7/23/2010

Ubeydüllah-i Ahrâr

Ubeydüllah-i Ahrâr

Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri, Türkistan'ın büyük velilerindendir. Kendilerine "Silsile-i aliyye" adı verilen ve insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatarak dünya ve ahirette saadete kavuşmalarına vesile olan büyük âlim ve velilerin on sekizincisidir. 1403’te Taşkent'te doğdu. 1490’da Semerkant'ta vefat etti. Kabri oradadır.
Doğumundan itibaren üstün halleri görüldü. Annesi nifastan  temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Yüzünde öyle bir nur parlardı ki, görenler hayran kalıp, ona duâ ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmezdi. Dedesi de, âlim ve veli idi. Vefat edeceği sırada, torunları ile tek tek vedalaştı. Ubeydullah-ı Ahrar o zaman çok küçüktü. Onu görünce, kucağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi: "Ben, bunun büyük bir zat olduğu zaman hayatta olmam. Bu İslamiyete hizmet edecektir. Cihan padişahları bunun sözünü dinleyecekler." dedi.
Tasavvufta yüksek derecelere kavuştuktan sonra, helâl kazanmak için tarımla meşgul oldu. Kısa zamanda zengin oldu. 1300'den fazla çiftliği vardı. Herbirinde üç bin amele çalışırdı. Allahü teâlâ onun mahsulüne öyle bir bereket verdi ki, her yıl 800 bin batman [700 ton] zahire uşur verirdi. Ambarlarına konulan mahsul, çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu. Kendisi bu konuda; "Bizim malımız, fakirler içindir. Bunca malın hassası işte bu noktadadır" buyururdu.
Yakınlarından biri, bir gece birini kendisine şarap alıp getirmesi için gönderdi. O kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı çekmeye başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve testi kırıldı. Şarap isteyen kimse, kimse bilmesin diye, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan testisinin parçalarını topladı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri o kimsenin evine geldi. "Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılırdı ve bir daha seninle buluşmama imkân kalmazdı.” buyurdu.
Bu talebesi anlatır:  Seferde idik. Gece yarısı bana "Hemen kalk, eşyalarını topla ve derhal dışarı çık!" buyurdu ve kendisi de çıktı. Bu çevrede olanları da uyandır. Beni takip edin" dedi. bir tepeye doğru yürüdü, biz de hemen toparlanıp onu takip ettik. Tepeye çıkınca, durdu. Biz de yanında durduk. Bir kısmı da, gelmemişti. Biz tepede iken, birdenbire korkunç bir sel geldi. Önüne gelen ağaç, kaya, duvar, ne varsa süpürüp götürüyordu. Ayrıldığımız ev de sel suları içinde kalmış, gelmeyenler de sele kapılmıştı. Sele kapılmaktan kurtulanlar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bu kerâmetini görerek, onun büyük bir veli olduğunu bir kere daha anlamış oldular. Buyururdu ki:
“Kalbin kararmış olmasının alâmeti, günahlardan, üzüntü duymaması, günahta ısrar etmesidir. işlediği günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık nasihat tesir etmez, gafletten uyanmaz."
"Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamanımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz, müslümanları zulümden korumaktır."
“Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye sarfetmektir."
"Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir."
"Tasavvuftan maksat, kendini zorlamadan her an Allahü teâlâyı hatırlamaktır."
"İnsanın kıymeti; idrâkinin, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladığı kadardır."
"Belâlara sabretmek hatta şükretmek gerekir. Çünkü, Allahü teâlânın birbirinden acı belâları vardır."
"İnsanın yaratılmasından maksat, kulluk yapmasıdır. Kulluktan maksat ise, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır."
"Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız düzgün değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün harablıkları, çirkinlikleri verseler itikadımız düzgün ise, hiç üzülmemeliyiz"

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...