Selman-ı Farisi
Selman-ı Farisi hazretleri, esbabı kiramın büyüklerinden ve meşhurlarındandır. Silsilet-üz Zeheb diye bilinen "Altun silsilenin" (Büyük veliler silsilesinin) ikinci halkasıdır. Aslen İranlı olup, isfehan yakınında bir köyde doğup, büyüdü. Gençliğinde Mecusi iken, Hıristiyan rahipleriyle tanışıp, Mecusiliği terk etti. Kiliseye girip hıristiyan oldu. Çok ilim öğrenip âlim oldu. Sonra da uzun yıllar değişik yerlerde kaldı.
Nihayet Medine'ye gelip Peygamber efendimiz (aleyhisselam) hicret edince maksadına kavuşup müslüman oldu ve Ehl-i beytten sayıldı.
Müslüman olmadan önce, ismi Mabeh idi. Müslüman olunca, Peygamberimiz O'na Selman ismini verdi, İran'lı olduğu için de Farisi denildiğinden ismi Selman-ı Farisi olarak meşhur oldu. Nesebi ise; Mabeh bin Buzahşah bin Mursilan bin Behbudah bin Firüz'dur. Lakabı Selman-ül Hayr, künyesi ise Ebü Abdullah'tır.
Ebü'l-Ferec buyurdu ki: Abdullah ibn-i Abbas'ın yanında idim. Bana Selman-ı Farisi'nin bir gün hayatını şöyle anlattı:
Selman dedi ki: "Ben Faris (İran)'ın, İsfahan şehrinin Cey köyündenim. Babam köyün en zengini olup, arazimiz ve malımız çoktu. Ben babamın tek çocuğu idim. Beni herkesten çok severdi. Bunun için beni kız gibi yetiştirdi. Evden çıkmama izin vermezdi. Babam Mecusi (ateşperest) olduğu için Mecusiliği de bana evde tam bir şekilde öğretti. Evde devamlı bir ateş yanar biz ona tapar secde ederdik. Babamın malı ve mülkü çok olduğu için beni bir ara dışarıya çıkardı ve dedi ki: "Yavrum ben öldüğüm zaman bu malların sahibi sen olacaksın, onun için git mallarını ve arazilerini tanı".
Ben de "peki" deyip bahçelerimizi dolaştım. Bir gün tarlalara bakmaya gittiğimde bir Hıristiyan kilisesine rastladım. Onların seslerini işittim, gidip baktım ki, içerde ibadet ediyorlar. Ben daha önce öyle bir şey görmediğim için çok hayret ettim. Zira bizlerin ibadeti bir miktar ateş yakar ve ona secde ederdik. Fakat onlar görünmeyen bir Allah'a ibadet ediyorlardı ve kendi kendime dedim ki, bunların dini haktır ve bizimki batıldır. Onun için akşama kadar onları seyrettim. Tarlalarımıza gitmedim, akşam oldu. Onlara dedim ki: "Bu dinin aslı nerededir?" Bana, "Bu dinin aslı Şam'dadır" dediler, "Peki dedim. Ben de Şam'a gitsem beni de bu dine kabul ederler mi?" "Evet kabul ederler" dediler. "Sizlerden yakında Şam'a gidecek kimseler var mıdır?" diye sordum "Bir müddet sonra bir kervanımız Şam'a gidecektir." Diye cevap verdiler (İsfahan’daki bu Hıristiyanlar, İsfahan’a Şam'dan gelmişlerdi ve sayıları da az idi.)
Ben bunlarla meşgul olurken vakit geç oldu. Babam benim dönmediğimi görünce, beni aramak için adam göndermiş. Beni aramışlar bulamamışlar ve bulamadıklarını babama söylemişler. Tam bu sırada, ben de eve döndüm. Babam "Bu zamana kadar nerede kaldın. Seni aramadığımız yer kalmadı" dedi. Ben de "Babacığım ben bu gün tarlaları dolaşmak için yola çıktım, fakat yolda karşıma bir Nasrani kilisesi çıktı. Ben de içeri girdim, baktım ki; görmedikleri ve herşeye hakim ve kadir olan bir Tanrıya iman ediyorlar. Onların ibadetlerine şaştım kaldım. Akşama kadar onları seyrettim. Anladım ki onların dini daha doğrudur." dedim. Babam "Ey oğlum sen yanlış düşünüyorsun senin babalarının ve dedelerinin dini, onların dininden daha doğrudur. Onların dini bozuktur. Sakın onlara aldanma, inanma" dedi. Ben de "Hayır babacığım onların dini bizimkinden daha hayırlıdır ve onların dini haktır. Bizimki (ateşperestlik) ise batıldır." dedim. Babam buna çok kızdı ve beni el ve ayaklarımdan bağlayıp eve hapsetti. Ben daha önce "kilisede hıristiyan rahiplere; bu dinin aslının nerede olduğunu sormuştum. Onlar da Şam'da olduğunu söylemişlerdi. Ben evde hapis iken devamlı Şam'a gidecek olan kervanı beklerdim. Nihayet hıristiyan rahipler Şam'a gidecek kervanı hazırlamışlardı. Bunu haber alınca beni bağlayan iplerimi çözüp kaçtım ve kervanın bulunduğu kiliseye gittim.
Buralarda duramayacağımı anlattım. O kervanla beraber Şam'a gittim. Şam'da hıristiyan dininin en büyük âlimini sordum. Bana bir âlimi tarif ettiler. Onun yanına gittim. Ona durumu anlattım.
Onun yanında kalmak istediğimi, ona hizmet edeceğimi söyleyip, ondan bana Nasraniliği öğretmesini rica ettim. O da kabul etti.
Ben de Ona hizmet etmeye, kilisenin işlerini yapmaya başladım. O da bana dini öğretmeye başladı. Fakat sonradan Onun kötü kimse olduğunu anladım. Çünkü hıristiyanların fakirlere vermesi için getirdikleri sadaka altın ve gümüşleri kendine alır, fakirlere vermezdi. Böylece şahsına yedi küp altın ve gümüş biriktirdi. Fakat bunu benden başka kimse bilmezdi. Bir müddet sonra o âlim vefat etti. Nasraniler onu defn etmek için toplandılar. Onlara "Neden buna bu kadar hürmet ediyorsunuz, o hürmete layık bir insan değildir." dedim, "Sen bunu nerden çıkarıyorsun" dediler ve bana inanmadılar. Ben de biriktirdiği altınların yerini bildiğim için onlara gösterdim. Nasraniler yedi küp altını ve gümüşü çıkardılar ve "Bu, defne ve techize layık bir kimse değildir dediler ve bir yere atıp üzerini taşla kapattılar. Sonra onun yerine başka bir âlim geçti. Çok âlim zahid bir kimse idi.
Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Hep ahiret için çalışıyordu. Gece-gündüz hep ibadet ederdi. Onu çok sevdim ve uzun zaman yanında kaldım. Onun ve kilisenin hizmetini yapar ve de onunla ibadet ederdim. Vefat zamanı geldi ve ona "Ey benim efendim, uzun zamandan beri yanınızdayım ve sizi çok sevdim. Çünkü sen Allahın emirlerine itaat ediyorsun ve men ettiklerinden kaçıyorsun. Sen vefat ettiğin zaman ben ne yapayım. Bana ne tavsiye edersin" diye sordum. Bana "Oğlum Şam'da insanları ıslah edecek bir kimse yok. Kime gitsen seni ifsad ederler. Fakat Musul'da bir zat vardır. Ona gitmeni tavsiye ederim" dedi.
"Ben de peki efendim" dedim. O zat vefat edince Şam'dan Musul'a gittim. Onun tarif ettiği zatı buldum, başımdan geçenleri anlattım. Beni hizmetine kabul etti. O da diğer zat gibi çok kıymetli zahid, abid bir kimse idi. Onun vefat zamanı aynı soruları ona da sordum. O da bana Nusaybin'de bir zatı tavsiye etti. O vefat ettikten sonra ben de derhal Nusaybin'e gittim. Bahsedilen kimseyi bulup yanında kalmak istediğimi söyledim, isteğimi kabul etti ve bir müddet de onun hizmetinde kaldım. Bu zat da vefat etmek üzere iken, beni başka birine göndermesini söyledim. Bu sefer bana Amuriye'deki bir Rum şehrinde bulunan başka bir kimseyi tarif etti. Vefatından sonra da oraya gittim. Tarif edilen bu son şahsı da bulup, hizmetine girdim. Uzun bir zaman da onun yanında kaldım. Artık onun da vefatı yaklaşmıştı. O'na da beni birine havale etmesini rica edince, şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat ahir zaman Peygamberinin gelmesi yaklaştı. O Arablar arasından çıkacak, vatanından hicret edip, taşlık içinde hurması çok bir şehre yerleşecek. Alametleri şunlardır: Hediyeyi kabul eder, sadakayı kabul etmez, iki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır, diyerek alametlerini saydı.
Yanında bulunduğum son zat da vefat edince, onun tavsiyesi üzerine, Arab diyarına gitmeye hazırlandım.
Ben Amuriye'de çalışıp, bir kaç öküz ile bir miktar koyun sahibi olmuştum. Beni Kelb kabilesinden bir kafile Arap beldesine gitmek üzere idi. Onlara dedim ki, bu sığırlar ve koyunlar sizin olsun, beni Arap vilayetine götürün. Kabul edip beni kafilelerine aldılar. Vadiyül Kura denilen yere gelince bana ihanet edip, köledir diyerek beni bir yahudiye sattılar. Yahudinin bulunduğu yerde hurma bahçeleri gördüm. Ahir zaman Peygamberinin hicret edeceği yer herhalde burasıdır diye düşündüm. Fakat kalbim oraya ısınmadı. Bir müddet yahudinin hizmetinde kaldım. Sonra beni köle olarak amcasının oğluna sattı. O da alıp Medine'ye getirdi. Medine'ye varınca, sanki bu beldeyi önceden görmüş gibiydim, öylesine ısındım. Artık günlerim Medine' de geçiyor, beni satın alan yahudinin bağında bahçesinde çalışıp, ona hizmetçilik yapıyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşma arzusuyla bekliyordum.
''Bir gün beni satın alan yahudinin bahçesinde bir hurma ağacı üzerinde çalışıyordum. Sahibim, yanında biri ile bir ağaç altında oturup konuşmakta idi. Bir ara dediler ki, Evs ve Hazreç kabileleri helak olsunlar. Mekke'den bir kimse geldi. Peygamber olduğunu söylüyor. Ben bu sözleri işitince kendimden geçip az kalsın ağaçtan yere düşüyordum. Hemen aşağı inip, O şahsa ne diyorsun? dedim. Sahibim bana bir tokat vurdu ve "Senin nene lazım ki soruyorsun, sen işine bak" dedi. O gün akşam olunca bir miktar hurma alıp, hemen Kuba'ya vardım. Resulullah'ın yanına girip "Sen salih bir kimsesin, yanında fakirler vardır. Bu hurmaları sadaka getirdim" dedim. Resulullah yanında bulunan Eshaba "Geliniz hurma yeyiniz" buyurdu. Onlar da yediler. Kendisi asla yemedi. Kendi kendime işte bir alamet budur. Sadaka kabul etmiyor dedim. Eve dönüp bir miktar hurma daha alıp, Resulullaha getirdim. Bu hediyedir dedim. Bu defa yanındaki Eshab ile birlikte yediler, işte ikinci alamet budur dedim. Götürdüğüm hurma yirmibeş tane kadar idi. Halbuki yenen hurma çekirdekleri yüzlerceydi. Resulullahın mucizesiyle hurma artmıştı. Kendi kendime bir alameti daha gördüm dedim. Resulullahın yanına ikinci defa varışımda bir cenaze defnediyorlardı. Nübüvvet mührünü görmeyi arzu ettiğim için yanına yaklaştım. Benim muradımı anlayıp, gömleğini kaldırdı. Mübarek sırtı açılınca Nübüvvet mührünü görür görmez varıp öptüm ve ağladım. O anda Kelime-i şehadeti söyleyerek müslüman oldum. Sonrada Resulullaha uzun yıllardan beri başımdan geçen hadiseleri bir bir anlattım.
Hâlime teaccüb edip, bunu Eshab-ı kirama da anlatmamı emir buyurdu. Eshab-ı kiram toplandı, ben de başımdan geçenleri bir bir anlattım.."
Selmani Farisi iman ettiği zaman Arap lisanını bilmediği için tercüman istemişti.
Gelen yahudi tercüman, Selman-ı Farisi'nin Peygamber efendimizi meth etmesini aksi şekilde söylüyordu. O esnada Cebrail aleyhisselam gelip Selman'ın sözlerini doğru olarak Resulullaha bildirdi. Durumu yahudi anlayınca, Kelime-i şehadet getirerek müslüman oldu.
Selman-ı Farisi müslüman olduktan sonra, köleliği bir müddet daha devam etti.
Peygamber efendimizin, "Kendini kölelikten kurtar ya Selmân" buyurması üzerine sahibine gidip, azad olmak istediğini söyledi. Buna zorla razı olan yahudi, üçyüz hurma fidanı dikerek yetiştirip ve hurma verir hale getirmeği ve kırk rukye altın (o zamanki ölçüye göre bir miktar altın) vermesi şartıyla kabul etti.
Bunu Resulullaha haber verdi. Resulullah eshabına; "Kardeşinize yardım ediniz" buyurdu. Onun için üçyüz hurma fidanı topladılar. Resulullah "Bunların çukurlarım hazır edip, tamam olunca bana haber ver" buyurdu. Çukurları hazırlayıp, haber verince Resulullah teşrif edip, kendi eliyle o fidanları dikti. Bir tanesini de Hz. Ömer dikmişti. Hz. Ömer'in diktiği hariç, hepsi, Allahü teâlânın izni ile, o sene hurma verdi. O bir taneyi de söküp, kendi mübarek eli ile yeniden dikti ve diktiği anda hurma verdi. Bundan sonra Ehl-i suffa arasına katıldı.
Buyurdular ki: Bir gün bir zat beni arıyor ve "Selman-ı Farisi'yi Mükatib-i fakir (Efendisi ile hürriyetine kavuşmak için belli miktarda anlaşan köle) nerdedir" diye soruyordu. Beni buldu ve elindeki yumurta büyüklüğündeki altını verdi. Bunu alıp Peygamberimize gittim ve durumu arzettim.
Resulullah altını tekrar Selmân-ı Farisi'ye verip, "Bu altını al borcunu öde" buyurdu. Selman-ı Farisi, "Ya Resulallah, bu altın yahudinin istediği ağırlıkta değil" deyince, Resulullah o altını alıp, mübarek dilinin üzerine sürdü. "Al bunu! Allahü teâlâ bununla senin borcunu eda eder" buyurdu. Selman-ı Farisi, "Allah hakkı için o altını tarttım, tam istenilen miktarda geldi. Götürüp onu da sahibime verdim. Böylece kölelikten kurtuldum" dedi.
Uzak diyarlardan geldiği için Eshab-ı kiramdan biriyle kardeşlik kurması emir buyurulunca, Ebü Derda ile kardeş oldu. Hendek savaşından itibaren bütün gazalara katıldı. Bedir ve Uhud savaşından sonra, Medine üzerine üçüncü defa yürüyen müşriklere karşı nasıl bir savunma yapılması gerektiği istişare ediliyordu. Bütün müşriklerin birleşerek hücum ettiği bu savaşta Selman-ı Farisi, Resulullaha hendek kazmak suretiyle savunma yapmayı söyledi. O'nun bu teklifi kabul edilip, hendek kazıldı. Bu sebeple bu savaşa, Hendek Savaşı denildi. Selman-ı Farisi, içlerinde Amr bin Avf, Huzeyfe bin Yeman, Nu'man bin Mukarrin ile Ensar'dan altı kişinin bulunduğu bir grubla beraber bulunuyordu. Kendisi güçlü ve kuvvetli bir zat idi. Hendek kazma işinde gayet mahir ve becerikli idi. Yalnız başına on kişinin kazdığı yeri kazardı. Cabir bin Abdullah: "Selman'ın kendisine ayrılan beş arşın uzunluğunda, beş arşın derinliğinde yeri vaktinde kazıp bitirdiğini gördüm." buyurmuştur. Hz. Selman'ın çalışmasına Kays bin Sa'sa'nın gözü değmiş ve Hz.Selman birden bire yere yıkılmıştı. Eshab-ı kiram hemen Resulullaha koşmuş ve ne yapmaları lazım geldiğini sormuşlardı. Peygamberimiz, "Kays bin Sa'saya gidin. Selman için bir kabta abdest alsın. Abdest suyu ile Selman yıkansın. Su kabı Selman'ın arkasından baş aşağı çevrilsin" buyurmuştur. Eshab-ı kiram, Peygamberimizin buyurduğu gibi yapınca, Selman-ı Farisi bulunduğu halden kurtulmuş, kendine gelmiş ve açılmıştı. Hendek savaşındaki gayret ve hizmetinden dolayı Selman-ı Farisi'ye Peygamberimiz "Selman-ül Hayr""Hayırlı Selman" buyurdu.
Selman-ı Farisi hazretleri müslüman olup, kölelikten kurtulduktan sonra, geçimini sağlamak için ince hurma dallarından sepet örüp satarak geçimim temin ederdi. Kazancının bir kısmını da fakirlere sadaka olarak dağıtırdı. Resulullah'ın yakınlarından olup, bazı geceler huzurunda bulunarak başbaşa saatlerce sohbetinde kalırdı. Eshab-ı kiram tarafından da çok sevilip hürmet görürdü. Selman-ı Farisi hazretleri dünyaya hiç rağbet etmezdi.
Ayakta duramayacak hale gelinceye kadar namaz kılar, sonra bedeni yorulunca oturur dili ile zikir ederdi. Dili yorulduğu zaman da Allahü teâlânın yarattığı şeylerdeki hikmetleri düşünürdü ki, bu tefekkürü Peygamberimizin "Bir saat tefekkür bin sene ibadetten hayırlıdır" buyurdukları tefekkürdü. Birazcık dinlenince "Ey nefsim sen iyi dinlendin. Şimdi kalk Allahü teâlâya ibadet et."
Diline de "Ey lisanım, sen de Allahü teâlânın zikrine başla" derdi. Müslüman olduktan sonra bütün ömrü boyunca akşamdan sabaha kadar böyle ibadet etti. Hiç bir gece bu ibadetleri kaçırmadı. Selman-ı Farisi hazretleri zaten Eshab-ı Suffe denilen ve Peygamberimizin bizatihi kendilerini ilim öğrenmekle vazifeli kıldıkları ve Peygamberimizden hazarda ve seferde bir an ayrılmayan kimselerdendi.
Kalbinde zerre kadar Allah ve Resulullah aşkından başka birşey bulunmayan Selman-ı Farisi hazretleri, kendisine gelen bütün dünya malını Allah rızası için dağıtırdı.
Elinde mal bulundurmazdı. Kinde kabilesinden bir hanım ile evlenmişti. Evlendiği kadının evine girdiği zaman duvarlarına süs eşyalarının asılmış olduğunu gördü.
Zinetli, süs örtülerin Ka'be-i Muazzamaya yakışacağını söyledi ve eve girmedi. Kapının örtüsü hariç bütün örtüler kaldırıldı. Eve girdiği zaman bir hayli mal gördü. "Bunlar kimin içindir" diye sordu. Dediler ki, "Senin ve hanımının malıdır. Buyurdu ki: "Resulullah bana bunu tavsiye etmedi. Fakat bana bir yolcunun malından ve ihtiyacından fazla bir şey bulundurmamamı tavsiye etti." Biraz sonra bir hizmetçi gördü. "Bu hizmetçi kimin" diye sordu. "Senin ve ehlinindir" dediler. Buyurdu ki: "Halilim (sallallahü aleyhi ve sellem) bana bunu tavsiye etmedi ve evinde nikahlı zevcenden başka kimse bulundurma, buyurdu. Eğer bulundurursam onlar kadınların yapması icabeden şeyleri (yalanı, geçimsizliği, dedikoduyu) yaparlar diye tavsiye etti." Bunun üzerine hizmetçi kadını da gönderdi. Daha sonra hanımının yanına girdi ve ona "Sen bana emrettiğim şeylerde itaat edecek misin" diye sordu.
Hanımı "Senin meclisine itaat etmek üzere oturdum". Yani sana itaat etmek üzere geldim, evlendim dedi. Bunun üzerine Halilim (sallallahü aleyhi ve sellem) bana buyurdu ki, "Sen ehlinle Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek üzere bir araya gel" dedi.
Bundan sonra namaz kılmaya kalktı ve ehline de namaz kılmasını emretti. Çok ibadet edip gözyaşı döktü ve bereketli kılması için Allahü teâlâya dua etti. Selman-ı Farisi hazretleri hanımı ile de gayet zahidane bir hayat sürdüler. Eshab-ı Suffe içerisinde Resulullahın önünde, islam ilimlerini öğreniyordu. Hz. Selman (radıyallahü anh) senelerce fakirlik ve kölelik içerisinde çektiği sıkıntıları, vahiy pınarının berrak sularından, kana kana içip gideriyordu. Ehl-i Suffe içerisinde Resulullaha en yakın olan Selman-ı Farisi hazretleri idi. Hz. Aişe buyuruyor ki: "Selman-ı Farisi geceleri uzun zaman Resulullah ile beraber kalırdı ve sohbetinde bulunurdu. Neredeyse Resulullahın yanında bizden fazla kalırdı. Peygamberimiz "Allahü teâlâ bana dört kişiyi sevdiğini bildirdi. Ve bu dört kişiyi sevmemi emretti. Bunlar: Hz. Ali, Ebü Zerr-i Gıfarı, Mikdad ve Selman-ı Farisi" buyurdular.
Hz. Ebu Bekir devrinde Medine'den ve Hz. Ebu Bekir'in sohbetinden bir an ayrılmayan Hz. Selman, Hz. Ömer zamanında İran fethine katılmıştır, islam ordusunun büyük zaferlere kavuştuğu bu seferlerde Selman-ı Farisi'nin çok büyük hizmetleri olmuştur, iranlılar hakkında büyük malumat sahibi idi. Çünkü kendisi iranlıydı. İranlıları kendi lisanlarıyla dine davet ediyor, onlara islamiyeti anlatıyordu. İranlılar savaşlarında fil kullanıyorlardı. Müslümanlar o zamana kadar fil görmedikleri için çok şaşırdılar. Hz. Selman fillerle nasıl çarpışılacağını ve nasıl öldürüleceğini islam askerlerine gösterdi. İran'ın Medayin şehri alınınca onu Hz. Ömer şehre vali tayin etti. İlmi, basireti vazifesindeki adaleti ve nezaketi ile Medayin halkı tarafından çok sevilip sayıldı. Böylece islamiyet orada süratle yayıldı.
Selman-ı Farisi hazretleri Hz.Ömer zamanında Medayin valisi iken otuz bin kişiye hutbe okuduğu zaman yanında da iki parçadan müteşekkil bir hırka vardı. Hırkasının bir parçasını namazlık olarak serer namaz kılar, diğer parçasını da giyerdi. Ondan başka hiçbir elbisesi yoktu. Vali olduğu için kendisine maaş verildi. Maaşını aldığı zaman ondan hiçbir şey harcamaz hepsini fakirlere dağıtırdı. Kendi emeği ile geçinirdi. Topraktan tabak çanak yapar üç dirheme satardı. Onun bir dirhemi ile bir daha tabak yapmak için malzeme alır, bir dirhemini sadaka verir, bir dirhemiyle de evinin ihtiyacı olan şeyler alırdı. Üzerinde damı (tavanı) bulunmayan basit bir evde yaşardı. Bir tarafta güneş gelince, duvarlardan güneş gelmeyen yere geçer, oraya güneş gelince güneş gelmeyen diğer tarafa geçerdi. Medayin'de vali iken Şam'dan bir kimse geldi. Yanında bir çuval incir vardı. Selman-ı Farisi hazretlerini tek bir hırka ile görünce işçi zannetti ' "Gel şunu taşı" dedi. Hz. Selman çuvalı yüklendi ve yürümeye başladı. Hz. Selmanı tanıyanlar adama "Sen ne yapıyorsun bu validir" dediler. Adam, Hz. Selman'a dönüp "Kusurumu bağışlayınız, sizi tanıyamadım. Çuvalı indirin" dedi. Hz. Selman; "Hayır niyet ettim gideceğin yere kadar götüreceğim" dedi ve adamın evine kadar götürdü. Selman hazretleri böylesine de tevazu sahibi idi.
Çok sade bir hayat yaşayan Selman-ı Farisi hazretleri, Hz. Osman devrinde hastalandı. Bu sırada kendisini ziyarete gelen Sa'd bin Ebi Vakkas'a artık dünyadan ayrılacağım ve bütün servetinin bir kase (tas), bir leğen, bir kilim ve bir hasırdan ibaret olduğunu söyledi. Kendisini ziyarete gelen Eshab-ı kiram nasihat isteyince, onlara hasta olduğu halde devamlı nasihatde bulunuyordu. Bu hastalığı neticesinde Medayin'de vefat etti. Vefat ettiğinde ikiyüzelli yaşında bulunuyordu 35 (m. 655).
Selman-ı Farisi hazretleri, Peygamberimizden altmış civarında hadis-i şerif rivayet etmiştir. Bunlardan otuz kadarında Buhari ve Müslim ittifak edip, kitaplarına almışlardır, ilim öğretmeyi çok severdi.
Çok âlim yetiştirmiştir. Ebü Said el-Hudri, ibn-i Abbas, Evs bin Malik, Onun talebeleri arasında idi. Ebü Hureyre ondan hadis-i şerif rivayet etmiştir. Tabiinin büyüklerinden ve o zaman Medine'de Fukaha-i Seb'a denilen, yedi büyük âlimden biri olan, Kasım bin Muhammed de Selman-ı Farisi'nin talebelerindendir. O'nun derslerinde ve sohbetlerinde kemale gelmiştir.
Selman-ı Farisi hazretleri, Resulullahın huzurunda ve sohbetlerinde kemale geldi.
Zahir ve batin ilimlerinde çok yüksek derecelere kavuştu. Eshab-ı kiramın hepsi de böyle olmuştu. Fakat Resulullahdan herkes, kendi kabiliyeti ve kapasitesi kadar feyz alırdı. Hz. Ebu Bekir'in kavuştuğu derecelere hiçbir Sahabi kavuşamadı.
Selman-ı Farisi hazretleri, Resulullahdan sonra Hz. Ebu Bekir'in sohbetinde ve hizmetinde de çok bulunarak, O'ndan da feyz aldı.
Hanımı anlatır: Vefatına yakın bana: "Evde biraz misk olacak, onu suya koy ve başımın etrafına saç, insan ve cin olmayan kimseler (melekler) yanıma geleceklerdir" dedi. Söylediği gibi yaptım. Dışarı çıktım.
Odadan, "Esselamü aleyke, ey Allahın velisi ve Resulullahın arkadaşı" diyen bir ses duydum, içeri girdiğimde ruhunu teslim etmişti. Yatağında uyuyor gibiydi.
Said bin Müseyyeb, Abdullah bin Selam'dan naklen anlatır: "Selman-ı Farisi bana: "Ey kardeşim, hangimiz evvel vefat ödersek, vefat eden kendini, hayatta olana göstersin" dedi, ben de bu mümkün müdür? dedim. "Evet, mümkündür. Çünkü mü'minin ruhu bedeninden ayrılınca, istediği yere gidebilir; kâfirin ruhu Siccinde habsedilmiştir" dedi. Selman vefat etti. Birgün kaylüle yaparken (gün ortasında uyurken) Selman'ın geldiğini gördüm. Selam verdi. Selamına cevap verdim. Yerini nasıl buldun diye sordum, "İyidir. Tevekkül et. Tevekkül ne iyi şeydir" dedi ve üç kere tekrarladı."
Selman-ı Farisi hazretlerinin ilmi ile fazileti pek çoktu. Her ilimde âlim idi. Hz. Ali, "Selman-ı Farisi evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini öğrenmiş bitmez tükenmez bir denizdir" buyurmuşlardır. Resûlullaha sıdk ve muhabbeti sebebiyle Eshab-ı kiramın seçkinleri arasına Resulullah tarafından dahil edildi. Muhacirlerle Ensar arasında, Muhacirlerden mi yoksa Ensardan mı meselesinde ihtilaf çıkınca Peygamberimiz, "Selman bizdendir, ehl-i beyttendir" buyurdu.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
"Cennet üç kişiye müştaktır (Yani şevkle onları beklemektedir) Aliyyül Murtaza, Ammâr bin Yaser ve Selman-ı Farisi."
"Dört kişi fazilette öne geçmiştir. Ben Arabları, Süheyl Rumları, Selman Farsları, Bilal Habeşileri geçmişiz."
"Ey Selman, hastanın duası kabul olunur. Dua et ve anlıyarak dua yap! Sen dua et, ben de amin diyeyim!"
"Ey Selman Kur'an-ı kerimi çok oku!"
Ebu Hureyre hazretleri, Onun iki kitabı da bildiğini söylemiştir. Bunlardan birisi incil diğeri de Kur'an-ı kerimdir.
Buyurdu ki:
"Mü'min, doktoru yanında olan hastaya benzer. Doktoru, ona yarayan ve yaramıyanı bilir. Hasta, kendine zararlı bir şeyi isterse, mani' olur ve yersen ölürsün der.
Mü'minin hali budur. O birçok şeyleri arzular, ama Allahü teâlâ mani' olur, ta ölünciye kadar. Sonra Cennete gider."
"Şaşılır şu kimseye ki, dünyaya hırsla sarılır, ama ölüm onu aramaktadır. Unutmuş ama unutulmuş değildir. Güler, ama bilmez ki, Rabbi ondan razı mıdır, yoksa değil midir?"
"Üç şey beni hayrete düşürdü. Bunlar; ölüm kendisini yakalamak üzere olduğu halde, dünyalık peşinde olan kimselerin hali, kendisi gaflete dalıp, kendini unuttuğu halde unutulmamış olup, hesaba çekilecek olan kimseler ve Rabbinin kendinden razı olup, olmadığını bilmediği halde, ağız dolusu gülen kimselerin hali."
Gayet az yerdi. Bir sofrada kendisine daha ziyade yemesi için ısrar edilince, Peygamberimizin kendisine; "insanların ahirette çok açlık çekecek olanları, dünyada doyuncaya kadar yemek yiyenlerdir." buyurduğunu haber verdi. Çok cömert olan Selman hazretleri günlük gelirinin çoğunu dağıtırdı ve el emeği ile geçinirdi. Fakirleri daima doyurur, onlarla beraber yerdi. Kendisi çok ihtiyar olduğu halde kendi işini kendi görürdü. Bir şey taşırken elleri titrerdi. Halk etrafına toplanır, eşyalarını biz taşıyalım derler, onlara; "Hayır yerine kadar kendim götüreceğim" derdi. Halbuki emrinde binlerce kişi vardı.
Buyurdular ki; "ilim çoktur fakat ömür kısadır. O halde önce dinde zaruri lazım olan ilimleri öğren!"
"Kalb ile bedenin hali kör ve topal bir kimsenin hali gibidir. Kör bir ağacın altına gider, fakat onda meyve olduğunu göremez. Topal, ağaçtaki meyveyi görür fakat alamaz, ilahi nimetleri kalb bilmeli, inanmalı, beden de onunla amil olmalı ki ahıretteki sonsuz ni'metlere kavuşmak nasib olsun."
"Sizler mümkün olduğu kadar sabah çarşıya ilk çıkan ve akşam en son dönen olmayınız. Çünkü bu iki vakit şeytanların harp ettikleri zamanlardır."
"Mü'minler de çok şeyler arzu ederler. Fakat Allahü teâlâ onlara faydalı olanları yaratır, zararlı olanları yaratmaz. Mü'minler bu şekilde vefat ederler. Ve Allahü teâlânın Cennetine girerler."
"Bir kimse Allahü teâlâya açık günah işlerse; tövbesi açık, gizli olarak günah işlerse tövbesi gizli olur. Tövbe ettikten sonra: "Ya Rabbi bu tövbe ile günahımı affet" diye dua etsin."
"Üç şey beni devamlı ağlatır: Birincisi, Resulullahın vefatı. Bu ayrılığa dayanamadım ve durmadan ağlıyorum. İkincisi, kabirden kalktığım zaman hâlim ne olur, onu bilmediğim için ağlıyorum. Üçüncüsü, Allahü teâlâ beni hesaba çektiği zaman Cennetlik miyim Cehennemlik miyim bilemiyorum. O zaman hâlim ne olur, bilemiyorum, onun için ağlıyorum."
Selman-ı Farisi hazretleri bir gün bir vesk (bir deve yükü = 250 litre, nafaka sabn aldı. Bir kimse onu gördü ve "Ya Selman bu kadar nafakayı ne yapacaksın. Bunu bitirecek kadar ömrün olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Hz. Selman; "Nefis nafakasını aldığı zaman insan mutmain (rahat; olur. Ondan sonra nafaka ve başka bir şey düşünmeden Allahü teâlânın zikri ile meşgul olabilir, insan nafakası tamam olunca, ibadetler ve vesveselerden emin olur." dedi.
Selman-ı Farisi hazretleri arkasından bir kimsenin yürüdüğünü gördüğü zaman, "Bu hal, sizin için hayırlı, fakat benim için fenadır" buyurur, hiç kimsenin arkasından yürümesini istemezdi.
"Bir zenginle arkadaş olduğun zaman, onun yanında dereceni düşürmek istemiyorsan kendisinden bir şey isteme. Çünkü istemek insanoğlunun yüzünde siyah bir lekedir. Verileni red eden kimse ise, verenin gözünde büyük ve ona karşı makamını korumuş olur."
"Farzları tam yapmadığı halde, nafilelerle derecesini yükseltmeye çalışan kimsenin hali, sermayesi elinden çıktığı (iflas ettiği) halde kâr peşinde koşan bir tüccarın haline benzer."
"Mü'minin ölüm zamanında alnının terlemesi, gözleri yaşarıp, burun deliklerinin kabarması, Allahü teâlânın rahmetine nail olduğunun alametidir."
Kur'an-ı kerimi tilavet eden bir kimseden Hicr süresindeki, "Şüphesiz ki o azgınların hepsine va’d olunan yer, Cehennemdir." Ayetini işitince, feryad etti ve başını iki eli arasına alıp, çıkıp gitti Üç gün kendine gelemedi. Ne yaptığını dahi farkedemiyordu.
Medayin'de iken Ebü'd-Derda'ya yazdığı mektubta, "Hastaları tedavi etmek için tebabete başladığını öğrendim. Gerçek tabib isen nasihata devam et. Çünkü sözün şifadır. Yok eğer hakiki tabib değil isen Allah'dan kork, müslümanların kanına girme" buyurdu.
"Namaz bir ölçekdir. Kim dolu dolu ölçer, onu hakkıyla kılarsa, büyük ecir ve mükafata kavuşur. Kim ki, eksik ölçerse (adabına uygun kılmazsa Allahü teâlâ'nın buyurduğu Veyl'i (Cehennemi) hatırlasın” Ebü Vail diyor ki: Bir arkadaşımla Selman'ın ziyaretine gittim. Bize bir miktar arpa ekmeği ile biraz da tuz getirdi. Arkadaşım "Şu tuzun yanında biraz da sater (kekik gibi bir ot) olsaydı" dedi. Bunun üzerine Selman matarasını rehin vererek o otu aldı geldi. Yemeği bitirince arkadaşım, "Bize verdiği nimete kanaat ettiğimiz, Allahü teâlâ'ya hamdederiz" dedi. Selman: "Eğer kanaat etseydin, benim matara rehin olmazdı" buyurdu.
"Eline geçmediği halde geçmiş gibi nimetlere şükür edip razı olan, eline geçmiş hükmündedir" buyurdu.
Kendisine hakaret edip, kötü sözler söyleyen birisine "Eğer ahirette günahlarım ağır, sevaplarım hafif gelirse; senin söylediğinden çok daha kötüyüm. Yok günahlarım hafif, sevablarım ağır gelirse; senin sözlerinin bana bir zararı olmaz" diye cevap verdi.
"Dünyada Allah için tevazu edin Dünyada tevazu' sahibi olanları Allahü teâlâ kıyamet günü yüceltir"
"Cehennemin zulmeti ve azabı, dünyada iken insanların kendilerine ve başkalarına yaptıkları zulümdür."
Kendisine niçin yeni güzel elbise giymiyorsun diyenlere buyurdu ki: "Kölenin güzel ve iyi elbise ile ne münasebeti olabilir. Azad olduğu (Cehennemden kurtulduğu zaman hiç eskimeyecek ve çok güzel elbiseler kendisine giydirilecektir."
Sa'd'a (radıyallahü anh), nasihatında "Bir şeyi yapmaya niyet ettiğin zaman niyetinin, azminin üzerinde Allahü teâlâ'dan kork (haram ve günah olan birşeye azmetme)" buyurdu.
Selman-ı Farisi hazretleri ölüm döşeğine yattığı vakit ağladı. Sebebini soranlara "Dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum.
Ancak Resul-i Ekrem Efendimiz; "Dünyadan ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol azığından fazla olmasın" buyurmuştu, işte buna ağlıyorum" dedi. Halbuki öldüğü vakit bıraktığı malın kıymeti on dirhem civarında idi.
Bir gün yanında misafiri olduğu halde Medayinden çıkıp bir yere gidiyorlardı. Yolda karınları acıktı, yiyecek bir şeyleri de yoktu. Orada geyikler vardı ve süvari atıyla dahi onlara yetişemezdi. Kuşlar vardı. Fakat avcılar onları vuramazlardı. Zira uzaktan hemen kaçarlardı. Selman-ı Farisi hazretleri bir geyik ile bir kuşu yanına çağırdı, ikisi de yanlarına geldi. Onlara "Bu kimse benim misafirimdir. Sizi ona ikram etmek istiyorum" buyurdu. Geyik ve kuş hiç itiraz etmediler. Onları kesip yediler. O zat bu işe çok hayret etti ve "Ey efendim, geyik ve kuşu çağırdınız hiç kaçmadan yanınıza geldiler, ben buna hayret ettim" dedi. Hz. Selman buyurdu ki "Bunda hayret edilecek bir şey yok. Bir kimse Allahü teâlâ'ya itaat eder ve O'na hiç günah işlemezse, her şey ona itaat eder."
"Allahü teâlâ mü'minin hastalığını ona kefaret yapar ve günahlarının affına sebeb olur. Fasıkın hastalığı ise, sahibi tarafından bağlanan devenin hali gibidir. Daha sonra salındığında niçin bağlandığını ve neden salındığını bilmez."
Selman-ı Farisi hazretlerinin, Peygamberimizden rivayet ettiği hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır:
"İnsanlar ilim öğrenip, ameli terk ettikleri, dil ile sevişip kalbten düşmanlık besledikleri ve sıla-ı rahmi (akraba ziyaretini) terk ettikleri zaman, Allah onlara lanet eder, kulaklarını sağır (hakikati dinlemez), gözlerini kör (doğruyu göremez) eder."
"Allahü teâlâ'nın yüz rahmeti vardır. Bunlardan yalnız birini dünyaya indirdi. insan ve cin, kuş ve bütün hayvanlar, bu bir rahmetin tesiriyle birbirine acır ve birbirlerine merhamet ederler. Diğer doksandokuz rahmeti Ahirete bıraktı. Onlar ile de kullarına merhamet edecektir."
"Muhakkak ki sizin Rabbiniz haya ve kerem sahibidir. Kulları, ellerini kaldırıp kendisinden birşey istedikleri zaman, onları boş çevirmekten haya eder."
Hz. Selman; "Resul-i Ekrem, bizde olmayan şeyi misafir için almak suretiyle külfete girmememizi ve mevcut ile yetinmemizi bizlere emretmiştir" demiştir.
"Dünya malından nasibiniz, yolcunun azığı gibi olsun"
"Malıyla Allahü teâlâ'ya itaat eden ve malının zekatını veren mal sahibi, kıyamet günü serveti ile beraber gelir.
(Sırat köprüsünden geçerken) her ne zaman Sırat önüne dikilirse, malı, "geç, geç zira sen Allahü teâlânın bende olan hakkını ödedin" der. Sonra da malındaki Allahü teâlânın hakkını ödemeyen gelir. Malı yanında Sırat köprüsü önüne çıkınca, mal, "Yazık sana, neden Allahü teâlânın bende olan hakkını ödemedin?" diye onunla alay eder durur. Ta ki adam "Vay bana, ben ne yaptım" deyinceye kadar. Sıratı geçip Cennete kavuşamaz"
"Misafir için külfete girmeyin; misafir buna üzülür. Kim ki misafiri küstürürse, Allahü teâlâyı küstürmüş olur. Allahü teâlâyı küstürene de Allahü teâlâ buğz eder."
"Dünyada iyilik işleyenler, ahirette yaptıkları iyiliklere kavuşurlar."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder