5/30/2010

yasin suresi

yasin suresini dinle-indir

Yasin Süresi Nüzul Sebebi

Mekke'de ve Cinn Sûresinden sonra nazil olmuştur. Sadece iki âyet-i ke*rimesinin Medenî olduğu söylenmiştir. Bunlar 12 ve 47. âyetleridir.
Bunlardan: "Şüphesiz ki ölüleri Biz diriltiriz Biz ve onların işlediklerini ve izlerini Biz yazarız. Biz herşeyi apaçık bir kitapta saymışızdır." (âyet: 12) âyet-i kerimesinin, Mescid-i Nebevî'ye uzak olan evlerini Mescid yakınlarında bir yere taşımak isteyen Selime oğulları hakkında olmak üzere Medine-i Münevvere'de nazil olduğu söylenmiştir.[1] "Onlara: Allah'ın size rızık ola*rak verdiklerinden infak edin, denildiğinde o küfredenler iman etmiş olanlara dediler ki: Dilediği takdirde Allah'ın yedireceği kimseye biz mi yedirelim. Doğ*rusu siz ancak apaçık bir sapıklık içerisindesiniz." (âyet: 47) âyet-i kerimesi ise münafıklar hakkındadır[2] ve inşaallah yerlerinde gelecektir[3]
Âyetlerinin adedi, seksen üçtür. [4]

1- Yasin.
2. Kur'ân-ı Hakîm'e andolsun ki;
3. Sen, elbette gönderilmiş peygamberlerdensin,
4. Sırât-ı müstakim üzere.
5. Bu, Azîz, Rahîm'in indirmesidir.
6. Babaları uyarılmadığından gaflet içinde kalmış bir kavmi uyarman için.
7. Andolsun ki onların çoğunun üzerine söz hak olmuştur. Onlar artık iman etmezler.
8. Doğrusu Biz, onların boyunlarına, çenelerine kadar varan demir bukağı*ları geçirdik. Bunun için artık başları yukarı kalkıktır.
9. Önlerinden bir sed ve arkalarından da bir sed çekmişizdir. Gözlerini perdelemişizdir de bu yüzden artık göremezler.
10. Onları ister inzâr et, ister imâr etme, onlar için müsavidir; iman etmez*ler.

Ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Ebu Nuaym'ın Delâil’de İbn Abbâs'tan rivayetle tahric ettiği bir haberde o şöyle anlatıyor:
Allah'ın Rasûlü Ka'benin yanında namaz kılarken secdede kıraati cehren yapar ve Kureyş müşriklerinden bir kısmı da bundan rahatsız olurdu. Bir gün o bu şekilde namaz kılarken onu yakalayıp eziyet etmek istediler. Ama bir de baktılar ki elleri boyunlarına adeta yapışmış gibi hareket ettiremiyorlar, gözleri adeta kör olmuş hiçbir şey göremiyorlar. Bu haldelerken Hz. Peygamber (sa)'e geldiler ve
"Ey Muhammed! Allah aşkına, akrabalık hakkına bizim için dua et de bu hal bizden kalksın." dediler. Hz. Peygamber de onlar için dua etti de bu hal onlardan gitti ve "Onları ister inzâr et, ister inzâr etme, onlar için müsavidir..." e kadar olmak üzere "Yâsîn, Kur'ân-ı Hakîm'e andolsunki..." âyetleri nazil oldu.[5]
İbnu Abbas (r.a.): “Bu gruptan hiç biri inanmadı.” dedi. [6]
2- "Doğrusu Biz onların boyunlarına, çenelerine kadar varan demir bukağıla*rı geçirdik." âyet-i kerimesinin de özellikle Ebu Cehl hakkında nazil olduğu da rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre o:
"Muhammed'i Ka'be'de namaz kılarken görecek olursam taşla kafasını kıracağım." demiş ve bu söylediğini yapmaya kalkışınca da taş eline, eli de boynuna yapışıp kalıvermiş ve işte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuş.[7]
3- İbnu Cerîr’in İkrime'den rivayetinde o şöyle demiştir:
Ebu Cehl:
"Eğer Muhammed'i gö*rürsem ona şöyle şöyle yapacağım; vallahi onu ya öldüreceğim, ya da başını taşla yaracağım." demiş ve işte bunun üzerine "Önlerinden bir sed ve arkaların*dan da bir sed çekmişizdir. Gözlerini perdelemişizdir de bu yüzden artık göre*mezler." âyet-i kerimesi nazil olmuştu. Hz. Peygamber yolda giderken Ebu Cehl'e:
"İşte Muhammed geliyor." derler, o da:
"Hani nerede?" diye sorar, onu göremezdi.[8]
4- Bu hadise Kurtubî'nin tefsirinde İbn Abbâs'tan rivayetle biraz daha farklı ve geniş olarak şöyle anlatılır:
Ebu Cehl ibn Hişâm ve Mahzûm kabilesinden olan iki arkadaşı hakkında nazil olmuştur: Ebu Cehl,
"Eğer Muhammed'in Ka'be'de namaz kıldığını görecek olursam mutlaka taşla başını kıracağım." di*ye yemin etmişti. Bir gün Hz. Peygamber (sa)'i namaz kılarken görünce hemen bir taşa yöneldi, aldı ve kaldırıp Hz. Peygamber (sa)'e vurmaya hazırlandı ki o anda elleri boynuna döndü ve taş eline yapışakaldı ve yeminini yerine getireme*den arkadaşlarına dönüp geldi, olanları onlara haber verdi. Bu sefer ikincileri ki el-Velîd ibnu'l-Muğîra’dır, o da:
"Onun başını ben kıracağım." deyip Ka'be'de namaz kılmakta olan Hz. Peygamber (sa)'in yanına geldi. O da bir taş alıp Hz. Peygamber (sa)'e vurmaya hazırlanırken Allah Tealâ gözlerini kör etti de onu göremedi ve arkadaşlarına doğru geri geri geldi. Onları da göremeyip seslerini işiterek yanlarına gelebildi.
"Vallahi onu göremedim, sadece sesini işitiyordum." dedi. Bu sefer üçüncüleri:
"Onun kafasını ben kırayım da görün." diyerek kalktı, bir taş aldı ve Hz. Peygamber (sa)'e doğru gitti. Yaklaşınca birden geri*sin geri dönüp kaçmaya başladı da ensesi üstü bayılıp düştü. Ayılınca ona:
"Sa*na ne oldu?" diye sordular.
"Ona yaklaştığımda onunla aramda kuyruğunu sal*layan büyük bir erkek deve belirdi. Öyle büyük ve korkunçtu ki öylesini hiç görmemiştim. Lât ve Uzzâ'ya yemin edersim ki yaklaşmış olsaydım mutlaka beni yiyecekti." dedi ve işte bu hadise üzerine "Doğrusu Biz, onların boyunları*na, çenelerine kadar varan demir bukağılan geçirdik. Bunun için artık başları yukarı.kalkıktır." âyet-i kerimesi nazil oldu.[9]

12. "Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biziz; herşeyi, apaçık bîr kitabda saymışızdır."

Ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Tirmizî'nin Muhammed ibnu'l-Vezîr kanalıyla Ebu Saîd el-Hudrî'den ri*vayetine göre Selime oğullan Medine'nin bir köşesinde (Mescid-i Nebevî'ye biraz uzak) bir yerdeydiler. Mescid yakınlarında bir yere evlerini nakletmek istediler de "Şüphesiz ki ölüleri Biz diriltiriz Biz. İşlediklerini ve geride bırak*tıklarını (izlerini) Biz yazarız...." âyet-i kerimesi nazil oldu ve Rasûlullah (sa) onlara:
"Mescide gelirkenki adımlarınızın izleri sayılmaktadır." buyurdular. On*lar da bunun üzerine evlerini Mescid-i Nebevî'nin yakınlarına taşımaktan vaz*geçtiler.[10]
2- Taberanî de İbni Abbas'dan benzerini rivayet etmektedir.[11]
3- Abdurrezzak, Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ediyor: Selimeoğulları Rasulullah (s.a.)'e evlerinin mescide uzaklığından şikayet ettiler. Bunu üzerine Cenab-ı Hak "Biz onların dünyada yaptıklarını ve arkada bıraktık*ları eserlerini kaydederiz." ayetini indirdi. Peygamberimiz (s.a.) de: "Yer*lerinizden ayrılmayın. Adımlarınız yazılmaktadır." buyurdu. [12]
4- Ebû Said el-Hudrî şöyle dedi: "Benû Seleme, Medine yakınlarında idi. Burada oturan müslümanlar, Mescid-i Nebı'nin yakınına evlerini nakletmek istediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Peygamber (s.a.v.) onlara buyurdu ki: "Siz neden evlerinizi nakle*diyorsunuz? Sizin gidiş gelişiniz lehinize yazılıyor. "[13]
5- Şerif İsmail b. Hasan b. Muhammed b. Hasan et-Taberî, dedesinden, o Abdullah b. Muhammed b. eş-Şarkî'den, o Abdurrahman b. Bişr'den, o Abdurrezzak'tan, o es-Sevrî'den, o Sa'd b. Tarif’ten, o Ebî Nadra'dan o da Ebû Said'den bize şunu rivayet etti: .
"Benû Seleme evlerinin Mescid'e uzak oluşundan dolayı Rasulullah (s.a.v.)'a şikâyette bulundular. Bunun üzerine Allah Teala bu âyeti indirdi. Nebî (s.a.v.) buyurdu ki:
"Evlerinizde kalın. Çünkü gidiş gelişiniz lehinize yazılıyor."[14]
6- Tirmizî'nin tahric ettiği hadiste olayın, âyet-i kerimenin nüzul sebebi imiş gibi gösterilmesini İbn Kesîr garip görmektedir.[15]
7- Sûre bütü*nüyle Mekke'de nazil olmuş ve istisnası da zikredilmemiş olduğuna göre Seli*me oğulları evlerini, Mescid-i Nebevî yakınlarına taşımak istediklerinde herhal*de Hz. Peygamber (sa), daha önce Mekke-i Mükerreme'de kendisine inen bu âyet-i kerimenin hükmünü onlara hatırlatmış olmalıdır. Zaten Müslim'deki ri*vayette de nüzul kaydı bulunmamaktadır. En doğrusunu Allah bilir.[16]

47. Onlara: "Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden infak edin." denildiğinde o küfreden kâfirler iman etmiş olanlara dediler ki: "Dilediği takdirde Al*lah'ın doyuracağı kimseyi biz mi doyuralım? Doğrusu siz, ancak apaçık bir sa*pıklık içindesiniz. "

Hz. Ebu Bekr es-Sıddîk, yoksul müslümanlara yemek yedirir, onları doyu*rurdu. Bir gün yolda ona rastlıyan Ebu Cehl:
"Ey Ebu Bekr, Allah'ın bu yoksul*ları doyurabileceğini mi sanıyorsun?" diye sordu. Ebu Bekr:
"Evet." dedi. Ebu Cehl:
"O halde neden onları yedirip doyurmuyor?" diye sordu. Hz. Ebu Bekr:
"Allah bir kavmi fakirlikle, diğer bir kavmi de zenginlikle imtihan etmiş; fakir*lere sabretmeyi, zenginlere de yedirmeyi emretmiştir" dedi. Ebu Cehl:
"Vallahi ey Ebu Bekr, sen olsa olsa sapıklık içindesin. Sen sanıyor musun ki Allah bun*lara yedirmeye gücü yeterken yedirmemiş de sen onlara yediriyorsun?" dedi ve işte bunun üzerine bu âyet-i kerime ile "Bundan sonra her kim de verir ve sakı*nırsa, bir de o en güzeli tasdik ederse Biz de onu, en kolaya hazırlarız." (Leyl, 92/5-7) âyet-i kerimeleri nazil oldu.[17]

77. Însan, kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi o, açık*tan açığa apaçık ve katı bir hasım kesiliyor?
78. O, kendi yaratılışını unutarak bize bir misal getirdi. "Bu çürümüş ke*mikleri kim diriltecekmiş? " dedi.
79. De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı Alîm'dir.
80. O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır. İşte bakın ondan ate*şi tutuşturuyorsunuz.

Ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Müfessirler demişlerdir ki: "Ubeyy b. Halef, Rasulullah (s.a.v.)'a çürümüş bir kemikle geldi ve dedi ki:
"Ey Muhammed şu çürüdükten sonra, onu Allah'ın diriltece*ğini mi sanıyorsun?" O da şöyle buyurdu:
"Evet, Allah seni diriltir ve Cehennem'e so*kar." Bunun üzerine Allah Teala şu âyetleri indirdi:
"İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yara*tılışını unutur da: "Çürümüş kemikleri kim yaratacak" diyerek, Bize mi*sal vermeye kalkar?"[18]
2- Said b. Muhammed b. Cafer, Ebû Ali b. Ebî Bekr el-Fakih'ten, o Ahmed b. Hüseyn b. Cüneyd'den, o Ziyad b. Eyyub'dan, o Hüşeym'den, o Hüseyn'den, o da Ebû Malik'ten bize şu haberi rivayet ederek dedi ki:
"Ubeyy b. Halef el-Cumahiyyî, elinde çürümüş bir kemikle Rasulullah (s.a.v.)'a geldi ve onu iki elinin arasında ufatıp dedi ki:
"Ey Muhammed, şu çürüdükten sonra Allah onu diriltir mi?" O da buyurdu ki:
"Evet Allah onu diriltir ve seni öldürür, sonra diril*tir. Sonra Cehennem ateşine sokar." Bu âyet bundan dolayı inmiştir."[19]
3- İbnu Abbas'tan (r.a.) Hâkim anlattı ve sahihdir dedi.
“As İbni Vâil. bir kemikle Rasûlullah'a geldi, onu parçaladı ve:
“Ya Muhammed, bu kül olduktan sonra tekrar dirilir mi?” dedi. Aleyhisselâm:
“Evet Allahü Teâlâ bunu diriltir. Sonra seni öldürür, sonra diriltir, sonra cehennem ateşine koyar.” buyurdu. Yasin: 36/77-83 âyetleri indirildi, dedi. [20]
4- İbnu Ebî Hatim, Mücâhid, İkrime, Urve (r.a.) İbni Zübeyr, Katade ve Süddî tarikından bunun benzerini anlattı. Ancak adı geçen müfessirler, mezkûr kişinin Übeyy b. Halef olduğunu söylemişlerdir. [21]
5- Ebû Hayyân'ın da belirttiği gibi bu rivayet daha sahihtir. Zira İbni Vehb de İmam Mâ*lik’ten böyle rivayet etmiştir.
Söz konusu kişi ve olay hangisi olursa olsun usul-i fıkıh uleması, sebe*bin hususi olmasına değil, lafzın umumi olmasına itibar edileceğini söyle*mişlerdir. Nitekim Yüce Allah'ın "Allah, kocası hakkında seninle tartışan ... kadının sözünü işitti..." (Mücâdele, 58/1) kavl-i ilâhisinde de durum ay*nıdır. Bu ayet bir tek kadın hakkında nazil olmuştur, ancak bildirdiği hü*küm herkes için geçerlidir. Aynı şekilde Allah'ı veya haşrı inkâr eden bü*tün insanların durumu da yukarıdaki ayetin hükmüne girer. Zira sadedinde bulunduğumuz ayet-i kerime bunlara reddir; dolayısıyla bu ayetin hük*mü de umumi olur.[22]
6- Saîd ibn Cübeyr'den gelen bir rivayette bu sözü söyleyenin el-As ibn Vâil es-Sehmî olduğu zikredilirken İbn Abbâs'tan daha garip bir rivayet gelmiş*tir. Buna göre elinde çürümüş bir kemikle Hz. Peygamber (sa)'e gelen ve:
"Ey Muhammed, çürümüşken bunu Allah nasıl diriltecek?" diye soran Abdullah ibn Übeyy'dir. Hz. Peygamber (sa) ona:
"Allah bunu elbette diriltecek, seni de öl*dürecek, sonra da cehenneme koyacak." buyurmuş ve Allah Tealâ da: "De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek..." âyet-i kerimesini indirmiş.[23]
7- Bu, âyet-i kerimelerin Medine-i Münevvere'de nazil olduğu anlamına gelmekteyse de âyetin nüzul sebebinde meşhur olan habere göre âyet-i kerimeler Übeyy ibn Halef hakkında ve Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuş olup belki de Hz. Peygamber aynı soruyu soran Abdullah ibn Übeyy'e daha önceden nazil olan bu âyet-i kerimeleri okumuş olmalıdır. Zaten âyet-i kerimenin hükmü, nü*zul sebebi ne olursa olsun yeniden diriltilmeyi inkâr eden herkes hakkında ge*neldir.[24]
======================
[1] Kumıbî, age. XV,3. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/747.
[2] Alûsî, age. XXII,209. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/747.
[3] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/747.
[4] İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 2/558.
[5] Suyûtî, Lübâbu'n-Nukûl. II,88. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/747. İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 2/558. Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/580
[6] İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 2/558.
[7] Râzî, age. XXVI,44. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları:
2/748.
[8] Taberî, age. XXII,99. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/748. İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 2/558-559. Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/580.
[9] bak: el-Câmiu li-Ahkâmi'il-Kur'ân, XV,7. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/748-749.
[10] Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, Yâsîn, 36/1, hadis no: 3226. Benzer bir rivayet için bak: Ahmed ibn Hanbel, Müsned, 111,332-333. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/749. Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/580.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/580.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/581.
[13] İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 302.
[14] İsnadı çok zayıftır. Hakim; Müstedrek: 2/428. İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 302. Bu hadis için Tirmizî hasen, Hâkim sahih dedi. İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 2/559. Müslim, Mesâcid, 280,281. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/749.
[15] İbn Kesîr, age. VI,553. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/749.
[16] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/749.
[17] Kurtubî, age. XV,26. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/750.
[18] İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 302. Bkz. Kurtubî, İ5/58; el-Bahr, 7/348; Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/223.
[19] Mürsel hadistir. ed-Dürr: 5/269. İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 302. ibn Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye, 1,361-362. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/751.
[20] İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 2/560. Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/54.
[21] İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 2/560. İbn Kesîr, age. VI,579. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/751. Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/54.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/54-55.
[23] Taben, age. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/751.
[24] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/751.
Yasin Suresinin Fazileti

BU mübarek sure Mekke'de nazil olmuştur, 83 ayet-i celiledir.Yasin aynı zamanda sevgili Peygamberimizin isimlerindendir."Ey insan-ı kamil Resulüm" manasına geldiği ehlince ifade edilmektedir.727 kelime ve 3000 harften meydana gelmiştir.

İmam Begavi'nin Mesabih'deki rivayetine göre sevgili Peygamberimiz Efendimiz Hz. Muhammed Aleyhisselam:
"Allah-u Teala Taha ve Yasin surelerini gökleri ve yeri yaratmadan bin yıl önce okudu.Melekler Kur'an-ı işitince:Üzerine bu sure inecek ümmete müjdeler olsun.Bu sureleri gönlünde taşıyanlara müjdeler olsun.Bu sureleri okuytan dillere de müjdeler olsun dediler"

Taberani Ebu Hureyre'den:
"Geceletin Allah'ın rızasını gözeterek Yasin suresini okuyan kimsenin günahları bağışlanır.Öyleyse bu sureyi ölülerinize okuyun" buyuruluyor.

Tirmizi'nin Enes İbn-i Malik'ten:
"Resulullah (s.a.s.)) : 'Her şeyin bir kalbi vardır.Kur'an-ın kalbi de Yasin suresidir.

Taberanı'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre ise: "Her gece Yasin suresini okumaya devam ederek, bu hal üzere ölen kimse, şehid olarak vefad eder" buyur

Deylemi'nin Aişe (r.anh)'dan rivayetine göre " Kim Cuma günü annesiyle babasını veya bunlardan birinin kabrini ziyaret eder de baş ucunda Yasin süresini okursa her harfi adadince ana babasına mağfiret olunur."

Sa'lebi'nin Ebu Hüreyre'den rivayetine göre " Kabristana girip Yasin süresini kim okursa, o gün mutlaka o kabirde bulunanların azabı hafiflemiş olur, okuyana da harfleri adedince sevap verilir."

Mahamili İbn-i Zübeyr'den rivayet ediyor. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz " Kim Yasini bir ihtiyacından önce okursa, ihtiycı yerine getirilmiş olur."

Yasin ilahi bir hazinedir. Cuma geceleri Yasin okuyanların mağfiret edileceği haber verilmiştir.

Allah Resulü Hz. Muhammed (s.a.s.) buyuruyor: Yasin suresini bir defa okuyan kimse Kur'an'ı on defa hatmetmiş gibidir.

Yasin Kur'an-Kerimin kalbidir. Muhakkak o, bütün dertlere şifadır.

Kim Yasin-i Şerif'i Allah'a yönelerek tam bir itikad ile okursa geçmiş günahları affolunur. onu ölülerinizin yanında okuyunuz.

YASİN-İ ŞERİFİN FAZİLETİNE DAİR OLAN SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZ(S.A.V.)'IN HADİSİ ŞERİFLERİ
Resulü Ekrem,Sure-i Yasin hakkında:
"Yasin,Kur'an'ın kalbidir.Muhakkak o,bütün dertlere devadır."
"Geceleri Yasin'i okumak,sanki Kur'an-ı yedi defa hatmetmek gibidir."
"Yasin ne niyet için okunursa,o şey meydana gelir"buyurmuşlardır.
Sabah ve akşamları okunması daha tesirlidir.Kırk bir Yasin ne niyet için okunursa okuyan kimsenin muradı hasıl olur.Bu kırk bir Yasin yedi güne bölünerek sabah namazından sonra okunursa daha tesirli olur.
"Allah Teala Taha ve Yasin surelerini semaları ve yeri yaratmadan binsene evvel okudu.Melekler Kur'an'ı işitince dediler ki:"Bu Kur'an,üzerlerine inecek ümmete müjdeler olsun.Bunu yüklenen kalplere müjdeler olsun.Bunu okuyan dillere müjdeler olsun."
Resulü Ekrem buyurdu:
"Her gece Sure-i Yasin'i okuyan kimse muhakkak surette şehid olarak ölür."
"Allah Teala'nın rızası için geceleyin Yasin'i okuyan kimse affolunur."
"Sure-i Yasin'i geceleri okuyan kimseye Kur'an'ı yedi defa okumuş gibi ecir verilir."
Peygamberimiz buyurdu:
"Cuma geceleri Sure-i Yasin'i okuyan kimse,mağfireti ilahiyyeye nail olduğu halde sabahlar."
"Cuma gecesi iki rekat namaz kılan, birinci rekatta Sure-i Yasin,ikinci rekatta Sure-i Mülk'ü okuyan kimseye , her bir harfi için nur verilir.O nur kıyamet günü önünden gider.Amel defterini önünden alır.Cehennemden beri olduğuna dair kendisine bir beraat yazılır.Ehli beytinden yetmiş kimseye şefaat ede.Dikkat edin bunda şüphe eden münafık olur."
"Kim Sure-i Yasin ve Sure-i Duhan'ı Cuma geceleri okursa,mağfiret olunduğu halde sabahlar."
Peygamberimiz buyurdu:
"Sabahladığında Sure-i Yasin'i okuyan kimseye o günün kolaylık ve sevinci verilir,akşamladığı vakit okuyan kimseye sabaha kadar o gecenin kolaylık ve sevinci verilir.Cennet ehlinden Kur'an ref edilir,ondan birşey okumazlar.Ancak Taha ve Yasin'i okurlar."
"Her şeyin bir kalbi vardır. Kur'an'ın kalbi ise Sure-i Yasin'dir.Kim onu gündüzleri okursa,bütün sıkıntılarına karşı kafi gelir.Kim geceleri okursa bütün günahları affedilir."
"Sure-i Yasin'i akşamladığı vakit okuyan kimse ferah içinde sabahlar,sabahladığı vakit okursa ferah içinde akşamlar."
"Sure-i Yasin'i sabahleyin okuyan kimseye o günün sultanlığı(manevi olarak) verilir.Akşamları okuyana ise o gecenin sultanlığı verilir."
Peygamberimiz buyurdu:
"Sure-i Yasi'i okuyan kimseye yirmi (nafile) hac sevabı verilir."
"Her şeyin bir kalbi vardır.Kur'an'ın kalbi ise Sure-i Yasin'dir.Yasin'i bir defa okuyan kimseye (içinde Yasin bulunmayan) on hatim sevabı verilir."
Peygamberimiz:
"Kur'an'da bir sure vardır.Allah Teala katında ona aziz diye isim verilmiştir.O'nu okuyan ise Allah Teala yanında şerif diye çağrılır.O'nu okuyan kıyamet günü Rabia ve Mudardan(kabilelerinden) daha çokları hakkında şefaat eder.O,Sure-i Yasin'dir."
"Muhakkak ki Kur'an'da bir sure vardır.Kendisini çok okuyana şefaat eder.Dinleyen ise mağfiret olunur.Dikkat edin.O,Sure-i Ysin'dir.Sure-i Yasin'e Tevrat'ta müimme denilir."(Ya Resulüllah müimme ne demektir?diye sorulduğunda) Resulü Ekrem:Sahibine dünya ve ahiret hayatını umumileştirir,ondan ahiret korkularını giderir.Ve her hayırlı işini gaza eder.Kim O'nu okursa yirmi(nafile) hac sevabı verilir.Kim O'nu dinlerse sanki Allah yolunda bin dinar sadaka vermiş gibi ecre nail olur.Kim O'nu yazar da suyunu içerse içinden her çeşit hastalığı çıkarır,içine bin tane nur,bin yakin,bin rahmet,bin refet,bin hidayet girer.Ondan bütün hastalıklar ve sıkıntılar çıkarılır."
"Sure-i Yasin'i ölmek üzere olan kimsenin üzerine okuyun."
"Sure-i Yasin ölümü yaklaşan hastanın yanında okunursa Allah Teala onun can vermesini hafifletir."
"Her hangi biri ölmek üzere bulunan kimsenin baş ucunda Sure-i Yasin okunursa Allah Teala ona(ruhunu teslim etmesinde ) kolaylık verir."
Peygamberimiz buyurdu:
"Üzerine Sure-i Yasin okunan mevtanın azabı hafifler."
"Her kim her Cuma günü annesinin,babasının veya bunlardan birinin kabrini ziyaret eder de baş ucunda Sure-i Yasin okursa okuduğu her harfi adedince onlar mağfiret edilir."
"Kabristana giren kimse oradaki mevtaların üzerine Sure-i Yasin'i okursa,Allah Teala okunan Yasin hürmetine onların azabını hafifletir.Okuyan kimseye de harflerinin adedi kadar ecir verilir."
"Ölmek üzere bulunan bir hastanın yanında Sure-i Yasin okunursa,okunan Yasin'in her harfi için onar melek nazil olur.O üç bin harftir.Nazil olan melekler o kimsenin önüne saf olup onun için istiğfar ederler.Sekerattaki bir mü'minin yanında Sure-i Yasin okunursa Cenneti rıdvanı ona Cennet şarabından içirmedikçe Azrail (a.s.) onun ruhunu almaz."
Resulü Ekrem(a.s.) buyurdu:
"Ya Ali,Sure-i Yasin'e devam et.Muhakkak onda yirmi bereket vardır."
1-Aç okura doyar. 2-Susuz okura suya kanar. 3-Çıplak okursa giydirilir. 4-Bekar okursa evlendirilir. 5-Korkan okursa korktuğundan emin olur. 6-Hasta okursa iyileşir. 7-Zindanda olan okursa çıkarılır. 8-Misafir okursa,seferinde ona yardım edilir. 9-Bir şey gaib eden okursa,gaib ettiği şeyi bulur. 10-Sıkıntı ve kederli kimse okursa,sıkıntı ve kederden kurtulur..."
Cenab-ı Peygamberimiz buyurdu:
"Kalbinde katılık veya kasavet hisseden kimse,Sure-i Yasin'i misk ve safranla yazıp sonra yazıyı su ile imha edip içsin."
Resulü Ekrem buyurdu:
"Sure-i Yasin,Kur'an'ın kalbidiri.Ancak onu Allah Teala'nın rızasını talep ederek ve ahireti isteyerek okuyan mağfiret olunur.Onu ölmüşlerinize okuyunuz."
"Ümmetimden her müslümanın kalbinde Yasin-iŞerif'in bulunmasını severim."
"Geceleri Allah Teala'nın rızası için Sure-i Yasin'i okuyan kimsenin kul hakkından başka bütün günahları affedilir."
"Bana ve ümmetime Sure-i Yasin,Ayet'el Kürsi ve İhlas suresini ikram eden Rabbime hamd ederim."
Cenab-ı Peygamber buyurdu:
"Her kim Yasin'i Şerif suresini(izcaehel murselun) ayetine kadar okur da bu ayetin sonunda dua ederse duası kabul olunur."
"Yasin" Kelime-i şerifi yedi,yirmibir veya kırk bir defa tekrarlanarak okunursa hiç şek ve şüphe yoktur ki,okuyan kimse onun tesirini görmesin.Muhakkak Cenab-ı Ecelli ve Ala lutfu ve keremi ile o kimsenin hacetini ihsan eder.
Sure-i Yasin yazılır da mecnun,meczup ve bunların başkalarına üç günden on güne kadar kadar içirilirse,Allah Teala ,Yasin hürmetine onlara şifa ihsan eder.
Kim hastalıkları,illetleri ve ağrıları için Sure-i Yasin ile birlikte Fatiha'yı,muavvizeteynleri ve Ayet'el Kürsi'yi misk ve safranla yazar da,yazıyı yağmur suyu ile imha edip şifa niyeti ile içiyorum derse,hiç şüphe yoktur ki Allah Teala ona şifa verir.
yasin suresi anlamı

1- Yâsîn.
2- 3- Ey Muhammed! Hikmetli Kur'ân'a andolsun ki, sen risâlet görevi
4- Dosdoğru bir yol üzerindesin.
5- 6- Babaları korkutulmamış ve kendileri de gafil olan bir kavmi, çok güçlü ve çok merhametli olan Allah'ın indirdiği (Kur'ân) ile korkutasın.
7- Andolsun ki onların çoğunun üzerine azab sözü hak olmuştur. Onlar imana gelmezler.
8- Çünkü biz onların boyunlarına kelepçeler geçirmişiz. O kelepçeler çenelerine dayanmıştır da burunları yukarı, gözleri aşağı somurtmaktadırlar.
9- Hem önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çekmişiz, kendilerini sarmışızdır. Baksalar da görmezler.
10- Onları korkutsan da korkutmasan da onlara göre birdir, inanmazlar.
11- Sen ancak Kur'ân'a tabi olan ve görünmediği halde Rahman olan Allah'tan korkan kimseyi sakındırırsın. İşte onu bir bağışlanma ve çok şerefli bir mükafatla müjdele.
12- Gerçekten biz ölüleri diriltiriz, onların önceden yapıp gönderdiklerini ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Zaten biz her şeyi açık bir kütükte, bir "imam-ı mübin"de (ana kitapta, yani Levh-i mahfuzda) sayıp tesbit etmişizdir.
13- Sen onlara, o şehir halkını örnek ver. Hani oraya peygamberler gelmişti.
14- Hani biz onlara iki peygamber göndermiştik, fakat onlar ikisini de yalanlamışlardı. Biz de (onları) üçüncü bir peygamberle destekledik. Onlara: "Şüphesiz ki biz size gönderilmiş elçileriz." dediler.
15- Onlar da: "Siz bizim gibi insandan başka birşey değilsiniz, hem Rahman olan Allah, hiçbir şey indirmedi. Siz sadece yalan söylüyorsunuz." dediler.
16- Peygamberler dediler ki: "Rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz."
17- "Bize düşen de sadece apaçık tebliğdir."
18- Onlar dediler ki: "Herhalde biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, andolsun ki, sizi hiç tınmadan taşlarız ve mutlaka bizden size pek acıklı bir azab dokunur."
19- Peygamberler de şöyle cevap verdiler: "Sizin uğursuzluğunuz beraberinizdedir. Size öğüt verildi diye mi (uğursuzluğa uğradınız)? Doğrusu siz israfı âdet etmiş bir kavimsiniz."
20- O sırada şehrin ta ucundan bir adam koşarak geldi ve: "Ey kavmim! Uyun o elçilere!"
21- "Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o zatlara ki, onlar hidayete ermişlerdir."
22- "Bana ne oluyor da kulluk etmeyecekmişim beni yaratana? Hep
döndürülüp O'na götürüleceksiniz."
23- "Hiç ben O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer O Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa, onların şefaati benden yana hiçbir şeye yaramaz ve onlar beni kurtaramazlar."
24- "Şüphesiz ki ben, o zaman apaçık bir sapıklık içinde olurum."
25- "Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman getirdim, gelin dinleyin beni."
26- (Sonra ona) "haydi gir cennete!" denildi. O da dedi ki: "Ne olurdu kavmim bilseydi!"
27- "Rabbimin beni bağışladığını ve beni kendilerine ikram edilen kullarından kıldığını."
28- Biz arkasından kavminin üzerine bir ordu indirmedik, indirecek de değildik.
29- Sadece bir gürültü oldu, onlar da hemen sönüverdiler.
30- Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine glen her bir peygamberle mutlaka alay ediyorlardı.
31- Görmediler mi ki, kendilerinden önce nice kuşakları helak etmişiz. Onlar artık kendilerine dönüp gelmiyorlar.
32- Onların hepsi toplanıp, sadece bizim huzurumuza getirilmişlerdir.
33- Hem bir delildir onlara ölü toprak. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yiyip duruyorlar.
34- Biz orada hurmalıklardan, üzüm bağlarından bahçeler yaptık. İçlerinde pınarlardan sular fışkırttık.
35- (Bunu), Onun ürününden ve kendi elleriyle yaptıklarından yesinler diye (yaptık). Hâlâ şükretmeyecekler mi?
36- Yerin bitkilerinden, kendi nefislerinden ve daha bilemeyecekleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah'ın şanı ne yücedir.
37- Gece de onlara bir delildir. Biz ondan gündüzü soyar çıkarırız, bir de bakarlar ki karanlığa dalmışlar.
38- Güneş de bir delildir ki kendi yolunda akıp gidiyor. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir.
39- Ay'a gelince, ona menziller tayin ettik. Nihayet o eski hurma salkımının çöpü gibi (yay haline) dönmüştür.
40- Ne güneşin aya çatması yaraşır, ne de gece gündüzü geçebilir; onların her biri kendi yörüngesinde yüzerler.
41- Onlar için bir delil de bizim, onların neslini dolu bir gemide taşımamızdır.
42- Yine kendileri için onun gibi binecek şeyler yaratmamızdır.
43- Eğer dilesek onları boğarız da o zaman ne onların feryadına yetişen bulunur, ne de onlar kurtarılır.
44- Ancak tarafımızdan bir rahmet ve bir zamana kadar yaşatmak başka.
45- Durum böyle iken onlara: "Önünüzdekinden ve arkanızdakinden korkun ki size rahmet edilsin" denildiği zaman,
46- Ve kendilerine Rablerinin âyetlerinden herhangi bir âyet geldiği zaman mutlaka ondan yüz çevirirler.
47- Onlara: "Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden hayra harcayın" dendiği zaman, o kâfirler, müminler için: "Allah'ın dileyince doyurabileceği kimseyi biz mi doyuracağız? Siz apaçık bir sapıklık içinde değil de nesiniz?" dediler.
48- Yine onlar: "Eğer doğru söylüyorsanız bu (kıyamet) vaadi ne zaman?" diyorlar.
49- Onlar sadece bir tek çığlığa bakıyorlar, bir çığlık ki, onlar çekişip dururken kendilerini yakalayıverir.
50- O zaman bir vasiyette bile bulunamazlar. Ailelerine de dönemezler.
51- Sûr'a üfürülmüştür, bir de ne baksınlar kabirlerinden Rablerine doğru akın ediyorlar.
52- Onlar: "Eyvah başımıza gelenlere! Mezarımızdan bizi kim kaldırdı? O Rahmân'ın vaad buyurduğu işte bu imiş. Gönderilen peygamberler de doğru söylemişler" derler.
53- Başka değil, sadece bir tek çığlık olmuş, derhal hepsi toplanmış huzurumuza getirilmişlerdir.
54- Artık bugün hiç kimseye zerre kadar zulmedilmez.
Ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz.
55- Gerçekten cennetlik olanlar bugün bir meşguliyet içinde zevk etmektedirler.
56- Kendileri ve eşleri gölgelerde koltuklar üzerine kurulmuşlardır.
57- Onlara orada bir meyve vardır. İsteyecekleri her şey onlarındır.
58- (Onlara) Rahîm olan Rab'den "selâm" sözü vardır.
59- Ey günahkârlar! Bugün siz bir tarafa ayrılın.
60, 61- "Ey Âdemoğulları! Şeytana tapmayın, o size apaçık bir düşmandır ve bana kulluk edin, doğru yol budur, diye size and vermedim mi?" (buyurulacak)
62- Böyle iken o sizden birçok nesilleri yoldan çıkardı. Ya o zaman düşünmüyor muydunuz?
63- İşte bu size vaad edilen cehennemdir.
64- Bugün yaslanın ona bakalım inkâr ettiğiniz için.
65- Bugün biz onların ağızlarını mühürleriz de neler kazandıklarını bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder.
66- Hem dileseydik gözlerini üzerinden silme kör ediverirdik de yola dökülürlerdi. Fakat nereden görecekler?
67- Yine dileseydik oldukları yerde kılıklarını değiştirirdik de ne ileri gidebilirlerdi, ne de geri dönebilirlerdi.
68- Bununla beraber kimin ömrünü uzatıyorsak, yaratılışta onu (güç
ve kuvvetini alarak) tersine çeviriyoruz. Hâlâ akıllanmayacaklar mı?
69- Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da... O sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur'ân'dır.
70- (Bu), diri olanları uyarmak ve kâfirlere de azab sözünün hak olması içindir.
71- Şunu da görmediler mi: Biz onlar için kudretimizin meydana getirdiklerinden birtakım hayvanlar yaratmışız da onlara sahip bulunuyorlar.
72- Onları, kendilerinin hizmetine vermişiz de, hem onlardan binekleri var, hem de onlardan yiyorlar.
73- Onlarda daha birçok menfaatleri ve türlü içecekleri de var. Hâlâ şükretmeyecekler mi?
74- Onlar, Allah'tan başka birtakım ilâhlar edindiler. Güya yardım olunacaklar.
75- Onların, onlara yardıma güçleri yetmez. Kendileri ise onlar için bazı askerlerdir.
76- O halde onların sözleri seni üzmesin. Biz onların içlerini de biliriz, dışlarını da.
77- İnsan, kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi de, şimdi apaçık bir hasım kesildi?
78- Yaratılışını unutarak bize bir de mesel fırlattı: "Kim diriltecekmiş o çürümüş kemikleri?" dedi.
79- De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek ve o her yaratmayı bilir."
80- Size o yeşil ağaçtan bir ateş yapan O'dur. Şimdi siz ondan tutuşturmaktasınız.
81- Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kâdir değil midir? Elbette kâdirdir. Çünkü o her şeyi yaratandır, her şeyi bilendir.
82- O'nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece "Ol!" demektir. O da hemen oluverir.
83- O halde her şeyin mülkü ve tasarrufu (hükümranlığı) elinde bulunan Allah'ın şanı ne yücedir. Siz de yalnız O'na döndürüleceksiniz.

yasin suresinin tefsiri fizilali kuran
36-Yasin

1- Yasin.

2- Hikmetli Kur'an'a andolsun.

3- Sen elbette gönderilmiş peygamberlerdensin.

4- Dosdoğru bir yol üzerinde.

5- Bu Kur'an üstün ve çok merhametli Allah tarafından indirilmiştir.

6- O Kitap, sana, ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir.

7- Andolsun ki, hüküm çoğunun aleyhine gerçekleşmiştir, bunun için artık inanmazlar.

8- Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. Çenelere kadar dayanan o halkalar yüzünden kafaları kalkıktır.

9- Önlerine ve arkalarına set çektik. Gözlerini perdelediğimizden artık göremezler.

10- Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar.

11- Sen ancak zikre (Kur'an'a) uyan ve görmeden Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte öylesini bir marifet ve güzel bir mükâfatla müjdele.

12- Biziz, biz ki, ölüleri diriltiriz ve öne sürdükleri işleri ve bıraktıkları eserleri yazarız. Biz; her şeyi, apaçık bir Kitab'a yazmışızdır.

KUR'AN'A ANDOLSUN

"Yasin" yüce Allah bu iki harf üstüne yemin etmekte... Tıpkı hikmetli Kur'an üstüne yemin ettiği gibi... Arap alfabesinin bu iki harfi ile Kur'an'a beraberce
yemin edilmesi, bazı surelerin başında yer alan bu gibi harflerin tefsirinde, çeşitli yorumlar arasından bizim benimsediğimiz görüşün anlamca daha tutarlı
olduğunu göstermektedir. Bizim görüşümüze göre, bu harflerle Kur'an'ın birlikte, bir arada söylenmesi arasında bir ilişki vardır: Kur'an'ın yüce Allah'ın
katından geldiğine dair delillerden, hem de onların düşünemediği delillerden biri de buradadır. Bunun için Kur'an onların dikkatlerini bu harflere çekmekte
ve Kur'an'ın kendilerinin kullandıkları şu harflerden örüldüğünü belirtmektedir. Ancak Kur'an'ın düşünce ve ifade bütünlüğü onların bu harflerle yapabileceklerinin
çok üstündedir.

Yüce Allah Kur'an üstüne yemin ederken, onu "Hakim Kur'an" diye nitelemekte... Oysa hikmet, akıllı varlıkların niteliğidir. Fakat ifade Kur'an'a, hayat,
canlılık, amaç ve irade nitelikleri kazandırmakta... Bunlar da, bu nitelikler de, Kur'an'ın hakim olmasının gerektirdiği şeylerdir... Gerçi bu ifade mecaz
olarak söylenmiştir, ama bir gerçeği de çağrıştırmakta ve ifade etmektedir. Gerçekten bu Kur'an'ın bir ruhu vardır. Ve çünkü, eğer kalbin ona karşı saf
olur, ruhun ona kulak verirse, duygu alış-verişinde bulunduğun canlılarda olan nitelikler bulursun onda... Ve çünkü kalbini ona açtığın ve gönlünü bütün
benliğinle ona verdiğinde, Kur'an penceresinden ne sırlar ve ne hazineler görürsün. Ve sen, onun güzelliğini ve havasını özlersin. Tıpkı bir süre arkadaşlık
edip de kendisine alıştığın ve yanında huzur duyduğun bir arkadaşının yüzünü ve havasını özlediğin gibi... Resulullah başkalarından Kur'an dinlemeyi severdi.
Yoldan geçerken, bir kimsenin içinden bu Kur'an'ın okunduğunu duyarsa, onu dinler ve hatta kapıların önünde dururdu. Bir aşığın, heyecanla sevgilisinin
hayatını dinlediği gibi.

Evet Kur'an hakimdir. Herkese gücüne göre hitab eder. Herkesin kalbindeki o hassas tele dokunmasını bilir. Her insana bir ölçüye göre hitab eder ve ona
yararına uygun olan ve onu yönlendiren bir hikmetle seslenir...

Kur'an hakimdir. Dosdoğru akli ve ruhi bir sistem uyarınca hikmetle eğitir insanı... İnsanın tüm enerjisini doğru ve faydalı yöne kanalize ederek serbest
bırakan bir sistemdir bu... Hayata düzen veren ve böylece insanın bütün faaliyetlerine bu hikmetli sistemin çizgisinde kalmak koşulu ile izin veren bir
sistemdir...

Yüce Allah, vahyin ve peygamberliğin şerefli peygambere verilmesinin bir gerçek olduğunu pekiştirmek üzere, Yasin ve Hakim Kur'an üstüne yemin ediyor. "Sen
elbette gönderilmiş peygamberlerdensin." "Dosdoğru bir yol üzerinde" Yüce Allah'ın yemine ihtiyacı yoktur. Ancak, Onun Kur'an ve Kur'an harfleri üstüne
ettiği bu yemin, Kur'an'a azamet ve yücelik kazandırmaktadır. Yüce Allah kendisi üzerine ancak yemin edilecek derecede yüce ve önemli olan bir olgu üzerine
yemin eder.

"Sen elbette gönderilmiş peygamberlerdensin."

Bu türlü bir ifade, insanlara peygamberler göndermenin yüce Allah için kararlaştırılmış bir yasa olduğunu ve bunun daha önce örnekleri bulunduğunu ima etmektedir.
Aslında kanıtlanmak istenen şey bu değildir. İspat edilmek istenen Hz. Muhammed'in bu gönderilenlerden biri olduğudur. Yüce Allah'ın bu yeminle Hz. Muhammed'e
hitab edip sözünü inkârcılara yöneltmeyişi, hem yemini, hem peygamberi ve hem de peygamberliği tartışma ve polemik konusu yapmaktan uzak tutmak içindir.
Onun için bu ilâhi ifade peygambere, yüce Allah'dan aracısız olarak haber vermek için gelmiştir.

"Sen elbette gönderilmiş peygamberlerdensin." "Dosdoğru bir yol üzerinde"

Yüce Allah peygamberin gerçek olduğunu açıkladıktan sonra, peygamberliğin asıl niteliğini açıklıyor. Bu peygamberliğin asıl niteliği sadakattir, doğruluktur.
İstikamet kılıcın ağzı gibidir, onda ne eğrilik, ne sapma vardır, ne bükülme ve ne de eğilme vardır. İstikamette hak apaçıktır, ne kapalılığı vardır ne
de karışıklığı. Bu hak herhangi bir arzu karşısında eğilmediği gibi bir çıkar karşısında da sapmaz. Bu hakkı arayan herkes, kolayca ve içtenlikle bulur
onu.

Peygamberlik karakteri doğruluk olduğundan, sadedir, kapalılık ve karışıklık yoktur... İşleri içinden çıkılmaz hale getirmez. Konuları, düşünceleri ve tartışmaları
çıkmaza sokmaz. Ve gerçeği en basit şekli ile, en yalın halı ile her türlü şüphe ve karışıklıktan arınmış olarak ortaya koyar. Hakki ifade biçimi, açıklamaya,
sözü yaldızlamaya ve gevelemeye asla gereksinim duymaz. Bunun için eğri-büğrü ve dar yollara sapmaz. Onunla köylüsü ile kentlisi, ümmisi ile alimi, kulübede
yaşayanı ile apartmanda oturanı uyuşup anlaşabilir. Onda her aradığını bulabilir. Hayatın ı, düzenini ve ilişkilerini kolayca ve basitçe düzenleyebileceği
esasları elde edebilir ondan. Peygamberlik kainatın yaratılışına, varlığın kanununa, eşyanın, insanın ve diğer tüm canlıların yapılarına uygun bir kurumdur.
Eşyanın karakteri ile çelişmez peygamberlik... İnsana da böyle bir çelişkiye girmesini teklif etmez. Kısacası peygamberlik, kendi hak yolunda dosdoğru
ve ahenklidir. Şu varlık alemi ile, içinde bulunan eşya ve canlılara hükmeden diğer ilkeler ile işbirliği halinde yoluna devam eder. Dolayısı ile peygamberlik,
yüce Allah'a giden yolu tutmuş olduğundan Allah'a ulaşır ve ulaştırır. Peygamberliğin izinden giden kişi yaratıcımı kaybederim diye, O'na giden yoldan
saparım diye asla korkmaz. Aksine bu kişi dosdoğru yolu, yüce yaratıcının hoşnut olduğu yolu tutmuştur.

Kur'an bu doğru yolun tek rehberidir. İnsan bu Kur'an ile birlikte yürürse, Kur'anın hakkı canlandırmasında, doğruya yönlendirmesinde, değerler konusunda
ayırd edici hükümlerinde ve her değeri titizce yerine oturtmasında bu doğruluğu görür.

"Bu Kur'an üstün ve çok merhametli Allah tarafından indirilmiştir." "O Kitap sana, ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir
toplumu uyarman için indirilmiştir."

Yüce Allah bu gibi yerlerde kullarına kendisini tanıtır ki, kulları kendilerine parça parça indirilen kitabın özünü kavrayabilsinler... Yüce Allah, dilediğini
yapan güçlü ve azizdir. Yaptıklarında onlar için rahmet diler. Bu Kur'an'ın indirilmesinin hikmeti, uyarıcı bir öğreti olmasıdır.

"O Kitap sana, ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir."

Gaflet kalpleri karartan bir haslettir. Gafil olan bir kalp görevini savsaklar. Algıdan, etkilenmekten ve hakkı kabul etmekten çok uzaktır. Böyle birinin
karşısına hidayetin delilleri çıkar veya kendisi ona rastlarsa onları algılayıp kavrayamaz. Bu deliller karşısında kılı kıpırdamaz ve onları kabul etmez.
Bundan dolayı, Hz. İsmail'in soyundan gelen, onun arkasından hiçbir peygamber görmeyen ve nesiller boyu bir uyarıcı ile karşılaşmayan böyle bir topluluk
için en uygun olan ikazdır. O halde kendilerine ve atalarına bir önder gelmemiş gözleri kapalı gafilleri ancak ikaz uyandırabilir.

Sonra yüce Allah, bu gafillerin akıbetleri ile, Allah'ın kaderi gereği başlarına gelen belaları açıklamakta ve bunların Allah'ın ilminden gizlenemeyen yaptıkları
ve yapacakları kötü hareket ve kalplerindeki bozuk niyetlerine bir ceza olarak verildiğini açıklamaktadır.

"Andolsun ki, hüküm çoğunun aleyhine gerçekleşmiştir. Bunun için artık inanmazlar."

Yüce Allah onların hakkında hükmünü vermiştir. Kendilerinin içyüzünü ve içlerindeki duyguların yapısını çok iyi bilen yüce Allah'ın hükmü onların çoğu hakkında
kesinleşmiştir ve artık onlar iman etmezler. Onların çoğunluğu için son akıbet budur. Çünkü onların kalpleri hidayetten engellenmiş, hidayetin delillerini
görmek veya hissetmekten yoksun bırakılmıştır.

Daha sonra yüce Allah onların iç dünyalarını yansıtan somut bir tablo çizmekte ve bu tabloda onları şöyle canlandırmaktadır: Sanki onlar, kelepçelenmiş,
bakmaları zorla engellenmiştir. Kendileri ile hidayet ve iman arasına engeller konulmuştur. Gözleri perdelenmiştir, artık göremezler.

"Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. Çenelere kadar dayanan o halkalar yüzünden kafaları kalkıktır."

"Önlerine ve arkalarına set çektik. Gözlerini perdelediğimizden artık göremezler."

Elleri çenelerinin altında, boyunlarına kelepçelenmiştir onların. Bundan dolayı, onların başları zorla yukarıya dikilmiştir, önlerini göremezler artık.
Bu sebepten bu çarpıcı tablo içinde bakma ve görme özgürlüklerini kaybetmişlerdir. Ve üstelik, önlerine bir set, arkalarına bir set çekilerek kendileri
hak ve hidayetin arasıda engellenmiştir. Artık bu kelepçeler çözülüp de bakmak isteseler, gözleri bu setlerden dolayı hak yolu göremez. Çünkü görme yetenekleri
yok edilmiş, gözleri zayıflatılarak perdelenmiştir.

Bu somut tablonun çarpıcılığı ve canlılığı ile birlikte, insan bu tipten insanlarla karşılaşmaktadır. Onlar apaçık hakkı görmeyip algılamayınca gerçekten
insanda, kendileri ile hak arasında yukardaki gibi çarpıcı bir engel çekilmiş olduğu kanaati uyanmaktadır. Her ne kadar bu kelepçeler ellerine vurulmuş
olmasa da, başları zorla yukarı kaldırılmış olmasa da, kalplerinin ve gözlerinin böyle olduğu kararını vermektedir bu insanlar... Kalpleri hidayete ermekten
zorla engellenmiş, gözleri hakkı görmekten çevrilmiştir bunların. Kalpleri ve gözleri ile hidayetin delilleri arasında; bir set burada bir set de orada
vardır. İşte Kur'an'ın karşısına bu tür bir inkârcılık ve yüz çevirme ile dikilen o yaratıklar da aynen böyle idiler. Oysa Kur'an delille konuşur, konuları
dayanaklarıyla açıklar. Zaten Kur'an'ın kendisi insanın karşısında duramayacağı çok güçlü bir delildir. "Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir,
inanmazlar." Onların gönüllerine iman işlemez. Kalplerinin yapısını bilen yüce Allah, onlar hakkında hükmünü vermiştir. İmana hazır olamayan kilitlenmiş,
imanla arasına setler çekilmiş kalplere uyarı yarar sağlamaz. Çünkü uyarı kararmış kalplere nüfuz edemez, algılamaya hazır diri kalpleri uyandırabilir.

"Sen ancak zikre (Kur'an'a) uyan ve görmeden Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte öylesini, mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele."

Bu ayetteki "Zikir"den-tercih edilen görüşe göre kastedilen Kur'an'dır. Kur'an'a uyan, görmediği halde Rahman'dan korkan kimsedir ikazdan yararlanacak olan...
Sanki yalnız ona yöneltilmiştir ikaz. Ve sanki Resulullah her ne kadar sözünü ve sünnetini genellemiş ise de ona yöneltmiştir hitabını. Ancak onların algılama
yetenekleri ile kendileri arasına engel olduğundan peygamberin hitabı sadece zikre uyan ve görmediği halde Rahman'dan korkan kimseye özgü olmuştur. İşte
bu kimseler öğretiden yararlanmış ve müjdeyi hak etmiştir. "İşte öylesini, mağfiret ve güzel bir mükafatla müjdele" "Bağışlama" devamlı olmayan günahların
"şerefli mükafat" ise görmediği halde Rahman'dan korkmanın ve Rahman'ın indirdiği Kur'an'a uymanın karşılığıdır. Korkma ve Kur'an'a uyma, birbirlerinden
ayrılmayan iki duygudur. Çünkü bir kalbe Allah korkusu girer-girmez peygamberin direktifleri uyarınca amel edip onun istemiş olduğu sistem üzere yol tutmak
ister.

Burada yüce Allah öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceğini ve hiçbir şeyin göz ardı edilmediği inceden-inceye hesaba çekilmenin olacağını vurgulamaktadır.

"Biziz, biz ki, ölüleri diriltiriz ve öne sürdükleri işleri ve bıraktıkları eserleri yazarız. Biz; her şeyi, apaçık bir kitaba yazmışızdır."

Ölülerin yeniden diriltilmesi uzun tartışmalara yol açan konulardan biri olmuştur. Bu surede konuyla ilgili çeşitli örnekler yer alacaktır. Yüce Allah onları
ikaz etmekte ve elleriyle yaptıkları her ameli ve amellerin geriye kalan iyi ve kötü sonuçlarının hepsinin yazılacağını, hiçbir şeyin hatırdan kaçırılıp
unutulmayacağını beyan ediyor. Ölüleri yeniden diriltecek olan yüce Allah'tır. Onların yaptıklarını ve amellerinin geriye kalan iyi ve kötü sonuçlarını
yazacak olanda O'dur. O'dur her şeyi sayıp tesbih edecek olan. O halde bütün bunların yüce Allah'ın kudret elinin üstlendiği her şeye uygun bir biçimde
gerçekleşmesi kaçınılmazdır.

Ayette geçen (El İmamu'l-Mübin) ve başka yerlerde geçen (levh-i mahfuz) ve benzeri deyimlerin doğruya en yakın açıklaması, bunların yüce Allah'ın başlangıcı
olmayan kadim ilim olmasıdır. Yüce Allah ilmi ile her şeyi kuşatandır.

İfadenin akışı, vahy, peygamberlik, yeniden dirilme ve hesaba çekilme konularını böyle bir açıklama üslubuyla sunduktan sonra, bir de dönüp bu iki konuyu
(vahy ve peygamberlik ile yeniden dirilme ve hesaba çekilme) hikaye tarzında sunmaktadır. Bu hikâye, yalanlama ve iman tabloları ile bunların akıbetlerini
gözler önüne sererek kalplerin derinliklerine işleyecektir.

13- İnsanlara, elçilerin geldiği şu kent halkını misal olarak anlat.

14- Biz onlara iki elçi gönderdik, onları yalanladılar, biz de elçileri üçüncü biriyle destekledik. Onlar "biz size gönderilen elçileriz" dediler.

15- Kentliler dediler ki; "siz de bizim gibi insansınız. Rahman'da bir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz. "

16- Elçiler dediler ki; "Rabb'imiz bilir ki, biz size gönderilmiş elçileriz. "

17- Bizim üzerimize düşen, yalnızca açıkça duyurmaktır.

18- Kentliler dediler ki; "doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer bu işten vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız ve bizden size acı bir azab
dokunur. "

19- Elçiler dediler ki; "uğursuzluk kendinizdendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi oldu? Hayır, siz aşırı giden bir kavimsiniz."

Kur'an kasaba sakinlerinin kimler olduğunu ve o kasabanın nasıl bir yer olduğunu belirtmiyor. Bu konudaki rivayetler birbiri ile aynı değildir. Dolayısı
ile bu rivayetlerin arkasına takılıp da koşmanın bir yararı yoktur.

Kur'an'ın o kasabayı açıklamayışı, kasabanın adını ve yerini belirtmeyişi, bunun vereceği derse ve mesaja bir güç katmayacağına delildir. Bundan dolayı
kasabanın adı ve yeri belirtilmemiş, doğrudan ibretin özüne ve esasına geçilmiştir. Yüce Allah bu kasabaya iki elçi gönderir. Tıpkı Hz. Musa ve kardeşi
Hz. Harun'u -selâm üzerlerine olsun- Firavun ve onun burjuvasına gönderdiği gibi, bu kasaba halkı gelen elçileri yalanlarlar. Bunun üzerine yüce Allah,
bu iki elçiyi bir üçüncüsünü göndererek takviye etti. O da kendisinin ve o iki elçinin yüce Allah'ın katından gelen elçiler olduklarını vurgular. Ve üç
elçi de davalarını sunarak çağrılarını yenilerler:

"Onlar; `Biz size gönderilen elçileriz' derler."

Burada kasaba halkı; onlara peygamberler ve peygamberlik tarihinde tekrarlana gelen itirazların aynısı ile karşı gelirler..

"Kentliler dediler ki; siz de bizim gibi insansınız. Rahman da bir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz."

Peygamberlerin insan olmasına karşı tekrarlanıp duran bu itirazda peygamberin görevini bilmemenin yanında, düşünce ve algılamanın da ne kadar sığ ve basit
olduğu apaçık görülmektedir. İnsanlar daima öteden beri peygamberin kişiliğinde gizemli bir sır olduğunu onun ve yaşantısının mitolojilerin ardında gizli
olacağını tahmin ediyorlardı. O kişi göğün yeryüzüne gönderdiği peygamber değil midir? O halde onu ütopik efsanevi perdeler nasıl olur da perdelemez? Bir
peygamber nasıl olur da, sade, açık, sır ve gizemden uzak bir kişilik sahibi olur? Çarşılarda, pazarlarda ve evlerde benzerlerine hep rastlanabilen normal
kişilik sahibi bir insan, nasıl olur da peygamber olabilir?

İşte düşünce basitliği ve sığlığı buna denir. Sır ve muammalar peygamberlik ve elçiliğin ayrılmaz niteliği değildir ki. Peygamberlik gerçeği böylesine basit
ve çocukça değildir. Ortada büyük ve dehşet dolu bir gerçek vardır. Fakat bu korkunç gerçek, yalın ve yaşanılan hayat içinde canlanmaktadır. Bu gizemli
gerçek şu insanlar arasından birine -Yüce Allah kendisini bu hayret verici vahyi alması için seçtiği zaman- göğün vahyini alabilecek ilâhi yeteneğin verilmesidir.
Bu bir peygamberin onların teklifi gibi melek olmasından çok daha ilginçtir.

Peygamberlik, insanların yaşayacağı ilâhi bir sistemdir. Peygamberin hayatı, bu ilâhi sistem uyarınca yaşanacak bir hayatın somut örneğidir. Peygamberin,
içinde yaşadığı insanları uymaya çağırdığı örnek... Bunlar insandır. O halde bu peygamberlerin, onlara uyacakları örnek bir hayatı sunabilmesi için, insan
olmaları kaçınılmazdır. Bundan dolayı Resulullah'ın hayatı ümmetinin gözleri önüne sergilenmiş bulunuyordu. Yüce Allah'ın ebedi Kitabı Kur'an bu hayatın
belli başlı özelliklerini en küçük ayrıntıları ve olayları ile kaydeder. Çünkü onun hayatı yüzyıllar ve çağlar boyu ümmetinin gözleri önüne serilmiş bir
sayfa niteliğindedir. Resulullah'ın kişisel ve aile yaşantısı sözünü ettiğimiz ayrıntılara birer örnektir. Hatta Kur'an, zaman zaman onun kalbinden geçirdiği
bazı duygu ve düşüncelere bile yer verir. Ki, bunları gelecek nesiller öğrensinler ve bu örneklerde kendileri gibi bir insan olan şu Peygamber'in kalbini
görsünler...

Fakat işin tuhafı açık aynı zamanda insanın kavramasına ve mantığına uygun olan bu gerçek insanoğlu tarafından itiraza konu olmuştur.

Şu kasaba halkı kendilerine gönderilen üç elçiye "Siz de bizim gibi insansınız." derler. Yani siz Allah elçisi değilsiniz demek istemektedirler. "Rahman
da bir şey indirmemiştir." Yani size indirdiğini iddia ettiğiniz vahyin ve bizi çağırdığınız davanın asli yoktur. "Siz sadece yalan söylüyorsunuz" Yalan
söylüyor ve peygamber olduğunu iddia ediyorsunuz. Doğru olduğuna gönülden inanan ve görevinin sınırlarını bilen peygamberlerin onlara verdiği cevap:

"Elçiler dediler ki; Rabb'imiz bilir ki, biz size gönderilmiş elçileriz." "Bizim üzerimize düşen, yalnızca açıkça duyurmaktır."

Şüphesiz Allah biliyor... Ve bu yeterlidir. Peygamberlerin görevi bildirmektir. Onu da yerine getirmişlerdir. Artık bundan sonra insanlar kendi davranışlarını
diledikleri gibi belirlemede ve davranışlarıyla istedikleri kadar günahı yüklenmekte serbesttirler. Peygamberlerle insanlar arasındaki ilişki sadece yüce
Allah'ın emrini bildirmekten ibarettir. Bildirme işlemi gerçekleşince, bundan sonrası tümüyle yüce Allah'a aittir.

Fakat yolunu sapıtmış ve peygamberi yalanlayan kişiler konuya böylesine açık, sade ve kolayca yaklaşmazlar. Hidayete davet edenlerin varlığına bile katlanamazlar.
Gururları kendilerini günah işlemeye teşvik eder. Hakk'ın karşısına ona karşı koymak için kaba ve sert yöntemlere çıkarlar. Çünkü batıl dayanıksızdır ve
çok kabadır.

"Kentliler dediler ki; "Doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer bu işten vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız ve bizden size acı bir azab
dokunur."

Diyorlar ki: Sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Sizin çağrınızdan dolayı kötülüğün isabet edeceğini zannediyoruz. Eğer bu davanızdan vazgeçmezseniz,
bizde susmayacağız ve davetinize engel olmak için her şeyi yapacağız. "Eğer bu işten vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız ve bizden size acı bir azab dokunur."

İşte batıla saplananlar zulümlerini böyle açığa vurmuşlar, davetçilere tehdit savurmuşlar, güvenle sunulan bu hak çağrısına karşı böylesine azmışlar, söz
ve düşüncelerinde böyle kaba olmuşlardır.

Fakat peygamberlerin omuzlarına yüklenen görev yollarına devam etmelerini gerektiriyordu.

"Elçiler dediler ki; uğursuzluk kendinizdendir."

Herhangi bir çağrının veya konunun uğursuz olduğunu söylemek cahiliye safsatalarından biridir. Peygamberler ise gönderildikleri topluma bu anlayışın hurafe
olduğunu, başlarına gelen iyilik veya kötülüğün dışlarından gelmediğini aksine bunun kaynağının içlerinde olduğunu, kendi düşüncelerinin ve davranışlarının
bir sonucu olduğunu, bu sebeple uğradıkları iyilik veya kötülüğün kendi ellerinde olduğunu ifade etmektedirler. Çünkü yüce Allah'ın bu konudaki iradesi
kulun kendisinin, tutumunun ve davranışlarının kanalından geçer ve bu yolla gerçekleşir. Şu halde kul kendi bedbahtlılığını kendisi ile birlikte taşır.
İşte değişmez ve sağlam temele oturan gerçek budur. Bazı insanları veya birtakım yerleri, ya da sözleri uğursuz saymak... Bütün bunlar anlaşılabilir bir
temele dayanmayan birer hurafeden ibarettir.

Peygamberler kasaba halkına "Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi oldu?"

Yani bizi taşa tutmanız ve bize işkence etmek isteyişiniz, size öğüt ve nasihatte bulunduğumuz için midir? Uyarmanın karşılığı bu mudur?

"Hayır, siz aşırı giden bir kavimsiniz."

Siz düşüncenizde ve olayları değerlendirmenizde ölçüyü kaçırıyorsunuz. Bunun için de öğüt ve uyarıya tehditle karşılık veriyor, hak yola çağrıya taşa tutma
ve işkence ile cevap veriyorsunuz.

DAVETTEN KESİTLER

Buraya kadar olan kesitler, kalpleri kapalı olanların peygamberlerin davetine karşı tutumlarını sergiliyordu. Bu sergilenen tutumlar, surenin ilk bölümünde
sözünü ettiği kalplerin canlı bir örneği ve orada çizilen insan tipinin bir görüntüsüdür.

Kur'an'à uyup, görmediği halde Rahman'dan korkan öbür insan tipine gelince, onun başka bir tutumu ve bunların davranışlarından ayrı bir davranışı vardır.

20- Kentin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: "Ey kavmim, elçilere uyun " dedi.

21- "Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar. "

22- "Ben niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Sizde O'na döndürüleceksiniz. "

23- "Onu bırakıp da tanrılar edinir miyim? Eğer rahman olan Allah bana bir zarar vermek isterse, o tanrıların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve onlar
beni kurtaramazlar. "

24- "O takdirde apaçık bir sapıklık içinde olurum. "

25- "Şüphesiz ben Rabb'inize inandım, beni dinleyin. "

Doğru ve gerçek bir çağrıya sağduyulu bir insanın katılmasıdır bu. Bu katılmada doğruluk var, sadelik var, sıcaklık var. Doğru kavrama, apaçık Hakkın güçlü
sesine ve etkisine uymak vardır.

İşte bu adam çağrıyı duymuş, kendi hemşerilerine söylediği gibi bu çağrının gerçek ve mantıklı olduğuna dair delilleri görmüş ve kabul etmiştir. Ve kalbi
asıl imanı yakalayınca bu gerçek, vicdanında harekete geçmiş ve artık onu gizleyememiştir. Çevresindeki sapıklığı, inkârcılığı ve azgınlığı göre göre,
inancını içine gömüp evine kapanmamıştır. Aksine vicdanına yerleşen ve düşüncesinde harekete geçen hak ile birlikte koşmaya başlamıştır. Bu hak ile hemşerilerine
koşmuştur.

Oysa onlar peygamberleri yalanlamakta, onlardan yüz çevirmekte ve onları korkutup tehdit savurmaktadırlar. Kasabanın bir ucundan kalkar bu adam. Kendi hemşerilerini
hakka çağrı görevini yerine getirmek istemektedir. Onları zulümden alıkoymak, peygamberlere karşı düşmanlık yaparak büyük günah işlemelerine engel olmak
istemektedir.

Bu kişi belli ki, mevki ve otorite sahibi biri değildir. İçinde yaşadığı toplumda önemli bir yeri ve kabilesi içinde nüfusu yoktur. Fakat kalbindeki dipdiri
inanç, onu şehrin bir ucundan ta öbür ucuna itiyor ve koşturuyordu.

"Kentin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi; `Ey kavmim, elçilere uyun' dedi."

"Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar."

Hiçbir ücret istemeden, hiçbir kazanç beklemeden böyle bir çağrıda bulunan bir kimse elbette doğrudur. Bir düşünelim. Bu kimse eğer yüce Allah'ın kendisine
verdiği görevi yerine getirmiyor değilse o halde nedir onu bu sıkıntıya iten faktör. Çağrının çilesine katlanmaya nedir onu iten? Alışmadıkları bir inanç
sistemi ile insanların karşısına dikilip mücadele etmeye nedir onu sevk eden?

Bu işten bir çıkar elde etmediği, onlardan bir ücret istemediği halde eziyetler, desiseler, alaylar ve işkencelere katlanmayı göze aldıran nedir? "Sizden
bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar?"

Onların doğru yolda olduğu çağrılarının niteliğinden belli... Çünkü onlar bir tek ilâha çağırıyorlar. Apaçık bir sisteme çağırıyorlar. İçinde ne hurafe
ne de belirsizlik olan bir inanç sistemine çağırıyorlar. Buna göre kendileri, sağlam bir çizgi ve dosdoğru bir yol tutmuşlardır. Sonra bu adam onlara kendinden
ve iman ediş nedenlerinden söz etmeye başlıyor. Kendi içinde uyanan ve yalın delilleri mesajı ile ikna olan fıtratın, sesine çağırıyor onları.

"Ben niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Siz de O'na döndürüleceksiniz." O'nu bırakıpta tanrılar edinir miyim? Eğer Rahman olan Allah bana bir zarar vermek
isterse, o tanrıların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve onlar beni kurtaramazlar." "O takdirde apaçık bir sapıklık içinde olurum."

Bu ifadeler yüce yaratıcıyı hisseden ve kendi varlığının yegane kaynağına bağlı fıtratın sorgulamasıdır. "Ben niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim?" Bu
doğal yoldan beni saptıran nedir? Çünkü insanın mizacı kendini yaratana tutkundur. İlk yönelişi O'nadır. O yoldan fıtratın dışında bir etken olmadıkça
sapmaz. Kendi doğal yapısından başka bir etken olmadıkça sapmaz. Kendi doğal yapısından başka bir etken olmadıkça eğrilmez o yoldan. Yaratıcıya yönelmek,
her şeyden daha uygun ve önceliklidir. Ve o kişi, nefsin doğal yapısının ve doğal yönelişinin dışında bir başka nesneye muhtaç değildir. İnanmış olan biri
bunu kalbinin derinliklerinde duyar. Ve bunu, kendini zorlamadan, dilini dolamadan, karmaşık ve süslü ifadeler kullanmaksızın açık ve yalın bir ifade ile
dile getirir.

Ve onları uyarmaya koşan bu mü'min de duru ve doğal yaratılışı ile tıpkı her şeyin aslına döneceği gibi, yaratılanın da sonunda yaratıcısına döneceğini
hissediyordu.

"Siz de O'na döndürüleceksiniz" diyordu.

Ve soruyordu: Beni yaratan ve sonunda dönüş ve varılacak yer olarak ancak kendi huzuru olan bir varlığa ne diye kulluk etmeyeyim? Ve onların da O'na döneceklerini
söylüyordu. O onların da yaratıcısıdır. Onlardan kulluk etmelerini beklemek O'nun hakkıdır. Daha sonra bu inanmış adam, benimsediği yara alışa uygun doğru
yola ters olan öbür yolun değerlendirmesini yapıyor.

"Onu bırakıp da tanrılar edinir miyim? Eğer Rahman olan Allah bana bir zarar vermek isterse, o tanrıların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve onlar beni
kurtaramazlar."

Yaratılanı yaratıcısına kulluğa çağıran, yaratılışın sesini bırakıp da hiçbir gereklilik ve sebep yok iken yaratıcıdan başkasına kulluk sunandan daha sapık
kimse var mıdır? Yaratıcıyı bırakıp da doğru yoldan ayrılarak sapıklığa düştüğü için yaratıcısı başına zarar getirmek istediğinde, o zararı başından savamayan
ve kendini koruyamayan zavallı sözde tanrılara yönelenden daha sapık bir kimse var mıdır?

"O taktirde apaçık bir sapıklık içinde olurum"

Şu anda bu inanmış adam, yaratılışın doğru, bilinçli ve apaçık dili ile konuşmakta ve yalanlayan tehditler savuran ve korkutmaya çalışan bu insanların yüzüne
son kararını haykırmaktadır. Çünkü onun kalbindeki sağduyunun sesi, her türlü tehdit ve yalanlamadan çok daha güçlüdür. "Şüphesiz ben Rabb'inize inandım,
beni dinleyin" Ve işte böylece, imanın içinde güven ve gönül huzuru taşıyan sözünü söylemiş ve onları da buna şahit tutmuştur. İnanmış adam bu sözü ile
onlara "siz de benim gibi söyleyin" demiş oluyor veya onlar ne derlerse desinler hiç de önem vermemiş oluyordu.

Ayetlerde bu konuda her ne kadar bir açıklık yoksa da, bu hikâyenin bundan sonraki ifade tarzından anlaşıldığına göre çok geçmeden bu adamcağız öldürmüşlerdir.
Yüce Allah dünyaya ve içinde olan her şeye, o topluma ve onların durumları üstüne bir perde çekmekte ve başka bir sahnenin perdesini açmaktadır. Yaratılışın
sesine uyup hak sözü haykıran ve bu sözü inkârcılarla işkencecilerin suratlarına bir şamar gibi çarpan bu şehidi görelim diye... Yüce Allah'ın kendisine
hazırlamış olduğu ikramı görelim diye... Samimi, cesur ve şehid mü'minin makamına yakışır hizmeti görelim diye... Ona cennete gir denince:

26- "O'na "cennete gir" denilince "Keşke kavmim bilseydi. "

27- "Rabb'imin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını" dedi.

Dünya hayatı ile ahiret hayatı birbirine bitişiktir. Ölüm fani alemden ebedi aleme geçiş ve mü'mini yeryüzünün darlığından kurtarıp cennetin genişliğine
ulaştıran bir adımdır... Batılın küstahlığından hakkın huzur ve emniyetine, zulmün tehdidinden cennet nimetinin esenliğine, cahiliyetin karanlıklarından
imanın nuruna kavuşturan bir adımdır ölüm...

İnanmış adamı görüyoruz. Yüce Allah'ın kendisine cennette bahşetmiş olduğu bağışlama ve ikramı görmüş ve kalbi hoş gönlü hoşnut olarak hemşerilerini hatırlamış
ve onların kendisini görmesini Rabb'inin kendisine bahşettiği hoşnutluk ve ikramı görmelerini, arzu etmiştir. Böylece hakkı tam anlasınlar istemiştir.

İşte imanın karşılığı böyle idi. İsyan ve azgınlığa gelince, yüce Allah'ın katında öylesine hafif, öylesine önemsiz ki, onları yok etmek için melek göndermeye
bile değmez. Alabildiğine güçsüzdür onlar.

28- Ondan sonra, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, zaten indirecekte değildik.

29- "Sadece korkunç bir ses oldu, hemen sönüp gittiler. "

Yüce Allah burada, onların durumlarının hakirliğini ve güçlerinin hiçliğini vurgulamak için, akıbetlerini uzun uzadıya anlatmıyor. Sadece bir tek çığlık
onların kökünü kazımaya yetmiştir. Ve burada yüce Allah perdeyi onların bedbaht, hakir ve aşağılık görüntüleri üzerine çekmekte ve kapatmaktadır.

22. CÜZÜN SONU

Birinci bölümde, İslamın çağrısına yalanlama ile karşılık veren müşriklerden, onlara gelen elçileri yalanlayan kasaba halkının hikâyesinden ve "hemen sönüp
gittiler" ifadesi ile sonlarını onlara bir örnek olarak verdikten sonra... Bu bölümde yüce Allah söze, hangi millet ve hangi dinden olursa olsun yalanlayanların
tutumlarını genel olarak ele almakta ve çağlar boyu insanlığın tablosunu gözler önüne sermektedir. Gözlerinin önünde geçip giden ve hesaplaşma gününe kadar
da bir daha geri dönmeyecek olan helak olmuş kimselerin akıbetlerini öğüt alarak doğru yola gelmeyen kullara, acıklı bir üslupla seslenmektedir. "Hepsi
toplandığı zaman huzurumuza getirileceklerdir."

Sonra da yüce Allah, görüp duydukları fakat duyarsızca yüz çevirdikleri evren delillerini sergilemeye geçmektedir. Bu deliller kendi üzerlerine çevrelerine
ve eski insanlık tarihlerine serpilmiştir. Fakat onlar yine de hissetmezler, kendilerine öğüt verildiğinde hiç aldırış etmezler.

"Zaten Rabb'inin ayetlerinden herhangi biri kendilerine geldiğinde onlardan hep yüz çevire gelmişlerdir."

Onlar inanmadıkları azabı hemen isterler:

"Ve `eğer doğru söylüyorsanız bu tehdit ettiğiniz azab ne zaman gelecek' diyorlar."

Onların bu acelecilikleri ve yalanlamaları sebebi ile yüce Allah, kıyamet sahnelerinden uzun bir tablo sunuyor ki, hemen gerçekleşmesini istedikleri sonlarını
sanki gözlerinin önünde duruyormuşçasına görsünler diye...

30- Yazık şu kullara! Kendilerine hangi elçi gelse, onu alaya alıyorlardı.

31- Görmediler mi kendilerinden önce nice nesilleri yok ettik. Onlar bir daha kendilerine dönüp gelmezler.

32- Hepsi toplandığı zaman huzurumuza getirileceklerdir.

Bu ayetteki "Hasret" sözcüğü, çok zor bir durum karşısında insanın elinden üzülüp yakınmaktan başka bir şey gelmediği zaman duyduğu iç tepkiyi, psikolojik
durumu ifade eder. Yüce Allah'ın kulları için üzülüp yanması düşünülemez. Fakat O, bu gibi kulların durumlarının, hayıflanmayı gerektirecek nitelikte olduğunu
ifade etmektedir. Çünkü onlar gerçekten sonu tehlikeli olan ve büyük belaları içeren esef verici durumdadırlar.

Ey yakınma ve pişmanlık! Gel şu kulların üstüne! Ellerine kurtulma fırsatı geçip de onu değerlendirmeyen, kendilerinden önce helak olanların akıbetlerini
görüp de ibret almayan ve faydalanmayan kimselerin üzerine zaman zaman yüce Allah rahmet kapılarını açıp da kendilerine peygamber gönderdiği halde, bu
bağıştan yüz çevirip yüce Allah'a karşı edepsizce davranan bu kulların gel üstüne... "Kendilerine hangi elçi gelse, onu alaya alıyorlardı."

"Görmediler mi kendilerinden önce nice nesilleri yok ettik.

Onlar bir daha kendilerine dönüp gelmezler." Akıp giden yıllar boyu ve uzun çağlar geçtiği halde geri dönmeyen o insanların helak olmalarında, evet bunda
düşünen kimse için öğüt vardır... Fakat bu zavallı kullar aynı sona doğru ilerledikleri halde düşünmüyorlar. Halbuki bu acıklı durum gibi hayıflanmaya
değer başka ne vardır ki?

Bir hayvan bile yanı başında kendi cinsinden birisinin ölümünü görünce sarsılır, korkusundan yerinde duramaz ve elinden geldiğince ondan kendini sakınmaya
çalışır. Ne oluyor bu insana ki, ard arda meydana gelen yok oluşları gözüyle gördüğü halde aynı helak yoluna isteyerek gidiyor. Gurur onu oyalıyor ve korkunç
akıbeti görmesine engel olup aldatıyor.

Çağlar boyu süregelen bu uzun felaketler zinciri gözler önüne serilmiş durumda, fakat kullar sanki kör gibi bunları görmüyorlar.

Helak olup gidenler, arkalarından gelen nesiller, tekrar geri dönmüyorlarsa, bu demek değildir ki, artık onların yakaları bırakılmış ve bir müddet sonra
hesaba çekilmekten kurtulmuşlardır.

"Hepsi toplandığı zaman huzurumuza getirileceklerdir."

33- Ölü toprak onlar için bir delildir. Biz onu dirilttik, ondan taneler çıkarırız da ondan yerler.

34- Orada hurma ve üzüm bahçeleri yarattık; orada çeşmeler akıttık.

35- Ki, onun ürününden ve ellerinin emeğinden yesinler. Hala şükretmiyorlar mı?

36- Allah ne yücedir ki, toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır.

Onlar peygamberi yalanlamakta, fakat yüz çevirenlerin akıbetlerini düşünmemekte ve onların gidip de dönmeyişlerinin ne anlama geldiğini idrak etmemektedirler.
Peygamber onları sadece Allah'a çağırıyor. Çevrelerinde var olan her şey onlara yüce Allah'tan söz etmekte, onu göstermekte ve O'nun varlığına tanıklık
etmektedir. İşte kendilerine yakın olan yeryüzü, onu cansız bir ölü halinde görmekteler, onda ne hayat var ne de hayatı oluşturan su... Sonra aynı yeryüzü
canlı taneler bitirmeye başlamış, hurma ve üzüm bahçeleri ile süslenmiş ve içinden su kaynakları çıkartmış, kısacası her tarafından hayat fışkırmaya başlamıştır.

Hayat öyle bir mucizedir ki, insan eli ona ulaşamaz. Ancak yüce Allah'ın kudret elidir ki, mucizeler yaratabilir ve ölü olan şeylerde canlandırmayı sağlayabilir.
Gerçekten yetişen bir ekini, hoş bahçeleri ve olgunlaşmış meyveleri görmek yüce Allah'ın yoktan var eden kudret elini görmek için insanın gözünü ve kalbini
açar. Bu öyle bir eldir ki, özgürlüğe ve ışığa çıkmak isteyen tohumun önündeki, toprağı yaran bu eldir. Körpe dalları yaprak ve meyvelerle süsleyen, çiçeği
açtırıp meyveleri olgunlaştıran ve "Ki, onun ürününden ve ellerinin emeğinden yesinler" koparılıp işlenmeye hazırlayan yine bu kudret elidir. İnsana çalışma
gücü veren sadece yüce Allah'ın elidir. Nitekim ekinlere de hayat ve gelişme gücü bahşeden yine O'nun elidir. "Hala şükretmiyorlar mı?"

Bu yumuşak ve nazik dokunuştan sonra yüce Allah onları kendi vicdanları ile baş başa bırakıyor ki, çeşitli bitki ve bahçeleri gözlerinin önüne koyup bilgi
sahibi yapan; ekinleri tıpkı insanlar ve hakkın da kendisinden başka hiçbir kimsenin bilgisi olmadığı daha nice varlıklar gibi çift çift yaratan Allah'ı
tesbih etsinler diye...

"Allah ne yücedir ki, toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır."

Bu tesbih tam zamanında ve yerinde gelmekte ve kendisi ile birlikte şu varlık aleminin gerçeklerinden büyük bir realite ortaya çıkmaktadır. Bu realite yaratma
kavramında "birlik"tir. Yasama ve otoritede "birlik"tir bu... Öyle ki, yüce Allah canlıları çift çift yaratmıştır... Bu konuda bitkiler de aynen insanlar
gibidir. Ve bunun dışındaki öteki canlılar da hep çifttir. "Onların bilmedikleri nice şeylerden" İşte bu birlik, insana yaratıcı kudret elinin, bir olduğu
izlenimini vermektedir. Sayısını ancak yüce Allah'ın bildiği bunca canlı yaratıklarda, şekilleri, hacimleri, türleri, cinsleri, özellikleri ve karakterleri
ayrı ayrı olmasına rağmen, yaratma kurallarını belirleyen işte bu kudret elidir. Kim bilir bu kural belki de cansızlara varıncaya kadar tüm evren için
geçerli bir kuraldır. Nitekim daha önceleri maddenin bölünebilen en küçük parçası olarak .bilinen atomun da çift, olduğu birbirine birleşen artı ve eksi
elektrik yüklü iki zıt ışından oluştuğu artık bilinmektedir. Yine bunun gibi, birbirine bağlı, birbirini çeken ve sanki bir ritim doğrultusunda adım yürür
gibi aynı yörüngede dönen binlerce yıldız çifti vardır.

Bu sıralananlar içinden hayat fışkıran ölü yerin yüce Allah hakkında delili idi. Buradan gökyüzünün deliline ve kulların gözleriyle gördükleri bu delil
ile ilgili manzaralara geçilecektir. Bu olağanüstü şeyleri ve mucizeleri meydana getiren yüce Allah'ın kudret elidir.

37- Gecede onlar için bir delildir. Gündüzü ondan soyup alırız, birden onlar karanlıkta kalıverirler.

38- Güneş'te yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, üstün ve bilen Allah'ın kanunudur.

39- Ay içinde bir takım yörüngeler tayin ettik. Nihayet o eğri hurma dalı gibi hilal olur da geri döner.

40- Ne güneş aya erişebilir, ne de gece-gündüzün önüne geçebilir. Hepsi belli bir yörüngede (felekte) yüzmektedirler.

Aydınlığın gizlenip, karanlığın bastırması ile gecenin geliş tablosu... (Gece ve gündüzün haftalarca ve aylarca sürdüğü kuzey ve güney kutbuna yakın yerler
hariç tutulursa) insanların yirmidört saat boyu her yerde gördüğü, tekrarlanıp duran bir tablodur. Bu, tekrar edip durmasına rağmen derince düşünmeyi sevk
eden ilginç bir tablodur.

Burada Kur'anın bu manzarayı ifade biçimi orjinaldir. Kur'an-ı Kerim gündüzü gece ile içiçe olarak canlandırmaktadır. Sonra yüce Allah gündüzü gecenin içinden
çekip alınca, onlar karanlığa gömülmektedirler. Herhalde biz meydana gelen olayı olduğu gibi kafamızda canlandırabilirsek bu eşsiz ifadenin altında yatan
sırrı anlayabiliriz. Yerküre güneşin karşısında kendi ekseni etrafında dönerken her noktası sırayla güneş almaktadır. Mesela bir nokta gündüz iken yerküre
dönmesine devam eder ve orası güneşten uzaklaşır. İşte söz konusu o noktadan gündüz çekilmiş ve oraya karanlık basmıştır. İşte bu realite düzenli olarak
her nokta için ard arda gerçekleşip durur. Sanki o noktadan gündüzün aydınlığı çekilmekte veya soyulmakta ve yerini karanlığa bırakmaktadır. Böylece bu
ifade şu evrene ilişkin bir realiteyi ince bir canlandırma ile bizlere sergilemektedir.

"Güneşte yörüngesinde akıp gitmektedir."

Güneş kendi ekseni etrafında döner. Önceleri güneşin sabit bir yerde kendi ekseni etrafında döndüğü zannedilirdi. Fakat sonra anlaşıldı ki, güneş yerinde
sabit değildir. Aksine hareket etmektedir. Gerçekten ve bil fiil gitmektedir. Şu korkunç uzay boşluğunda, astronomların hesabına göre saniyede oniki millik
bir hızla, bir yöne doğru akıp gitmektedir. Güneşi, onun yol alışını ve varacağı yeri çok iyi bilen yüce Rabb'i diyor ki: Güneş bir yere doğru yol alıp
gitmektedir. Güneşin ulaşacağı bu durağı ancak kendisi bilir. Kendisinden başka hiçbir kimse bilemez.

Bu güneşin kütlesinin şu yerküremizin hacminin bir milyon katı kadar olduğunu bu korkunç kütlenin uzayda hiçbir şeye dayanmaksızın hareket edip yol aldığını
düşünürsek, bu varlık alemini bilgi ve gücü ile yöneten yüce Allah'ın kudret sıfatını bir parça anlamış oluruz.

"Bu, üstün ve bilen Allah'ın kanunudur."

"Ay içinde bir takım yörüngeler tayin ettik. Nihayet o eğri hurma dalı gibi hilal olur da geri döner."

İnsanlar, Ay'ın bu konaklarını, safhalarını görmekteler. Ay, önce hilal olarak doğmaktadır. Sonra geceden-geceye büyür, nihayet dolunay olur. Sonra yeniden
küçülmeye başlar, neticede kuru hurma salkımı gibi yay şeklinde hilal haline gelir. Ayette geçen "urcun" yaş hurmanın dizildiği salkımdır. Ayı geceden-geceye
izleyen bir kimse, Kur'an'ın bu hayret verici ifadesinin inceliğini anlar. "Nihayet o eğri hurma dalı gibi hilal olur da geri döner" Özellikle bu "eski"
kelimesinin ifade ettiği ince anlam... Çünkü Ay, doğduğu ilk gecelerde hilaldir. Son gecelerinde yine hilaldir... Fakat birincide adeta güzel ve genç görünür.
Sonunda ise sanki zayıflamış rengi sarı, kederli ve kurumuş görünür. Kurumuş eski hurma dalının solgun halı gibi... O halde Kur'an-ı Kerim'in ayın safhalarını
bu hayret verici ve anlamlı ifade ile dile getirmesi bir tesadüf değildir.

Geceden geceye ayla birlikte yaşamak insanın içinde öyle taze, öyle yumuşak, öyle anlamlı, öyle derin duygular uyandırıyor ki... Ay'la birlikte yaşayan,
Ay'ın hareketlerini izleyen insan kalbi, gördüğü manzara karşısında etkilenmekten, duygulanmaktan ve güzelliği ve yüceliği var eden ve gök cisimlerini
bu sistem içinde yöneten kudret elinin büyüklüğünü görmekten kendini alamaz; İster Ay'ın izlediği bu yolların ve şekillerin altındaki gizliliği bilsin,
isterse bunları hiç bilmesin. Sadece görmek bile, kalbi duygulandırmak, düşünceyi coşturmak ve insanı düşünce ve tefekküre yöneltmek için yeterlidir...

Nihayet yüce Allah bu görkemli gök cisimlerine hakim olan bunların işleyişïndeki hassaslığı ve bütünlüğü düzene koyan evrenin hassas sistemini belirliyor:

"Ne Güneş, Ay'a erişebilir, ne de gece-gündüzün önüne geçebilir. Hepsi belli bir yörüngede (felekte) yüzmektedirler."

Her yıldızın veya gezegenin bir yörüngesi vardır ki, akışında veya dönmesinde o yörüngeden sapmaz. Bu yıldız ve gezegenler arasındaki uzaklık korkunçtur.
Bizim şu yerküremizle güneş arasındaki uzaklık doksanüç milyon mil olarak hesaplanmıştır. Ay'ın yeryüzüne uzaklığı 240.000 mildir. Bu mesafeler bu kadar
büyük olmakla birlikte, Güneş sistemimiz ile gökyüzündeki bize en yakın yıldız arasındaki uzaklık karşılaştırılırsa ifade edilemeyecek kadar büyük olduğu
anlaşılır. çünkü bu uzaklık dört ışık yılı olarak hesap edilmektedir. Işığın hızı ise saniyede, yüzbin seksenaltı mil olarak belirlenmiştir. (Yani bize
en yakın yıldız dörtyüz milyar mil uzaklıkta oluyor.)

Bu müthiş evreni yaratan Allah, yıldızların ve gezegenlerin yörüngeleri arasında bu korkunç mesafeleri belirlemiştir. Ve belirli zamanı gelene dek kendi
bilgisi ile onları çarpışmaktan korumak için evreni böyle tasarlayıp düzenlemiştir. O halde Güneş'in Ay'a yetişmesi asla düşünülemez. Gece de gündüzün
önüne geçemez. Onun yoluna dikilemez. Çünkü geceyi ve gündüzü oluşturan yerkürenin dönmesinde bir bozukluk olmaz. Dolayısı ile biri ne öbürünün önüne geçer
ne de yol alırken ona engel olur.

"Hepsi belli bir yörüngede (felekte) yüzmektedirler."

Bu uçsuz bucaksız uzayda hareket eden cisimlerin hareketi engin denizde yüzen geminin hareketine çok benzer. Ve bu cisimler çok büyük olmalarına rağmen
şu korkunç uzayda yüzen noktacıklar olmaktan öteye gidemezler...

İnsan şu sayısız yıldız ve gezegenleri seyre durunca uzaya serpilmiş, bu engin uzay deryasında yüzen... Ve onların kocaman kütleleri bu engin uzayda bir
hiç olan... işte insan bunları temaşa edince o kadar küçülüyor ki...

41- Onlar için bir delil de. onların çocuklarını dolu gemide taşımamız.

42- Ve kendilerine onun gibi binecekleri nice şeyler yaratmamızdır.

43- Dilersek, onları suda boğardık; ne yardımlarına koşan bulunur ve ne de kendileri kurtulabilirdi.

44- Ancak bizden bir rahmet ve belli bir süreye kadar yaşatma vardır.

İfadenin akışında yıldızlar ve yörüngelerinde yüzen gezegenlerle Ademoğlunun neslini taşıyan ve suda yüzen dolu-dolu gemiler arasında çok hoş bir uyum vardır...
Görünümlerinde bir uyum vardır... Her ikisinin de yüce Allah'ın emrine boyun eğmelerinde ve hem denizde hem de uzayda yüce Allah'ın kudreti ile onları
yüzdürmesinde bir ilişki vardır.

Bu da önceki gibi insanların görüp de üzerinde iyice düşünmeden geçtiği ayet ve delillerden biridir. Hatta eğer gözlerini bu olay ve delillere açsalar,
kendilerine daha yakın ve anlaşılması daha kolaydır. Herhalde burada sözü edilen dolu gemi, insanlığın ikinci atası olan Nuh'un gemisi olsa gerek. Ki,
o gemi Hz. Adem'in neslini taşımıştı. Sonra yüce Allah onun benzeri olan ve deryaları yara yara yol alan şu gemileri verdi onlara...

Bütün bunlar, yüce Allah'ın kudreti, evrene hükmeden, onu yöneten ve gemileri suyun yüzünde yüzdürmek için belirlemiş olduğu tabiat kanunlarıdır. Gemileri
suda yüzdüren etmenler; o gemilerin özellikleri, suyun özellikleri, rüzgarın ve buharın özellikleri, atomdan veya atom dışı güç kaynaklarından çıkan enerjidir.
Bütün bunlar yüce Allah'ın emri ve yaratması sayesindedir.

"Dilersek, onları suda boğardık; ne yardımlarına koşan bulunur ve ne de kendileri kurtulabilirdi."

Bir gemi ne kadar ağır, ne kadar büyük ve yapısı ne kadar sağlam olursa olsun bu engin sularda rüzgârın önündeki bir kuş tüyüne benzer. Eğer yüce Allah'ın
rahmeti olmasa gemi gecenin veya gündüzün bir anında helak olup mahvolur gider. Deniz yolculuğuna çıkan kimseler, denizi ister yelkenli ile geçsinler,
ister okyanusları aşan transatlantik türü gemilerle geçsinler, yine de denizin dehşetini, onun korkunç tehlikesi ve karşı koyulamaz kabarmasına karşı emniyetten
yoksun olmanın ne demek olduğunu anlarlar. Ve gökte ve yerde kendisinden başka hiçbir elin tutamadığı azgın boynunun o kutsal rahmet elinin dizginlediği
bu dehşetli yaratığın ortasında yol alırken dalga ve kasırgalar arasında yegane kurtarıcının yüce Allah olduğunu hissederler. Bu da Hakim ve Habir olan
yüce Allah'ın takdiri uyarınca, belirlenen süre doluncaya ve takdir edilmiş zaman gelinceye kadar belli bir süreye kadar "yaşatma vardır" devam eder.

Bunca açık delillere rağmen, bazı kullar inkârlarına devam ediyorlar. Bir türlü gözleri Hak yola yönelmiyor, kalpleri uyanmıyor, alaylar yalanlamalar ve
peygamberlerin ikaz ettiği azabı hemen istemeye devam ediyorlar:

45- Onlara; "geçmişinizden ve geleceğinizden sakının, belki esirgenmenizden umulur" dendiği zaman yüz çevirirler.

46- Zaten Rabb'inin ayetlerinden herhangi biri kendilerine geldiğinde onlardan hep yüz çevire gelmişlerdir.

47- Onlara; "Allah'ın size verdiği rızıktan sarf edin" denilince inkâr edenler inananlara; "Allah dileseydi, doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım?
Siz gerçekten sapıtmış kimselersiniz?"

48- Ve "eğer doğru söylüyorsanız bu tehdit ettiğiniz azab ne zaman gelecek " diyorlar.

Başlı- başına bu ayetler, onların kalplerinde bir ilgi, yönelme duyarlılık ve korku uyandırmıyor. Oysa sadece bu ayetler, açık olan bir kalbin titremesine
ve sarsılmasına yol açabilir ve o kalbi bu varlığa, her sayfası yaratıcının büyüklüğüne, ince takdir ve idaresine işaret eden bu varlık kitabına bağlar.
Fakat gözleri kapàlı olanlar bunları görmezler. Görseler bile düşünmezler. Bununla birlikte yüce Allah -rahmetinin bir eseri olarak- kendilerini ikaz eden,
eğiten ve şu evrenin ve şu varlık dünyasının Rabb'ına çağıran bir peygamberden yoksun bırakmaz onları... Ancak onlar bu delillere dikkat etmezlerse attıkları
her adımda o tehlikenin içinde bulurlar kendilerini... Ancak nereye yönelseler kendilerini çepeçevre kuşatan kainat ayetlerine ek olarak Kur'an ayetleri
de peş peşe gelmektedir onlara... Fakat onlar bununla birlikte basiretsizliklerine şaşkınca devam etmektedirler...

"Onlara; `geçmişinizden ve geleceğinizden sakının, belki esirgenmeniz umulur' dendiği zaman yüz çevirirler."

"Zaten Rabb'inin ayetlerinden herhangi biri kendilerine geldiğinde onlardan hep yüz çevire gelmişlerdir."

Onlar, fakir fukarayı doyurmak için kendi mallarından harcamaları istenildiğinde alaylı bir eda ve kırıcı bir tavırla:

"Allah dileseydi, doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım?"derler.

Kendilerini iyiliğe, yardıma çağıran kimselere dil uzatırlar:

"Siz gerçekten sapıtmış kimselersiniz."

Onların bu konuyu böylesine kupkuru ve duygudan yoksun bir şekilde algılamaları yüce Allah'ın hayatlarında geçerli olan kanunlarını bilmediklerini gösteriyor.
Oysa yüce Allah'dır herkesi doyuran, O'dur herkesin rızkını veren kulların yeryüzünde elde ettikleri rızıkların tümü O'nun yaratmasının sonucudur. Onlar
kendileri için o rızıklardan hiçbir şey yaratamadıkları gibi, aslında hiçbir şeyi yaratmaya da güçleri yetmez... Fakat bu yeryüzünde hayatın düzenli olması
için yüce Allah'ın iradesi şöyle tecelli etmiştir: İnsanların bir takım ihtiyaçları olacak, bu ihtiyaçlarını ancak çalışıp çabalamakla, toprağı ekip biçmekle,
yeryüzünün ham maddelerini işlemekle, yeryüzünün servetlerini bir yerden diğerine nakletmekle, toprağın bereket ve ürünlerini elden ele değiştirip karşılığında,
mal para ya. da zamanı ve yerine göre değişik olan değerlerin alış-verişi ile gidereceklerdir... Yine yüce Allah'ın iradesi, uyarınca şu yeryüzünde halifeliğin
ihtiyaçlarının tam ve mükemmel olmasının gereği, insanlar farklı kabiliyet ve yeteneklerde yaratılmışlardır. Bu halifelik sadece mal ve rızık toplamak
yeteneğine muhtaç değildir. Aksine yeryüzünde insan cinsinin halifeliğinin temel gereklerini gerçekleştirmek için başka yeteneklere de muhtaçtır. Mal ve
rızık toplama kabiliyeti olmasa. da olur.

Yüce Allah'ın insanoğluna bahşettiği halifeliğin ihtiyaçları ve gerçekleri için, sonra da her ikisinin sonucu olarak menfaat ve rızıkların el değiştirdiği,
üretimden elde edilen pay ve hisselerin birbiriyle çeliştiği ve birbiriyle mücadele ettiği bu engin hayat sahnesinde... İşte bu sahnede insanların sahip
olduğu rızıklar, aynı oranda değildir... Aslında insanoğlunun yeryüzünde halifeliğinin doğal bir sonucu olan bu farklılığın hayat ve toplumu sarsma noktasına
varmaması içindir. İşte bu gaye ile İslam zorunlu ve kişisel olarak ortaya çıkan bir takım aksaklıkları servet sahiplerinin mallarından bir kısmını alıp
yoksullara vermek ve onların yiyecek ve ihtiyaçlarını karşılamak sureti ile düzeltmiştir. Bu kadarcık bir yardımla birçok fakir ve zenginin gönlü eşit
olarak ıslah olmakta ve düzelmektedir. İslam bu alınan miktara zekât demiştir. Ve zekata, temizlik anlamı vermiştir. Ve yine onu bir ibadet kabul etmiştir.
Ve İslam orjinal olarak kurmuş olduğu erdemli toplumunda zenginlerle fakirleri bu zekâtla birbiriyle kaynaştırmıştır.

Yüce Allah'ın hayattaki gizli hikmetlerini anlamaktan mahrum olanların

"Allah dileseydi, doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım?" demeleri,kendilerini harcamaya çağırılanlara "Siz gerçekten sapıtmış kimselersiniz" diyerek
dil uzatmaları ... İşte asıl onların bu sözleri yüce Allah'ın kanunun içyüzünü kavramaktan, hayatın hareketini; bu hareketin büyüklüğünü; insanların kabiliyet
ve yeteneklerinin birbirine benzemediği ve bu sebeple ellerindeki mal ve rızıkların farklı-farklı olduğunu anlayamamaları, o gayenin yüceliğini kavramaktan
uzak ve derin bir sapıklık içinde olduklarını gösterir.

İslam her kişiye fırsat eşitliğini garanti eden bir sistem getirmiştir. Sonra da halifelik için gerekli olan çeşitli faaliyetleri kendi temiz akışında bırakmış,
bu faaliyetlere izin vermiştir. Sonra da bu serbestlikten doğabilecek kötü sonuçları kendi koruma yöntemleri ile düzeltmiştir.

Son olarak, onların vaad hakkındaki şüpheleri ve 'tehdit karşısındaki alayları yer almaktadır:

"Ve `eğer doğru söylüyorsanız bu tehdit ettiğiniz azab ne zaman gelecek' diyorlar."

Yüce Allah'ın vaadi ne insanların istemesi ile erken gelir, ne de onların istemesi ile geri kalır. Her şey yüce Allah'ın katında bir ölçüye göredir. Ve
her iş belirlenmiş olan vaktine bağlıdır. Tüm olaylar, yüce Allah'ın her şeyi yerli yerine koyan her olayı kendi zamanına yerleştiren şu evrenin içinde
olan eşya ve canlıların levh-i mahfuzda takdir edilmiş biçimde akıp gitmesini sağlayan, ezeli hikmetine uygun olarak tam zamanında meydana gelir...

Yukarıda geçen inkârcı sorunun cevabına gelince, bu cevap kıyamet sahnelerinin birinde gelmektedir. Onlar bu sahnede bu vaadin ne zaman gerçekleşeceğini
değil nasıl gerçekleşeceğini görecekler.

49- Çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek çığlığı beklerler.

50- O zaman, artık ne vasiyet edebilirler ne de ailelerine dönebilirler.

51- Sur'a üflenince, kâbirlerinden Rabb'lerine koşarak çıkarlar.

52- Dediler; "vah bize, bizi yarattığımız yerden kim kaldırdı? İşte Rahman'ın vadettiği şey budur. Demek peygamber doğru söylemiş. "

53- Sadece bir tek nara olur, hemen onların hepsi huzurumuza getirilirler.

54- O gün, hiç kimseye bir haksızlık yapılmaz ve siz ancak yaptığınızın cezasını çekersiniz.

Yalancılar soruyorlar: "Ve eğer doğru söylüyorsanız bu tehdit ettiğiniz azab ne zaman gelecek diyorlar." Ve bu soruya çarpıcı bir sahne cevap olarak gelmektedir...
Diri olan her şeyi yıldırım gibi vuran, hayatı ve hayatta kalanları bitiren bir çığlık...

"Çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek çığlığı beklerler." "O zaman artık ne vasiyet edebilirler ne de ailelerine dönebilirler."

Bu çığlık onlar hayat sahnesinde mücadele ve didişmeye daldıkları, o çığlığı hiç ummadıkları ve onu hiç de hesaba katmadıkları anda ansızın gelip yakalar...
Artık onlar bitmiştir... Herkes bulunduğu durum üzeredir. Geride bıraktığını kimseyi devredemez, ailesine dönüp de bir tek kelime bile söylemez. Onlar
neredeler? Onlar da aynen kendisi gibi oldukları yerde toplanmışlardır.

Bir süre sonra Sur'a üflenir. Ve derhal kâbirlerinden silkinip kalkarlar. Dehşet ve korku içinde birbirlerine sormaya başlarlar: "Dediler; vah bize, bizi
yattığımız yerden kim kaldırdı?" Sonra şaşkınlıkları bir nebze yatışınca, olup biteni anlayıp kavrarlar: "İşte Rahman'ın vadettiği şey budur. Demek peygamberler
doğru söylemiş." derler.

Bu sesleniş, duyulur duyulmaz... Birden şu aklı başından gitmiş, şaşkın, perişan ve dehşet içinde kalmış bir durumda, insan yığınları hızlı adımlarla Rabb'inin
huzuruna gitmektedirler. "Sadece bir tek nara olur, hemen onların hepsi huzurumuza getirilirler." Ve saflar düzenlenir. Göz açıp kapayıncaya kadar ses
hızıyla ilâhi huzurda herkes hazır hale gelir. Ve birden yüce karar mahşerin havası, hesaba çekilménin ve gerekli karşılığı görmenin dehşeti içinde herkese
ilan edilir: "O gün hiç kimseye haksızlık yapılmak ve siz ancak yaptığınızın cezasını çekersiniz."

Her üç sahnenin büyük bir hızla gerçekleşmesi ile, apaçık olan vaad günü hakkında tereddüt ve şüpheye düşenlere verilen red cevabı arasında bir uyumluluk
vardır.

Sonra ilâhi ifadenin akışı, müminlerin hesaba çekilme manzarasını canlandırmamakta ve hemen onların elde ettikleri nimetleri sergilemektedir.

55- Doğrusu bugün, cennetlikler eğlence ile meşguldürler.

56- Kendileri ve eşleri gölgelerde, koltuklara yaslanmışlar.

57 Orada her çeşit meyve onlar içindir. Bütün arzuları yerine getirilir.

58- Merhametli olan Rabb katından onlara selâm vardır.

Bugün cennetlikler, içinde yüzdükleri nimetlerle meşguldürler, lezzet içinde mutlu, cennet meyvelerini tatmakta ve yemektedirler. Ve onlar gölgeler altında
cennetin serin meltemi ile dinlenmektedirler. Ve rahatlık ve içinde, kendileri ve eşleri tahtlar üzerinde yaslanmaktadırlar. Orada her türlü meyve ve diledikleri
her şey onlarındır. Ve bu güzel ağırlama ve nimetlerle karşılamanın yanında bir de kerim olan Rabb'lerinden elde ettikleri, doğrudan doğruya rahmeti çok
geniş olan Rabb'lerinin sözü olan "selâm" onlarındır.

MAHŞERDEN BİR TABLO

59- "Ey suçlular, bugün şöyle ayrılın. "

60- "Ey insanoğulları, size and vermedim mi?" Şeytana tapmayın o sizin apaçık düşmanınızdır.

61- "Bana tapın doğru yol budur. "

62- And olsun ki, o sizden nice nesilleri saptırmıştır, akletmez misiniz?

63- İşte bu, söze vaad edilen cehennemdir.

64- İnkârınızdan dolayı bugün oraya girin.

65- O gün ağızlarını mühürleriz, elleri bize söyler ayakları yaptıklarına şahitlik eder.

Gerçekten onlar hakâret ve azarlamaya uğruyorlar. "Ey suçlular, bugün şöyle ayrılın" Müminlerin uzakta şöyle ayrılın bakalım: "Ey insanoğulları, size and
vermedim mi? Şeytana tapmayın o sizin apaçık düşmanınızdır."

Burada onlara "Ey Ademoğulları" diye hitab edilmesinde ne büyük bir azarlama vardır. Çünkü şeytan babalarını cennetten çıkarmıştır, sonra onlar şeytan kendilerine
apaçık bir düşman olduğu halde tutup ona uymuşlardır. "Bana tapın, doğru yol budur" Bana ulaşan ve benim hoşnutluğuma götüren yol bu yoldur.

Ve sizler, içinizden bir çok nesilleri yoldan çıkaran düşmanınızdan sakınmadınız. "Akletmez misiniz?"

Ve bu çetin ve aşağılayıcı durumun sonunda, yüce Allah kınama ve aşağılama üslubu içinde elemli cezayı onlara açıklamaktadır:

"İşte bu, size vaad edilen cehennemdir." "İnkârınızdan dolayı bugün oraya girin."

Bu sahne, eziyet verici tablo ve içerdiği bölümlerle kalmıyor. Aksine yüce Allah, onların durumlarını sergilemeye devam ediyor. İşte hayret verici yeni
bir sahne ile karşı karşıyayız!

"O gün ağızlarını mühürleriz, elleri bize söyler, ayakları yaptıklarına şahitlik eder."

Böylece onların kendi parçası kendilerini rezil eder ve organları aleyhlerine tanıklık eder. Ve bütün benliği parça parça olup, birbirini yalanlamaya başlar.
Her organ tek başına Rabb'ine döner ve her organ yaratıcısına teslim olmak üzere O'na döner.

Bu gerçekten hayret verici, korkunç bir tablodur. Bunu hissedebilen kalpler korkudan yerinden oynar.

İşte sahne böylece son buluyor. Onların hiç bilmedikleri ve beklemedikleri şekilde dilleri bağlı, elleri konuşmakta ve ayakları tanıklık etmekte. Eğer yüce
Allah dileseydi onlara daha başka türlü davranırdı. Ve onlara dilemiş olduğu daha başka belalar verebilirlerdi... İşte burada yüce Allah, şayet dileseydi
verebileceği iki çeşit belayı sergiliyor.

66- Dilersek, gözlerini kör ederdik de, yol bulmaya çakşırlardı. Nasıl görebilirlerdi.

67- Dileseydik kılıklarını değiştirip onları oldukları yerde dondururduk, ne ileri gidebilir, ne de geri dönebilirdi.

Bu iki tabloda bela ve musibet kadar alay ve istihza vardır. Alay yalanlayanlara, istihza ise "Ve eğer doğru söylüyorsanız bu tehdit ettiğiniz azab ne zaman
gelecek" diyerek alaya alanlardır.

Birinci tabloda inkârcılar tamamen kördürler. Sonra bu kör halleriyle sıratta koşmakta, onu geçmek için ileri atılıp kalabalık oluşturmakta yarışan körler
gibi, birbirlerini çiğnemekte ve çarpışıp düşmektedirler. "Nasıl görebilirlerdi"

İkinci tabloda ise oldukları yerde donakalmış, biraz önce kör halleriyle koşmaya çalışan ve yolda düşüp kalkan bu insanlar bu kez, ileri geri kımıldayamayan
heykeller dönüşmüşlerdir.

Gerçekten bunlar her iki tabloda da,. biblo ve oyuncak gibi alay ve eğlenceyi çağrıştıran bir halde görünmektedirler. Kendileri de bir zamanlar ilahi tehdidi
hafife alır ve alay ederlerdi.

Bütün bunlar, acele ettikleri belirli gün gelince olacaktır. Eğer onlar yeryüzünde kendi hallerine bırakılıp, vaad edilen belirli güne ulaşmadan kendilerine
bir mühlet verilse de uzun yıllar yaşasalar, öyle bir belaya girerler ki, artık bir an önce ölüp kurtulmayı kendileri isterler. Bu bela kocayıp yaşlanmaktır.
Sonra bunamaktır, şuur ve düşüncede tersine dönmektir... İşte onların gide gide varacakları nokta budur.

68- Kime uzun ömür versek, onun yaratılışı baş aşağı çevirir, gücünü azaltırız, sonunda ihtiyarlar, zayıflar. Akıllarını kullanmıyorlar mı?

İhtiyarlık tekrar çocukluğa dönüştür. Fakat bu yaşlanmış çocukta, çocukluğun tatlılığı ve sevimli masumluğu yoktur. İhtiyar adam sürekli geriler bildiklerini
unutur, sinirleri zayıflar, akli dengesi zayıflar, direnci kırılır ve nihayet çocuğa döner. Fakat çocuğun peltekleri sevimlidir. Her çocukça davranışında
insanın kalbi hoşlanır, gülümsemekten kendini alamaz. Oysa ihtiyar öyle değildir. O hoş görülmez. Onun dil sürçmesi daha ancak yaşlılığına acınarak hoş
görülebilir. Artık uzun senelerin belini büktüğü kocamış bir ihtiyarın çocuksu hareketi ve ahmaklığı sevimli değil, olsa olsa gülünç olur.

Bu akıbette de öbürü gibi, yüce Allah'ın doğru ve şerefli iman nimetini vermediği inkârcıları beklemektedir.

Sure bu son kesitinde şimdiye kadar ele alıp çözümlediği bütün konuları gözden geçirmektedir. Vahy konusu ve vahyin niteliği, ilâhlık, Allah'ın birliği
konusu... Yeniden dirilme ve mahşer konusu... Sure bu konuları, derin, etkili ve güçlü örneklerle birlikte parça parça kesitler halinde sunmaktadır bizlere...
Bütün bunların hedefi ise, şu evrende her şeyi yapan ve her işin anahtarını elinde tutan yüce Allah'ın kudret elini vurgulamaktır. Ve nihayet surenin sonundaki
ayette bu espri, yoğun bir biçimde somutlaşmaktadır.

"Her şeyin hükümranlığı elinde olun ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah mühezzehtir." (Yasin Suresi, 83)

İnsanlar için hayvanları yaratıp, onları kendilerine boyun eğdiren ve yarattıklarını benzersiz yaratan işte bu güçlü eldir. İnsanoğlunu bir spermadan yaratan
bu eldir. Çürümüş kemikleri ilkin yoktan var ettiği gibi, yeniden canlandıracak olan bu eldir. Yeşil ağaçtan ateş çıkaran da bu eldir. Gökleri ve yeri
benzersiz yaratan bu eldir. Ve son olarak şu varlık aleminde her şeyin sahibi yine bu eldir. İşte bu son kesimin esas dayanağı budur.

69- Biz Muhammed'e şiir öğretmedik, zaten ona gerekmezdi. Bu bir öğüt ve apaçık Kur'an'dır.

70- Diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de azab hak olsun.

Vahy konusu surenin başında geçmişti: "Yasin" "Hikmetli Kur'an'a andolsun" "Sen elbette gönderilmiş peygamberlerdensin" "Dosdoğru bir yol üzerinde" "Bu
Kur'an üstün ve çok merhametli Allah tarafından indirilmiştir." "O Kitap sana, ataları uyarılmamış, bu yüzden kentlileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu
uyarman için indirilmiştir." (Yasin Suresi, 1-6)

Şimdi ise surenin başındaki ayetlerin benzeri olan bu ayetler gelmektedir. Kureyşli müşriklerin bir kısımının peygamberi şair ve getirmiş olduğu Kur'an'ı
"Şiir" diye nitelemelerine karşılık vermektedir. Oysa Kureyş'in büyükleri için, durumun hiç de öyle olmadığı ve Muhammed'in getirdiği mesajın onların dillerinde
alışık olduklarından başka bir şey olduğu aşikârdı. Oysa Kur'an ile şiiri birbirinden ayırd edemeyecek kadar gafil değillerdi. Ancak bu yaptıkları bu yeni
dine ve onu getirene karşı halkın arasında açmış oldukları propaganda savaşından başka bir şey değildi. Onlar, bu mücadelerinde ki, propagandası belki
halk Kur'an'ı şiirle birbirine karıştırabilirler diye Kur'an'ın etkileyici, edebi üslubuna dayanmakta idi.

Yüce Allah burada, Resulullaha şiir öğrettiği iddiasını reddetmektedir. O öğretmediğine göre, kim öğretebilir şiiri ona? Hiç kimse Allah'ın kendisine öğrettiğinden
başka bir şey bilemez.

Sonrada yüce Allah "Zaten ona gerekmezdi" diyerek ona şiirin yakışmadığını ifade ediyor.

Şiirin kendine özgü, peygamberlikten ayrı bir yolu vardır. Şiir duygusal bir tepkidir. Ve bu tepkiyi ifade etmektir. Tepki ise şekil değiştirir, durumdan
duruma değişebilir, peygamberlik ise sabit, değişmez bir yol, sırat-ı müstakim üzere bir çizgidir. Peygamberlik, yüce Allah'ın şu varlık alemine hakim
olan değişmez kanunlarına uyar. Bu yol, şiirin bir hal üzere kalmayan yenilenip duran iç tepkilerine göre değişmesi gibi gelip geçici duygulara göre değişmez.

Peygamberlik, sürekli yüce Allah ile irtibat, onun vahyini direkt olarak almak ve hayatı Allah'a yöneltmek için sürekli bir gayrettir. Oysa şiirin -en yüksek
mertebesinde bilen- insanın anlayışı yetenekleri ile sınırlı olan düşünceleri ve insan olması sebebiyle nisbi güzellik ve olgunluğa yönelik özlemleridir.
Şiir bu, en yüksek mertebesinden daha aşağı basamaklara düşünce artık duygusal tepkiler ve iç güdülerden öteye gidemez. Bu tepkiler öylesine alçalır ki,
artık bir vücut çığlığı ve kanın kaynaması şeklini alır. Peygamberlik ile şiirin niteliği temelde birbirinden farklıdır, Bu şiir en yüksek mertebesinde
yeryüzünden yükselen özlemler iken peygamberlik özünde gökten inen bir hidayettir.

"Bu bir öğüt ve apaçık Kur'an'dır." Zikir ve Kur'an... Bunlar aynı şeyin iki niteliğidir. Kur'an görev açısından "Zikir" dir. Okunması bakımından "Kur'an"dır.
O yüce Allah'ı zikirdir. Kalb bununla meşgul olur. O, aynı zamanda okunan ve insanın dilinin kendisi ile meşgul olduğu Kur'an'dır. Belli bir görevi yerine
getirmek için indirilmiştir O.

"Diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de azab sözü hak olsun."

Kur'an'ın ifadesi, küfürü "hayat"ın karşısına koymakta ve onun ölüm olarak değerlendirmekte ve kalbin iman etmeye yetenekli olmasını "hayat" kabul etmektedir.
Ve Kutsal ifadeler, bu Kur'an'ın görevini, peygambere indirilerek kendilerinde "Hayat" olanları uyarmak ve uyarını da yarar sağlaması olarak açıklamaktadır.

Kâfirlere gelince, uyarıcının sesini duymayan "ölü"lerdir. Onlar, açısından Kur'an'ın görevi azabı hak ettiklerini tescil etmekten ibarettir. Çünkü yüce
Allah, peygamberlik mesajı kendisine ulaşıp da sonra o kişi delile rağmen küfre girip bu küfrü için elinde geçerli bir gerekçe ya da delil olmaksızın helak
olmayı hak etmedikçe hiçbir kimseye azab etmez.

İşte insanları, bu Kur'an karşısında iki zümre olduklarını böylece öğrenmiş olmaktadırlar. Bir grup çağrıya uymakta, onlar "diri"dirler, bir grup uymamakta,
onlar ise "ölü"dürler. Bu iki grup cezayı ve azabı hak ettiklerini öğrenmiş oluyorlar.

Bu bölümün ikinci kesitinde Allah'ın birliği ilkesi, insanların özlemleri ve yaratıcının onlar şükretmediği halde onlara verdiği nimetler açısından ele
alınmaktadır.

71- Kudretimizle kendileri için hayvanlar yarattığımızı görmediler mi?

72- Onları kendilerine boyun eğdirdik, işte binekleri onlardandır ve onlardan yiyorlar.

73- Onlarda daha nice faydalar, içecekler vardır. Şükretmezler mi?

74- Belki kendilerine yardım edilir diye Allah'dan başka tanrılar edindiler.

75- Oysa onlar yardım edemezler, ancak kendileri o tanrılara koruyuculuk için nöbet beklerler.

76- Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyoruz.

Görmezler mi?.,. İşte burada yüce Allah'ın ayeti gözlerini önünde durmaktadır. Ne uzaktır, ne ıraktır ve ne de derin düşünüp tefekkür etmeyi gerektirecek
kadar kapalıdır. Bu ayet, yüce Allah'ın kendileri için yarattığı, onları kendilerine mal ettiği bazılarına binmek, bazılarının etini yemek ve sütünü içmek
ve onlardan daha daha çeşitli şekillerde yararlanmak için kendilerine boyun eğdirildiği irili-ufaklı hayvanlardır.

Bütün bunlar, yüce Allah'ın kudreti, insanlara ve hayvanlara çeşitli özellikler bahşetmesi sayesindedir. Ki, böylece yüce Allah insanlara, o hayvanları
kendilerine boyun eğdirme çalıştırma ve onlardan yararlanma gücü vermiş ve hayvanları da boyun eğen, yararlı olan ve insanın bir çok ihtiyacın yerine getiren
bir karakterde yaratmıştır. Bunların hiçbirini yapmaya insanın gücü yetmez. İnsanlar bir araya gelip yardımlaşsalar bir sineğe bile yaratamazlar. Kendilerine
boyun eğme özelliği vermediği bir tek sineği bile emirleri altına alıp kendilerine boyun eğdiremezler.

"Şükretmezler mi?"

İnsan konuya bu gözle ve Kur'an-ı Kerim'in yaydığı şu ışığın altında bakarsa, derhal yüce Allah'ın bol nimetlerine boğulmuş bulur kendini. Kendisi çevreleyen
her şeyde görünen çok bol nimettir bu. Bu nimetler bazen bindiği hayvan veya yediği bir parça et ya da bir yudum süt, veyahut bir parça yağ veya peynir
olur. Veya kıl, yün ya da deve tüyünden yapılmış giydiği elbise... Ve daha neler neler... Yüce yaratıcının varlığını, rahmetini ve nimetini hissettiren
vicdanı bir dokunuştur bu... Ve bu hüküm çevresinde elinin dokunduğu her nesneyi ve şu kocaman evrende canlı veya cansız, kullandığı her şeyi kapsar. Böyle
birinin tüm hayatı yüce Allah'ı tesbih etmeye, O'na hamd etmeye ve gece-gündüz O'na ibadete dönüşür.

Fakat insanlar şükretmiyorlar. Bunca nimetlerle birlikte insanların, içinde yüce Allah'ı bırakıp puta tapanlar vardır.

"Belki kendilerine yardım edilir diye Allah'tan başka tanrılar edindiler." "Oysa onlar yardım edemezler, ancak kendileri o tanrılara koruyuculuk için nöbet
beklerler."

Eskiden tanrı diye tapılan şeyler putlar, ağaçlar, yıldızlar, melekler ve cinlerdi... Gerçi putçuluk günümüze kadar yeryüzünün bazı yörelerinde sürüp gelmiştir.
Fakat bu tanrılara tapmayanlar Allah'ın birliği ilkesine tam olarak bağlanmamışlardır. Onların şirki bugün yüce Allah'ın gücünden başka bir takım asılsız
güçlere iman etmeleri ve Allah'dan başka birisine dayanmaları şeklinde kendisine göstermektedir. Şirk çeşit çeşittir. Zaman ve yerin değişmesi ile şekil
değiştirir.

Bu tanrılara kendileri yardımı ile zafer elde etmek için tapıyorlardı onlar... Oysa bunlara kimse düşmanca saldırmasın veya kötülük etmesin diye bizzat
kendileri bu sözde tanrıları korumaktaydılar, kendileri onların askerleri olmuş, kendilerine yardımlarına hazır bekliyorlardı. "Oysa onlar yardım edemezler,
ancak kendileri o tanrılara koruyuculuk için nöbet beklerler."

İşte bu, düşüncenin ve tefekkürün saçmalıkta son sınırı idi. Şu kadar var ki, bugünkü insanların çoğu bu basitlikten ancak şeklen kurtulmuşlardır. Bugün
azgın ve zalimleri tanrılaştıranlar bu çeşit çeşit putlara tapanlardan geri kalmış değillerdir. Onlar da azgınların muhafız askerleridirler. Kendilerine
gelecek her tehlikeyi savan ve azgınlıklarına arka çıkan onlardır. Ve onlar aynı zamanda da azgınlığa baş eğmektedirler.

Putçuluk çeşitli şekilleri içinde özde aynı putçuluktur. Saf Allah birliği inancı herhangi bir şekilde sarsıldı mı hemen putçuluk gelir. Şirk gelir, cahiliyet
gelir. İnsanlık için ilâhlığı sadece bir olan Yüce Allah'ı tanıyan, ibadeti sadece O'na sunan, sadece O'na yönelip güvenen, itaat ve tazimi sadece O'na
gösteren saf Allah'ın birliği inancından başka kurtuluş yolu yoktur.

"Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyoruz."

Bu sesleniş yüce Allah'ı bırakıp ta tanrılar edinen, şükretmeyen, O'nu zikretmeyen kimselerle karşı karşıya olan peygamberdir. Hedefi ise onların karşısında
peygamberin kalbine güven vererek huzurunu sağlamaktır. Onlar yüce Allah'ın ilmi açısından ayan beyan ortadadırlar. Bütün kurdukları ve yapabilecekleri
onun gözünün önündedir. Onlar için Resulullah'ın üzerine düşen bir şey yoktur. Onların durumları kadir olan kudret sahibi için ortadadır, gizli değildir.
Yüce Allah onları ardlarından çevirip kuşatmıştır. Böylece onların durumu çok zayıf ve önemsiz olmuştur. Allah'a güvenen bir mü'minin duyacağı bir tehlikeleri
kalmamıştır artık... Çünkü bir mü'min bilmektedir ki, yüce Allah onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da ve yine bilir onlar yüce Allah'ın avucunun
içinde, gözünün önündedirler, de onlar farkında değillerdir.

YARA'TILIŞ VE DİRİLİŞ

77- İnsan, bizim kendisini nasıl bir nutfeden (sperm) yarattığımızı görmedi mi? Ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi.

78- Kendi yaratılışını unutarak "çürümüş" kemikleri kim yaratacak"diyerek bize misal vermeye kalkar.

79- De ki; "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilir.

80- O size yeşil ağaçtan ateş yaptı da siz ondan yakıyorsunuz.

81- Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaz mı? Elbette yaratır. O, çok bilen yaratıcıdır.

82- Bir şey dilediği zaman. O'nun buyruğu sadece, o şeye "Ol" demektir, hemen olur.

83- Her şeyin hükümranlığı elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah münezzehtir.

Bu kesin insanoğlunu bizzat kendisi ile ilgili kendi özelliği ile ilgili bir realite ile yüz yüze getirerek söze başlıyor. Bu realite onun kendi hayatında
bizzat kendisinin gördüğü gözü ile ve hisleri ile tekrar-tekrar tanık olduğu gibi onun doğmasını ve gelişmesini canlandırmaktadır. Sonra da insanoğlu kalkıp
bu realitenin anlamına dikkat etmemekte ve bundan yüce Allah'ın ölüp yok olduktan sonra yeniden dirilme ve mahşere gelme vadinin doğruluğuna dair bir delil
çıkarmamaktadır.

"İnsan bizim kendisini nasıl bur nutfeden (sperma) yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi?"

İnsanın yakın "aslı" olduğuna kuşku duymadığı bu sperm nedir? Bir kıyamet ve değeri olmayan bayağı bir damla sudur O. İçinde binlerce hücre olan bir damla
su... İşte bu, binlerce embriyona dönüşen hücre Rabb'i ile mücadele eden, cedelleşen ve O'ndan kanıt ve delil isteyen insan haline geliyor.

Yaratıcı gücün kendisi bu spermadan o apaçık hasmı var ediyor... İnsanın başlangıcı ile sonu arası alınan yol ne kadar da uzundur... İnsan çürüyüp toprağa
karıştıktan sonra bu kuvvetin kendisini yeniden diriltip mahşere getirmesini bu kuvvet için üstesinden gelinemez çok büyük bir olay mı görüyor?

"İnsan, bizim kendisini nasıl bir nutfeden (sperma) yarattığımızı görmedi mi, şimdi apaçık bir hasım kesildi? "Kendi yaratılışını unutarak "çürümüş kemikleri
kim yaratacak" diyerek bize misal vermeye kalkar."

Şu sadeliğe bakın, Şu fıtratın diline bakın. Yakın ve görülen gerçeğin, realitenin mantığına.

Çürüyüp dağılmış bir kemikten, bir sperm damlası daha mı canlı, daha mı güçlü veya daha mı değerlidir? O spermadan meydana gelmemiş midir? O spermandan
meydana gelmemiş midir insanoğlu? Bu sperm değil midir ilk varoluşu bu spermi insana çeviren ve sonra da apaçık bir hasım kılan yüce Allah'ın çürümüş kemikleri
yeni bir canlı yaratık haline getirmeye gücü yetmez mi?

Bu iş üzerinde soru sorulmayacak kadar açık ve kolaydır yüce Allah için. O halde uzun boylu tartışmaya ne gerek var?

"De ki; "onları ilk defa yaratan diriltecek. O her yaratmayı bilir."

Sonra yüce Allah, yaratıcı kudretin niteliği ve sahip oldukları şeylerden gözlerinin önünde ve ellerinin altındaki eşyada olan eseri hakkında onlara biraz
daha açıklamada bulunuyor.

"O size yeşil ağaçtan ateş yaptı da siz ondan yakıyorsunuz."

İlk anda o basitçe yapılan bir gözlem, bu harikanın doğruluğu hakkında insanı ikna edebilir... Gaflet içinde bakıp geçtikleri harikanın... Şu suyu doymuş
yemyeşil ağacın birbirine sürtünerek ateş çıkarması ve sonra da onun körpe ve yeşermiş bir dal olduktan sonra şu ateşe yakıt olması harikası... Yemyeşil
bir ağacın emdiği Güneş enerjisinden depoladığı, suya kanmış ve yeşile boyanmış olduğu halde onu koruduğu ve yanması ile olduğu gibi sürtünmesi ile de
ateşin doğduğu ısının mahiyetine dair gelişmiş ilmi bilgi... İşte bu bilgi bu harikayı daha açık ve daha net bir şekilde ortaya koyuyor. Ağaca bu özelliği
veren, her şeye karakterini veren ve sonra da onu fonksiyonunu yapmaya yönelten yüce yaratıcıdır. Ancak biz insanlar, eşyayı ve olayları bu açık gözle
göremiyor, onu bilinçli his ile ölçüp tartmıyoruz. Dolayısı ile de eşya bizlere hayret verici esrarını göstermiyor, varlığı yaratan o yüce yaratıcıya ulaştırmıyor.
Bizler eşyayı gönlümüzü ve kalbimizi açsak, onlar da bizlere sırlarını açardı... Ve onlarla birlikte sürekli bir ibadet ve tesbih ile yaşadık.

Sonra yüce Allah kudretini gösteren delilleri, sergilemeye ve yaratma ile insanlığı tümüyle yeniden diriltme konularını, kolay anlaşılır örneklerle bizlere
sunmaktadır.

"Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratamaz mı? Elbette yaratır. O, çok bilen yaratıcıdır."

Gökler ve yeryüzü, hassas, dehşet veren hayret verici bir yaratık varlıktır... Şu milyonlarca cins ve türde canlılarla ortaklaşa yaşadığımız ve sonra da
ne hacmi ne de mahiyeti hakkında bir bilgi elde edemediğimiz, bugüne kadar çok az şey bildiğimiz şu yeryüzü... İşte bu yeryüzü, güneşin ışığı ve ısısı
ile yaşayan bu yeryüzü onun uydularından küçük bir uydudur.

Güneş ise, kendisinin de üyesi ve yakın dünyamızı oluşturan bir galakside yüz milyon yıldızdan sadece biridir. Ve daha birçok galaksiler veya yakın dünyamız
gibi dünyalar vardır. Astronomi bilginleri ellerindeki kapasitesi sınırlı teleskopları ile bu galaksilerden yüz milyon galaksi saymışlardır. Bu uzmanlar
dürbün ve gözetleme araçlarının daha da gelişmesi ile rakamın daha da artacağı beklentisi içindedirler. Bizim galaksimizle ya da dünyamızla onu izleyen
galaksi arasında, yediyüz ellibin ışık yılı uzaklık vardır. (Bir ışık yılı, yirmi altı milyar mil olarak hesaplanmıştır) Bunlardan başka daha bir takım
büyük yoğunlaşmış gaz kütleleri olduğu ve bu gezegenlerin de o kütlelerin parçaları olduğu tahmin edilmektedir. Bizim dar ve sınırlı bilgi alanımıza sığabilen
kısım işte bunlardır.

Sayılarà sığmayan bu gezegenlerin her birinin döndüğü bir yörüngesi vardır. Yeryüzünün tıpkı güneş çevresinde yörüngesi olduğu gibi, bunların çoğunluğunun
yörüngesi olan uyduları vardır. Ve bunların tümü çok hassas ve normal olarak dönmesini ve akmasını sürdürmektedir. Bir an durmadan ve hareketlerinde aksama
olmadan... Yoksa görülen şu evren paramparça olur ve şu uçsuz bucaksız uzayda yüzen bu korkunç kütleler birbiriyle çarpışmaya başlarlardı.

Bu sayılara sığmayan milyonlarca kütlelerin sanki birer zerre gibi içinde yüzdüğü uzay boşluğunu ise anlamaya ve anlatmaya çalışmayacağız. Çünkü bu insanın
başını döndüren bir iştir.

"Gökleri yeri yaratan, onların benzerlerini yaratamaz mı?"

Bu hayret verici ve korkunç yaratıklara göre insanların yaratılması nedir ki? "Elbette yaratır. O, çok bilen yaratıcıdır."

Fakat yüce Allah, şunu, bunu, ve başkalarını külfetsiz ve zahmetsiz yaratır. Ona göre büyüğün yaratılması ile küçüğün yaratılması arasında fark yoktur.
"Bir şey dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, o şeye "Ol" demektir. Hemen olur."

Bu şey, ister gök olsun, ister yeryüzü. İster sivrisinek olsun, ister karınca, bu ve o, yüce Allah'ın sözü karşısında eşittir. "Ol" Hemen oluverir.

Ortada zor ve kolay diye bir şey yoktur. Uzak yakın diye de bir şey yoktur. Bir şeyin yaratılması için o şey ne olursa olsun, yüce iradenin onun yaratılmasına
sadece yönelmesi yeterlidir. Ancak yüce Allah konuları birtakım yollarla ins2lnlara yaklaştırıyor ki, o konuları kendi insani ve sınırlı ölçülerine vurup
anlayabilsinler...

Bu kesitte surenin son vurgulaması geliyor. Varlık alemi ile bu varlığı yaratan arasındaki ilişkinin gerçek niteliğini canlandıran vurgular.

"Her şeyin hükümranlığı elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah münezzehtir."

Meleket (Mülk) kelimesi, bu kalıbı itibarı ile, bu ilişkinin aslını büyütüp yöneltiyor. Varlık alemindeki her şeye mutlak bir sahiplik ilişkisi... Ve şu
varlık alemindeki her şeyi tutan hakimiyet ilişkisi.

Sonra O'na yalnız O'nadır dönüş ve varış...

Bu son cümle, yapılan şu dehşetli gezintiye, surenin tümüne ve içine bütün ayrıntıları alabilecek olan bu büyük gerçeğe dair, surenin ele almış olduğu konulara
uygun düşen bir bitiş vurgulamasıdır.

Yasin Suresi Arapçası




بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
يس {1} وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ {2} إِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ {3} عَلَى
صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ {4} تَنزِيلَ الْعَزِيزِ الرَّحِيمِ {5} لِتُنذِرَ قَوْماً مَّا
أُنذِرَ آبَاؤُهُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ {6} لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلَى أَكْثَرِهِمْ
فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ {7} إِنَّا جَعَلْنَا فِي أَعْنَاقِهِمْ أَغْلاَلاً فَهِيَ إِلَى
الأَذْقَانِ فَهُم مُّقْمَحُونَ {8} وَجَعَلْنَا مِن بَيْنِ أَيْدِيهِمْ سَدّاً
وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدّاً فَأَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ {9} وَسَوَاء
عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ {10} إِنَّمَا تُنذِرُ
مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمَن بِالْغَيْبِ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ
وَأَجْرٍ كَرِيمٍ {11} إِنَّا نَحْنُ نُحْيِي الْمَوْتَى وَنَكْتُبُ
مَا قَدَّمُوا وَآثَارَهُمْ وَكُلَّ شَيْءٍ أحْصَيْنَاهُ فِي إِمَامٍ مُبِينٍ {12}
سورة يس (36) ص 441
وَاضْرِبْ لَهُم مَّثَلاً أَصْحَابَ الْقَرْيَةِ إِذْ جَاءهَا الْمُرْسَلُونَ {13}
إِذْ أَرْسَلْنَا إِلَيْهِمُ اثْنَيْنِ فَكَذَّبُوهُمَا فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ فَقَالُوا إِنَّا
إِلَيْكُم مُّرْسَلُونَ {14} قَالُوا مَا أَنتُمْ إِلاَّ بَشَرٌ مِّثْلُنَا وَمَا أَنزَلَ
الرَّحْمن مِن شَيْءٍ إِنْ أَنتُمْ إِلاَّ تَكْذِبُونَ {15} قَالُوا رَبُّنَا يَعْلَمُ إِنَّا
إِلَيْكُمْ لَمُرْسَلُونَ {16} وَمَا عَلَيْنَا إِلاَّ الْبَلاَغُ الْمُبِينُ {17}
قَالُوا إِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْ لَئِن لَّمْ تَنتَهُوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُم
مِّنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ {18} قَالُوا طَائِرُكُمْ مَعَكُمْ أَئِن ذُكِّرْتُم
بَلْ أَنتُمْ قَوْمٌ مُّسْرِفُونَ {19} وَجَاء مِنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ رَجُلٌ
يَسْعَى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَلِينَ {20} اتَّبِعُوا مَن
لاَّ يَسْأَلُكُمْ أَجْراً وَهُم مُّهْتَدُونَ {21} وَمَا لِي لاَ أَعْبُدُ الَّذِي
فَطَرَنِي وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ {22} أَأَتَّخِذُ مِن دُونِهِ آلِهَةً إِن
يُرِدْنِ الرَّحْمَن بِضُرٍّ لاَّ تُغْنِ عَنِّي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئاً وَلاَ
يُنقِذُونِ {23} إِنِّي إِذاً لَّفِي ضَلاَلٍ مُّبِينٍ {24} إِنِّي آمَنتُ
بِرَبِّكُمْ فَاسْمَعُونِ {25} قِيلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَ قَالَ يَا لَيْتَ قَوْمِي
يَعْلَمُونَ {26} بِمَا غَفَرَ لِي رَبِّي وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُكْرَمِينَ {27}

الجزء الثالث والعشرون

 سورة يس (36) ص 442
وَمَا أَنزَلْنَا عَلَى قَوْمِهِ مِن بَعْدِهِ مِنْ جُندٍ مِّنَ السَّمَاءِ وَمَا
كُنَّا مُنزِلِينَ {28} إِن كَانَتْ إِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ خَامِدُونَ
{29} يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِ مَا يَأْتِيهِم مِّن رَّسُولٍ إِلاَّ كَانُوا بِهِ
يَسْتَهْزِئُون {30} أَلَمْ يَرَوْا كَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُم مِّنْ الْقُرُونِ
أَنَّهُمْ إِلَيْهِمْ لاَ يَرْجِعُونَ {31} وَإِن كُلٌّ لَّمَّا جَمِيعٌ لَّدَيْنَا مُحْضَرُونَ
{32} وَآيَةٌ لَّهُمُ الْأَرْضُ الْمَيْتَةُ أَحْيَيْنَاهَا وَأَخْرَجْنَا مِنْهَا حَبّاً
فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ {33} وَجَعَلْنَا فِيهَا جَنَّاتٍ مِن نَّخِيلٍ
وَأَعْنَابٍ وَفَجَّرْنَا فِيهَا مِنْ الْعُيُونِ {34} لِيَأْكُلُوا مِن ثَمَرِهِ
وَمَا عَمِلَتْهُ أَيْدِيهِمْ أَفَلَا يَشْكُرُونَ {35} سُبْحَانَ الَّذِي
خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنبِتُ الْأَرْضُ وَمِنْ أَنفُسِهِمْ
وَمِمَّا لَا يَعْلَمُونَ {36} وَآيَةٌ لَّهُمْ اللَّيْلُ نَسْلَخُ مِنْهُ النَّهَارَ
فَإِذَا هُم مُّظْلِمُونَ {37} وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَّهَا
ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ {38} وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى
عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ {39} لَا الشَّمْسُ يَنبَغِي لَهَا أَن تُدْرِكَ
الْقَمَرَ وَلَا اللَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ وَكُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ {40}

وَآيَةٌ لَّهُمْ أَنَّا حَمَلْنَا ذُرِّيَّتَهُمْ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ {41} وَخَلَقْنَا
لَهُم مِّن مِّثْلِهِ مَا يَرْكَبُونَ {42} وَإِن نَّشَأْ نُغْرِقْهُمْ فَلَا صَرِيخَ لَهُمْ
وَلَا هُمْ يُنقَذُونَ {43} إِلَّا رَحْمَةً مِّنَّا وَمَتَاعاً إِلَى حِينٍ {44} وَإِذَا
قِيلَ لَهُمُ اتَّقُوا مَا بَيْنَ أَيْدِيكُمْ وَمَا خَلْفَكُمْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ {45}
وَمَا تَأْتِيهِم مِّنْ آيَةٍ مِّنْ آيَاتِ رَبِّهِمْ إِلَّا كَانُوا عَنْهَا مُعْرِضِينَ
{46} وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ أَنفِقُوا مِمَّا رَزَقَكُمْ اللَّهُ قَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا
لِلَّذِينَ آمَنُوا أَنُطْعِمُ مَن لَّوْ يَشَاءُ اللَّهُ أَطْعَمَهُ إِنْ أَنتُمْ إِلَّا فِي
ضَلَالٍ مُّبِينٍ {47} وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
{48} مَا يَنظُرُونَ إِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً تَأْخُذُهُمْ وَهُمْ يَخِصِّمُونَ
{49} فَلَا يَسْتَطِيعُونَ تَوْصِيَةً وَلَا إِلَى أَهْلِهِمْ يَرْجِعُونَ {50}
وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَإِذَا هُم مِّنَ الْأَجْدَاثِ إِلَى رَبِّهِمْ يَنسِلُونَ
{51} قَالُوا يَا وَيْلَنَا مَن بَعَثَنَا مِن مَّرْقَدِنَا هَذَا مَا وَعَدَ الرَّحْمَنُ
وَصَدَقَ الْمُرْسَلُونَ {52} إِن كَانَتْ إِلَّا صَيْحَةً
وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَّدَيْنَا مُحْضَرُونَ {53} فَالْيَوْمَ لَا تُظْلَمُ
نَفْسٌ شَيْئاً وَلَا تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ {54}


إِنَّ أَصْحَابَ الْجَنَّةِ الْيَوْمَ فِي شُغُلٍ فَاكِهُونَ {55} هُمْ وَأَزْوَاجُهُمْ
فِي ظِلَالٍ عَلَى الْأَرَائِكِ مُتَّكِؤُونَ {56} لَهُمْ فِيهَا فَاكِهَةٌ وَلَهُم
مَّا يَدَّعُونَ {57} سَلَامٌ قَوْلاً مِن رَّبٍّ رَّحِيمٍ {58} وَامْتَازُوا الْيَوْمَ
أَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ {59} أَلَمْ أَعْهَدْ إِلَيْكُمْ يَا بَنِي آدَمَ أَن لَّا
تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ {60} وَأَنْ اعْبُدُونِي
هَذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ {61} وَلَقَدْ أَضَلَّ مِنكُمْ جِبِلّاً كَثِيراً
أَفَلَمْ تَكُونُوا تَعْقِلُونَ {62} هَذِهِ جَهَنَّمُ الَّتِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ
{63} اصْلَوْهَا الْيَوْمَ بِمَا كُنتُمْ تَكْفُرُونَ {64} الْيَوْمَ نَخْتِمُ
عَلَى أَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَا أَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ أَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا
يَكْسِبُونَ {65} وَلَوْ نَشَاء لَطَمَسْنَا عَلَى أَعْيُنِهِمْ فَاسْتَبَقُوا
الصِّرَاطَ فَأَنَّى يُبْصِرُونَ {66} وَلَوْ نَشَاء لَمَسَخْنَاهُمْ
عَلَى مَكَانَتِهِمْ فَمَا اسْتَطَاعُوا مُضِيّاً وَلَا يَرْجِعُونَ
{67} وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِ أَفَلَا يَعْقِلُونَ {68}
وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنبَغِي لَهُ إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْآنٌ مُّبِينٌ
{69} لِيُنذِرَ مَن كَانَ حَيّاً وَيَحِقَّ الْقَوْلُ عَلَى الْكَافِرِينَ {70}


أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّا خَلَقْنَا لَهُمْ مِمَّا عَمِلَتْ أَيْدِينَا أَنْعَاماً فَهُمْ لَهَا
مَالِكُونَ {71} وَذَلَّلْنَاهَا لَهُمْ فَمِنْهَا رَكُوبُهُمْ وَمِنْهَا يَأْكُلُونَ {72}
وَلَهُمْ فِيهَا مَنَافِعُ وَمَشَارِبُ أَفَلَا يَشْكُرُونَ {73} وَاتَّخَذُوا
مِن دُونِ اللَّهِ آلِهَةً لَعَلَّهُمْ يُنصَرُونَ {74} لَا يَسْتَطِيعُونَ
نَصْرَهُمْ وَهُمْ لَهُمْ جُندٌ مُّحْضَرُونَ {75} فَلَا يَحْزُنكَ قَوْلُهُمْ
إِنَّا نَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ {76} أَوَلَمْ يَرَ الْإِنسَانُ أَنَّا
خَلَقْنَاهُ مِن نُّطْفَةٍ فَإِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُّبِينٌ {77} وَضَرَبَ لَنَا
مَثَلاً وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِي الْعِظَامَ وَهِيَ رَمِيمٌ {78}
قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ
{79} الَّذِي جَعَلَ لَكُم مِّنَ الشَّجَرِ الْأَخْضَرِ نَاراً فَإِذَا أَنتُم
مِّنْهُ تُوقِدُونَ {80} أَوَلَيْسَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ
بِقَادِرٍ عَلَى أَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُم بَلَى وَهُوَ الْخَلَّاقُ الْعَلِيمُ {81}
إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئاً أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ {82}
فَسُبْحَانَ الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ {83}


Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.


Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...