret" psikolojisi de yaygındır. Bilhassa müslümanlar, temelde yalana dayandığı gerekçesi ile, siyasî hareketlere karşı ilgisizdirler. "Siyaset'ten nefret" psikolojisini bir kaç yönden izah etmek mümkündür. Birincisi; Hz. Hüseyin (ra)'in Kerbelâ'da feci şekilde şehid edilmesinden sonra başlayan Melik-i Adûd dönemi mü'minlerin siyasî haklarını engellemiştir. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) başta olmak üzere birçok müctehid imamın zindanlarda şehid edilmesi, ikrah-ı mülciye varan bir baskı ve kılıç zoruyla alınan bey'atlar, ümmet-i Muhammed'i "siyasetten" soğutmuştur. Dolayısiyle bütün muteber kaynaklarda "devlet kapısından uzak kalmanın" fazileti üzerinde durulmuştur. İkincisi; Resûl-i Ekrem (sav)'den geldiği malûm ve meşhur olan hükümlerin aksine olan itikadlar da, "siyaset" kanalı ile gelişmiştir. Başta hariciler olmak üzere "ehl-i sünnetten" ayrılan bütün fırkalar, siyasî bazı tezler ileri sürerek taraftar toplama yolunu seçmişlerdir. Üçüncüsü; "siyaset" kelimesinin Osmanlı döneminde ölüm mânâsına kullanılması da, nefret psikolojisini geliştirmiştir. O dönemdeki herhangi bir fetvada yer alan; "siyaset oluna" hükmü ta'ziren öldürülmeyi beraberinde getirmektedir.Hevâ ve heveslerine göre hükümler icad eden tiranların, krallarm ve meclislerin sınırlarını çizdiği siyaset ise; siyaset-i zâlime hükmündedir. İbn-i Abidin: "Siyaset-i zâlime, halkın haklarına zıt olan siyasettir ki, şeriat bunu haram kılmıştır"(3) diyerek meselenin ehemmiyetini ortaya koyuyor. Dolayısıyle tâgûtî güçlerin anayasaları çerçevesi içerisindeki her türlü siyaset, siyaset-i zâlime hükmündedir.Sonuç olarak; "Galû Bela dan beri müslümanım" diyen her mükellef, şer'i şerifin hududları içerisinde dahil olan siyaset-i âdile hususunda hassas olmak zorundadır. Zira imamet ve bey'at ile ilgili ilimler, her mükellef üzerine farz-ı ayndır.(Bkz: Bey'at ve Hilâfet maddeleri).
KAYNAKLAR
(1) İbn-i Abidin, Reddü"1 Muhtar Ale"d Dürri'1 Muhtor, Terc., İst.1983, Şamil Yay. c. VIII, sh.186.
(2) İbn-i Kesir, Tefsirû'l Kuı'ân'il Azim, Beyrut: 1969, Dâru'1-Marife Neşri, c. III, sh. 490.
(3) İbn-i Abidin, a.g.e., c. VIII, sh.186.
SÜNNET
SÜNNET Önce lûgat mânâsı üzerinde duralım. Sünnet kelimesinin lûgat mânası "âdet, makbul olsun veya olmasın takip edilen yol, yüz, yahut gözün görünen kısmı, sîret, tabiat mânâlarına gelir."(1) Cahiliyye döneminde Araplar sünnet kelimesini yol mânâsına kullanıyorlar ve biliyorlardı. Resûl-i Ekrem (sav)'in "Size benim sünnetime sarılmanızı tavsiye ederim"(2) emrini işitince, buradaki sünnet lafzının, Peygamber (sav) Efendimizin hususî ve umumî hayatındaki davranışları ifade ettiğinin farkındaydılar. Nitekim hiçbir sahabe, sünnet lafzından neyin kastedildiğini sormamıştır. Kur'ân-ı Kerim de: "Daha evvel geçenler hakkında Allah bu âdeti (koymuştur), Allah'ın âdetini değiştirmeye ise asla imkân bulamazsın"(3) buyurulmuştur. Bu ayet-i kerimede geçen sünnet kelimesi; âdetullah veya sünnetullah diye ifade edilmiştir.(4) Istılâhta sünnet; "Resûl-i Ekrem (sav)'den sâdır olan söz, fiil ve takrirdir" şeklinde tarif olunmuştur.(5) Kur'ân-ı Kerim'de: "Bir de Peygamber size ne verdiyse (her ne emir verirse) onu tutun, nehyettiğinden de sakının"(6) buyurulmuştur.Resûl-i Ekrem (sav)'in herhangi bir olay ve soru karşısındaki tutumu, mûteber kaynaklarda açıkca izah edilmiştir. Önce vahyin gelmesini bekler, gelmezse ictihadı ile hüküm verirdi. Nitekim hükmü kat'iyet ifade eden mütevatir sünnetin inkârının "küfür" olduğu hususunda ittifak vardır(7). Beş vakit namazın rek'atları, recm, haccın ne şekilde edâ edileceği, zekât'ın miktarı ve bunun gibi birçok farz olan hüküm, mütevatir sünnetle sabittir. İslâm fıkhında mütevatir sünnet kesin delildir(8). Hanefi fûkahası; hadis rivayetiyle meşhur olan, müctehid bir ravinin, haber-i vahid durumda olan hadisinin de, delil olduğunda ittifak etmiştir.(9) Dolayısıyle Resûl-i Ekrem (sav)'in din hususunda söylediği her söz, haber-i vahidle bile bize ulaşmışsa, ona uymak mecburiyetimiz vardır. Heva ve heveslerimize kapılıp, kendi aklımızı tercih hakkımız olmaz.Bedir'de savaş yerinin tesbiti veya hurma ağaçlarının budanması ile ilgili içtihadları esas alıp; "sünnet bağlayıcı değildir" tezine sarılan modernistler ve. bel'am kılıklı kişiler mü'minleri saptırmaktadırlar. Çünkü zevaid sünnetler, bizzat Resûl-i Ekrem (sav)'in ta'limiyle sübût bulmuştur. İkindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetlerini Resûl-i Ekrem (sav)'in bazen kılması, bazen terketmesi hadisesi sabittir. Mü'minler de onu aynen taklid ederler. Bu zevaid sünneti terk değil, bilâkis bizzat Resûl-i Ekrem (sav)'in taklidi getirir.
KAYNAKLAR
(1) Diyoııet Gazetesi, Subat 1971, Sayı:13, sh. 3.
(2) Süııeıı-i İbn-i Mace, İst: 1400, Çağrı Yay. c. I, sh.15-16, Had. No: 42.
(3) Ahzâb sûresi: 62.
(4) Mecmuat'u't-Tefosir, İst: 1979, Çağrı Yay. c. V, sh.
(5) Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl, İstanbul 1307, c. II, sh. 3.
(6) Haşr sûresi:7. İmam-ı Kurtubi, el-Camü li Ahkâmü'I-Kur'ân isimli tefsirinde (c.V, sh. 261) Nisâ sûresinin 59'ncu ayetini tefsir ederken, ihtilâflann peygambere döndürülmesinden murad, sağlığında bizzat kendisine müracaat etmek, vefatından sonra da sünnetine başvurmak olarak izah eder. Ebû Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte "Ümmetimden yüz çevirenleri müstesna, hepsi cennete girer" buyurulduğu, "Yüz çeviren kimdir?" diye sual edildiğinde, Resûl-i Ekrem (sav)'in "Bana itaat eden cennete girer, isyan eden de yüz çevirmiştir" buyurduğu sabittir. (Mansur Ali Nasif, Tac Tercemesi, İstanbul 1976, c. I, sh. 65. Had. No: 66).
(7) Molla Hüsrev, a.g.e., c. II, sh. 8 vd.
(8) Ömer Nasûhi bilmen, Nukuk-ı İslâmîyye ve Isıılahatı Fıkhiyye Kamıısu, İstanbul 1976, c. I, sh. 135, Madde: 389-390.
(9) İmam-ı Serahsî, Temhidû'1-Fusûl, Beyrut 1393, c. I, sh. 321.
ŞURA-MUŞAVERE
ŞÛRA-MÜŞAVERE Yaratılış itibariyle (fizikî ve ruhî açıdan) birbirlerine bağımlı olan insanlar, cemiyet halinde yaşamak durumundadırlar. Hz. Âdem (as)'den itibaren her cemiyette mutlaka bir otorite (iktidar) ve o otoriteye bağlı kitleler vardır. İnsanlığın ilerlemesini veya düşüşünü belirleyen faktörlerin başında; siyasî iktidarların, kendilerine itaat eden insanları yönlendirmeleri gelir. Bir misâl verelim: Tren; sürücüsünün istediği yönde hareket eder. Raylar döşenmiştir. Yolcular ona tâbidir. Eğer başka bir yöne gitmek istiyorlarsa ya treni, ya sürücüyü değiştirmek mecburiyetindedirler. Bu misalden de anlaşılacağı üzere insan medeniyetinin yönünü, siyasî iktidar ve kudret sahipleri belirler. Elbette bütün toplumlarda hem iktidar, hem muhalefet cephesi vardır. Ancak iktidar sahipleri; bütün kaynakları kontrol ettikleri için, insanların düşüncelerini ve davranışlarını bile şekillendirebilirler. Sosyal mücadele içerisinde insanların birbirleriyle müşaveresi ve ortak hareketleri daima gündemdedir. Dolayısıyla şûra veya müşavere İslâmî birer kavram değil, sosyal mücadelelerde daima müracat edilen bir usûldür. Sadece müslümanlar değil, kâfirler de birbirleriyle müşavere etmek ihtiyacını hissederler. Bazı çevreler "Efendim!.. Şûra gibi bir İslâmî kavramı harcamayalım. Bizim şûra üyesi olacak ehliyetimiz yoktur" derken, meseleye vâkıf olmadıklarını ortaya koymaktadırlar. Şimdi önce "şûra nedir?" sualine cevap arayalım. Daha sonra Kur'ân-ı Kerîm'de kıssalar yoluyla verilen müşavere örneklerini gözden geçirelim. Arap lisanında işaret masdarı "ilâ" ile kullanıldığı zaman "el veya göz yahud da kaş ile imâ etmek" anlamına gelir. Aynı kelime "alâ" ile kullanıldığında ise "emretmek ve re'y vermek" mânâsını ifade eder. Bu anlamda müşavere işaret almak demektir. Müşavere, şivar, meşveret, meşûra, meşvûra; aynı kökten türemiş kelimeler olup "danışıp işaret almak, rey almak ve bir mesele hakkındaki görüşünü sormak" mânâsınadır. Toplanıp meşveret eden cemaate şûra denilir(1).Meşûra kelimesi ise teknik istişare mânâsınadır. Gelişi güzel herhangi bir kimsenin fikrine müracaat etmeyip bizzat istişareye ehil olan kimseleri seçmek ve ihtisasa hürmet etmek önemlidir. Herhangi bir problemle karşılaşan kimse; o problemini çözecek eğitim düzeyine sahip ve tecrübeli şahıslara öncelik verir. Herhangi bir suç isnadıyla mahkemeye verilen kimse, o sahada mâhir bir avukat bulmaya gayret sarfeder. Meselesini onunla istişare eder. İşte bu füle meşûra (teknik istişare) denilir. Herhangi bir hastalığa tutulan kimse için de aynı usûl geçerlidir. Mutlaka hastalığı konusunda ihtisas yapmış bir doktoru tercih eder. Sosyal mücadelelerde de durum farklı değildir. Allahû Teâla (cc) ihtisas sahibi kimselerden faydalanmanın şeklini anlatmak üzere; Sebe Kraliçesi Belkıs'ın, çevresindeki ileri gelenlerle (mele topluluğu) nasıl müşavere ettiğini haber vermiştir. Şimdi Kur'ân-ı Kerîm'den. bu olayı birlikte okuyalım: "(Süleyman, Hüdhüd kuşuna hitaben) Dedi ki; `Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun? Şu mektubu götür, onu kendilerine bırak. Sonra onlardan ayrıl ve onların verecekleri cevabı bekle. (Sebe Kraliçesi) Dedi ki; `Ey Mele (ileri gelenler topluluğu), bana çok şerefli bir mektup bırakıldı. O muhakkak Süleyman'dandır ve şöyle (demekte)dir: Rahman ve rahim olanın (Allah'ın) adıyle.. Bana karşı baş kaldırmayın. Allah'a teslimiyet göstererek bana gelin! (Kraliçe) şöyle devam etti: `Ey Mele!.. bana bu meselede akıl (rey) veriniz. Sizin şâhid olmadığınız hiçbir emirde (umumla ilgili meselelerde tek başıma) karar vermem. (Onlar-mele topluğu- düşünüp, şöyle) Dediler: `Biz güç ve kuvvet sahipleri, çetin savaş erbabıyız. Emir sana aittir. Bize ne emredeceksen emret! (Kraliçe) Dedi ki: `Şüphesiz ki hükümdarlar bir memlekete girdiklerinde orasını perişan ederler. Halkından şerefli olanları hor ve hakir kılarlar. Bunlar da böyle yapacaklardır. Ben onlara bir hediye göndereyim de, (elçiler) ne ile dönecekler bakayım. Bunun üzerine vaktâki (o gönderilen heyet) Süleyman'a geldi. (Süleyman) Dedi ki: `Siz bana mal ile mi yardım ediyorsunuz? İşte Allah'ın bana verdiği (ni'metler ki onlar) size verdiğinden daha çok hayırlıdır. Belki siz hediyenizle böbürlenirsiniz. Dön onlara!.. Andolsun önüne geçemiyecekleri ordularla gelir, onları hor ve hakir oldukları halde, oradan (memleketlerinden) çıkarırım. (Sonra Süleyman) Dedi ki: `Ey Mele!.. (İleri gelenler topluluğu) onun tahtını kendileri (Allah'a) teslimiyet göstererek gelmelerinden evvel, hanginiz bana getirir? Cinnilerden bir ifrit: `Sen makamından kalkmadan ben onu (tahtını) sana getiririm. Buna da muktedir ve eminim dedi. Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan (zât, Asaf b. Berhiya): `Onu sana gözün kendine dönmeden (gözünü yumup açmadan) evvel getiririm. Vaktaki (Süleyman) tahtı yanında durur bir halde gördü: `Bu, dedi, Rabbimizin fazl-u lûtfûndandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim, beni imtihan ettiği içindir. Kim şükrederse kendi faidesinedir. Kim de nankörlük ederse, şüphe yok ki Rabbim (onun şükründen) tamamen müstağnidir. (Hem o) Hakkı ile kerem sahibidir."(2)Dikkat edilirse Sebe Kraliçesi'nin çevresinde bir müşavere heyeti (mele topluluğu) vardır. Güneşe secde eden bu topluluk, siyasî ve sosyal problemlerini "şura yoluyla" çözme gayretindedirler. Ayette geçen "mele", toplumun seçkin ve mümtaz kesimini ifade içindir. Hz. Süleyman (as)'ın çevresinde de bir "müşavere heyeti" vardır. Dolayısıyla herhangi bir toplumu ilgilendiren meselelerin müşavere yoluyla çözülmesi faydalı bir usûldür. İman veya küfürle bir ilgisi yoktur. Nitekim Fir'avn'un; Hz. Musa (sa)'ya karşı mücadele verirken, çevresindekilerle sık sık müşavere ettiği sabittir. Fir'avn'un çevresindeki ileri gelenler (mele topluluğu), Hz. Musa (as)'m öldürülmesini, değişik sosyal sebeplerle kabul etmezler. Fir'avn onları ikna etmek için şunları söyler: "Fir'avn: `Bırakın beni (izin verin), dedi, Musa'yı öldüreyim. (Varsın o) Rabbine yalvarsın. Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde fesad çıkaracağından korkuyorum."(3)Cahiliyye döneminde mekke müşrikleri, karşılaştıkları bütün problemleri, müşavere yoluyla çözüyorlardı. Dar'un Nedve'de şura meclisini yöneten şahıs Yezid b. Zema b. Esved idi. Kureyş'in yönetiminde ona verilen görev, şurayı faal hale getirmektir. Nitekim Allame Zemahşerî, "İş hususunda onlarla müşavere et"(Âl-i İmrân sûresi:l59) meâlindeki âyeti tefsir ederken, bu hususa geniş yer vermiştir. Kelime-i şehadet getirerek"tevhid mücadelesine" katılan Kureyş'lilerin, daha önceden müşavere usûlünü bildikleri üzerinde özellikle durmuştur.(4) Şurası muhakkaktır ki; gerek aileyi, gerek toplumu ilgilendiren konularda müşavere etmek nassla sabittir. İslâm dini, müşaverenin alanını tayin ve tesbit etmiştir.Kur'ân-ı Kerim'de: "Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. (Bu) emmeyi tam yaptırmak isteyenler içindir. O (annelerin) ma'ruf şekilde yiyeceği ve giyeceği (nafakası), çocuk kendisinden olan babaya aittir. Kimse güç yetiremeyeceği bir şeyle mükellef tutulamaz. Ne bir anne çocuğu yüzünden, ne de çocuğun babası, o çocuğu sebebiyle zarara sokulmasın. Mirasçıya düşen de bunun gibisidir. Eğer (anne ve baba) aralarında anlaşarak ve müşavere ederek, çocuğu memeden kesmeyi arzu ederlerse, ikisine de günah yoktur."(5) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler bu âyetin, talak âyetinden sonra gelmesini dikkate alarak, meseleyi izah etmişlerdir. Boşanan erkek ve kadının; çocuklarıyla ilgili hususlarda müşavere etmeleri ve birbirlerini zarara sokmamaları esastır. Fahrüddin-i Razi, bu âyetin tefsirinde; "Bu en doğru olan görüştür. Buna göre, bu sınırlama (tam ikiyıl) dan maksat, karı-koca emzirme müddetinde anlaşmazlığa düştüklerinde, onların bu anlaşmazlıklarını sona erdirmektir (...) Buna göre şayet baba, iki yıl dolmadan çocuğunu sütten kesmeyi ister, annesi de razı olmazsa, babanın isteğine itibar edilmez. Aksi durumda da böyledir. Ancak müşavere eder ve anlaşırlârsa, mesele yoktur" demiştir. Dikkat edilirse; aile içerisindeki bir meselede, tarafların müşavere etmeleri teşvik edilmiştir.Bilindiği gibi; Kur'ân-ı Kerîm'deki sûrelerden birisinin ismi, Şûra sûresi'dir. Mü'minler arasındaki velâyetin tabiî sonucu olarak müşavere daima gündemde kalmıştır. Hatta işlerini müşavere yoluyla çözmek, mü'minlerın vasfı olarak zikredilmiştir. Nitekim bir âyet-i kerimede: "Size verilen şey, hep bu dünya hayatının geçici birer faidesidir. Allah'ın katında olan ise daha hayırlıdr, daha süreklidir. (Bunlar) iman edip de, ancak Allah'a güvenip dayanmakta, büyük günahlardan ve fâhiş kötülüklerden kaçınmakta, öfkelendikleri zaman derhal (kusurları) örtmekte olanlara, Rabblerinin (tevhide ve ibadete dair) dâvetine icabet edenlere, namazlarını dosdoğru kılanlara; ki bunların işleri aralarında müşavere iledir, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden (İslâm için) harcamakta bulunanlara, kendilerine tegallüp ve zulüm vâki olduğu zaman, hep birlikte mazlûma yardım edenlere mahsustur."(6) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirlerin cumhuru, bu âyet-i kerimenin Mekke'de inzal buyurulduğunu belirtmişlerdir. Dolayısıyla İslâmî bir devletin; henüz gündemde olmadığı bir zaman, ki bunların işleri aralarında müşavere iledir denilerek, mü'minler övülmüştür. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (sav): "Biliniz ki Allah ve Rasûlü müşavereden muhakkak mustağnîdirler. Fakat Allahû Teâla (cc) müşavereyi benim ümmetime bir rahmet kıldı.Mü'minlerden her kim istişare ederse doğrudan mahrum olmaz. Her kim müşavereyi terkederse hatadan kurtulamaz."(7) buyurmuştur.Şurası unutulmamalıdır ki; mü'minler birbirinin velileridir ve meselerini istişare ederler. Gerek devlet, gerek cemaat planında; mü'minlerin işlerini üzerine alan kimse (emîr), kaba ve katı yürekli olmamak durumundadır. Ayrıca müşavere usûlüne riayet etmek mecburiyetindedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben "(O vakit) Sen Allah'tan bir esirgeme sayesindedir ki, onlara mülâyemetle (yumuşak, merhametli) davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar etrafından dağılıp gitmişlerdi bile!.. Artık onları bağışla (Allah'dan da) günahlarının affolmasını iste. İş hususunda onlarla istişare et!.. Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah kendine güvenip, dayananları sever."(8) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse; Resûl-i Ekrem (sav)'e iş hususunda onlarla istişare etmesi emir sigasıyla bildirilmiştir. Tefsir-i Taberi'de: "Buradaki istişareden maksadı Resûl-i Ekrem (sav)'in sahabesinin reyine kıymet verdiğinin anlaşılması ve İslâmî mücadelede onlardan yardım istediğinin bilinmesidir" hükmü yer almaktadır. İbn-i Murdeveyh'in Hz. Ali (rha)'dan rivayet ettiğine göre; Peygamberimize (sav) bu âyette geçen azm'in mânâsı sorulmuş, bunun üzerine şu şekilde izah etmiştir: Azm'den maksad; rey sahipleriyle istişare etmek ve onların görüşlerine uymaktır."(9) Dolayısıyla "Müşavere heyetinin vardığı sonuç, mü'minlerin emirini bağlayıcıdır" diyen fûkaha, bu hadise dayanmıştır. İmam-ı Kurtubî; istişare hususundaki nassları izah ettikten sonra; "istişareyi terkederek zorbalığa meyleden imamın azledilmesi gerektiğini" beyan etmektedir. Müftabih kavil budur(10).Mü'minler herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman; önce o mesele ile ilgili kat'i nass bulunup bulunmadığını araştırmak mecburiyetindedirler. Eğer kat'i nass mevcut ise, işittik ve itaat ettik demeleri farzdır. Eğer kat'i nass mevcut değil ise, ilim ve takva sahibi kardeşleriyle müşavere etmeleri gerekir. Zira Hz. Said b. Müseyyeb (ra)'dan rivayet edildiğine göre; Hz. Ali (ra)'nın "Kat'i nass bulunnıayan meselelerde nasıl hareket edeceklerine" dair suali üzerine Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Mü'minlerden ilim ve takva sahibi olanları toplayıp istişare ediniz. Bir kişinin reyine göre hükmetmeyiniz."(11) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla hakkında kat'i nass bulunmayan meselelerde; ilim, ihtisas ve takva sahibi mü'minlerle mütavere etmek ve şura yoluyla meseleleri çözmek bir vecibedir.
(1) Geniş bilgi için bkz. Dr. Âbidin Sönmez, Şûra ve Rasûlullah'ın Mü,raveresi, İst. 1984, İnkılâb Yay., sh.17-19.
(2) Neml sûresi: 27-40.
(3) Mü'min sûresi: 26.
(4) Geniş bilgi için bkz. Dr. Âbidin Sönmez, a.g.e., sh. 26.
(5) Bakara sûresi: 233.
(6) Şûra sûresi: 36-39.
(7) Şihadübdin Ebû's-Senâ Mahmud b. Abdullah elAlûsi, Rûhu'l-Meâni fi Tefsiri'l-Kur'ân, Kahire 1301, c. I, sh. 706
(8) Â1-i İmrân sûresi:159.
(9) İbn-i Kesir, Tefsirû'I-Kur'ân'il-Azim, Beyrut 1969, c. I, sh. 420.
(10) Imam-ı Kurtubî, el-Camü li Ahkâmi'I-Kur'ân, Kahi· re 1967, c. IV, sh. 249 vd.
(11) İbn-i Abdi'Iber, Camiû'I-Beyani'!-İlm, Kahire 1349, c. II, sh. 59. Aynca el-Alûsî, a.g.e., c. VII, sh. 530. Sîret Ansiklopedisi, İst. 1988, İnkılâb Yay., c. I, sh. 384.
ŞUUR
ŞUUR İnsanlar doğuştan herhangi bir ilme sahip değildirler. Dolayısıyla insan için asıl olan bilgisizlik ve cehalettir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de "Allah sizi annelerinizin karnında, kendiniz hiçbir şey bilmiyorken çıkardı. Size şükredersiniz diye kulaklar, gözler ve gönüller verdi."(1) hükmü beyan buyurulmuştur. İnsanın fıtrî yapısı, diğer canlılardan farklıdır. Beş duyu organı vasıtasıyla; isteyerek veya istemeyerek önemli bilgiler elde edebilir. Akıl yürütme (istidlâl) yoluyla; tez ve anti-tezlerden faydalanarak, değişik tercihlerde bulunabilir. Çevre ve aile kültürü, duyularına (sevgi, nefret, kin, hased vs.) şekil ve yön verebilir.Günümüzde geniş bir kitle; "Şuurlu müslümanlara ihtiyaç vardır" hükümünü, bir slogan olarak kullanmaktadır. Ancak "şuurlu müslümanlardan neyin kasdedildiği" araştırılırsa, ferdlerin eğilimlerine göre değişiklik arzettiği görülür. Şimdi meselenin kavranabilmesi için "şuur nedir?" sualine cevap arayalım.Şuur, Arapça bir kelime olup Şe-A-Ra fiil kökünden gelir. Görünen ve bilinen mânâsınadır. İnsanın ve hayvanın bedenindeki kıllara "şa'r" denilir, çoğulu "eş'ar"dır. İnce duygu, anlayış ve bilgi sahibi olduklarından dolayı, insanlardan bazılarına şair denilmiştir. Şair; "şuur sahibi" mânâsınadır. Bundan dolayı şiire "ince duygu ve ilim" adı verilir. Daha. sonra vezinli söyleyişler için isim olmuştur.(2) Dikkat edilirse şuur; beş duyu organı vasıtasıyla elde edilen sezgileri ifade için de kullanılabilmektedir. Duyguların sürekli değişebileceği ve hislerin insanı yanıltabileceği dikkate alınırsa, şuurun kıymeti kavranabilir. Dolayısıyla mücerred şuur, duyguların tecellisi ve idrakin ilk merhalesidir. Şuurlu müslüman; bazı hakikatlerin bulunduğunu sezen, fakat mahiyetini bilmeyen kimsedir. İlim ve salih amelle desteklenmeyen şuurun faydası yoktur. Çünkü irade haline gelememiş, duygu ve sezgi safhasında kalmıştır.Teklife muhatap olan insan; herhangi bir fiili işlerken, aklını şer'i delillere teslim etmek mecburiyetindedir. Vahye teslim olan akıl, beş duyu vasıtasıyla elde ettiği bütün bilgileri analiz ederek hakikati tesbit edebilir. Tefekkür ve tezekkürün önemi, bu noktadadır.Bazı hallerde, farklı duyguların yoğunlaşması sonucunda, şuurun felce uğraması mümkündür. İnsanın "şok haline girmesi" ve ne yaptığının farkına varmaması, şuurun felce uğramasındandır. Şimdi Hz. Ömer (ra)'in başından geçen bir hâdiseyi naklederek, şuurun felce uğramasını izaha gayret edelim. "Resûl-i Ekrem (sav)'in vefat ettiğine dair haber dilden dile dolaşmaktadır. Hz. Ömer (ra) ne yapacağını şaşırmış bir vaziyettedir ve kılıcını çekerek: `Kim Muhammed Aleyhisselâm öldü' derse, derhal başını uçururum' tehdidiyle etrafa korku salmaktadır. Hiç kimse sesini çıkaramaz ve üzüntüsünü kalbine gömer. Bu sırada metânetini kaybetmeyen Hz. Ebû Bekir (ra) müslümanlara hitaben şunları söyler: `Kim Hz. Muhammed (sav)'e tapıyorsa, bilmelidir ki, o ölmüştür. Kim Allahû Teâla (cc)'ya kulluk ediyorsa, bilmelidir ki Allah (cc) diridir ve asla ölmez!' Kısa bir sükûttan sonra; tu âyet-i kerimeyi okuyarak, meseleyi izah eder: "Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, ökçelerinizin üstünde (gerisin geri) mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse (Islâmdan vazgeçerse) elbette Allah'a hiçbir şeyle zarar-ziyan veremez. Allah, şükür (ve sebât) edenlere mükâfat verecektir."(3) Bu âyet sahabe-i kiram üzerinde öyle etkili olmuştur ki, hepsi o âyeti daha önce hiç duymadıklarını zannetmişlerdir."(4) ifade edilmeyecek derecede müthiş teessür duygusunun ve elemin, şuuru nasıl felce uğrattığının en güzel misali budur.Duyguların tecellisi ve idrakin ilk merhalesi olan şuur; Türkiye'de yaşayan müslümanlar arasında, geniş bir kitlede mevcuttur. Hatta olayı bütün dünya genelinde ele alabiliriz. Şuurlu müslümanların yönlendirdiği İslâmî hareketlerin büyük bir bölümü, fıkha ve ilme dayanmaktadır. Duyguların ve şahsî kanaatlerin ön planda olması, İslâmî hareketleri param-parça etmiştir. Mısır'da "İhvan-ı Müslimîn"den ayrılan hizipleri saymak bile mümkün değildir. Türkiye'de "Risale-i Nur" hareketi param-parça olmuştur. Afganistan'da silahlı mücadele veren mü'minler, tek bir cemaat haline (uzun süre) gelememişlerdir. Pakistan'da, Ebû'l-A'la Mevdûdî'nin vefatından sonra, Cemaat-ı İslâmî dört gruba ayrılmıştır. Bütün bunlar şuurlu müslümanların yönlendirdiği İslâmî hareketlerdir. Dolayısıyla bir İslâmî hareketi değerlendirirken; o hareketin, fıkıhla ilgisine dikkat etmeliyiz. Eğer fıkha dayalı ise (ister muvaffak olsun, ister olmasın) o hareket meşrûdur. Saf ve mücerred mânâda şuura dayanan (ve fıkhı hafife alan) hareketler; velev ki muvaffak olsalar bile, tehlike ile karşı karşıyadırlar. Zira şuurda, duygu ve hisler ön plandadır, sürekli değişim vardır.Sıhhatli bir İslâmî hareket için şuurlu müslümanlar değil, muttaki mü'minlere ihtiyaç vardır. Her amelinde ihlâsı esas alan, İslâm fıkhına harfiyyen riayet eden ve velâyet-i fakih meselesinde hassasiyet gösteren mü'minler; velev ki muvaffak olmasalar bile, (tıpkı Ashab-ı Kehf gibi) imtihanı kazanırlar.
KAYNAKLAR
(1) Nahl sûresi: 78.
(2) Geniş bilgi için bkz. Râğıb el-Isfahanî, el-Müfredat fı Garibu'!-Kur'ân, İst. I986, Kahraman Yay., sh. 374- 375.
(3) Â1-i İmrân sûresi:144.
(4) Geniş bilgi için bkz. İbn-i Kesir, Tefsirû'1 Kur'âı:'i! Aziym, Beyrut,1969. c. I, sh. 409.
TAĞUT
TÂGÛT Önce kelime üzerinde duralım. Arapça bir kelime olan tâgût, iştikaak itibariyle tuğyan ile ilgilidir. Tuğyan ise; Allahû Teâla (cc)'ya isyan etmek mânâsınadır.(1) Tefsir-i Mücahid'de tâgûlun ismi has olduğu ve çoğulunun da, tekilinin de aynı olduğu kayıtlıdır. İmam-ı Muhammed İbn-i Cerir, tâgûtu şu şekilde tarif etmektedir: "Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad eden her varlık tâgûttur."(2) Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması mahiyetini değiştirmez.Kur'ân-ı Kerim'de: "Andolsun ki, biz her kavme: `Allah'a ibadet edin, tâgûta kulluktan kaçının!' diye (tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir."(3) buyurulmaktadır. İnsanlar "kul olma" hususunda istisnasız uyarılmışlardır. "İman edenler Allah yolunda cihad ederler, küfredenler ise tâgût yolunda savaşırlar"(4) âyet-i kerimesinde de beyan buyurulduğu gibi, insanlar "ya Allah'a ibadet edecek, veya tâgût'a kul olacaktır"(5) bu iki yolun dışında üçüncü bir hâl yoktur.Kur'ân-ı Kerim de "Sana indirilen Kur'ân a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz misin? Onlar tâgûtun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki tâgûtu inkâr etmekle (tekfir etmekle, lânetlemekle) emrolunmuşlardır"(6) buyurulmaktadır.Kur'ân-ı Kerim deki bütün bu âyetleri ve mütevatir sünnetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır. Tâgûtun hükümlerine boyun eğenler ve râzı olanlar, kâfirlerdir. Nitekim İbn-i Kesir bu hususta şunları kaydediyor: "Bu ayet-i kerimede (Nisâ sûresi: 60) Hz. Muhammed (sav)'e ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söyleyip, bununla beraber ihtilaf ettikleri hususlarda, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in (sav) sünnetinden ictinap edip, insanların kendi akıllarına göre (beşeri kanunlarla) hüküm vermesini istiyen kişinin iman iddiasını Allahû Teâla (cc) reddetmektedir."(7).Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızasına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler, Allah (cc)'ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad etmektedirler. Dolayısıyle bütün demokratik sistemler, bu noktada "tâgûtî" özellikler taşırlar. Bu bir anlamda bütün ideolojik sistemler için geçerlidir. Daha genel bir ifade ile, İslâm dışındaki bütün sistemler, tâgûtîdir. Tâgûtların hükümlerine göre yönetilen bütün yerler de dâru'1-harp durumundadır. O beldelerde yaşayan mü'minlerin Allah (cc)'ın indirdiği hükümlerin gâlip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır." Şurası unutulmamalıdır ki, tâgûtun hükümlerine "evet" diyenler, Allahû Teâla (cc)'nın dinine küfretmek durumundadırlar. Bunu ister bilerek-ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü Hz. Âdem (as)'den itibaren bütün peygamberlerin insanlara; "Allah'a ibadet edin, tâgûta kulluktan kaçının" diye tebligat yaptıkları "muhkem âyetlerle" sabittir.Tâgûtun hükümlerini inkâr etmeyen ve tâgûtî güçlerle mücadele vermeyen kimse, ne kadar âlim olursa olsun, "müsteşrik" çizgisini asla geçemez.
KAYNAKLAR
(1) Râğıb el-Isfahani, Müfredat. "Ta-ğa" mad. (Nakleden: Tevhid Gazetesi, 21 Mayıs 1979, Sayı: 22, sh.6).
(2)Muhammed ibn-i Cerir, Camiû'I Beyan fi Tefsirû'l Kur'ân, Mısır 1324, Meymeniyye Mtb. c. III, sh.13.
(3)Nahl sûresi: 36.
(4)Nisâ sûresi: 76.
(5)Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, Ank.1981,(53. bsm.)sh.140,"Evet, sadece İki Yol" başlıklı bölüm.
(6)Nisa sûresi: 60.
(7)İbn-i Kesir, Tefsirû'l-Kur'ân'il-Azîm, Beyrut,1969, Dâru'1-Marife Yay. c. I, sh.519.
TAKİYYE
TAKİYYE İhtiyat, korku ve gizlenmek mânâsına olup, mecburiyet veya zarar tehdidi karşısında dinin icaplarından muafiyet için kullanılan tâbirdir.(1) İmam-ı Serahsî: "Bir mü'minin ölüm ve işkenceden kurulmak için, olduğundan başka türlü görünmesi ve davranmasına takiyye denir"(2) hükmünü zikrediyor. Kur'ân-i Kerim'de: "Mü'minler, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur, ancak onlardan sakınmanız müstesnadır..."(3) buyurulmuştur. Bu âyet-i kerimede geçen "ancak onlardan sakınmanız müstesnadır" hükmünü izah ederken Ebû Bekir el-Cessas; "hayatınızın veya bazı uzuvlarınızın imha edilmesinden korkmanız halinde inanmıyarak (kalben mükreh olarak) onlara dost görünmeniz müstesnadır."(4) buyuruyor. Hanefi fûkahası, bunun ikrah-ı mülci ânında bir ruhsat olduğunda müttefiktir. Tefsir-i Kurtubî'de: İmam Hasan el-Basrî (rha)'nin: "Müslümanlar için takiyye ruhsatını kullanmak kıyamete kadar câizdir. Ancak bu ruhsatın kâfirlere müdahane (dalkavukluk) ve şirin görünmek için kullanılması haram olur."(5) buyurduğu kayıtlıdır. İmam-ı Serahsî; takiyye'nin sadece kâfire karşı değil, ikrah-ı mülci ânında zâlim yönetimlere de uygulanabileceğini beyan ediyor.(6)Takiyye ehl-i sünnet ve'l-cemaat mezhebinde, bir ruhsat olarak önemli yer tutar. Ancak şia da "takiyye" usûl-ü dindendir. Cafer-i İsna Aşari mezhebinde, "takiyyeyi terketmek tıpkı namazı terketmek gibidir." Cafer-i Sadık (rha)'ın "İmamet bir görüş meselesi olduğu müddetçe, insanlarla (düşmanlarla) dıştan kaynaşın, ama içten onlara karşı durun" dediği zikredilir(7). Tarih boyunca şianın; "takiye" hususunda titizliği, sözlerin ihtiyatla karşılanmasına sebep olmuştur.
KAYNAKLAR
(1) İslâm Ansiklopedisi, İst. 1979, (2. bsm.) c. XI, sh. 679, ("Takiye" mad.)
(2) İmam-ı Serahsî, el-Mebsut, Beyrut, Dâru'l-İhya Yayını, c. XXXIV, sh. 45.
(3) Â1-i İmrân sûresi: 28. Ayrıca, Nahl sûresi: 106 ve Mü'min sûresi: 28.
(4) el-Cessas, el-Ahkâmu'I Kur'ân, Beyrut, 1335, c. II, sh. 9.
(5) İmam-ı Kurtubî, el-Camü li Ahkâmu'I-Kur'ân, Kahire,1967, (3. bsm.) c. IV, sh. 57.
(6) İmam-ı Serahsî, a.g.e., sh. 47-49.(7) Geniş bilgi için bkz. el-Kummî, Risaletû'I-İtikadi'Iİmamiyye, Ank. 1978, sh. 127 vd. Ayrıca Mirza Hüseyin, Müstedrekü'l Vesail, Tahran 1382, c. II, sh. 240-247.
TAKVA
TAKVÂ Lûgat mânâsı, gayet iyi korunup sakınmak ve sipere girip nefsi kötülüklerden kurtarmaktır.(1) İmam-ı Kuşeyrî'ye göre takvanın aslı önce şirkten, sonra günahlardan daha sonra da şüpheli şeylerden sakınmaktır. Tasavvuf ehline göre takva dörde ayrılır: "Avamın takvası şirkten sakınma, havasın takvası günahlardan kaçınmak, âriflerin takvası sebeplere yapışmaktan uzaklaşma ve safvet ehlinin takvası, Allah'tan, Allah'a sığınmadır."(2) İnsanların büyük çoğunluğu avam durumunda olduğuna göre; "takva, şirkten sakınmadır" şeklinde tarif edilebilir. Nitekim Muaz b. Cebel (ra) takvayı şöyle tarif ediyor: "Muttakiler (takva ehli olanlar) şirkten ve putlara tapmaktan korunan, ibadeti sırf Allah rızası için yapan ve cennete lâyık olan kimselerdir." Takva denilince, kalbe yerleşen iman akla gelir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Takva kalptedir" buyurmasının hikmeti budur.(3) İbn-i Abbas (ra)'tan gelen rivayet de şöyledir: "Muttakiler, Allah'a şirk koşmaktan korunan ve fiilerini O'na ibadet etmeye göre düzenleyen mü'minlerdir."(4).Kur'ân-ı Kerîm'de; "Ey İnsanlar, hakikat biz sizi bir erkekle, bir dişiden (Âdem ile Havva'dan) yarattık. Sırf birbirinizle tanışmanız için büyük büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, sizin Allah nezdinde en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır."(5) buyurulmuştur. Bütün müfessirler bu âyet-i kerimede geçen "etkaküm" lafzının, takvadan ism-i tafdil olduğu hususunda müttefiktirler. Ayrıca, takva'nın insanı ebediyyen cehenneme sürükleyen şirk ve küfürden kurtulmakla başladığını zikretmişlerdir.Şurası unutulmamalıdır ki, ideolojik sistemlerin, insanların zihinlerinde cirit attığı bir dönemde, avamın takvası şirkten korunmadır. Bu sanıldığı kadar kolay değildir. Hz. Ebû Bekir (ra)'den rivayet edilen şu hadis-i şerife dikkat edelim. Resûl-i Ekrem (sav) buyurmuşlardır ki: "Şirk sizin aranızda karıncanın kımıldamasından daha gizlidir." Ben "ey Allah'ın Rasûlü!.. Şirk ancak Allah azze ve celle'den başkasına ibadet etmek değil midir, yahud Allah'la birlikte başkasına tapmak değil midir?" dedim. Rasûlullah (sav): "Allah hayrını versin ey Sıddık!.. Şirk sizin aranızda karıncanın kımıldamasından daha gizlidir. Sana onun büyüğünü, küçüğünü giderecek bir şey haber vereyim mi?" dedi Ebû Bekir (ra): "Hay hay yâ Rasûlallah" diye cevap verince, "Her gün üç defa, `ey Allah'ım!.. Bile bile şirk koşmaktan sana sığınırım. Bilmediklerinden de senden af dilerim!" dersin. Şirk: Bana filân ve Allah verdi demendir. Denktaşlık ise: `Eğer filân olmasaydı, beni filanca öldürecekti' demektir!.." buyurdular.(6) Allah'ın indirdiği hükümlerin inkâr edildiği cahiliyye düzenlerinde "takva" konusu çok önemlidir. Bu sebeple takvayı şu şekilde tarif etmek mümkündür: Cahiliyye toplumlarında, tâgûtların hükümlerini reddetmek ve Allah'ın çizdiği hududlar içerisinde hayatı tanzim etmeye gayret sarfetmektir.
KAYNAKLAR
(1) Muhammed Hamdi Yazır, Nak Dini Kur'ân Dili, İst. 1936, c.VI, sh. 4479.
(2) Prof.Dr. Süleyman Ateş, Sülemî ve Tasavvufi Tefsiri, İst.1969, sh.182.
(3) İmam Fahrüddin-i Razi, Mefiatihûl Gayh, İst. Mtb. Âmire,1307, c. I, sh. 243-244.
(4) İbn-i Kesir, Tefsirû'l Kur'ân'il Azim, Beyrut, 1969, D.Marife Yay. c. I, sh. 39. vd.
(5) Hucurât sûresi:l3.
(6) İmam-ı Mervezî, Müsned-i Ebû Bekir Sıddık, İst. 1981, Hicret Yayını, sh. 89-91, Hadis No:17.
TASAVVUF
TASAVVUF Arapça olan bu kelimenin kaynağı hususunda ihtilaf vardır. En doğru olarak kabul edilen tahlile göre sûfi kelimesi, Arapça yün anlamına gelen "suf 'tan türemiştir. Suf'un nisbeti sufi'dir. Gömlek giyene takammasa denildiği gibi, suf giyene de tasavvafa denir. Bunun masdarı tasavvuf, ism-i faili mutasavvıftır.(1) Kelime nereden türemiş olursa olsun, zühd ve takva hususunda titizlik gösteren bir zümreye "alem" olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadis-i şeriflerde tasavvuf kelimesinin geçmediğini dikkate alan bazı müsteşrikler; bunun Hindistan'dan veya eski Yunan'dan geldiğini isbata çalışmışlardır.(2) Ehl-i Sünnet ûleması tasavvufu: "Şer'i hududları muhafaza ederek, Allahû Teâla (cc)'yı zikirde müdavim olmak ve rıza makamına ulaşmak" olarak kabul ve tavsiye etmiştir. Bu durumda tasavvufun kaynağını, Hindistan'da veya eski Yunan felsefesinde aramak boşuna bir gayrettir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Muhakkak ki ben, bir muallim olarak gönderildim"(3) buyurmasındaki hikmeti iyi tefekkür etmek zorundayız. Sırat-ı müstakim üzere olmak, dünyevî-uhrevî saadetlere ulaşmak, Ancak Resûl-i Ekrem (sav)'i taklid etmekle olur. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Bir de peygamber size ne verdiyse (her ne emir verirse) onu tutun, nehyettiğinden de sakının"(4) buyurulmuştur. ayrıca "Ve O, kendi hevâ ve hevesinden söz söylemez. O, (Kur'ân ve din hususundaki eızıri) ilka edilegelen vahiyden başka bir şey değildir."(5) ayet-i kerimesi, sünnetin önemini ortaya koymaktadır. Nitekim bütün müçtehid imamlar; "Mütevatir sünnetin inkârı küfürdür" hükmünde ittifak etmişlerdir.(6) Bazı çevreler ısrarla Resûl-i Ekrem (sav)'in hurma ağaçlarının budanmaması ile ilgili içtihadını gündeme getirip "sünnet bağlayıcı değildir" hükmüne varma arzusundadırlar.(7) Halbuki Resûl-i Ekrem (sav)'in dünyevî meselelerdeki içtihadı ile din hususundaki sünneti arasında önemli farklar vardır. Nitekim Bedir Savaş'ında; savaş yerinin tesbiti ve savaş sonrası esirlerin durumu ile ilgili olarak, sahabe-i kiramla istişare etmiştir. Sahabe-i Kiram herhangi bir meselede Resûl-i Ekrem (sav)'e: "Bu bir vahiy midir, yoksa içtihadınız mıdır?" diye sorarlardı.Eğer vahiyse derhal teslim olurlar, herhangi bir itirazda bulunmazlardı. Bu aradaki vahiy kelimesinden, sadece Kur'ân-ı Kerîm'i anlamak mümkün değildir, çünkü kudsî hadis dediğimiz vakıa da mânâ itibariyle Allahû Teâla (cc)'dandır. Bu girişten sonra; son yıllarda ilm-i ledün adı altında, Resûl-i Ekrem (sav)'in ve Hülâfai Raşidin'in sünnetlerini tahrip eden bir akımdan söz etmek istiyorum. Bu konunun çok netameli olduğunu biliyorum. Buna rağmen Hz. Ebû Bekir (ra)'in "Allah rızası için söylenmeyen hiçbir sözde hayır yoktur. Aziz ve celil olan Allah yolunda harcanmayan hiçbir malda hayır olmadığı gibi, Allah için yaptıklarında insanların kınamasından korkanlarda da hayır yoktur"(8) sözlerini düşündükçe bir hâl oluyorum. Şimdi konuya girelim: Son yıllarda tasavvuf adına; kendisine nikâh düşen kadınlara el öptürenlerden, şehevî duygularını tatmin edenlere kadar acaip tipler türedi. Elbette bundan tasavvufi hareket mes'ul değildir. Çünkü tasavvuf, Allahû Teâla (cc)'nın emir ve nehiyleri altında sızlanmamak, sabretmek ve her an imtihan üzere olduğunu hatırda tutarak, hevâ ve hevesle mücadele etmektir."(9) Bu mücadelede Resûl-i Ekrem (sav)'in ve Sahabe-i Kiram (ra)'ın hayatları örnek alınır. Şer'i şerife uymayan her davranış reddedilir. Ayrıca tarikat ve hakikat, şeriatın içinde kabul edilir. Çünkü "Şeriat-Tarikat-Hakikat" zincirine inanmak, şeriatı eksik kabul etmek anlamına gelir ki, insanı dalâlete ve küfre sürükler.İmam Ebû Yusr Muhammed Pezdevî: "Şeriat hakikattir hakikat şeriattan başka değildir" buyuruyor.(10) Bu bahsin devamında "hakikat şeriattan ayrı ve başkadır" görüşünü benimseyenler, evliyayı enbiyadan üstün kabul edenlerdir. Bunlar peygamber şeriatle, veliler hakikatle amel eder' diyenlerdir. Bunlara "evliyacılar" adı verilmiştir, sapık bid'atçilerdir. Bunlar Allah (cc)'ın kitabına, Hz. Resûl-ü Ekrem (sav)'in sünnetine muhalefet ederler, bâtın, gizli ilim iddiasında bulunurlar" diyerek meseleyi ortaya koymaktadır. Bu noktada şeyhlerini "gizli ilim sahibi" olarak nitelendirmeyi şeref bilen müridler, ne yaptıklarını iyi düşünmelidirler!.. Ayrıca hata etmesi mümkün görülmeyen şeyh tasavvuru; batınîliğin yeniden tarih sahnesine çıkışını hazırlamaktadır. "Şeyh uçmaz, mürid uçurur" sözü iyi düşünülmeli; şer'i hududlara riayette titiz olunmalıdır.Ebû Yezid el-Bestamî (ks)'nin "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" (11) meâlindeki sözü herkesin ağzında... Hatta bunun hadis-i şerif olduğunu iddia edecek derecede ileri giden tiplere rastlıyoruz. Şer'î ilimlerden habersiz olan kimseler, "Şeytan mürşidim olmasın" gerekçesiyle, hemen harekete geçiyorlar. Kısa bir süre sonra inabe ile bey'at arasındaki mahiyet farkını bilmediği için, şeyhini halife zannederek "Bizim efendiye tâbi olmayan helak oldu!" demeye başlıyor. Ondan sonra; çık işin içinden, çıkabilirsen!.. Halbuki, tasavvufi bir harekete katılmak isteyen kimsenin, bu hususla ilgili ilimleri öğrenmesi farz-ı ayn'dır. Zira farz-ı ayn ilimler tarif olunurken "hangi durumda olursa olsun, bulunduğu halde meydana gelen işlerle ilgili bilgileri edinmek her müslümana farzdır"(12) denilmektedir. İnabe. tıpkı nezr-i mutlak gibidir, bey'atla hiçbir alâkası yoktur. Bey'at, akıl baliğ olan mü'min'e farz-ı ayn olduğu halde(13) inabe, tasavvufî eğitime karar verenler için lüzûmludur. Nitekim İmam-ı Gazzalî: "Nefisleri zayıf, çevheri hakikatine ulaşmayacak durumda ise kendisine yardım edecek, maksuduna yetiştirecek müşfik bir muallime bağlanır. Nasıl ki tedavi yolunu bilmeyen hasta da, müşfik bir doktora müracaat ederse"(14) diyerek, meseleyi izah etmiştir. Zikir, her mü'min üzerine vaciptir, Ancak inabe alan bir kimse, nezrettiği miktarda zikir yapmak zorundadır.Mü'minler; Resûl-i Ekrem (sav)'in ve Hülâfa-i Raşidîrı in sünnetlerine riayet etmek durumundadırlar. Zühd ve takva hayatında da durum aynıdır. Şer'i şerifin hududlarına riayet olunmadığı süre içerisinde "tasavvufi" hayattan söz etmek mümkün değildir. Tâgûtî güçlere dua eden ve şeytâni vesveselerden kurtulamayan kimselerin; insanlara zühd ve takva'yı öğretebilmeleri imkânsızdır. Tasavvufla ilgili olarak kaleme alınmış lâtince birçok eserde bid'at ve hurafeler geniş bir yer tutmaktadır. Dolayısıyle dikkatli olmak ve şer'i hududları öğrenmek mecburiyetindeyiz.Zühd ve takva hayatı, cihadla yakından alâkalıdır. Türkiye'de; otiız iki farz arasında, cihada yer vermeyen latince eserler bol miktarda basılmakta ve dağıtılmaktadır... Halbuki nefsin hevâ ve heveslerini durdurabilecek tek ilâç, cihad'dır. Tasavvufî hayat temelde bu cihada dayanmak durumundadır. Aksi mümkün değildir.
KAYNAKLAR
(1) Prof.Dr. Süleyman Ateş, Sütemi ve Tasavvufi Tefsiri, İst.1969, sh.1.
(2) Başta L. Massignon, Joseph von Hammer, Nicholson olmak üzere, bütün oryantasavvufu Islâm'ın dışında görme arzusundadırlar. Kimisi Hind mistisizmine, kimisi de eski Yunan felsefesine benzetmişlerdir. Bu tezlerin Türkiye'de de, "Modernistlerce" benimsendiği gizlenemez.
(3) İbn-i Mace el-Kazvinî, Sünenû İbn-i Mace, İst.1401, Çağrı Yayınları, c. I, sh. 83, Had. No: 229.
(4) Haşr sûresi: 7.
(5) Bkn. Necm sûresi: 3-4, (Tıbyan Tefsiri, İst. 1963, c. IV, sh.1133).
(6) Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fi Şerhi Mirkat elVüsûl, İst.1307, c. II, sh. 8 vd.
(7) Prof. Abdülcelil İsa, Peygamberimizin İçtihadları, Ank. 1976, sh. 110-116, (Mütercimler: Dr. H. Merttürkmen-A.Öztürk).
(8) İbn-i Kesir, Tefsiru'l Kur'ân'il A?im, 1969, Daru'1 Marife Yay. c. IV, sh. 342.
(9) Abdurrahman es-Sülemî, Tabakatu's Sufiye, Kahire 1953, sh. 454.
(10) Sadru'1 İslâm Ebû Yusr Muhammed Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, İst.1980, sh. 335-336 Mes'ele: 93.
(11) Prof. Dr. Süleyman Ateş, a.g.e., sh. 292.
(12) İmam Burhanüddin ez-Zernûcî, Ta'limü'I Müteallim İst.1980, sh. 9 (Müt.: V. Yavuz).
(13) Sünen-i Ebû Davud, İst. 1401, c. II, sh. 302, Hadis No: 2942.
(14) Prof. Dr. Süleyman Ateş, a.g.e., sh. 202.
TA'ZİR
TA' ZİR İslâm ceza hukuku, kat'i nasslarla sabit olan ve hukukullah olarak ifade edilen had cezaları ile sınırlı değildir. Dâru'l-İslâm da, hakkında muayyen bir had cezası bulunmayan haramları işleyen kimselere ta'zir cezası tatbik edilir. Bu icmai ümmet ile sabittir. Resûl-i Ekrem (sav) vedâ haccı için Arafat'ta iken: "Bugün dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslâm ı seçtim ve ondan râzı oldum."(1) âyet-i kerimesi nâzil olmuştur. Dinin kemâle ermesinden maksad, insanların ihtiyaç duyacakları (zarûri, hâci ve diğer ahkâmla ilgili) nassların tamamlanmasıdır. Hakkında nas bulunmayan konularda ictihad yapması da kemâlata dahildir. Zira fer'i hükümlerin sonu yoktur ve sayı ile ifade edilemezler.(2) Meselenin kavranabilmesi için önce ta'zir kavramını izah etmeliyiz. Arapça olan bu kelime, a-z-r kökünden gelir. Lûgat manası, mutlak manada tedip etmek, azarlamak ve men etmektir.(3) İslâmi ıstılâhta, "miktar bakımından hadden az olan te'dib şekline ta'zir denilir."(4) şeklinde tarif edilmiştir. Bu tarif Resûl-i Ekrem in (sav): "Her kim hadd olmayanı, had mertebesine ulaştırırsa, o kimse haddi (şeriatın koyduğu ölçüyü) aşanlardandır."(5) hadisine dayanmaktadır. İbni Abidin, "had ile ta'zir arasındaki fark şudur: Hadlerin miktarı muayyendir. Ta'zire gelince, bunun takdiri ve tatbiki müslüman hükümdarın ve onun naiblerinin reylerine bırakılmıştır... Hadde şefaat caiz değildir. Müminlerin emîri veya naibleri, şefaatten dolayı had vurmayı terk edemez. Ancak, ta'zirde şefaat kabul edilebilir"(6) diyerek önemli noktalara işaret etmiştir. İslâm fıkhına göre kurulmuş bir devlette, müminlerin velâyetine haiz olan ümera, hadler müstesna, "hangi suça, ne ceza verileceğini" istişare ile belirlemek durumundadır. Mesela eroin, esrar, rakı, votka ve kokain gibi uyuşturucu maddelerin ticaretini yapanlara verilecek ceza, ta'zir ile ilgilidir. Zira naslarda, varlığını hükmün varlığına, yokluğunu da hükmün yokluğuna delâlet eden mazbut vasıflar vardır.Bu mazbut vasıflara, nassın sebebi ve illeti denilir. Fâkihlerin cumhuruna göre sebep, hükmün varlığı için, şâri (hüküm koyucu) tarafından emâre olarak belirtilen mazbut ve açık bir şeydir.(7) Hanefi fukahasından Molla Hüsrev illeti şöyle tarif etmiştir: "İllet, nassın hükmüne alâmet kılınan vasıftır."(8) Bazı âlimler ise illeti, "zâhir, mazbut ve hüküm için uygun bir vasıftır." diye tarif etmişlerdir. Meselâ, hamr (şarab)a nisbetle sarhoş edicilik vasfı böyle bir illettir. Aslın illetinin bilinmesinden sonra bu illetin "fer"de bulunup bulunmadığının tesbit edilmesine tahkiku'l-menat denilmiştir (9) Eroin, esrar, kokain gibi uyuşturucu maddeler insanı sarhoş ettiğine göre, haram olması tabiîdir. Sahih-i Müslim de yer alan "Hamr, aklı örten ve gideren şeydir kavli eroin, esrar, rakı, votka ve kokainin hükmünü tesbit etmemize vesile olur. Bu maddeleri kullanan kimselere, şarap içenlere uygulanan "hadd-i şürb" uygulanır.(10) Bunların ticaretini yapan kimselerin, fesadları başka türlü giderilemezse, ta'ziren cezaları daha ağırlaştırılabilir."Kur'an müslümanlığı" ve "selefîlik" gibi bâtıl iddialar garip hastalıkları beraberinde getirmiştir. Bu bâtıl iddialar, İslâm'ın günümüzün meselelerini çözemiyeceğini ileri süren çevreler tarafından tezgâhlanmakta, "Kur'ân ve sünnetten başka delil tanımayız" diyen mezhepsizler(!) kanalıyla müslümanların arasına sokulmaktadır. Elbette bu insanların, selef-i sâlihîn ile bir ilgileri yoktur. Kendi usûlsüzlüklerini, selef-i sâlihîni istismar ederek gündeme getirmektedirler. Şer'î delillerle, insanoğlunun her meselesini çözmek mümkündür.
KAYNAKLAR
(1) Maide sûresi: 3.
(2) İmam-ı Şâtibî, el-İ'tisâm, Beyrut 1986, c. I, sh. 305. Ayrıca, İmam-ı Kurtubî, el-Câmü ll Ahkâmi'lKur'ân, Kahire 1967, c. VI, sh. 62.
(3) Molla Hüsrev, Düreri'l-Hükkâm fi Şerhi'! Gureri'IAhkâm, İstanbul 1307, c. II, sh. 74. Ayrıca bkz. İbni i Hümam, Fethû'l-Kadir, Beyrut 1316, c. IV, sh. 211.
(4) İmam-ı Kasanî, el-Bedaiu's-Senai, Beyrut 1974, c. VII, sh. 63. Ayrıca, İbn-i Abidin, Reddü'I-Muhtar ale it-Dürri'l-Muhtar, İstanbul 1983, c. VIII, sh. 280.
(5) İbni-i Hümam, a.g.e., c. IV, sh. 214.
(6) İbn-i Abidin, a.g.e., c. VIII, sh. 280.
(7) Muhammed Ebu Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi, Ankara 1979, sh. 53.
(8) Molla Hüsrev, Mir'atu'l-Usûl, İstanbul 1307, c. I, sh. 241.
(9) Prof. Abdülvehhâb Hallaf, İlmu Usûl-i Fıkh, Kahire 1956, sh. 84 vd.
(10) İbn-i Abidin, a.g.e., c. VIII, sh. 234.
VAHİY
VAHY Peygamberler tarafından tebliğ edilmeyen ve vahye dayanmayan hiçbir kitap "İlâhi Kitab" vasfını taşımaz. Kur'ân-ı Kerîm, Resûl-i Ekrem (sav)'e vahy yoluyla nâzil olmuştur. Dolayısıyla vahy kelimesini ve kavramını iyi bilmek durumundayız.Vahy kelimesi (V-H-Y) fiilinin masdarı olup, lûgatta; gizli konuşmak, emretmek, ilham etmek, süratli ve gizli telkinde bulunmak, imâ ve işaret etmek, yazı ile bildirmek ve fısıldamak gibi 'frıânâlara gelir. Genel olarak "bir şeyi gizli ve hızlı bir şekilde bildirmek" şeklinde tarif edilmiştir. (1)İslâmî ıstılâhta: Allahû Teâla (cc)'nın; Rasûlleri'ne ve nebileri'ne, dilediği hükümleri kelâm ve mânâ olarak, kesin ve yakîn bilgi ifade edecek şekille bildirmesidir. Vahy; peygamberlerin hepsi için, Allahû Teâla (cc)'dan hüküm ve haberleri alma vasıtasıdır.(2) Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ya vahy ile, ya bir perde arkasından, yahud bir elçi gönderip de kendi izniyle dileyeceğini vahyetmesi olmadıkça, Allah'ın hiçbir beşere kelâm söylemesi (vâki) olmamıştır. Şüphesiz ki O, çok yücedir, mutlak bir hüküm ve hikmet sahibidir"(3) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse vahiy üç kısımdan mütalâa edilebilir:a) Allahû Teâla (cc)'nın doğrudan doğruya vahyetmesi. Buna vahy-i gayr-i metlûv veya ilham denilir. Meselâ: Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Rızkı tamamlanıncaya kadar hiç kimsenin ölmeyeceği bana vahyedildi. O halde Allahû Teâla (cc)'ya karşı gelmekten sakınınız. Rızkınızı araştırırken güzel bir yol tutunuz."(4) hadisi, bu vahye delildir. Bunun dışında, birçok misal vermek mümkündür.b) Bir perde arkasından duyulan sözler. Meselâ: Hz. Musa (as)'ın Cebel-i Tur'da ağaç arkasından işittiği ilâhî nidâ gibi. Nitekim bu hâdise Kur'ân-ı Kerm de belirtilmiştir: "Artık Musa müddetini bitirince ailesiyle yola çıktı. Tûr'un yanında bir ateş hissetti. Ailesine dedi ki: `Siz (burada) durun. Çünkü ben bir ateş gördüm. Olur ki size ondan haber, yahut (ocak yakıp) ısınmanız için bir ateş parçası (ateş koru) getiririm.' Derken oraya gelince feyizli (ve mümtaz) bir yerdeki vâdinin sağ kıyısından, ağaçtan `Ya Musa!.. Muhakkak ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım!... (Şimdi) Asânı yere bırak, diye nidâ olundu."(5) Perde arkasından nidâ şeklindeki vahy nâdirdir.c) Vahiy meleği olan Cebrail (as)'ın vasıtasıyla kelimeler halinde, peygambere ulaştırılan vahy. Buna vahy-i metlûv adı verilir. Kur'ân-ı Kerîm, Resûl-i Ekrem (sav)'e bu şekilde inzâl buyurulmuştur.Vahy kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de hem lûgat mânâsında , em istılâhî mahiyette kullanılmıştır. Bu inceliği kavrayamayan ve tahlil edemeyen bazı müsteşrikler, garip teoriler ortaya koymuşlardır. Şimdi meselenin kavranması için, bu nokta üzerinde duralım.Valûgat mânâsında kullanıldığı âyetlerden bazıları şunlardır:1. "Derken (Zekeriya) mihraptan kavminin karşısına çıktı ve onlara sabah akşam Allah'ı tesbih etmeyi vahyetti."(6) Buradaki vahy kelimesi, imâ ve işaret etmek mânâsınadır.2. "Biz (sana yaptığımız gibi) her peygambere de, insan ve cin şeytanlarını böylece, düşman yaptık. Bunlar birbirlerini aldatmak maksadıyla, yaldızlı bir takım söz(ler ve vesveseler) vahyederler. Eğer Rabbin dileseydi bunu yapmazlardı. Öyle ise onları düzmekte oldukları yalanlarıyla beraber (başbaşa) bırak"(7) İnsan ve cin şeytanlarının yaptıkları vahyin mânâsı; fısıldamak ve gizlice söylemektir.3. "Üzerlerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin. Çünkü bu muhakkak ki bir fısktır. Bununla beraber şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için, kendi dostlarına (velilerine) mutlaka vahyederler. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz ki siz müşriklerden olursunuz."(8) Buradaki vahy kelimesi süratli ve gizli telkinde bulunmak, fısıldamak mânâsınadır.Allahû Teâla (cc)'nın; peygamberlerin dışında, canlı-cansız bazı varlıklara vahyettiği de kat'i nasslarla sabittir. Bu âyetlerde de (daha ziyade) kelime mânâları ön plandadır. Şimdi bir kısmını birlikte gözden geçirelim.a) Cansız arza ve semaya hitaben vaki olan vahyler:"O gün (yeryüzü) bütün haberleri anlatacaktır. Çünkü Rabbi kendisine (o vech ile) vahyetmiştir."(9) Buradaki vahy kelimesi, emretti mânâsmadır.b) Canlılardan bal arısına vâki olan vahy:"Rabbin bal arısına: `Dağlardan, ağaçlardan ve (insanların senin için yapacakları) çardaklardan evler (kovanlar) edin. Sonra meyva ve çiçeklerin her birinden yeyin. Rabbinin (bal imalinde öğrettiği ve) kolaylıklar gösterdiği yaylım yollarına gidin' diye vahyetti. Onların karınlarından (ağızlarından) renkleri çeşitli şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. İşte bunda da tefekkür edecek bir zümre için elbette bir âyet (alâmet) vardır."(10) buradaki vahy kelimesi, ilhâm mânâsınadır. Günümüzde buna sevki tabiî denilmektedir.c) Meleklere hitaben vâki olan vahy:"Hani Rabbin meleklere: `Şüphesiz ki ben sizinle beraberim. Haydi iman eden (o mücahid)lere sebat ilhâm edin' diye vahyediyordu. `Ben kâfirlerin yüreklerine korku salacağım. (Ey mü'minler) hemen vurun boyunlarının üstüne, vurun onların her parmağına!' (diyordu). Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar Allah'a ve Rasûlü'ne karşı geldiler. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne karşı gelirse, Allah'ın cezası cidden çetindir."(11) Buradaki meleklere yapılan vahyin mânası, emir vermektir. Allahû Teâla (cc)'nın gaybî yardımının ve ihsanının bilinmesi içindir.d) Insanlardan Hz. Musa (as)'ın annesine hitaben vâki olan vahy:"Musa'nın anasına: `Onu emzir. Ona aid bir tehlike gelince, kendisini denize (nil nehrine) bırak, (bozulacağından) korkma, ayrılıktan kederlenme!.. Çünkü biz onu yine sana geri döndüreceğiz. Hem onu peygamberlerden biri yapacağız' diye vahyettik "(12) Burada ise vahy kelimesi; Kadı Beyzâvî'nin belirttiği gibi ilham ve sâdık rüya karşılığı kullanılmıştır.Dikkat edilirse; yukarıda zikrettiğimiz bütün âyetlerde, vahy kelimesi lûgat mânâsında kullanılmıştır. Istılâhî mânâda vahy; Allahû Teâla (cc) ile rasûlleri ve nebileri arasında cereyan eden bir hâdisedir. Rasûl-i Ekrem (sav), vahiyle insanların karşısına çıkan ve hitap eden ilk şahsiyet değildir. İlâhi vahye mazhar olan bazı peygamberlerin isimleri Kur'ân-ı Kerîm'de birçok vesilelerle zikredilmektedir. Meselâ: "Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, Yakub'un torunlarına, İsâ'ya, Eyyüb'e, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik."(13) âyetinde, bir çok peygamberin ismi zikredilmektedir.Daima kendisinin bir insan olduğunu ifade eden Resûl-i Ekrem (sav) vahye muhatap olmadan önce, okuma-yazma bilmiyor ve "İman nedir? Kitap nedir?" gibi meselerle zihnini yormuyordu. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "İşte biz sana da (ey Muhammed) böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Halbuki (vahiyden evvel) kitap nedir? İman nedir? sen bilmezdin. Fakat onu biz bir nûr yaptık. Bununla kullarımızdan kimi dilersek ona hidayet veririz. Şüphesiz ki sen, doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun."(14) hükmü beyan buyurulmuştur. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; hesap gününü düşünen her mükellef, vahyin hem lugat, hem ıstilahî mânâsını iyi bilmelidir. Ayrıca unutulmamalıdır ki, vahye tâbi olmayan insan, hevâ ve hevesinin kurbanı olur, imtihanı kaybeder.
KAYNAKLAR
(1) Geniş bilgi için bkz. Râğıb el-İsfahani, el-Müfredat fi Garib'il Kur'ân, İst. 1986, sh. 809-811. Ayrıca, Lisanû'I Arab, Beyrut:1955, c. XXV, sh. 379-382.
(2) Meydanî, el-Akidetü'l-İslâm, Şam, 1966, c. II, sh. 244
(3) Şûra Sûresi: 51.
(4) Aclûnî, Ke,sfû'1-Hâfa, Beyrut 1351, c. II, sh. 231 Had. No: 707. Ayrıca İmam-ı Şafü, er-Risale, Kahire:1979, sh. 94 Madde: 306.
(5) Kasas Sûresi: 29-30.
(6) Meryem Sûresi:10.
(7) En'am Sûresi: I 12.
(8) En'am Sûresi:121.
(9) Zilzal Sûresi: 4-5.
(10) Nahl Sûresi: 68-69.
(11) Enfal Sûresi:12-13
(12) Kasas Sûresi: 7.
(13) Nisâ Sûresi: 162. Bu hususla ilgili diğer âyetler: A'raf:117,160; Ta-Ha: 77.
(14) Şûra Sûresi: 52.
VAKIF
VAKIF Önce kelime üzerinde duralım. Vakıf, hapsetmek mânâsında olup vakafe fiilinin masdarıdır. Bundan dolayı mahşerde insanların hesap vermeleri için hapsedildikleri yere mevkıf denilmiştir. Çoğulu evkâfdır.(1) Istılahta: "Bir mülkün menfaatini insanlara tahsis edip; aslını Allahû Teâla (cc)'nın mülkü hükmünde olmak üzere, mülk edinme veya edindirmeden alıkoymaktır"(2) şeklinde tarif edilmiştir. İmam-ı Âzam Ebû Hanife (rha) indinde vakıf, tıpkı ariyet gibi caizdir, lâzım değildir. İmameyne göre, vakıf, lâzım ve sabittir, vakfedenin onu iptal etmesi caiz değildir.(3) Fûkaha; fetvanın imameyn'in kavline göre olduğunu tasrih etmiştir.Feteva-i Hindiyye'de: "Vakfın sebebi; Allahû Teâla (cc)'nın rızasını talep etmektir"(4) hükmü kayıtlıdır. Esasen vakıf hadisesi, Allahû Teâla (cc)'ya iman ve hesap gününe hazırlanma şuuru ile yakından alakalıdır. Nitekim ilk vakıf Hz. İbrahim (as)'in gayretiyle vücûd bulmuştur (5) Halilü'r-Rahman vakfının özelliği budur. İmam-ı Şafii (rha): "Allahû Teâla (cc)'m rızasını kazanmak maksadıyla yapılan vakıf; cahiliyet ehlinden sâdır olmamış, müslümanlar tarafından vâki olmuştur"(6) hükmünü zikreder.Kur'ân-ı Kerim'de: "Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcayıncaya kadar asla iyiliğe ermiş (birr-i taat etmiş) olamazsınız. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilicidir."(7) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyetin inzalinden sonra sahabe-i kirâm sevdiği malları infak etme hususunda birbiriyle yarışa girmişlerdir. Hz. Cabir (ra): "Ben hicret edenlerden veya ensardan; mal sahibi olup da, vakıf veya tasaddukta bulunmayan hiç kimseyi tanımıyorum" diyerek, sahabenin vakfa ne kadar önem verdiğini izah etmektedir.(8) Esasen Resûl-i Ekrem (sav)'in Medine'de bulunan ve kendi özel mülkü olan; "Fedek arazisini", fakir mü'minlerin ihtiyaçlarının karşılanması için vakfettiği bilinmektedir.(9) Hz. Ömer (ra)'in en kıymetli malı Hayber'de bulunan hurmalığıdır. Resûl-i Ekrem (sav)'e gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü... Hayber'de öyle bir hurmalık elde ettim ki, ondan dâtıa güzeli şimdiye kadar elime geçmemişti. Bana bu hurmalığı ne yapmamı emredersiniz?" diye sordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) "Onu aslı ile birlikte tasadduk et... Eğer böyle yaparsan o (hurmalık) satılamaz, hibe edilemez ve hiç kimse ona (hurmalığa) vâris olamaz"(10) buyurdu. Hz. Ömer (ra) bunun üzerine "Satılmamak, hibe edilmemek ve mirâsa konu olmamak şartıyla hurmalığın gelirlerini, fakirlere, akrabaya, kölelikten kurtulmak isteyenlere, Allah yolunda savaşanlara, yolda kalmışlara ve misafirlere harcanmak üzere vakfetti. Ona bakan kimse (mütevellı) iyilikle yiyebilir ve dostuna da yedirebilir." Dikkat edilirse; vakfedecek kimsenin, nelere riayet etmesi gerektiği bu hadisede açıkca görülmektedir.Vakfedilen malın; alış-verişe, hibeye ve mirâsa konu olmayacağı hususunda ittifak vardır. Zira, vakıfta asıl olan belli bir süre ile sınırlandırılmamasıdır.(11) Nitekim İbn-i Abidin: "Vakıf, muvakkat olarak yapılırsa caiz olmaz. Meselâ: Bir kimse `Şu hanemi bir gün veya bir ay müddetle vakfettim' derse, bu vakıf sahih olmaz. Çünkü vakfm ebedî olması şarttır"(12) hükmünü zikreder.Esasen vakfın hükmü; vakfedilen şeyin, vakfeden kimsenin mülkünden çıkması ve Allahû Teâla (cc)'nın mülkü hükmüne girmesidir.(13)Bu sebeple; alış-verişe, hibeye ve mirasa konu olamaz. Mülkünün bir kısmını vakfetmek isteyen kimse; vakfedeceği şeyin mahiyetini, ne için vakfettiğini (fakir, miskin vs.) ve nasıl kullanılması gerektiğini kat'i olarak beyan etmelidir. Vakfın rüknü; mülkün vakfedildiğine delâlet eden hususî lâfızlarıdır. Bahru'r-Raik'te böyledir."(14) Vakıf; kitap, sünnet ve sahabe-i kiram'ın icmaı ile sabit olan İslâmî bir müessesedir. Camiler, mescidler, medreseler, kütüphaneler, zaviyeler ve kervansaraylar hep "vakfın" önemini kavrayan mü'minlerce meydana getirilmiştir. Anadolu'nun büyük bir bölümünde "vakıf' arazilerine rastlamak mümkündür.Herhangi bir vakıf kadı'nın (hâkim) tasdik ettiği vakfiyede belirtilen şartların dışında kullanılamaz. Vakıf olan şeyin, muayyen ve malûm olması ilk şarttır(15) Bugün, İslâmî kaygılarla teessüs ettirilen vakıfların büyük bir bölümü işgal altındadır. Hatta "Vakıflar Bankası" gibi kuruluşlarla, "vakıf' mallarına haram karıştırılmış ve gelirlerine el konulmuştur. Vakfiyelerde belirtilen şartlar tamamen gözardı edilerek; hevâ ve heveslere uygun faaliyetler hız kazanmıştır. Bunun mahiyeti üzerinde iyi düşünülmelidir.
KAYNAKLAR
(1) İbn-i Abidin, Reddü'l Muhtar, Ale'd Dürri'l Muhtar İst. 1983, c. IX, sh. 238, Ayrıca İmam-ı Merginani, el-Hidaye Şerhû Bidayetü'l Mübtedi, Kahire 1985, c. III, sh.13.
(2) İmam-ı Kasanî, el-Bedaiû's Senai, Beyrut 1974 c. VI, sh. 2I8, Ayrıca Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, İst. 1976, c. IV, sh. 284.
(3) İmam-ı Serahsî, el-Mebsut, Beyrut, ty. c. VII, sh. 28. Ayrıca İmam-ı Kasani, a.g.e., c. VI, sh. 13, İmam-ı Merginani, a.g.e., c. III, sh. 13, İbn-i Abidin, a.g.e., c. IX, sh. 238.
(4) Şeyh Nizamüddin ve Heyet, el-Feteva-ı Hindiyye, Beyrut: 1400, c. II, sh. 352 (Dürri'I Muhtar'da "Vakfın sebebi, dünyada insanlara ihsan ve ikramı, âhirette sevabı irade ve kasdetmektir" hükmü kayıtlıdır. Mahiyeti aynıdır).
(5) İmam-ı Serahsî, a.g.e., c. XII, sh. 28.
(6) İbn-i Abidin, a.g.e., c. IX, sh. 238.
(7) Â1-i İmrân sûresi: 92.
(8) Ömer Nasuhi Bilmen, a.g.e., c. IV, sh. 304 Madde:ll.
(9) İmam Serahsî, a.g.e., c. XII, sh. 30.
(10) İbn-i Hümam, Fethû'l Kadir, Beyrut: 1316, c. V, sh. 41-42. Ayrıca Molla Hüsrev, Dürerü'1 Hükkam fi Şerhi Gureri'l Ahkâm, İst.1307, c. II, sh.134.
(11) İmam-ı Kasanî, el-Bedaiu's-Senai, Beyrut, 1974, c. VI, sh. 220.
(12) İbn-i Abidin, Reddü'! Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar, İst.1983, c. IX, sh. 248.
(13) Şeyh Nizamüddin ve Heyet, el-Feteva-ı Hindiyye, Beyrut,1400, c. II, sh. 352.
(14) Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. II, sh. 352. Ayrica, ibn-i Abidin, a.g.e., c. IX, sh. 242.
(15) İmam-ı Kasanî, a.g.e., c. VI, sh. 221 vd.
VELAYET
VELÂYET Kelime-i şehadeti ikrar ve tasdik eden bir kimsenin hedefi; Allahû Teâla (cc)'nın rızasmı elde etmek ve imtihanı kazanmaktır. İslâmî mücadelenin zaferi, ihlâsla ibadet eden ve sadece hesap gününü düşünen, muttaki insanların gayretleriyle gündeme girebilir. İbadet ve velâyet şuuru, her müslümanın hassasiyetle koruması gereken, kardeşlik hukukunun temelini teşkil eder. Bunun için her mükellef, hevâ ve heveslerini bir kenara bırakmak ve hakikate teslim olmak mecburiyetindedir. Nitekim Seyyid Şerif Cürcanî, bu mahiyeti dikkate alarak: "Hevâ ve heveslerine muhalefet edip, Allahû Teâla (cc)'ya teslim olan mükellefin davranışlarına ibadet denilir."(1) tarifini esas almıştır. Dolayısıyla velâyet anlayışı ile ibadet arasında ince bir bağ vardır.İslâm dini, bütün mü'minleri birbirlerinin kardeşi ilan etmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Muhakkak ki mü'minler kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını (bulup) barıştırın. Allah'dan korkun. Tâ ki esirgenesiniz."(2) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyette geçen ihve kelimesi üzerinde kısaca durmakta fayda vardır. Zira kardeş anlamındaki "eh" kelimesi; dostluk ve sadakat anlamını ifade edeceği zaman ihvan şeklinde çoğul olur. Nesep yönünden kardeş anlamına geldiği zaman; âyette olduğu gibi, ihve gelir. Dolayısıyla müslümanlar arasında, inanç sebebiyle oluşan bağı, beliğ bir teşbihle öz kardeşliğe bağlamıştır. İman sebebiyle gerçekleşen kardeşlik, nesep sebebiyle gerçekleşen kardeşliğe denk, hatta ondan üstün tutulmuştur. Bu inceliği asla unutmamak ve "velâyet şuurunu" bu temele bağlamak durumundayız. Şimdi veli ve velâyet kavramları üzerinde duralım.Vela kelimesi Arapça olup lûgatta, bir şeyi meydana getirmek veya iki şey arasında kendilerinden olmayanın bulunmaması, sahip, sevgi, dostluk ve yardımlaşma gibi mânâlara gelir(3). Örfen veli; Allahû Teâla (cc)'ya tahkikî imanla bağlanan kimse demektir.(4) İbn-i Abidin: "Velâyet, başkası üzerine ister-istemez sözünü geçirmektir. Bu söz velâyetin fıkhî tarifidir. Nitekim Bahır'da da böyle denilmiştir. Yoksa, lûgat itibariyle mânâsı sevgi ve yardımdır. Nitekim Muğrib'te beyan edilmiştir."(5) diyerek meseleyi izah etmiştir. Velâyet hakkı, bazı sebeplerle gündeme girer. Genel olarak, aile içerisinde karabet (akrabalık) ve ümmet içerisinde imamet sebebi zikredilmiştir.İslâm fıkhında velâyet; başkasının üzerine ister-istemez sözünü geçirmeyi ve itaat edenle-emri veren arasındaki ilişkileri konu alır. Aile içerisinde baba, velâyet hakkına haizdir. Çocuklarının velisi durumundadır. Günümüzde kullanılan "vâli" kavramı; "aynı şehirde oturan bütün insanların meşrû haklarını koruyan veli" mânâsınadır. İster seçimle, ister tayinle gelsin; o şehirdeki insanlara (muktedir olduğu müddetçe) velâyetin gerektirdiği hizmetleri yapmak durumundadır. Müslümanların irade beyanına (bey'atına) dayanarak; siyasî ve ictimaî bütün ihtiyaçlarını karşılayan kimseye veliyyü'l emr denilmiştir. Bunu İslâmî devletin başkanı şeklinde ifade etmek mümkündür. Hilâfet, imamet-i kübra, sultan ve ulu'lemr gibi kavramlarla da aynı mahiyet gündeme getirilmiştir.İslâm fıkhındaki velâyeti izah edebilmek için, iki suale cevap bulmak mecburiyetindeyiz Birincisi: "Bir müslüman; kime, nasıl ve hangi şartlarda itaat etmek zorundadır? Dolayısıyla itaat hangi.hâllerde farz, vâcip veya müstehaptır?" İkincisi: "Bir müslüman, kimlerin velâyetini reddetmek mecburiyetindedir?"a) Mü'minler birbirlerinin velileridir: Kelime-i Şehadeti ikrar ve tasdik eden her mü'min (ister erkek, ister kadın olsun) birbirlerinin velisidir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Mü'min erkekler ve mü'min kadmlar birbirlerinin velileridir. Bunlar (insanlara) iyiliği emrederler, (onları) kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederler. İşte bunları (mü'min erkek ve kadınları) rahmetiyle yargılayacaktır. Çünkü Allah azizdir ve hakîmdir."(6) hükmü beyan buyurulmuştur. Bilindiği gibi İslâmî siyasetin temeli, iyiliklerin hâkim kılınması ve kötülüklerin ortadan kaldırılmasıdır. Fûkaha "İnsanları dünya ve ahirette kurtulacakları yola irşad etmekle, onların salah ve menfaatleri için çalışmaya siyaset denilir."(7) tarifini getirmiştir. İbn-i Abidin: "Siyaset-i âdile, halkın (insanların) haklarını zâlimlerin elinden kurtaran, zulüm ve fenalıkları defeden, fitne ve fesad ehlini men eden siyasettir ki, şeriattan sayılır" diyerek meselenin önemine işaret etmiştir.Mü'min erkek ve kadınlar birbirlerinin velisidir. Bu velâyet, Allahû Teâla (cc)'ya ve Rasûlü'ne itaatin ortaya çıkardığı dostluk ve yardımlaşmayı beraberinde getirir. Yine bir başka âyet-i kerimede: "Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan (zulûmattan) kurtarıp, nûra çıkarır. Küfredenlerin velisi ise tâgûttur. O da kendilerini nûrdan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. Onlar cehennemin arkadaşlarıdır. Onlar orada, bir daha çıkmamak üzere ebedi kalıcıdırlar."(8) hükmü beyan buyurulmuştur.Siyasî velâyetin tabiî sonucu olarak müslümanların kendi içlerinden bir emir seçmeleri ve emaneti ehline teslim etmeleri farzdır. İbn-ı Hümam, "Mü'minlerin kendi içlerinden bir imam (emir) seçmelerinin sebebi; İslâm'ın emirlerini (ibadetlerini ve hükümlerini) hakkı ile edâ etmektir."(9) diyerek, sebebi izah etmiştir. Sünen-i Darimi nin mukaddimesinde, Hz. Ömer (ra)'ın bir tesbitine yer verilmiştir. Hz. Ömer (ra) diyor ki: "Muhakkak ki İslâm İslâm olmaz, cemaat olmadıkça. Cemaat cemaat olamaz, emiri olmadıkça!... Emir emir olamaz ona itaat olmadıkça."(10) Bu tesbit; hesap gününü düşünen her mükellefin üzerinde hassasiyet göstermesi zarurî olan bir noktaya işaret etmektedir.Bilindiği gibi velâyet; insanlar arasındaki ilişkileri (hak ve adalet ölçüleri içerisinde) düzenlemeyi beraberinde getirir. Esasen Allahû Teâla (cc)'nın tekliflerinin tamamı "emanet" hükmündedir. Mü'minler bu emâneti korumak ve imtihanı kazanmak için, bütün gayretlerini sarfetmek mecburiyetindedirler. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah bununla size hakikati ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yok ki Allah hakkı ile işitici, (bütün yaptıklarınızı) hakkı ile görücüdür. Ey iman edenler!.. Allah'a itaat edin. Eğer birşey hakkında çekişirseniz (ihtilâfa düşerseniz) onu Allah' a ve peygamberine döndürün. Eğer Allah' a ve ahiret gününe inanıyorsanız (mutlaka böyle yapınız). Bu hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir."(11) hükmü beyan buyurulmuştur. Velâyetin temel noktaları gündeme getirilmiştir.Sonuç olarak: Bir müslümanın; kime nasıl ve hangi şartlarda itaat edeceği, kat'i nasslarla belirtilmiştir. Mü'minler, Allahû Teâla (cc)'ya Rasûlü (sav)'e ve kendi içlerinden seçtikleri ulû'lemr'e itaat etmekle yükümlüdürler.b) Tâgûtî güçlerin mü'minler üzerinde velayet hakkı yoktur: Müslümanların; yahudileri, hıristiyanları ve müşrikleri veli edinmeleri kesinlikle haramdır. Zira kâfirlerin mü'minler üzerinde velâyet hakları yoktur. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Yahudileri de, nasranileri de kendinize veli edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin velileridir. İçinizden kim onları veli edinirse, o da onlardandır. Şüphesiz ki Allah o zalimler gürûhuna muvaffakiyet vermez."(12) hükmü beyan buyurulmuştur: Buradaki "veli edinme", karşılıklı (şahsî) ilişki değildir. Yahudileri ve hıristiyanları; siyasî iktidar haline getirmek haram kılınmıştır. İslâmî bir devlette; zimmîlerle (gayrimüslimlerle) karşılıklı ilişkiler elbette olacaktır. Hatta zimmet ehlinin haysiyet ve haklarının korunması esastır. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav): "Her kim bir zimmiye kazfte (iftirada) bulunursa, kıyamet gününde kendisine ateşten kamçılarla had vurulur."(13) buyurmuştur. Sadece yahudiler ve hıristiyanlar değil, bütün kâfirler (hassateıı küfürleri sebebiyle) mü'minler üzerinde velâyet hakkına haiz değildirler. Zira onların velisi tâgûttur. Nitekim bir başka âyet-i kerime'de: "Üzerlerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyiniz. Çünkü bu muhakkak ki bir fısktır. Filhakika şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına (velilerine) mutlaka telkinde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz ki siz de müşriklerden olursunuz."(14) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyla mü'minler, "ve in eta'tümûhum innekûm le müşrikûn" hükmünün mahiyetini iyi tefekkür etmek mecburiyetindedirler. İmam-ı Kurtubî, bu âyetin tefsirinde müşriklerin demogojileri üzerinde durmuştur. İbn-i Arabî "Bir mü'min, herhangi bir müşrike itikadda (iman esaslarında) itaat ettiği takdirde, müşrik olur. Şayet fülen (amil olarak) itaat eder, ancak akidesi selim tevhid ve tasdik üzere olursa, bu kimse haram işlemektedir ve âsidir."(15) diyerek, önemli bir inceliğe işaret etmiştir.Kat'i nasslarla sabittir ki; mü'minlerin, kâfirleri veli edinmeleri haramdır. Mü'minler, sadece ve sadece kendi kardeşlerini veli edinmek durumundadırlar. Nitekim bir âyet-i kerimede:"Ey iman edenler!.. Kendi kardeşlerinizden başkasını veli edinmeyiniz. (çünkü) Onlar (küfredenler) size şer ve fesad yapmakta hiç kusur etmezler, size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler. Hakikat onların (kin ve) buğzları ağızlarından (taşıp) meydana vurmuştur. Göğüslerinde gizlemekte oldukları (düşmanlık) ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz!.."(16) hükmü beyan buyurulmuştur.Hz. Âdem (as) ile başlayan insanlık tarihinde, değişmeyen bazı hususlar vardır. Her kavme; kendi içlerinden ve kendi dilleriyle konuşan peygamberler gönderilmiştir. Yaptıkları tebliğin mahiyeti aynıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Andolsun ki, biz her kavme: `Allah'a ibadet edin. Tâgûta kulluk etmekten kaçının diye (tebliğat yapması için) bir peygamber göndermişizdir."(17) buyurulmuştur. Tâgûta iman eden ve onun (tâgûtun) siyasî iktidarını meşru sayan bir kimse, velev ki alnını secdeden kaldırmasa bile, ibadet etmiş sayılmaz. Zira itikadı sahih değildir. Velâyet, İslâm dininin temel rükünlerinden birisidir. Velâyet noktasında hassasiyet göstermeyen ve tâgûtun velâyetini tasdik eden bir kimse, cahiliye ölümü ile ölür. Bu mahiyet asla unutulmamalıdır.
KAYNAKLAR
(1) Seyyid Şerif Cürcanî, et-Ta'rifat, Ist. ty. Kaynak Yay., sh.146.
(2) Hûcurat sûresi:10.
(3) Râğıb el-Isfahanî, e1-Müfredat fi Garibi'l Kur'ân, İst.1986, Kahraman Yay., sh. 837.
(4) İbn-i Hümam, Fethû'l-Kadir, Beyrut: 1315, c. II, sh. 837.
(5) İbn-i Abidin, Reddü'l Mulıtar Ale'd Dürri'l Muhtar, İst.1983, c. V, sh. 358.
(6) Tevbe sûresi: 71.
(7) İbn-i Abidin, a.g.e., c. VIII, sh.186.
(8) Bakara sûresi: 257.
(9) İbn-i Hümam, Kitabû'!-Müsayere, İst. 1979, Çağrı Yay., sh. 265.
(10) Sünen-i Darimî, İst. 1401, Çağrı Yay., sh. 79, Mukaddeme: 26.
(11) Nisâ sûresi: 58-59.
(12) Maide sûresi: 51.
(13) İbn-i Abidin, a.g.e., c. VIII, sh. 246.
(14) En'am sûresi:121.
(15) İmam-ı Kurtubî, el-Camü li Ahkâmi'I-Kur'ân, Kahire:1967, c. VII, sh. 77-78.
(16) Â1-i İmrân süresi: 118.
(17) Nahl sûresi: 36.
ZİKİR Zikir kelimesi birçok manâyı ifade eden (vücûh) bir kelimedir. Kur'ân-ı Kerîm de ondört ayrı manâda kullanılmıştır. Meselenin anlaşılabilmesi için, usûl açısından "el-Vücuh ve'n-Nezair" konusunu izah edelim. Kur'ân-ı Kerım'in üslûb özelliği, insanların telif ettiği eserlere benzemediği gibi, diğer münzel kitaplara da benzemez. Allahu Teâla'nın (cc) kitabında çeşitli manâlarda kullanılan müşterek lâfızların mevcut olduğu malûmdur. Bir kelimenin bir âyette ifade ettiği manâ ile yine aynı kelimenin diğer âyetlerde ifade ettiği anlamlar aynı olmayabilir. Usûl-i tefsir uleması bunu el-vücuh olarak ifade etmiştir. Bunun aksine de, farklı kelimenin aynı manayı ifade etmesine nezair denilir. İbn-i Abbas'dan rivayet edildiğine göre, Halife Hz. Ali b. Ebi Talib kendisini, Hâricilerle münakaşa ve onları ikna etmek için gönderirken şöyle demiştir: "Onlarla münakaşa ederken delil olarak Kur'ân-ı Kerîmi hüccet gösterme; çünkü onda birçok manâları ihtiva eden, zû vücûh kelimeler vardır. Onlara Resûl-i Ekrem'in sünnetini hüccet olarak bildir ve fikirlerini sünnet ile teyid et."(1) Kur'ân-ı Kerimde bir kelimenin birkaç manayı ifade etmesi, onun mucize oluşunun bir delilidir. İmam-ı Zerkanî, el-Burhan isimli eserinde, Mukatil b. Süleyman'dan naklettiği bir haberde, "kişi Kur'ân'daki birçok vecihleri görmedikçe hakiki bir fakih olamaz"(2) diyerek bu inceliğe işaret etmiştir. Meselâ, el-Hüdâ kelimesi ve ondan türeyen terimlerin, Kur'ân-ı Kerim'de onyedi manası olduğu görülür. Aynı şekilde cehennem "nâr, sakar, hutame ve cahim" gibi çeşitli lafızlar aynı manâyı ifade etmektedirler. Bunlar da nezâire ait örnekleri teşkil ederler. Zikir, Arapça bir kelime olup, "hatırlamak, anmak, düşünmek ve hatırlayıp gereğini yapmak" gibi manâlara gelir; unutmanın ve gafletin zıddı olarak kullanılır. Asıl manâsı budur(3). Allahu Teâla nın (cc) kitabına ve Resûl-i Ekrem'in (sav) sünnetine uygun ber hayat yaşayabilmek için, insanın kalbini gafletten kurtarması zaruridir. Gafletin zıddı olan zikir, bunu gerçekleştirebilmek için bir vesileden ibarettir. Allahu Teâlâ kalbi, aklın, ilmin ve ruhun mahalli kılmıştır. İnsan kalbindeki istitaat ile ihtiyaçlarını karşılayabilir ve bütün ilimleri öğrenebilir. İnsanın kalbi aynı zamanda şüphelerin ve vesveselerin mahalli, küfrün ve imanın merkezi, ısrarın ve vazgeçmenin (tevbenin) mevzii, mutmain olmanın ve rahatsızlık duymanın cereyan ettiği bir yerdir.(4) Peygamber Efendimiz (sav) de: "Değişkenliğinden dolayı buna kalb ismi verilmiştir. Öyle ki kalb, boş bir arazideki ağaca kökünden asılı durup, rüzgârın bir alta, bir üste çevirdiği bir kuş tüyü gibidir"(5) buyurmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Rabbinin ismini an (zikret) ve ihlâs ile O'na teveccüh eyle!" (Müzemmil sûresi: 8) emri verilmiştir. Gadı Beyzavî, bu âyetintefsirinde, zikir üzerinde hassasiyetle durmuştur.(6) Zikrin bir ibadet olduğu, kat'i naslarla sabittir. Nitekim: "Şüphesiz ki Allahu Teâla'yı zikretmek en büyük ibadettir." (Ankebût sûresi: 45) âyet-i kerimesi bunun en güzel delilidir. Bütün ibadetlerin zâhirî ve bâtınî şartları vardır. Fukaha,"Allahu Teâla nın rızasını kazanmak niyetiyle (ihlâsla) ve şer'i şerife uygun olarak yapılan amellere sâlih amel denilir" tarifinde ittifak etmiştir. Elbette iman ile ibadet arasında önemli bir münasebet vardır. Bir mükellef, sahih bir itikada sahip olmadığı ve ihlâsı esas almadığı müddetçe, sâlih amel işleyemez. Müslümanlar zikir ibadetini edâ ederek gafletten kurtulabilirler. Bir hususa işaret etmekte fayda vardır: Yeryüzündeki hilâfet vazifesini hakkı ile edâ etmeye niyet etmeyen kimselerin, bazı lafızları "dudak servisi" ile tekrarlamalarına zikir denilemez. Kur'ân-ı Kerîm'de zikir ehli, şeriatı bilen ve ahkâmını hakkı ile edâ eden kimseleri ifade için kullanılmıştır: "Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorunuz." (Nahl sûresi: 43) âyet-i kerimesindeki incelik budur. Zikir ibadeti, ihlâsın ve ihsân hâlinin teşekkülüne vesile olabilir. Aynı zamanda kalbin muhafazası açısından da elzemdir. Maddî ve manevî varlığımızın merkezi olan kalbimiz, sâlih amellerle düzelip sıhhate kavuştuğu gibi, çirkin fiillerle (fahşâ, münker, bağy vs.) ve şeytanın vesveseleriyle fesada uğrayabilir. Numan b. Beşir'den (ra) rivayet edilen meşhur bir hadis-i şerifinde Peygamber Efendimiz (sav): "Helâl bellidir, haram da bellidir" dedikten sonra, "Dikkat ediniz! Vücutta bir et parçası vardu ki, o sıhhat bulursa bütün vücud salâha erer. Eğer o fesada uğrar ve hastalanırsa, bütün vücutta fesat ortaya çıkar, bozulur. Dikkat edin, bu et parçası kalptir."(7) diyerek, müslümanları uyarmıştır. Bu sebeple, insanın kalbine sahip çıkması ve onu her türlü hastalıktan koruması zaruridir. Bilindiği gibi her ibadet, ancak niyetle edâ edilebilir. Bu sebeple fıkıh ilminde kalbin ayrı bir yeri vardır. Bütün ameller niyete bağlıdır ve "insanlar niyetleri üzere ba's olunacaklardır."(8) Müslümanlar Resûl-i Ekrem'in (sav) tavsiye ettiği zikirleri ihlâsla edâ ederler ve bu zikirlerine uygun bir hayat yaşamaya gayret gösterirlerse, imtihanı kazanabilirler.
KAYNAKLAR
(1) İmam-ı Suyutî, el-Itkan fi Ulûmil-Kur-'ân, Kahire 1368, c. I, sh. 42.
(2) İmam-ı Zerkeşî, el-Burhan, Beyrut ty., c. I, sh.103.
(3) Âsım Efendi, Kamus Tercümesi, c. II, sh. 346 vd. Ayrıca bkz. el-Mucenıi'I-Vasit, c. I, sh. 3I3.
(4)İbn-i Arabî, Ahkâmü'I-Kur'ân, Beyrut 1335, c. III,sh.1504.
(5)İmam-ı Suyûtî, Câmiu's-Sağir, c. I, sh.89,"innema"mad.
(6)Mecmuatu't-Tefâsir, İstanbul 1979, c. VI, sh.376.
(7)Sahih-i Müslim, K. Müsakat-102-108; Sünen-i Ebu Davud, K. Kuzat-2; Sünen-i Ibn-i Mâce, Fiten-14; Sünen-i Darimi, K. Büyû-1.
(8)Sahih-i Buharî, K. Bed'ül Vahyi-1, K. İman-41, K. Nikâh-5, K. Menakibu'I-Ensar-45; Sünen-i Tirmizî, K. Fezâilu'1-Cihad-16.
ZULÜM
ZULÜM İnsan fiillerinin mahiyetini, insan-eşya ilişkilerini ve insanların birbirleriyle münasebetlerini izah edebilmek için "zulüm nedir?" sualine, doğru cevap vermek mecburiyetindeyiz. Zira Kur'ân-ı Kerîm'de ve sünnette en çok kullanılan kavramlardan birisi de zulüm ve türevleridir. Günlük hayatımızda da değişik sebeplerle zulüm kelimesini kullanırız. Arapça olan ve "Za-Le-Me" kökünden gelen bu kelimenin lûgat mânâsı: nûr'un yok olması (karanlık)tır. Arapça mütehassısları zulüm terimini; bir şeyi kendisine ait olan yerin dışına koymak, gerek eksiltmek, gerek çoğaltmak ve gerekse zaman ve yer bakımından saptırmak olarak tarif etmişlerdir(1). Nitekim Asım Efendi: "Vaz'ı mezkûr, ya ziyade ile, yahud noksan ile, veyahut vaktinden ve mekânından ûdul ile olur"(2) diyerek, aynı hususa işaret etmiştir. Tayin edilen sınırın dışına taşmak zulümdür. Bazı lûgat âlimleri zulüm terimini "haddi tecavüz ve cevr etmekle" açıklamışlardır. İslâmî ıstılâhta: "Bir eşyayı veya hadiseyi, şer'î hükmünden başka bir şekilde değerlendirmeye zulüm denir." şeklinde tarif edilmiştir. Yaygın olan tarif budur. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Zulüm üç türlüdür. Bir zulüm vardır ki, Allah onu affetmez. Bir zulüm vardır ki, Allah onu affeder. Bir zulüm vardır ki, Allah onun mutlaka hesabını sorar. Allahû Teâla (cc)'nın affetmediği zulüm şirktir. Çünkü Allah "Şirk büyük bir zulümdür" (Lokman sûresi:l3) buyurmuştur. Allahû Teâla (cc)'nın affedeceği zulüm; kulların kendi nefislerine karşı işlediği zulümdür. Rableri ile kendi aralarındaki işlerde (emre itaat ve nehiyden kaçınmak noktasında) yaptıkları hatalardır. Allah'ın hiç bırakmayıp, mutlaka hesabını soracağı zulüm ise, kulların birbirlerine karşı hayâsızlıklarıdır. Allah bunların hesabmı sorar ve zalimleri cezalandırır."(3) buyurduğu bilinmektedir. İslâm ûleması zulmü tasnif ederken bu üç esas üzerinde durmuştur (4) Biz de aynı usûle riayet edelim.a) Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıkdan (zulûmattan) nura çıkarır. Küfredenlerin velisi ise tâgûttur. O (tâgût) da kendilerini nurdan ayırıp, karanlıklara (zulümata) çıkarır. Onlar (tâgûtu veli edinen tevağit zümresi) cehennemin arkadaşıdırlar. Onlar orada, bir daha çıkmamak üzere ebedi kalıcıdırlar."(5) hükmü beyan buyurulmuştur. Fahrüddin-i Razi, bütün müfessirlerin "nûr ile zûlümattan maksadın, iman ve küfür olduğunda ittifak ettiklerini" açıklamıştır(6) İbn-i Kesir; önemli bir inceliğe işaret ederek şöyle demektedir: "Allahû Teâla (cc) bu âyette nûru tekil, zûlümatı ise çoğul olarak zikretmiştir. Şüphesiz ki hak (nûr) tektir. Küfrün çeşitleri ise çoktur. Hepsi de bâtıldır."(7). Dikkat edilirse burada; nûr ile zulüm, birbirinin zıddıdır. Küfrün ve şirkin; en büyük zulüm olmasındaki hikmet, kolaylıkla kavranabilir. Zulm kelimesinin; küfür ve şirk mânâsında kullanıldığı başka âyetler de vardır. Meselâ: "İman edenler, bununla beraber imanlarını zulümle de bulaştırmayanlar!.. İşte ancak onlardır ki, emin olmak hakkı kendilerinindir. Onlar doğru yolu bulmuş kimselerdir."(8) âyet-i kerimesi inince, Sahabe-i Kiram: "İçimizde nefsine zulmetmeyen kim olabilir?" diyerek, üzüntüye kapıldı. Zira buradaki zulm kelimesini; hata ve günah olarak değerlendirmişlerdir. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem (sav): "Zannettiğiniz gibi değil!... Buradaki zulüm Lokman (sav)'ın oğluna dediğidir: `Evlâdım!.. Sakın Allah'a şirk koşma. Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür."(9) diyerek, meseleyi kavramalarını kolaylaştırmıştır. Dikkat edilirse; her iki âyette de, şirk koşmanın zulm olduğu sarihtir. b) İhlasla kelime-i tevhidi ikrar eden bir mükellef; İslâm'ın emir ve nehiylerine riayet etmeyerek, kendi nefsine zulm edebilir. Kat'i nasslarda, bu mahiyetteki zulüme yer verilmiştir: "Biz hiç bir peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik. Onlar kendilerine zulmettikleri vakit; sana gelip de Allah'tan mağfiret dileselerdi, onlara (sen) peygamber de mağfiret isteyiverseydi, elbette Allah'ı tevbeleri hakkı ile kabul edici, çok esirgeyici bulacaklardı."(10) "Kim (nefsine) zulm ettikten sonra tevbe eder ve hâlini düzeltirse, Allah da tevbesini kabul eder."(11) "Ve onlar çirkin bir günah (fahşâ) işledikleri, yahud nefislerine zulm ettikleri vakit; Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenlerdir. Günahları, Allah'dan başka kim bağışlayabilir. Bir de onlar işledikleri (günah) üzerinde, bilip dururken ısrar etmeyenlerdir."(12) Dolayısıyla "farzları terk ve haramları irtikap eden" her mükellef, önce kendi nefsine zulmetmektedir. Emânete riayet etmeyerek işlediği bu cürümler, başlı-başına birer faciadır. Bazı haramları irtikap ederken; hem kendi nefsine, hem çevresinde bulunan insanlara zulmetmesi mümkündür. Meselâ: Faiz alıp-vermek, tefecilik yapmak, gıybet ve iftira gibi melânetleri işlemek vs. c) Zulüm ferdi planda olabildiği gibi, siyasî iktidar ve toplum planında da olabilir. Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle hükmetmeyen siyasî bir iktidar; bütün müntesiplerin ve çevresinde yer alan diğer toplumlara zulmü esas almıştır. İnsanlara ve topluma, kaba kuvvetle gâlip gelen zorbalara boyun eğmek büyük bir zillettir. Nitekim Âd kavmi, zorbaların peşinden gittiği için lânetlenmiştir. Kur'ân-ı Kerım'de: "İşte Âd kavmi!.. Onlar Allah'ın âyetlerini biinkâr ettiler. Peygamberlerine isyan ettiler. Böylece başları (liderler) olan her zorbanın emrine uyup gittiler. Onlar bu dünyada da, kıyamet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular"(13) buyurulmuştur. Lânetten kurtulmak için; hem zorbalara, hem onların zulümlerine karşı direnmek vâciptir. Aksi takdirde, Âd kavmine mensup olanlarla birlikte haşrolma tehlikesi gündeme girer. Türçede kullanılan "âdi" kelimesi de buradan gelmektedir. Elbette mü'minler, "adi'ler" (Âd kavmine mensup olanlar) gibi, zorbaların peşine takılıp gidemezler. Emirü'l-mü'minîn Hz. Ali (ra); "Zülmün iki temel unsuru vardır. Birisi zâlim, diğeri de mazlumdur. Zâlim zulmettiği için, mazlum da zulme rıza gösterdiği için hesaba çekilir." diyerek, önemli bir inceliğe işaret etmiştir. Tâgûtî iktidarların; hem Allahû Teâla (cc)'nın hukukuna, hem insanların haklarına tecavüz ettikleri sabittir. Dolayısıyla tâgûtî iktidarlara karşı elleriyle, dilleriyle ve kalpleriyle mücadele vermeyen kimselere zâlim demek mümkündür. Allahû Teâla (cc) nın zalimleri sevmediği kat'i nasslarla sabittir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Benden sonra bir takım emirler olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder ve yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim havzımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez ve onlara zulümlerinde yardımcı olmazsa, o bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır."(14) buyurduğu sabittir. Peygamberimiz (sav) bu ihtarı ve "Benden değildir. Ben de onlardan değilim" hükmü; zâlimlerin yalanlarını tasdik eden kimseleri istisnasız içine alır. Tâgûtî yönetimlerde (onların velâyetini kabul ederek veya etmeyerek) görev alanlar, Resûl-i Ekrem (sav)'in bu ihtarını iyi düşünmelidirler. Esasen zâlimlere, zihnen ve kalben meyletmek dahi büyük bir tehlikedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Bir de zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur. Zaten sizin Allah'tan başka yardımcınız yoktur. Sonra (zâlimlere meylettiğiniz için) Allah'dan da yardım göremezsiniz."(15) hükmü beyan buyurulmuştur. Zâlimlere kalben meyletmek ve zulümleri karşısında sessiz kalmak, başlı-başına bir fâciadır. Onlarla işbirliği yapmak ise, cinayet hükmündedir. Firaset sahibi mü'minler, bu inceliği kolayca kavrayabilirler.
KAYNAKLAR
(1) Râğıb el-Isfahanî, el-Müfredat, İst. 1986, Kahraman Yay., sh. 470.
(2) Zebidî, Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank. 1974
(3. bsm.) c. VII, sh. 35I.
(3) İbn-i Kesir, Tefsiri'l-Kur'ân'i1-Azim, Beyrut 1969, c. I, sh. 508.
(4) Zebidî, a.g.e., c. VII, sh. 351.
(5) Bakara sûresi: 257.
(6) Fahrüddin Râzî, Mefatihû'I-Cayb, İst. 1308, c. II, sh. 231.
(7) İbn-i Kesir, a.g.e., c. I, sh. 312.
(8) En'am sûresi: 82.
(9) Sahih-i Buharî, İst. 1401, Çağrı Yay., c. VI, sh. 20 K. Tefsirû'1-Kur'ân: 3I.
(10) Nisa sûresi: 64.
(11) (I 1) Mâide sûresi: 39.
(12) Â1-i İmrân sûresi:135.
(13) Hûd sûresi: 59-60.
(14) Mansur Ali Nasif, Tac Tercemesi, İst. 1973, Eser Yay., c. III, sh. 106, Had. No: 168 (Sünen-i Tirmizî ve Sünen-i Nesâi).
(15) Hûd sûresi: 113.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder