5/02/2010

Risale-i Nur Külliyat’ında Ahirzaman Alametleri ve Fitneleri

Risale-i Nur Külliyat’ında   Âhirzaman Alametleri ve Fitneleri


ÖNSÖZ
Vicdanı tamamen tefessüh etmemiş herkesin dehşetini hissettiği bu felaketli devrelere Kur’an ve Hadis lisanında fitne denilir.


Hikmet-i Ezeliyenin iktizasıyla bizler insanlığın böyle bir devresinde dünya misafiri olmuşuz.


Bir müslümana düşen vazife, bu fitne-i âhirzamanı tanımak ve ona karşı tedbir almaktır.


Yoksa başını devekuşu gibi gaflet kumuna sokmak ve etrafında olan bitenlere hiç aldırmamak o ateşlere düşmek ve yanmak demektir.


Bu fitnelerin zuhuruna sebeb olan Gizli İfsad Komiteleri kimlerdir? Gerek şahs-ı manevi-i dalalet gerek dehşetli dinsiz şahıslar bilinmelidir ki, tedbir alınabilsin.


Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin işaret ettiği gizli komitelerin her devirde temsilcileri vardır, "derin"lerde gezen bu komitelerin mahiyeti nedir?


Bu gizli dinsizlik akımlarına karşı cihad sahası neresidir. Bunlar bilinmediği zaman din adına yapılan hizmetler
den netice almak hem zorlaşır hem yanlış metodlardan dolayı mesul oluruz.


GİRİŞ
Âhirzaman fitnesinin dehşetli ifsadatın­dan üm­meti ikaz eden çok rivayetler vardır. Ancak bu riva­yetlerin çoğu müteşabihat nevin­den olduğu için yani herkesin anlayabile­ceği kadar açık olmadığın­dan, ilimde rasih olan­la­rın, bil­hassa asrın imamının bu rivayet­le­rin mânâ ve maksadlarını açık­laması ge­rekiyor. Bu sebeple de eserimizde topladığımız ba­hislerin ve izahların çok bü­yük kısmını Risale-i Nur eser­le­rinden alıp tertip ettik. Çünki, çok mes’e­lelerde olduğu gibi bu mes’e­lede de Risale-i Nur müellifinin söz sahibi ol­duğu hususunda ka­t’i ka­naatımız vardır. İslâm ilim dünyasında da aynı ka­naatın çok tereşşu­hatları görülmüştür ve görülü­yor.


Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur eserlerinde âhir­zaman fitnesi, Deccal, Süfyan gibi kıyamet alâmetleri hak­kındaki çok mes’ele­leri ele almış, ikna edici delillerle ve hiç çe­kinmeden ve tam bir fedaî olarak ortaya çıkıp büyük ve geniş çapta mu­vaffakiyet kazanmıştır. Bu mu­vaffakiyet hak­kında Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:


«…Bizler gibi binler adam hapse girse hattâ idam olsalar, Din-i İslâm cihetiyle yine ucuz­dur…» (Şualar sh: 339)


Âhirzaman fitnesinden ikaz için gelen ri­vayetler (hadisler) açıkça bu felaketi bildirse daha iyi ol­maz mı idi? diye bir sual ha­tıra gelebilir. Bu mes’elenin hikme­tini Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan ediyor:


«İman ve teklif, ihtiyar dairesinde bir imti­han, bir tecrübe, bir müsabaka olduğun­dan, per­deli ve derin ve tetkik ve tecrübeye muh­taç olan nazarî meseleleri el­bette bedihî olmaz. Ve her­kes ister istemez tasdik edecek derece­de za­rurî olmaz. Tâ ki, Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyî­ne çıksın­lar ve Ebu Cehil’ler esfel-i sâfilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mucizeler seyrek ve nâdir verilir. Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıya­met ve eşrât-ı saat, bir kısım müte­şabihat-ı Kur’âniye gibi kapalı ve tevilli oluyor. Yalnız, gü­neşin mağripten çıkması bedahet de­re­cesinde herkesi tasdike mecbur et­tiğinden, tevbe ka­pısı kapanır, daha tevbe ve iman makbul ol­maz. Çünkü, Ebu Bekir’ler Ebu Cehil’ler ile tas­dikte be­raber olurlar. Hattâ Hazret-i İsa Aleyhis­selâmın nüzûlü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm ol­duğu, nur-u imanın dik­katiyle bilinir; herkes bilemez. Hattâ Deccal ve Süfyan ([1]) gibi eşhâs-ı müthişe,([2]) kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar.» (Şualar sh: 579)


«Mehdi, Süfyan gibi âhirzamanda gele­cek eş­has­ları çok zaman evvel hattâ Tabiîn zama­nında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar...


O eşhasın şahs-ı manevîsine veya temsil et­tik­leri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşha­sın zâtla­rında ta­sav­vur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı hâ­rika çık­tıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki de­miş­tik: Bu dünya tec­rübe([3]) meyda­nıdır. Akla kapı açılır, fa­kat ihtiyarı([4]) elinden alınmaz. Öyle ise o eşhas,([5]) hattâ o müdhiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ ken­disi de bidayeten([6]) Deccal oldu­ğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle, o eşhas-ı âhirzaman tanılabi­lir.» (Sözler sh: 343)


FİTNENİN LÜGAT MÂNÂSI
Bir madenin hâlisini, özünü, karışığın­dan ayır­mak için ateşe tutmaktır. Onun için mebdei, mihnet ve ibtilâ; münte­hası, imtihan ve ihtibar (deneme) ve temyiz mânâ­sınadır.


Kur’anda fitne, mezkûr mânâ çerçevesinde ve muh­te­lif makamlarda hayli geçmektedir.


Risale-i Nur eserlerinde de, fitne keli­me­sinin geç­tiği yerler çoktur. Bunlardan birkaç kısa nümu­nesi şöyle­dir:


«Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha ak­lını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhave­redir.» (Sözler sh: 142)


Buradaki fitne, çılgınca bir sefa­het ha­yatı mânâsında


«Eğer o katl, bir adavetten([7]) ve bir kinli garaz­dan gelmemişse ve bir münafık o fit­neye vesile ol­muş ise…» (Sözler sh: 152)


Burada ise fitne, münafıkların tah­rikiyle vuku’ bulan katl ve boz­guncu­luk mâ­nâ­sında..


Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Ezvac-ı Tahiratına([8]) demiş: “İçinizden birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek...”([9]) (Mektubat sh: 98)


Bu ifadedeki fitne, müslümanlar ara­sında re’y ihtilafından doğan dâhilî harp mâ­nâ­sında…


«Gayet muhtelif akvamın([10]) birbirine karışma­sıyla, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın haber verdiği gibi, sonra inki­şaf eden yetmişüç fırka efkâ­rının esas­la­rını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisa­tın zu­huru…» (Mektubat sh: 99)


Yine müslümanlar arasında ihti­laf ve muka­tele mânâ­sında…


«Asr-ı Saadetin başına gelen o deh­şetli kanlı fit­nenin hikmeti ve vech-i rah­meti([11]) nedir? Çünki onlar, kahra lâyık değil idiler?…» (Mektubat sh: 100)


Aynı mânâda…


«‘veylün lil arabi min şerri kadikterab’ ([12]) deyip, Cengiz ve Hülâ­gû’nun dehşetli fitnelerini…» (Mektubat sh: 104)


Buradaki fitne, Deccal gibi şerli in­sanla­rın müslümanlara yaptıkları me­zalim, fesad ve is­tibdad mânâ­sında…


Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman et­miş ki: « “Ne vakit size Fars ve Rum kızları hizmet etti; o vakit belânız, fitneniz içinize girecek, har­bi­niz dahilî olacak»([13]) (Mektubat sh: 107)


Müslümanların içinde şerli ve zâ­lim olanlar arasında dâhilî müca­dele ve ih­tilal mânâ­sında…


«Kureyş kabilesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı öldürtmek için, kat’î ittifak([14]) ettiler. Hattâ in­san suretine girmiş bir şeytanın tedbiriyle, Kureyş içine fitne düşme­mek için, her kabileden lâakal([15]) bir adam içinde bulunup, ikiyüze yakın, Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in taht-ı hükmünde olarak, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hane-i saadetini bastılar.» (Mektubat sh: 158)


Buradaki fitne, ihtilaf mânâ­sında…


«Hak namına, hakikat hesabına olan tesa­düm-ü efkâr([16]) ise; maksadda ve esasta it­tifak([17]) ile be­raber, vesa­ilde([18]) ihtilâf eder. Hakikatın her kö­şesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane firavun­laşmış nefs-i emmare hesa­bına hodfuruşluk, şöhret­perverane bir tarzdaki tesadüm-ü ef­kâr­dan barika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çı­kıyor.» (Mektubat sh: 268)


Buradaki fitne, garazkârane olan ve belli esaslara bağlı kalmayanlar ara­sındaki fikir ihti­lafları ve müca­deleleri mânâsında…


«İstikbalde Hazret-i Ali (R.A.).A.); elîm hâdisata ve dâhilî fitnelere maruz kalaca­ğını nazar-ı nü­büv­vetle görmüş.» (Lem’alar sh: 23)


Bu fitne dahi, içtimaî ve dâhilî kar­gaşalık ve mukatele mâ­nâsında…


«Saltanat ve hilâfete kemâl-i liyakat([19]) ve kahra­man­lıkla girdiği halde ve kemâl-i zühd ve iba­det ve fakr ve iktisadı ihtiyar eden ve rükû ve sücudda de­vamı ve kesreti herkesçe musaddak olan Hazret-i Ali’nin (r.a.) istikbaldeki vaziye­tini ve o fitneler için­deki harpleriyle mes’ul ol­madığını ve niyeti ve matlubu([20]) fazl-ı İlâhî oldu­ğunu ha­ber veriyor.» (Lem’alar sh: 31)


Buradaki fitne de yukarıdaki mâ­nâda…


«Evet, istikbal bunu vuzuhla([21]) ve kat­’iyetle, parlak bir surette ispat etmiştir. Evet, o kadar acip fitneler ve dağdağa-i si­yaset içinde, gece ve gün­düzde Zeynelâbidin gibi bin rekât na­maz kılan ve Tâus-u Yemenî gibi kırk sene yatsı ab­destiyle sabah namazını edâ eden çok mü­him pek çok zatlar (meselühüm fî ttevrati) ([22]) sır­rını gös­termiş­lerdir.» (Lem’alar sh: 31)


Burada da, dâhilî ve siyasî kar­gaşa ve mü­cadeleler mânâ­sında…


«Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşina([23]) ve istikbal-bîn nazar-ı nübüvvetle otuz kırk sene sonra Sahabeler ve Tâbiînler içinde mü­him fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en mümtaz şah­siyet­ler, abâsı altında olan o üç şah­siyet olduğunu mü­şa­hede etmiş. Hazret-i Ali’yi (R.A.).A.); ümmet nazarında tathir ve tebrie et­mek ve Hazret-i Hüseyn’i (R.A.).A.); ta­ziye ve teselli etmek ve Hazret-i Hasan’ı (R.A.).A.); teb­rik etmek ve musalaha([24]) ile mühim bir fit­neyi kaldırmakla şerefini ve üm­mete azîm faidesini ilân etmek ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin tâhir ve müşerref([25]) ola­cağını ve Ehl-i Beyt ünvan-ı âlîsine lâyık ola­caklarını ilân etmek için o dört şahsa kendisiyle be­raber “Hamse-i Al-i Aba”([26]) ünvanını bahşe­den o abâyı ört­müştür.» (Lem’alar sh: 94)


Yine dâhilî kargaşa ve mukatele mânâ­sında…


«Abbasîlerin zamanında, o tarihte Mu’tezile, Râfizî, Cebrî([27]) ve perde altında zındık­lar, mülhidler, İslâmiyeti zedeleyen çok fırak-ı dâlle meydana gelmişti­ler. Şeriat ve itikad nok­tasında ehemmiyetli sarsıntı­lar olması hengâ­mında, Buharî, Müslim, İmam-ı Azam, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel ve İmam-ı Gazalî ve Gavs-ı Azam ve Cüneyd-i Bağdadî gibi pekçok eâzım-ı İslâmiye([28]) imdada yetişip, o fitne-i diniyeyi mağlub etti­ler. O tarihten üçyüz sene son­raya kadar o ga­lebe de­vam ile beraber, perde al­tında yine o ehl-i dalâlet fır­kaları, siyaset yoluyla Hülâgû Cengiz fitnesini İslâmların başına getirdiler. Bu fitne­den hem ha­dîs, hem Hazret-i Ali Radıyallahü Anh sarih bir su­rette aynı tarihiyle işaret ediyor­lar. Sonra bu za­ma­nımızın fitnesi en büyük bir fitne oldu­ğundan, hem müteaddid hadîsler, hem çok işarat-ı Kur’aniye aynı tarihiyle haber veriyorlar.» (Şualar sh: 331)


Bu fitne ise, şer’î hükümler ve iman ci­he­tinde bâtıl anla­yışlar ileri sürüle­rek or­taya çıkan gruplaşma­lar ve fikir mücadele­leri ile Hülagû - Cengiz’in if­sad ve tecavüz­leri ve zamanımızdaki en büyük fitne, yani fikrî, itikadî, şer’î, si­yasî, iç­timaî gibi her türlü kargaşa, fesad, anarşi ve ihti­lal­ler mânâ­sında…


«Rivayette var ki, “Fitne-i âhirza­man o ka­dar dehşetlidir ki, kimse nef­sine hâkim ol­maz.” ([29]) Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberî ile bü­tün ümmet o fitneden istiâze et­miş,([30]) azab-ı kabirden sonra ‘min fitnetid deccali ve min fitneti ahirizzaman’([31]) vird-i ümmet ol­muş.


Allahu a’lem bissavab,([32]) bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâp eder­ler. Meselâ, Rusya’da hamamlarda kadın-erkek bera­ber çıplak girerler. Ve kadın, kendi güzellikle­rini gös­ter­meye fıtraten çok meyyal olma­sından, seve seve o fit­neye atılır, baştan çı­kar. Ve fıtraten cemalperest([33]) er­kek­ler dahi, nefsine mağlûp olup o ateşe sarho­şâne bir sü­rurla düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o za­manın lehviyatları ve kebairleri ve bid’a­ları,([34]) bi­rer câzibedar­lıkla pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder.» (Şualar sh: 584)


Buradaki fitne, nefisleri azdıran gü­nahlar ve cemiyeti istilâ eden dehşetli bir sefahet mânâ­sında…


«Risale-i Nur’un nuru- ile dalâletin tecavüz eden nârı inşâallah sönecek. Yani, fitne-i diniye ate­şini ya tahribattan vazge­çirecek veya ileri teca­vüzatını kıra­cak. Eğer Hicrî tarihi olsa, bundan iki sene evvel, dini dünyadan tefrik fır­satından istifade ile, di­nin ve Kur’anın zararına olarak ilerleyen deh­şetli tasavvura­tın tecavüzatı tevakkuf etmesi, elbette karşı­larında kuvvetli bir seddin bulunmasındandır. O sed ise, bu za­manda çok intişar eden Risale-i Nur’un kes­kin hüccet­leri ve kuvvetli bürhanları ol­duğu, çok ema­reler ile his­sediliyor.» (Şualar sh: 735)


Bu fitne ise, ehl-i dalaletin cemi­yeti id­lal ve ifsadı ile dinde yaptığı tahribat mânâ­sında…


«Bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı iç­timaiyesi öyle dehşetli fakat câzi­beli ve elîm fakat me­raklı bir vaziyet almış ki; insanın ulvî latifelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşü­rüp per­vane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 104)


Bu dahi, insanın ruhî ve manevî ha­yatını tahrip eden ve nefs-i em­mareyi insana hâ­kim kı­lan ve millî ahlâkı sön­dü­ren ve cemi­yeti kapla­yan günahlar ve sefahet hayatının çekiciliği mâ­nâ­sında…


«Eğer idare-i millet ve asayiş-i mem­leketin hakiki esaslarını bilmeyen bir cahil hamiyet-fü­ruş([35]) dese: “Senin risalelerin, asa­yişi bozanlara ve idareyi karıştı­ranlara bir medar olabilir cihe­tiyle ve sen dahi ihtiyat­sızlık edip idare-i hazı­raya itiraz etsen, ri­sa­lelerin kuv­vetiyle bir gaile açmak ihti­ma­liyle sana ilişiyoruz.”


Elcevab: Risale-i Nur’dan ders alan, elbette çok masumların kanını ve hu­kukunu zayi’ eden fitne­lere girmez ve bilhassa tecrübeleriyle, mü­kerreren akîm ve zararlı kalan fitnelere hiçbir cihetle yanaş­maz. Ve bu on senedeki on fitne­lere, Risale-i Nur’un şakirdlerinin ondan birisi, belki aslâ hiçbi­risi karışmadığı gösterir ki, risa­leler bu fitnelere zıd ve asayişi temine medar­dır­lar.» (Tarihçe-i Hayat sh: 232)


Bu fitne de, dine zarar veren ida­reye karşı müslümanların fiilen karşı gelip dâhilî mü­cadele açma­ları ile or­taya çıka­cak kar­ga­şalık mânâ­sında…


«İşte bizi böyle haksız isnadlarla it­ham eden Devr-i Sâbık’taki gizli düşmanla­rımız şüphe yok ki ya siyaseti dinsizliğe âlet; etmek is­tediler, yahut bile­rek, bilmeyerek bozuk ide­olojileri memleketimize yer­leştir­mek gayretine düştüler. Görülüyor ki, ni­zam ve inti­zamı bo­zan, maddî manevî memleketin emniyet ve asayişini ihlâl eden bizler değil, asıl on­lardı. Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü’min hiç­bir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraf­tar olmaz. Dinin şiddetle men’et­tiği şey fitne ve anar­şidir. Çünkü anarşi hiçbir hak ta­nımaz. İnsanlık se­ciyelerini ve me­de­niyet eserlerini ca­navar hayvan­lar seciye­sine çevirir ki, bunun âhirza­manda “Ye’cüc ve Me’cüc” komitesi ol­duğuna Kur’an-ı Hakîm işaret buyurmaktadır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 653)


Burada ise fitne, dinsizlik ideolo­ji­siyle dâ­hilde asayişi bozmak ve iç mü­cadelelere kapı açmak mânâ­sında…


«Âhirzaman fitnesinde en dehşetli rolü oy­na­yan, taife-i nisaiye ve onların fit­nesi olduğu, had­îsin rivayet­lerinden anlaşı­lıyor.» (Gençlik Rehberi sh: 23)


Bu fitne ise, -mevzuun devamından da an­la­şıldığı üzere- açık-saçık kadın­ların ce­miyetin her tarafında karıştı­rıl­ması ile ma­neviyata yapı­lan taarruz ve anarşiye kapı aç­mak ve millî ah­lâkı ifsad ederek her türlü kötülüklerin menşeini hazırlamak mâ­nâ­sında…


«Fitne-i âhirzamanın mahiyeti bana gö­ründü ki; o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedarı, kadınların yüzsüz yüzün­den çıkıyor. İhtiyarı selbedip, pervane gibi sefa­het ateşine atıyor. Ve bir dakika ha­yat-ı dün­yeviyeyi, senelerle ha­yat-ı bâ­kiyeye tercih etti­riyor. Ben birgün so­kağa bakarken, o fitnenin tesirli bir nümu­nesini his­settim. Gençlere çok acıdım. Dedim: Bu bi­çareler kendi­lerini bu mıknatıs gibi cez­bedici fitnenin ateşinden kur­tara­mazlar, diye düşü­nürken; birden o fitneyi ateşlen­diren ve talim eden ir­tidadkâr([36]) bir şahs-ı manevî önümde te­cessüm etti.» (Gençlik Rehberi sh: 16)


Bu fitne dahi, mezkûr mânâda…


Nimetlere karşı küfranda bulunanlara atfen:


«…Yani nefsine isnad ettiği o hal ve o şey, ken­disi için bir fitne olduğu halde ben kendi ilim ve ik­tida­rımla buldum ve kazan­dım diyecek­tir.» (Mesnevi/Tercüme: A.Badıllı sh: 314)


Burada geçen fitne, imtihan mânâ­sında…


Kısaca bazı nümunelerini gördüğümüz fitneler­den ha­ber verilip ümmetin tekrar tek­rar ikaz edil­mesi, fitneler bü­yük zararlara se­bebiyet verdiği içindir. Müslümanların bu ikaz­lara çok ehemmiyet verip, gere­ken tedbirleri almaları ve her türlü fitne­den uzak dur­maları ge­rekiyor.


Risale-i Nur eserlerinden alınıp, fitneyi ta­rif etmek makamında sıralanan parçalardaki tariflere ve Kur’anda ge­çen fitne kelimelerinin ifade ettiği mâ­nâların inceliğine dik­kat edilirse; verilen tariflerin Kur’anî mânâlara muta­bık ol­duğu görülür. Böylece Risale-i Nur’da Kur’anî ikazların bir nevi tefsiri, fi­iliyattan ve hayattan gösteril­diği için; mü’min­lerin uzak duracakları fitnelerin neler olduğu kolayca anla­şılmakta­dır.


ZAMANIMIZIN DEHŞETİ HAKKINDA İKAZLAR
Evet «İslâmiyet noktasında bu asır gayet ehemmi­yetli ve dehşetlidir. Kur’an ve hadîs ih­bar-ı gaybî ile ehl-i imanı onun fitnesinden sa­kındırmak için şiddetle haber vermiş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 187)


Buradaki ikaz bütün müslümanlara şamildir. Bu asrın fitnelerini araştırmayan ve gereken tedbirleri alma­yanın içi­nine düşme tehlikesi çok kuvvetlidir.


Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir sual ve ce­vabı:


«Sual: Sen bu zamanın hâdisâtına, fitne-i âhirza­man diyorsun. Halbuki hadiste vârid([37]) olmuş ki, âhirza­manda Allah Allah (c.c.) denilmeyecek; sonra kıyamet kopacak.”


Elcevap


Evvelâ: Fitne-i âhirzamanın müddeti uzun­dur; biz bir faslındayız.


Saniyen: Yerde Allah Allah (c.c.) denilmeyecek­ten murad, Allah’a iman kalkacak demek değil­dir;(HAŞİYE 1) belki Allah’ın namını değiştirecekler demektir. Nasıl ki yerde Allah Allah (c.c.) denil­mezse kıyamet-i kübrâ ko­pacak. Bir memlekette de Allah Allah (c.c.) denilmezse bir nevi kıyamet kopmasına işarettir.(HAŞİYE 2)» (Sikke-i Tasdikî Gaybî sh: 164)


Avrupa felsefesinin beş menfî esasından birisi olan “hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin” (Sözler sh: 133) ve Kur’an (Nisa Suresi 4:117) âyetiyle bildirilen kadınperestlik gibi nefsaniyete da­yanan ve beşeriyette yaygınlaşan mimsiz medeniyet, «Kadınları yuvalarından çı­karıp, per­de­lerini yır­tıp, beşeri de baştan çı­kar­mıştır.» (Sözler sh: 410)


«Hem herkese satılan müzahraf, hodfüruş, gös­te­rici, ri­yakâr bir hüsnü istihsan ettiği için riyakâr­ları alkış­lamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide(*) yapmıştır.» (Sözler sh: 541)


..deyip âhirza­man fitnesi­nin ibtidadan intihaya doğru sey­rini nazara veren Bediüzzaman Hazretleri had­îslerde:


«Dünyaya karşı ve kadın­lara karşı müteyak­kız bulunun. Çünki şey­tan ve iblis, her zaman müslümanlara karşı te­tikte ve avcı tuzağını ha­zırlamış bulunmaktadır. Onun avına kapılmanın veya oltasına yem olma­nın en câzibi, kadınların bacaklarıdır.»


Diğer bir hadîste de: «Âhirzamanda en şid­detli harp, ka­dın­lara karşı harbdir.» (Risale-i Nurun Kudsî Kaynakları ha­dîs no: 973)


..gibi hadîslerle ya­pılan ikazları da şöyle izah eder:


«Âhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oy­na­yan taife-i nisaiye ve onların fit­nesi olduğu, ha­dîsin rivayet­lerinden anlaşı­lıyor. Evet nasıl ki tarihlerde eski za­man­larda “Amazonlar” na­mında gayet silah­şör kadın­lardan mürekkeb bir taife-i aske­riye olarak hârika harbler yaptıkları nakledili­yor. Aynen öyle de: Bu za­manda zen­deka dalaleti, İslâmiyete karşı muharebe­sinde nefs-i emmarenin plâniyle, şey­tan kumanda­sına verilen fırkalardan en dehşetlisi, ya­rım çıplak hanım­lardır ki; açık bacağıyla, dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyor­lar. Nikah yo­lunu kapamağa, fu­huşhane yolunu geniş­let­tirmeğe çalışarak, çokların ne­fislerini bir­den esir edip, kalb ve ruhlarını kebair([38]) ile ya­ralıyor­lar. Belki o kalblerden bir kısmını öldü­rüyorlar. Bir kaç sene namahrem([39]) heve­satına göstermenin tam cezası ola­rak; o bı­çaklı bacak­lar Cehennem’in odunları olup, en evvel o ba­caklar yanacaklarını ve dün­yada em­niyet ve sadakatı kaybettiği için, hilkaten([40]) çok iste­diği ve fıtraten çok muhtaç olduğu münasib kocayı daha bulamaz. Bulsa da başına belâ bulur. Hattâ bu halin neticesi olarak, o âhirzamanda, bazı yer­lerde ni­kaha rağbetsizlik ve riayetsizlik yü­zünden, kırk kadına bir erkek nezaret ede­cek derecede ehemmi­yetsiz, sa­hipsiz, kıymetsiz bir surete gireceği, had­îsin rivayetin­den an­laşılı­yor.» (Gençlik Rehberi sh: 23)


«Rivayette var ki, “Fitne-i âhirza­man o kadar deh­şetlidir ki, kimse nef­sine hâkim olmaz.”([41]) Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberî ile bü­tün ümmet o fitneden istiâze([42]) et­miş, azab-ı ka­bir­den sonra ‘min fitnetiddeccali ve min fitneti âhirizzaman’([43]) vird-i ümmet ol­muş.


Allahu a’lem bissavab, bunun bir tevili şu­dur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çe­ker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâp eder­ler. Meselâ, Rusya’da hamamlarda kadın-erkek bera­ber çıplak girerler. Ve kadın, kendi güzellik­lerini gös­ter­meye fıtraten çok meyyal olmasından, seve seve o fit­neye atılır, baştan çıkar. Ve fıtraten cemalpe­rest([44]) er­kek­ler dahi, nefsine mağlûp olup o ateşe sar­hoşâne bir sü­rurla düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o za­manın lehviyatları([45]) ve kebairleri ve bid’a­ları, bi­rer câzibedar­lıkla pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa, cebr-i mutlakla([46]) olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.» (Şualar sh: 584)


Resul-i Ekrem (A.S.M.) «Nakl-i sahih-i kat’î ile, fer­man etmiş ki: ‘iza meşevûl mütaytâü ve hademethüm benatü farise verrûmi...ilh.’ deyip, “Ne vakit size Fars ve Rum kız­ları hiz­met etti; o vakit belânız, fit­ne­niz içinize girecek, harbiniz dahilî ola­cak, şerirleriniz başa geçip ha­yırlı­lar ve iyile­rinize musallat olacaklar”([47]) haber vermiş. Otuz sene sonra haber ver­diği gibi çıkmış.» (Mektubat sh: 107)


Bir hadîs-i şerifte de şöyle buyuruluyor:


«Resulullah (A.S.M.): Benden sonra er­kek­lere ka­dınlardan daha zararlı bir fitne, bir imtihan vesi­lesi bırakmadım.»([48])


«Nitekim ‘ennisâü habailüş şeytani’([49]) “Kadınlar şeytanın ağlarıdır” denilmiş­tir. Şeytanlar başka tarik ile aldatamadık­larını, en zi­yade kadınla aldatır.» (Elmalı Tefsiri sh: 1471)


Diğer bir hadîs meali de şöyledir:


«İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki: Onların endişeleri mideleri olacak, şerefleri de meta-ı dünya olacak ve kıbleleri de ka­dınları olacak ve dinleri de dirhem ve dinar­ları (paraları) olacak. Bunlar mahlu­katın en şerlileridir ve Allah ka­tında onların hiç na­sibleri yoktur.» (Keşf-ül Hafa hadîs: 3270) (Ramuz-ul Ehadîs sh: 504)


«Âhirzamanda bir şahsın hatiat([50]) ve gü­nahla­rının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair ri­vayetler vardır. Eskide acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah iş­leyebilir mi ve o âhirzamanda bildiğimiz gü­nahlardan başka hangi günahlardır ki kâinatın hey’et-i mecmuasına dokunur, kı­yametin kopmasına ve dün­ya­ları başlarına harab olmasına sebebiyet verir, diye dü­şü­nürdüm. Şimdi bu za­manda müteaddid es­babını([51]) gör­dük.


Ezcümle müteaddid vücuhundan([52]) rad­yomla an­la­şıldı ki: O bir tek adam bir tek ke­lime ile, bir mil­yon kebairi birden iş­ler ve milyonlarla insanı din­lettir­mekle günaha sokar. Evet, küre-i hava­nın yüz­binler ke­limeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo un­suru, nev-i beşere öyle bir ni­met-i İlâhiyedir ki, küre-i havayı bü­tün zer­ratıyla şükür ve hamd ü sena ile dol­durmak lâzım gelirken, dalâlet­ten te­vellüd([53]) eden sefa­het-i beşe­riye, o azîm nimeti şükrün aksine isti’mal et­tiğinden el­bette tokat yiye­cek.» (Kastamonu Lâhikası sh: 71)


Bilhassa zamanımızda tekniğin gelişme­siyle bü­tün in­sanlara tesir etmek imkânını ve­ren neşir organları yoluyla ve nefsanî zevklerin ca­zibedarlığıyla insanları diyanetten, ma­nevi­yat­tan alıkoymak ve sefahete atmak olan din düş­manla­rının dehşetli plânlarından, Kur’an (Lokman Sûresi 31:6) ve emsali âyetle­riyle insanları ikaz eder. Keza İblis’in ve İblis’e bağlı olan se­fih insî şey­tanla­rın, yani münafık cereyanların halkı şe­hevî çalgılarla dalalete it­mesine ve ihti­lalci ve neşri­yatta yaygaracı müfsidlere işaret eden (İsrâ Sûresi 17:64) âyeti de gayetle câlib-i dik­kattir.


Bir rivayette buyuruluyor ki:


«Şarkıcı cariyeleri ne satın, ne de sa­tın alın, ne de öğretin. Onlarla yapılan ti­ca­rette hayır yoktur, parası da haramdır. “İnsanlardan bazıları, Allah yo­lundan sap­tırmak için boş lafa müşteri çı­kan­lar var­dır.” (Lokman Suresi, 6) âyet-i celilesi bu gibi­lerin hakkında nazil olmuştur.»([54])


Diğer bir rivayet de şöyledir


Abdullah (R.A.) dan: Peygamber (A.S.M.) dedi ki: Şarkı ve çalgı, kalbde nifak tohum­larının bitme­sini sağlar.» ([55])


Bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:


«Size benden sonra dört fitne gele­cek­tir. Dördüncüsü geldiğinde, kulağa bir şey girmez, göz görmez ve her tarafı fitne sa­rar. Ümmet bir be­lâya mübtela olur, yıla­nın çöreklenmesi gibi. Öyle ki, onda ma’ruf([56]) in­kâr edilir, münker([57]) ise maruf sayılır. Ve bu fitnede, insanların bedeni öldüğü gibi kalb­leri de ölür.»([58])


İnsanın hakiki ilim ve fazileti kazanmasının iki temel menbaı, naklî ve aklî delillerdir. Kulak naklî delillerin, göz aklî delillerin iki ana ciha­zıdır. Fitneye düşmemek is­teyen bu mühim iki organı asıl vazifelerinde istihdam edip nef­sin âleti olarak kullanmamalıdır.


Diğer bir hadîs de özetle şu mealdedir:


«Âhirzaman fitnesinde bozuk insanların kalb­leri şeytan kalbi gibidir.


Kan dökücü (anarşist ve ih­ti­lalci, fâsık)tırlar.


Çocukları uram (edebsiz ve hır­çın); ([60])


gençleri haya­sız ve vakarsız;


yaşlıları emr-i bil-ma’rufu yapmaz; sünneti bid’at gibi, bid’atı sünnet gibi görürler;


idarecileri tâgi ve müfsiddir..;


İşte o zaman Allah onlara şerlilerini musal­lat eder. Hayırlıların duası (ve daveti) kabul olmaz.» (Ramuz-ul Ehadîs no: 502)


Acibdir ki bu gibi rivayetler, bu yaşanan, âhirzaman fit­nesini aynen haber veriyor. Hayasızlık, açık­saçıklık gibi günah­lar medenîlik namı al­tında iftiharla alenî işleniyor. Bu hayatı, 1400 sene evvel kemal-i ciddiyetle haber veren zatın Peygamberliği aşikârdır. Eğer Allah bil­dirmezse, bir beşer düşüncesiyle böyle gaybiy­yatı ihbar etmek müm­kün değildir.


Bir hadîs-i şerif mealinde buyu­ruluyor ki:


«Âhirzaman fitne­sinde kişi mü’min olarak sabah­lar, kâ­fir olarak ak­şamlar. Ancak Allah’ın ilim ile ihya ettiği kimseler müstesnadır.»([61])


Çünki İslâm cemiye­tinde taklidî iman kâfi olsa da, fitne zamanlarındaki bo­zuk cemi­yetlerde mü’min iman-ı tahkikî ile hak ve batılı ayırıp kendi hayatında iman nuru ile hakkı ta­kib eder. Medeniyet namı altında işlenen günah ve haramı tanır.


Diğer bir cihette de: «Bu âhirzaman fit­nesinde açlık ehemmiyetli bir rol oy­nayacak. Onunla ehl-i dalalet, biçare aç ehl-i imanı derd-i maişet([62]) içinde boğ­du­rup, hissiyat-ı diniyeyi([63]) ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmağa ça­lışacak([64]) diye, rivayet­lerden anlaşılıyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 140)


Âhirzaman fitnesinde terk-i imarete ve makamat-ı resmiyeyi istememeye dair bir kaç hadîs meallerini, yal­nız ibret ve teyakkuz ma­kamında olarak burada dercet­mek mü­nasib gö­rüldü. Şöyle ki:


«İnsanların akaidlerini bozduklarını, ema­net­le­rini hafife aldıklarını ve -parmaklarını birbirine ge­çirip- böyle olduk­larını gördü­ğün zaman; evini ter­cih et, lisa­nına sahib ol, maruf olanı al, münkeri bı­rak, kendi işinde meşgul ol ve ammenin iş­lerini kendi­lerine bırak.» ([65])


BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN MAZHAR OLDUĞU HİZMET METODU
Bediüzzaman Hazretleri daima Peygamberimiz’in (A.S.M.) tavsiyeleri daire­sinde tercihler yaptığı ve âhir­za­mana ait müte­şabih rivayetleri en ince mânâsıyla ve tam isa­betli anladığı, hâdiselerle de müeyyeddir. Cumhuriyetin ku­ruluş senelerinde Ankara’ya davet edilip giden Bediüzzaman Hazretleri, orada gördüğü acib bir durumu şöyle anlatır:


«1338’de Ankara’ya gittim. İslâm or­du­sunun Yunan’a galebesinden neş’e alan([66]) ehl-i imanın kuv­vetli efkârı içinde, ga­yet müdhiş bir zendeka fikri,([67]) içine gir­mek ve bozmak ve zehirlen­dirmek için dessasane çalış­tığını gör­düm.» (Lem’alar sh: 177)


Bediüzzaman’ın Ankara’ya gidiş gayesi ve karşı­laştığı maniler ve nihayet yaptığı ter­cihi, Tarihçe-i Hayatında şöyle kaydedilmiştir:


«Bediüzzaman; İlâhî kudretin tecelli­siyle ve ih­sa­nıyla, böyle en elzem bir va­kitte, dine revaç ve­rebile­cek bir teşekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de be­ra­ber ça­lışmak ümidiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlâhî([68]) ve mucize-i Peygamberî ile düşman taarruzla­rını def’e­den ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğ­rudan doğruya Kur’an’a istinad eden ve Âlem-i İslâm’ın vahdetini([69]) nokta-i is­tinad yapa­cak ve İslâmiyet’in hakika­tında mevcud kuvve-i ulviye ile maddi ve manevi medeniyeti meydana getire­cek bir ni­yet ve gayeyi bulun­durmak ve aşılamak üzere mec­liste ça­lışıyordu. Fakat pek kuvvetli mâniler kar­şısına çıktı. Âlem-i İslâm’ı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık üm­me­tin, dehşetli tehlike­sinden isti­aze et­tiği (Allah’a sı­ğın­dığı) bir zamanı ve fitneyi ateş­lendireceklerin kim­ler olduğunu anlamış bulu­nu­yordu. Bir gün riyaset([70]) oda­sında, M. Kemal Paşa. Kemal Pafla; ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşman­la­rı­nın arasında nam kazan­mak emeliyle, Şeair-i İslâmiyeyi([71]) tahrib et­menin, bu millet ve vatan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edece­ğini; eğer bir inkılâb yap­mak icab ediyorsa, doğru­dan doğruya İslâmiyet’e müteveccihen Kur’an’ın kudsi kanun-u esasîsi noktasından yapmak lâzım geldiği me­alinde ih­tarlarda bulunur.» (Tarihçe-i Hayat sh: 145)


«M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini([72]) ifade ile, Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nüfu­zundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a meb’usluk, hem Dar-ül Hikmet’teki eski vazifesini, hem Şark’ta Şeyh Sünusî’nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler ya­par.


Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eş­has-ı âhirza­mana ait haberlerin mühim bir kıs­mını ve hürriyet­ten evvel İstanbul’da te’­vi­lini söylediği Hadîslerin ihbar et­tiği âhirzamanın dehşetli şa­hıs­larının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur etti­ğini görür.


Ve yine gelen rivayet­lerden, on­lara karşı çı­kacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül Kur’an([73]) hakkında, “O zamana ye­tiştiğiniz za­man, siyaset cânibiyle on­lara galebe edilmez; ancak manevî kı­lınç hük­münde i’caz-ı Kur’an’ın nurla­rıyla muka­bele edi­lebilir.” tavsiyesine müraatla, Ankara’da teşrik-i me­sai([74]) edemi­yeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb’usluk, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye gibi Diyanet’teki azalığı, hem Vilayat-ı Şarkiye vaiz-i umu­miliği teklif­lerini kabul etmez.


Kendisini fikrinden vaz­geçirmek için çalı­şan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da ar­zularına uyamıya­ca­ğını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağa­racıkta idame-i hayat etmeye başlar.» (Tarihçe-i Hayat sh: 147)


Mevzumuzla alâkadarlıkta gayet mani­dar ve ‘innes saîde lemen cünnibel fiten’ cümlesinin üç defa tekrar­lanması ile mühim bir noktaya dikkati çeken bir hadîs de mealen şöyle­dir:


«Said, fit­neler­den uzakta kalandır. Said, fit­ne­ler­den uzakta kalandır. Said, fitnelerden uzakta ka­lan ve fitneye maruz kalıp da sabreden kişidir. Fitneye başlayan ve çalı­şanın vay haline!» ([75])


Bu hadîsin verdiği ders ile alâkalı olarak; Bediüzzaman Hazretleri kendine yapılan ve daima sa­bırla karşıladığı pek çok su-i kasdlar­dan birini şöyle anla­tır:


«Gizli düşmanlarımız hükûmetin ehemmi­yetli ve birkaç vazifedarlarını elde edip beni tazyikatla, Menemen ve Şeyh Said hâdisesi gibi bir hâdise çı­kar­mak için bütün kuvve­tiyle en hassas damarla­rıma do­kun­duracak tarzda her desiseyi istimal etti­ler. Gördüler ki Eski Said yok, yenisi ise her şeye ta­ham­mül ediyor; o planı sair su-i kasdlere ezcümle zehir vermeye tebdil etti­ler. Hıfz-ı İlahî onu da akîm bıraktı. Şimdi o münafık­lar resmen hükûmetin nüfuzunu, ben­den halkları ürkütmek ve vaz geçir­mek için bu­rada dehşetli bir propaganda ile is­timal ediyorlar. Fakat siz hiç telaş etmeyi­niz. İnayet-i Rabbaniye devam eder. Gittikçe fü­tuhat-ı nuriye te­vessü’ ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-I sh:147) ..diyerek sabırlılık ve müsbet ha­reket etmek dersini fi­ilen gösteriyor.


MÜSLÜMANLARA AŞILANAN HAYAT TARZI
Cemiyet hayatını çeşitli cihetlerle tesiri al­tına ala­cak sefih ve gafletli bir hayatı aşıla­makla, müslüman kit­leyi gaflete ve fitneye dü­şürmeyi plânlayan gizli cere­yana karşı Bediüzzaman Hazretleri şu ikazları yapar:


«Bu fırtınalı zamanın hissi ibtal eden ve be­şerin nazarını âfâka dağıtan ve boğan ce­re­yanlar, ibtal-i his nev’inden bir sersemlik vermiş ki; ehl-i dalâlet ma­nevî azabını muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidayete dahi gaflet basıyor, hakiki lezzetini tam takdir edemi­yor.» (Şualar sh: 678)


«Gaflet, hissi ibtal ediyor. Ve bu za­manda öyle bir derecede ibtal-i his etmiş ki, bu elîm ele­min acısını ehl-i medeniyet his­setmiyorlar. Fakat has­sasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuzbin ce­nazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaf­let perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tagutlarıyla ve fünun-u tabi­iyeleriyle dalâ­lete gidenlere ve onları körükörüne tak­lid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüf­ler!» (Lem’alar sh: 120)


«Şu medeniyet-i sefihe, küre-i arzı bir tek şehir hükmüne getirip ahalisi birbi­riyle tanışmakta, her sa­bah ve akşam ga­zete­lerle günahları ve mala­ya­niyatı birbi­rine nakledip öğretmektedirler. İşte bu se­fih me­deniyet sebebiyle, gaflet perdesi o ka­dar kalınlaşmış ve onun süs ve fantazi­yele­riyle hicab o ka­dar kesafet peyda etmiş­tir ki; âdeta yırtılmaz bir hale gelmiş. Çok bü­yük bir himmetin sarfı lâzımdır, tâ yır­tılsın.


Hem dahi o medeniyet-i habise, be­şerin ru­huna dünyaya bakan hadsiz men­fez ve ihtiyacat deliklerini açmıştır. Cenab-ı Hakk’ın hususî lütfuna mazhar ol­muş olan­lardan başka, bu delikleri kapa­mak, gayet çetin ve müşkil olmuştur.» (Mesnevi/Tercüme: A.Badıllı sh: 246)


Kur’an (14:3) âyetinin bir kısmı olan


«‘yestehıbbünel hayated dünya’([76]) bahsinde denilmiş ki: Bu as­rın bir hassası şudur ki; hayat-ı dünyeviyeyi, ha­yat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani kırıla­cak bir cam parçasını, baki elmaslara bildiği halde ter­cih etmek bir düstur hükmüne geçmiş. Ben bun­dan çok hayret edi­yor­dum. Bu günlerde ihtar edildi ki: Nasıl bir uzv-u in­sanî hasta­lansa, yaralansa sair âza vazife­lerini kıs­men bı­rakıp onun imdadına ko­şar; öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı, zevk-i hayat ve aşkı ta­şıyan ve fıtrat-ı insaniyede dercedilen bir ci­haz-ı insa­niye, çok esbab ile yaralan­mış, sair letaifi kendiyle meşgul edip sukut et­tirmeye başla­mış; vazife-i hakiki­yelerini on­lara unutturmağa çalışı­yor.


Hem nasılki bir cazibedar, sefi­hane ve sar­hoşane şa’şaalı bir eğlence bu­lunsa, çocuklar ve serseriler gibi büyük ma­kamlarda bulunan insanlar ve mesture ha­nımlar dahi o cazibeye kapılıp hakiki va­zife­le­rini tatil ederek iştirak ediyorlar; öyle de, bu asırda hayat-ı in­sa­niye, hususan ha­yat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli fakat ca­zibeli ve elîm fakat meraklı bir vaziyet almış ki; in­sanın ulvi latifelerini ve kalb ve ak­lını, nefs-i emmare­sinin arkasına düşürüp per­vane gibi o fitne ateşlerine dü­şürttürüyor.


Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafa­zası için zaru­ret derecesinde olmak şartıyla bazı umûr-u uh­revi­yeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer­’iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebe­biyet ver­miyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o de­rece şırınga etmiş ki; küçük bir ihti­yaç ve adi bir zarar-ı dünyevî yüzün­den elmas gibi umûr-u dini­yeyi terke­der. Evet insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfat ile ve iktisad­sızlık ve kanaatsızlık ve hırs yü­zünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleş­me­siyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i ha­ya­tın ağır­laşmasıyla o derece zedelenmiş ve mü­tema­di­yen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati ken­dine celbetmiş ki; edna bir hacat-ı hayati­yeyi, büyük bir mes’ele-i dini­yeye tercih et­tiriyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 104)


«Bu acib asrın hayat-ı dünyeviyeyi ağırlaş­tır­ması ve yaşamak şeraitini ağır­latması ve çok et­mesi ve ha­cat-ı gayr-ı za­ruriyeyi, görenekle tiryaki ve mübtela et­mekle hacat-ı zaruriye derecesine ge­tirme­siyle, ha­yatı ve yaşamayı, herkesin her vakitte en büyük mak­sad ve gayesi yapmıştır. Onunla ha­yat-ı diniye ve ebe­diye ve uhreviyeye karşı ya sed çeker veya ikinci, üçüncü dere­cede bırakır. Bu ha­tanın cezası olarak öyle dehşetli bir tokat yedi ki, dünyayı başına Cehennem eyledi. İşte bu dehşetli musibette, ehl-i di­yanet dahi büyük bir vartaya dü­şüyorlar ve kıs­men an­lamıyorlar.


Ezcümle, ben gördüm ki; ehl-i diya­net belki de ehl-i takva bir kısım zatlar, bi­zimle gayet ciddi alâka­darlık peyda ettiler. O bir-iki zatta gördüm ki; diyaneti ister ve yap­masını sever, ta ki hayat-ı dün­yeviye­sinde muvaffak olabilsin, işi rastgel­sin. Hattâ ta­rikatı keşf ve keramet için is­ter. Demek âhiret ar­zusunu ve dini ve­za­ifin uhrevî meyvele­rini, dünya hayatına bir dir­sek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki, saadet-i uhreviye gibi saadet-i dünyevi­yeye dahi medar olan hakaik-ı di­niyenin fe­vaid-i dün­yeviyesi, yalnız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer il­let de­recesine çıksa ve o amel-i hayrın yap­ma­sına sebeb o fa­ide olsa, o ameli ibtal eder; lâakal ihlası kırılır, se­vabı kaçar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 109)


«İhtar: İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faideler, hikmetler yalnız mürec­cih olabilirler; illet olamazlar.» (İşarat-ül İ’caz sh: 85)


GÜNAHLARA SEBEB OLACAK YAŞAYIŞTAN UZAK DURMANIN GEREĞİ
Âhirzaman fitnesinin dehşetli bir hu­susi­yeti de, nef­sanî hevesatı (sefaheti) esas al­ması­dır. Bu da ahlâkı tahrip ettiği için Bediüzzaman Hazretleri buna karşı çare olarak takvayı esas alır ve der ki:


«Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in naza­rında iman­dan sonra en ziyade esas tu­tulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm..; Takva, menhiyat­tan ve günah­lardan içtinab([77]) etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def’-i şer,([78]) celb-i nef’a([79]) racih ol­makla beraber; bu tahribat ve sefa­het ve cazibedar hevesat zama­nında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüçhaniyet kes­betmiş.([80])


Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan deh­şet­len­diği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını ya­pan, ke­bireleri([81]) işlemeyen, kurtulur. Böyle ke­bair-i azîme içinde amel-i salihin ihlasla mu­vaffaki­yeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hük­münde­dir.


Hem takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünki bir haramın terki vâcibdir.([82]) Bir vâcibi işle­mek, çok sün­netlere mu­kabil sevabı var. Takva, böyle zaman­larda, bin­ler günahın tehacümünde([83]) bir tek içti­nab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vâ­cib işlenmiş olu­yor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva nâmıyla ve günahtan ka­çınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i sâlihadır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 148)


İSLÂM TARİHİNDE OLAN HÂDİSELERE NASIL BAKILMALI
Âhirzaman fitnesinde, gizli münafık ce­reyan geçmiş zamanda müslümanlar ara­sında vuku bulmuş ihtilafları ha­tırlat­makla yeniden canlandırmak ister. Buna karşı Bediüzzaman Hazretleri, geçmişteki fit­neleri medar-ı müna­kaşa etmekten kaçmayı düstur edinip şöyle der:


«Madem bu zamanda zendeka ve ehl-i dalâ­let ihti­laftan istifade edip, ehl-i imanı şaşır­tıp ve şe­airi boza­rak, Kur’an ve iman aley­hinde kuvvetli cere­yanları var; elbette bu müdhiş düşmana karşı cüz’î tefer­ruata([84]) dair medar-ı ihtilaf münakaşala­rın ka­pı­sını açmamak ge­rektir.


Hem ölmüş insanları zemmetmek, hiç lü­zumu yok. Onlar dâr-ı âhirete, mahall-i ce­zaya gitmişler. Lüzumsuz, zararlı, onların kusurlarını beyan etmek, emrolunan mu­habbet-i Âl-i Beytin([85]) muktezası değil­dir ve lâzım da değildir, diye Ehl-i Sünnet Velcemaat, sahabe­ler zamanındaki fit­nelerden ba­his açmayı men’etmişler. Çünki Vakıa-i Cemel’de Aşere-i Mübeşşere’den([86]) Zübeyr ve Talha ve Aişe-i Sıddıka (R.A.) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet Velcemaat o harbi içtihad neticesi deyip; Hazret-i Ali (R.A.).A.); haklı, öteki taraf haksız fakat içti­had neticesi olduğu cihetle affedi­lir. Hem Vehhabîlik damarı,([87]) hem müfrit Râfizîlerin([88]) mezhebleri İslâmiyet’e zarar ver­mesin diye Sıffîn Harbi’ndeki bâgîlerden de bahis açmayı zararlı görü­yorlar.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 204)


«Sahabelerin bir kısmı, o harblerde adalet-i iza­fiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer’i­yeyi düşünüp tabi ola­rak, Hazret-i Ali’nin (R.A.) takib ettiği adalet-i hakikiye ve azi­met-i şer’iye ile beraber zâhidane, müstağ­niyane, muktesidane mesleğini terkedip mu­halif tarafa bu içti­had neticesinde gir­dik­lerini, hattâ İmam-ı Ali’nin (R.A.) kar­deşi Ukayl ve “Habr-ül Ümme” ünvanını alan Abdullah İbn-i Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından, hakiki Ehl-i Sünnet Velcemaat, ‘min mehasiniş şeriati seddü ebvabil fiten’([89]) bir düstur-u esa­siye-i şer’i­yeye binaen ‘tahherallahü eydiyena fenütahhirü elsinetena’([90]) diyerek o fitnelerin kapı­sını açmak, bahsetmek caiz görmüyor­lar. Çünki itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük sahabe­lere, hattâ muhalif tara­fında bulunan Âl-i Beytin bir kısmına ve Talha ve Zübeyr (R.A.).A.); gibi Aşere-i Mübeşşere’den büyük zat­lara itiraza başlar, zemm ve adavet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı ka­pamak tarafdarıdır. Hattâ Ehl-i Sünnet’in ve İlm-i Kelâm’ın azîm imamla­rından meş­hur Sa’deddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ve tadlile cevaz vermesine muka­bil, Seyyid Şerif-i Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat’in allâmeleri demişler:


“Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdir­ler;([91]) fa­kat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î([92]) ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihti­mali ve tevbe etmek ihtimali olduğun­dan, öyle hususî şahsa lânet edilmez.


Belki ‘la’netüllahi alâzzalimîne vel münafikîne’([93]) gibi umumî bir ün­van ile lânet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur” diye Sadeddin-i Taftazanî’ye mukabele etmişler.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 206)


«Şimdi dehşetli ejderhalar hakaik-i imaniye cephesinde ehl-i imana gözümüz önünde saldır­ma­larından ve çokları ısırma­larından, ehl-i imanı kur­tarmak mecburi­yeti Kur’ân’ın emriyle varken, bu zamanı bırakıp, eski zamana gidip, Ehl-i Beyte([94]) ge­len dehşetli zulümleri temâşâ([95]) etmek, daha ziyade ru­humu ezer ve kuvve-i mâneviyeyi kırıp ruhuma azap azap üstüne gelmektir.


Zâlim siyasetin gaddarâne bir düsturu olan “Cemaat için fert fedâ edilir” diye çok zâli­mâne pek çok vu­kuatı, ehvenü’ş-şer diye bir nevi adalet‑i izafiye([96]) namında hâkimiye­tine bir maslahat gös­termişler. Hattâ bu asırda, o gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın hatâsıyla bir köyü mahveder. Beş on ada­mın, onların siyasetine zarar vermek te­vehhümüyle, binler adamı perişan eder.


İşte, eski zamanda bir derece, siyasetin bu gaddar düsturu İslâmlar içine girdiğin­den, siya­sette, bu müt­hiş düsturlar karşı­sında, mecburi­yetle Selef-i Salihîn sükûtla ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin imamları o ka­pıları kapamak, ‘tahherallahü eydiyena fenütahhirü elsinetena’([97]) deyip o kapıları aç­mı­yor­lar.


Madem Ehl-i Beyte zulmedenler şimdi âhi­rette cezasını öyle bir tarzda görü­yorlar ki, bizim onlara hü­cumla yardımı­mıza bir ihtiyaç kalmı­yor. Ve mazlum Ehl-i Beyt, muvakkat bir azap ve zahmet muka­bilinde o derece yüksek bir mükâfat gör­müşler ki, aklımız ihata etmiyor. Değil şimdi onlara acı­mak, belki onları o hadsiz rahmete maz­hariyetleri noktasında binler tebrik etmek gerektir ki, birkaç sene zah­metle, milyonlar mertebeler ve bâki sa­adet­ler âhi­rette ka­zandıkları gibi, dünyada da kal­dıkları za­manda, ehemmiyetsiz, dünya­nın fâni sal­ta­natı ve mu­vakkat hâkimiyeti ve karışık si­yasetine bedel mânevî birer sul­tan ve haki­kat âleminde birer şâh, birer mâ­nevî padi­şah makamını kazandılar. Valiler yerine, ev­liyalar, aktablara kuman­dan oldu­lar. Kazançları bire bin değil, mil­yonlardır.


İşte bu sır içindir ki, Yeni Said’in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbânî, Gavs-ı Âzam ve İmam-ı Gazâlî, Zeynelâbidin (r.a.).a.); husu­san Cevşenü’l-Kebîr münâcâ­tını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche’den aldığım ders, otuz seneden beri, husu­san Cevşenü’l-Kebîr’le daima onlara mânevî irtiba­tımda, geçmiş ha­kikati ve şimdiki Risale-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım. Zâlimlerin gaddarlık­larını değil deşmek, bakmak, belki düşünmek de meş­rebimize gelmiyor. Çünkü onlar mücazatını ve mazlumlar mükâfatını, aklımızın fev­kinde görmüş­ler. O meselelerle meşgul ol­mak, şimdiki bu hazır musibet-i diniyeye karşı mükel­lef olduğumuz va­zife-i Kur’âniyeye zarar verir.


Ulema-i ilm-i kelâmın ve usûlü’d-din allâ­me­le­ri­nin ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin dâhi mu­hakkik­leri­nin İslâmî akidelere dair çok tetkik ve muhake­matla ve âyât ve ha­disleri müvazene ile kabul ettik­leri usûlü’d-din düsturları, şimdiki Risale‑i Nur’un meş­rebini mu­hafazaya emredi­yor, kuvvet veri­yor. Hattâ, hiçbir yerde, hattâ ehl-i bid’a kısmı da bu meşrebimize ilişe­miyorlar. Hakikat-i ihlâs tam mu­hafaza edildiği için, her nevi ehl-i İslâm içine giri­yor. Şîalıkta mutaassıp ve Vehhâbîlikte de müfrit, filo­zofların en maddîsi ve müte­fennini ve mu­taassıp hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur dairesine girmeye başlamışlar ve kıs­men şimdi de kardeşçe bulunuyorlar. Hattâ bazı mis­yonerler de, din-i İsâ’nın (a.s.) ha­kikî ruhânîsi de o daireye girecekle­rine emâreler var. Birbirine hücum değil, belki bir tesanüt, bir musalâha lüzumunu hisse­dip medar-ı münakaşa meseleleri ortaya atmıyor­lar. Demek İmam-ı Ali’nin (r.a.) otuz kırk işaretiyle sa­rahat de­recesinde ha­ber verdiği Risale-i Nur, bu za­manın müthiş yaralarına tam bir ilâçtır. Onun için, o da­ire bize kâfi gelmiş, ha­rice çıkmıyoruz.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 209-211)


«Eğer denilse: Mübarek İslâmiyet ve nurani Asr-ı Saadet’in başına gelen o deh­şetli kanlı fitne­nin hik­meti ve vech-i rah­meti nedir? Çünki onlar, kahra lâyık değil idiler?


Elcevab: Nasılki baharda dehşetli yağ­murlu bir fırtına, her taife-i nebatatın,([98]) to­humların, ağaçların isti­dadlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri ken­dine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına ge­çer. Öyle de: Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekir­dekler hükmündeki muhte­lif ayrı ayrı is­tidadları tah­rik edip kamçı­ladı; “İslâmiyet tehlike­dedir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıf­zına koşturdu. Herbiri, kendi istida­dına göre camia-i İslâmiyetin kes­retli ve muhte­lif vazifelerin­den bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-i cid­diyetle ça­lıştı. Bir kısmı hadîsle­rin mu­hafa­zasına, bir kısmı şe­riatın muha­fazasına, bir kısmı hakaik-ı imaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’anın muha­fa­zasına çalıştı ve hakeza.. Herbir taife bir hiz­mete girdi. Vezaif-i İslâmiyette hummalı([99]) bir surette sa’­yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek ge­niş olan âlem-i İslâmiyetin ak­tarına, o fırtına ile tohum­lar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o gül­ler ve gülistan içinde ehl-i bid’a fırkalarının([100]) diken­leri dahi çıktı.


Güya dest-i kudret,([101]) celal ile o asrı çalka­ladı, şid­detle tahrik edip çevirdi, ehl-i him­meti gayrete ge­tirip elektriklendirdi. O ha­reket­ten gelen bir kuvve-i anil­merkeziye([102]) ile pek çok münevver müçtehidleri ve nu­ranî mu­haddisleri, kudsî hâfızları, asfiyaları, ak­tab­ları âlem-i İslâmın aktarına([103]) uçurdu, hic­ret et­tirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana ge­tirip, Kur’anın ha­zinelerinden istifade için gözlerini açtırdı» (Mektubat sh: 100)


FİTNE ZAMANINDAKİ CİHAD ŞEKLİ
İslâm cemiyetleri içinde meydana gelen fit­nelere karşı yapılacak cihad, maddi değil, ma­nevidir. Manevi cihad, her zaman makbul ve sevablı olup, can itlafı ol­maz ve musibet­lere se­beb olan dâhildeki maddi cihad gibi mes’uli­yeti de yok­tur.


Bütün ümmete şâmil ittihad-ı İslâm içinde te­şek­külü gereken icma-ı ümmet mânasında bir şûra-yı ümmet merci­ine dayanmadan, resmî bir makam ve sa­lahiyete sahib olma­dan, din ve ümmet-i İslâm namına maddi mücadelelere gi­rilmemelidir. Çünki böyle bir mücade­leye sa­lahiyettar olan ferd ve zümreler, yahud fırka­lar değil, ancak bütün ümmet-i İslâmı temsil eden merci’dir, şûra-yı ümmettir.


O halde hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile alâka­dar olan­ların o mercii teşkil edecek olan ittihad-ı İslâm’ın tahakku­kuna hizmet etmeleri evlevi­yet kazanıyor. (Bak: İttihad-ı İslâm, İttihad Yayıncılık 1993 İst.)


Evet, harice karşı yapılan cihadda kuv­vet kullanı­lır. Fakat zaruret-i kat’iye olmadıkça dahilde kuvvet kul­lanıl­mamalıdır. Çünki hasta­lar, ihtiyarlar, çocuklar gibi şefkata muhtaç olanlar, cemiyette iç içe karışık olduğun­dan, böyle menfi hâdiselerde onlar daha çok perişan olurlar ve zulme uğrarlar.


İşte bunun gibi daha pek çok hikmetler için Kütüb-ü Hadîsiyenin Kitab-ül Fiten kısmındaki bazı bablarında, da­hilî fitnelere karşı silahlı mücadeleler men edilmiştir. Ancak idareciler müsbet şahıslar ise, fitne ehlini tenkil ve tec­ziye edebilirler ve etmelidirler.


Dinde bir kısım fer’î hükümler var ki, za­manın ve me­kânın değişen şartları ile alâkalı­dır. O şartlara göre hüküm­leri şer’î kaynak­larda gör­mek ve tatbikatlarını gös­termek, dinde büyük şahsiyetlere has olup onların icma­iyle teşri’ olu­nur.


Ahkâmda rey sahibi olmayan müslümanlar, âyet ve hadîslerden ahkâm istinbat edemez. Ancak müteşa­bih ve müşkil olmayan âyet ve hadîslerden seviyeye göre ib­ret, teş­vik ve ikaz dersleri alabilirler.


Binaenaleyh gerek aşağıda dercedilen had­îsler ve ge­rek bu kitabın diğer kısımlarında bulunan âyet ve hadîs­ler, ahkâm-ı Şer’î istinbat etmek için konulma­mıştır.


Menfi hareketlerden kaçınmayı tavsiye eden bir­kaç ha­dîs mealleri:


«Ebu Hüreyre (R.A.).A.);den: Peygamber (A.S.M.) bu­yurdu.S.M.) bu­yurdu;: Öyle fitneler olacak ki; oturan ayakta du­ran­dan, ayakta duran yü­rüyenden, yürüyen (o fitneye) ko­şandan daha hayırlıdır. Kim o fitneye karı­şırsa, fitne onu kendi içinde yere çarpar. Kim on­dan ko­runacak bir yer bulursa oraya sığın­sın!


Sa’d b. Ebi Vakkas (R.A.). Ebi Vakkas (R.A.);: Ey Allah’ın Resulü, biri evime girip, beni öl­dürmek için elini uzatırsa, ne buyu­rursun?


Peygamber (A.S.M.): “Beni öldürmek için sen bana elini uzatırsan, ben seni öl­dürmek için elimi sana uzatmam” (Maide Suresi 5:28) di­yen Hz. Âdem’in oğlu gibi . Âdem’in o¤lu gibi ;ol! buyurdu.


Ebu Musa’dan (R.A.).A.);: Peygamber (A.S.M.) fitne hakkında.S.M.) fitne hakk›nda; şöyle buyurdu: Oklarınızı kırın, kiriş­le­rinizi koparın; fitne halinde evlerinizin içinden ayrılmayın ve Âdem (A.S.)ın oğlu gibi olun!


Resulullah (A.S.M.): Mü’minin kendisini ze­lil yapması lâyık değildir, buyurdu. Mü’min kendisini nasıl zelil yapar, diye sordular. “Gücü yetmeyen iş­lere girişir” diye cevab verdi.» ([104])


Bu hadîste, dâhilde menfi mücadelelere gi­rip müte­ca­viz münafıkların hücumuna sebebi­yet verilmemesine de bir işa­ret vardır. İbn-i Mace 36. Kitab-ül Fiten 13. babı, fitne za­ma­nında uzlet ve inziva hakkındadır.


İkinci Dünya Harbinden sonraki zamanlarda Deccal is­tibdadından haber veren hadisin mealini Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklar:


(Len yecmeallahü alâ hezihil ümmeti seyfed deccali ve seyfel melhameti)


Meali: Cenab-ı Allah şu ümmetin (ümmet-i Muhammed A.S.M.) üstünde hem Deccal’ın kılın­cını hem de büyük harb kı­lıncını bera­ber cem’([106]) et­meyecektir. (Melhame-i kübra([107]) olan İkinci Harb-i Umumî hırpala­madığı işaretiyle, İslâmlar içinde bir Deccal, âlem-i İslâm’ı başka bir tarzda hırpalaya­cak.)» (Tefekkürname sh: 287) (Ramuz-ül Ehadîs 354’de de geçer.)


SÜFYAN : (İSLÂM DECCALI)
Kamus-u Okyanus, bu kelime için “esami-i rical­den([108]) bir isimdir” der, yani mânâ aranmaya­cağına işaret eder. Âhirzamanda ge­leceği ve ümmetin karanlık günler yaşama­sına sebeb olacağı sahih hadîslerle bildirilen ve şe­air-i İslâmiyeyi tahribe çalışan dehşetli ve mü­nafık bir şahıs. “Süfyanîler” ise Süfyan cereya­nıdır. İbn-i Cerir-i Taberî Süfyanîlerle alâkalı rivayet­leri Cami-ül Beyan’da (Sebe’ Suresi 34:51) âyeti al­tında cem­’etmiştir.


Bir hadîste bildirilen Ahlas, Serra, Duhayma fitneleri için bak: Tac Tercemesi 5.cilt 927.hadîs:


(Uzun süren ve in­sanların müs­bet ve menfî iki gruba ayrıldığı mezkûr üçüncü fitne, Süfyanî fitneye işaret olsa gerektir.)


«Rivayetler, Deccal’ın dehşetli fit­nesi İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet isti­aze etmiş.([109]) ‘La ya’lemül ğaybe illallah’ Bunun bir tevili şudur ki: İs­lâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tah­kik, İmam-ı Ali’nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çı­ka­cak, aldatmakla iş göre­cek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır.([110]) Yoksa Büyük Deccalın cebir ve cebe­rut-u mutlakına karşı itaat etme­yen şehid olur ve is­temeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz.» (Şualar sh: 585)


«1350 sene evvel Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir şakirdi ve es­rar-ı Kur’aniyenin dersini bizzat Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan alan Hazret-i Ali (R.A.).A.); meşhur ve mat­bu’ kasidesinde demiş ki:


‘ehrufü ucmin süttırat testîran....ilh.’ (Hâşiye)


İşte bu kasidede Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan aldığı derse bi­naen diyor ki:


“Huruf-u Arabiye acemî yani frengî([113]) hu­ru­funa teb­dil edildiği zaman, Deccal’ı inti­zar edi­niz.”» (Rumuzat-ı Semaniye 4. Remiz) (Hz. Ali Efendimizin kasidesi mat­bu’ Mecmuat-ül Ahzab 1.cilt sh: 595)


Diğer bir hadîs-i şerifte de şöyle buyuru­lu­yor:


«Sizleri benden sonra vuku bulacak yedi fitne­den sakınmaya davet ederim: Medine’den çıkacak bir fitne, Mekke’den çıkacak bir fitne, Yemen’den çıkacak bir fitne, Şam’dan çıkacak bir fitne, şarktan çıkacak bir fitne, garbdan çıkacak bir fitne. Bir fitne de Şam’ın merkezinden zu­hur eder ki, işte bu Süfyanî’nin fit­ne­sidir.» ([114])


Evet «Rivayetlerde, vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam’ın etrafında ve Arabistan’da tasvir edilmiş.([115]) Allahu a’­lem, bunun bir te’vili şudur ki: Merkez-i hi­lafet eski zamanda Irak’ta ve Şam’da ve Medine’de bulunduğundan, raviler kendi içtihad­larıyla -daimi öyle kalacak gibi, mânâ verip “merkez-i hükû­met-i İslâmiye” yakınlarında tasvir etmişler, Haleb ve Şam demişler. Hadîsin mücmel([116]) haberlerini, kendi içti­hadlarıyla tafsil etmişler.» (Şualar sh: 585)


Kitab-ül Feteva-yı Hadîsiyye, Ahmed Şehabeddin bin Hacer-il Heytemî adlı eserin 30. sahifesinde ve Kenz-ül Ummal, 14. cild 272. sa­hifede ve 39639, 39677. hadîs­lerinde ve diğer bazı hadîs kitablarında “Süfyan”dan bah­sedilir.


­Diğer «Bir rivayette, “İslâm Deccalı Horasan taraf­larından zuhur edecek” de­nilmiş.([117])


‘La ya’lemül ğaybe illallah’ Bunun bir te’vili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyetin en kahraman ordusu olan Türk mil­leti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zaman­daki mes­kenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder.


Garibdir hem çok garibdir. Yediyüz sene müd­de­tinde İslâmiyetin ve Kur’an’ın elinde şeref-şiar,([118]) barika-asa([119]) bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şea­irine karşı isti­mal etmeğe çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çe­kilir. “Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor” diye rivayetlerden anla­şı­lıyor.» (Şualar sh: 596)


Bediüzzaman Hazretleri, 1948 senesinde Afyon Mahkemesinde “İnkılaplar aleyhinde­dir” tarzında it­ham­larla mahkûm edilmek istenilmiş, fakat karar Temyiz’ce bozul­muştu. Mahkûmiyet kararı yolunda ısrar eden iddia maka­mına verilen cevapta aynen şöyle deniliyor:


«Acibdir ki; savcı müddeî iftiralı ittiham­name­sinde en ziyade iliştiği ve Said’in itti­hamına medar yaptığı, Siracünnur’un âhi­rindeki Beşinci Şua’ın mes­’e­lelerinde Said demiş ki:


“Başa şapka koymağa cebreden Süfyan öyle deh­şetli istibdadla hareket eder ki, bir cani yü­zün­den yüz köyü harab eder.. bir asi yü­zünden binler masumu mahveder.” dediği fıkra için Said’in mah­kûmiyetine pek mu­sırrane çalışıp demiş ki: “Atatürk’ü tahkir edip, inkı­lâblar aleyhindedir.”


Cevab: Yine o cevab veren Nur şakirdle­rin­den Abdürrezzak namında birisi diyor ki:


İşte o davanın doğruluğuna delâlet eden yüzer emareden tek bir emaresi: 1938’deki Dersim Faci­asında binler masumları, ihtiyar kadınları hem öl­dürtüp hem ateşlere atmak ve bir isyan tevehhümü ve ihtimali yü­zün­den yaktırması; bu Beşinci Şua’ın o hük­münü kat’î hakikat olarak gözlerine soku­yor.


Acaba bin seneden beri bir milyar şühe­dayı ha­ki­kat-ı Kur’an ve iman yolunda feda edip şe­hid ve­ren ve bütün mefahiri([120]) İslâmiyetle tahak­kuk eden ve âlem-i İslâmın en büyük ordusu ve kahraman mil­leti olan Türk’e bü­tün bütün mahi­yetlerine zıd ve bütün ec­dad­larını darıltan, inciten, manen ihanet eden ve neslen hiç Türklükle münase­beti olmayan bir adama, Türklerin ceddi ve bü­yük ba­bası namını vermek; ne de­rece Türklüğe bir adavet ve ihanet olduğu anla­şılmıyor mu?


Abdürrezzak Vesaire”


HAZRETİ İSA ALEYHİSSELAM’IN DEVRESİ
Bütün insanlık âlemini saran bu fitnelerden kur­tuluşun en mühim bir unsuru da ayet ve hadislerde geleceği müjdelenen İsa (A.S.)'ın kuvvetidir.


Bilhassa müslümanlarca zuhuru ehemmiyetli ol­makla beraber, din hizmetinde bulunanların fazla üze­rinde durmadıkları bu mesele, Bediüzzaman Hazretlerinin telif etmiş olduğu Risale-i Nur Külliyatında bir hayli yer tutmaktadır. Bu bahislerden bir kısmı aşağıda derc edilmiştir.


«Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka gi­rerler. Halbuki rivayetlerde gelmiştir ki: “Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulun­dukça kıyamet kopmaz.”([121]) Böyle umumi­yetle imana geldikten sonra nasıl umumi­yetle küfre giderler?


Elcevab: Hadîs-i Sahihte rivayet edilen: “Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın geleceğini ve Şeriat-ı İslâmiye ile amel edeceğini, Deccal’ı öldürece­ğini” imanı zaif olanlar istib’ad([122]) edi­yorlar. Onun haki­katı izah edilse, hiç istib­’ad yeri kalmaz. Şöyle ki:


O hadîsin ve Süfyan ve Mehdi hakkın­daki hadîs­lerin ifade ettikleri mânâ budur ki: Âhirzamanda din­sizliğin iki cereyanı kuv­vet bulacak:


Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan na­mında müdhiş bir şa­hıs, ehl-i nifakın ba­şına ge­çecek, Şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacak­tır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevî’nin silsile-i nuranî­sine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i ke­malin başına ge­çecek Âl-i Beyt’ten Muhammed Mehdi isminde bir zat-ı nu­ranî o Süfyan’ın şahs-ı manevîsi olan ce­reyan-ı mü­nafıkaneyi öldürüp dağı­tacaktır.


İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, mad­diy­yun felsefe­sinden tevellüd([123]) eden bir cere­yan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda fel­sefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ede­rek kuvvet bulup, uluhiyeti in­kâr edecek bir de­receye gelir.


Nasıl bir padişahı tanımıyan ve ordu­daki zâbitan ve efrad onun askerleri oldu­ğunu kabul etmiyen vahşi bir adam, her­kese, her askere bir nevi padi­şahlık ve bir gûna hâ­kimiyet verir. Öyle de: Allah’ı inkâr eden o ce­reyan efradları, birer küçük Nemrud hük­münde nefis­lerine birer rubu­biyet verir. Ve on­la­rın başına geçen en bü­yükleri, ispir­tizma ve man­yetizmanın hâdi­satı nev­’inden müdhiş hâri­kalara mazhar olan Deccal ise daha ileri gidip, cebbarane surî hükûmetini bir nevi rububi­yet tasav­vur edip uluhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlub olan ve bir si­neğin kanadını bile icad edeme­yen âciz bir insa­nın uluhiyet dava etmesi, ne derece ah­makçasına bir maskaralık olduğu ma­lûmdur.


İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuv­vetli gö­ründüğü bir zamanda, Hz. İsa (A.S.)ın şahsiyet-i mane­viyesi.S.)›n flahsiyet-i mane­viyesi;nden ibaret olan hakiki İsevîlik dini zu­hur ede­cek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul ede­cek; hal-i hazır Hristiyanlık dini o haki­kata karşı tasaffi([124]) edecek, hurafattan ve tahrifat­tan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşe­cek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir... Ve Kur’ana iktida ede­rek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tabi’ ve İslâmiyet metbu’([125]) ma­kamında kalacak. Din-i Hak, bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bula­caktır.


Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet; itti­had netice­sinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i se­mavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cere­yanının başına ge­çece­ğini, bir Muhbir-i Sadık,([126]) bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, hak­tır. Madem Kadir-i Külli Şey va’detmiş, el­bette ya­pacaktır.


Evet her vakit semavattan melaikeleri yere gön­deren ve bazı vakitte insan suretine vaz­’eden -Hazret-i Cibril’in “Dıhye” suretine girmesi gibi- ve ruha­nileri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül etti­ren, hattâ ölmüş evliyaların çokları­nın ervahla­rını ce­sed-i misaliyle dünyaya gönde­ren bir Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hatimesi için, değil sema-i dünyada cesediyle bulu­nan ve hayatta olan Hazret-i İsa, belki âlem-i âhi­retin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydi­rip dünyaya göndermek, o Hakîm’in hikme­tinden uzak değil. Belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va’­detmiş ve va’dettiği için elbette gönderecek..


Hazret-i İsa Aleyhisselâm geldiği vakit, her­kes onun hakiki İsa olduğunu bilmek lâ­zım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u iman ile onu ta­nır. Yoksa bedahet de­recesinde herkes onu tanıma­ya­caktır.» (Mektubat sh: 56)


«Rivayette var ki: “Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete düşer. Ve çok âlimler ona tabi olacaklar.”


Vel’ilmu indallah, bunun bir te’vili şu­dur ki: “Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya ka­bile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i sal­tanat olmadığı halde, zekâ­vetiyle ve fenniyle ve si­yasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlim­le­rin akıl­larını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine tarafdar eder ve din ders­le­rinden tecerrüd eden maarifi reh­ber edip tami­mine şiddetle çalışır.” demek­tir.» (Şualar sh: 585)


Süfyan ve Deccal’ın kendilerinden daha çok, Süfyaniyet ve Deccaliyet denilen cereyanları ve komite­leri daha dehşet­lidir.


DİNİNİ DÜNYAYA SATANLAR
Asrımızın başlarında kuvvetlenmeye başla­yan dinsiz­lik hareketi ve onun mümessil­lerine, mezkûr riva­yetin tevi­linde görüldüğü gibi bazı din adamlarının tabi’ olması ve hattâ dua etme­leri sebebiyle sorulan bir suale, Bediüzzaman Hazretleri Rumuzat-ı Semaniye adlı risa­lesinde şöyle cevap verir:


«O zamanın en fenası, ülemanın fenası­dır. Yani dalâletin en fenası, ülema-is sû’ namı altın­daki bir kı­sım bedbaht kisve-i üle­mada, dini dünyaya satmış adamlardan ge­lir. Ben de bu nok­taya binaen derim ki: Hangi ülema var ki; ezan-ı Muhammediyeyi be­ğenme­yip, ezan yerinde bir şarkıyı kabul etsin. Öyleler âlim değil, belki ‘meselehümül hımare esfara’ al­tında dâhil oluyor.»


Bediüzzaman Hazretleri bir âyeti za­manı­mıza tatbik cihetiyle açıklarken, ehl-i dala­lete iltihak eden mezkûr üle­maya ve dalalet ce­reya­nının üç hususiyetine bakan vecihle­rini şöyle izah eder:


«‘ellezîne yestehıbbünel hayateddünya...ilh..’([127]) âyet-i kerimesi «birinci cümlesiyle der ki: “O bed­bahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber ol­duğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bil­dikleri halde) on­lara iltihak([128]) delâletiyle, bilerek ve severek ha­yat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani el­ması tanıdığı ve bulduğu halde beş para­lık şişeyi ona tercih etmek gibi sefahet-i ha­yatı, dinî hissiyata mu­annidâne([129]) tercih edip dinsizlikle iftihar ederler.”


Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiç­bir asır böyle bir tarzı gösterme­miş. Sair asır­larda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bil­miyor, dünyayı tercih ediyor.


Ve ikinci cümlesi olan ‘veyesuddüne an sebîlillahi’ ile der ki: “O bedbahtların dalâleti, muhabbet-i ha­yattan ve temerrüdden([130]) neş’et ettiği için kendi halleriyle durmuyorlar, tecavüz edi­yorlar. Bildikleri ve onunla ecdatları bağlı olan dine, adâvetkârâne, menbala­rını ku­rutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”


Ve üçüncü cümlesi olan ‘ve yebğunehe ıvacen’ ile der ki: “Onların dalâleti fenden, felsefeden gel­diği için acip bir gurur ve garip bir firavun­luk ve dehşetli bir enâniyet onlara verip ne­fislerini öyle şımartmış ki, kâ­inatı idare eden İlâhî kanunların şuâlarını ve in­san âleminde o hakaikin düsturlarını süflî he­ve­sat­larına ve müştehiyatlarına([131]) müsait görmedik­lerin­den—hâşâ hâşâ!—eğri, yan­lış, noksan bul­mak isti­yorlar.” İşte bu âyet, üç cümlesiyle mânen bu asırda acip bir ta­ife-i dâlleye([132]) tam bir tevafuk-u mânevî ile, mânâ-yı işârîsiyle çok efradı içinde hususî bak­tığı gibi, teva­fuk-u cifrîsiyle dahi başla­rına par­mak ba­sı­yor.» (Şualar sh: 724)


BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNE YAPILAN ZÜLUMLERİN SEBEBİ
Bunca zaman kendisine tazyik yapılan Bediüzzaman Hazretleri bu tazyikin sebebini, Cumhurbaşkanına yazdığı bir istidasında şöyle beyan eder:


«Reis-i Cumhura gönderilen istidanın zeyli­dir ki, mecbur oldum yazmağa.


Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal’in dostluğu ve taraf­girliği vesi­le­siyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâkası ke­silmiş bir adam hakkında otuz sene ev­vel bir Hadîs-i Şerifin ihbarıyla, Kur’ana zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.


Ben de beşyüz seneden beri kahra­man­lığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kah­ra­man bir ordunun şe­refini ve zaferini, hilaf-ı haki­kat([133]) olarak M. Kemal’e vermediğim. Kemal’e vermedi¤im; için, garaz­kâr dost­ları beni yirmi senedir bahanelerle tazib ediyor­lar.


Evet mahkemede isbat ettiğim gibi; şe­refler, müsbet hayırlar, maddi manevi ga­nimetler or­duya ce­maata verilir, tevzi edi­lir; kusurlar, menfi icraat­lar başa, reise ve­rilir diye bir kaide-i haki­katla, kah­raman ordunun ve bilfiil asker ve asker ba­şında çalışan cesur zabitlerin([134]) zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle itti­ham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şe­ref­lerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum. Bu hakikatı mahkemede isbat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da isbat et­meye hazırım. Ben bu mübarek milletin bahadır ordu­sunun milyonlar ef­radı ve zabitlerini([135]) severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği ka­dar muha­faza ediyo­rum. Benim karşımdaki garaz­kâr muarızlarım, bir tek adamı sevmek yo­lunda, mil­yonlar efrada manen ihanet, belki adavet([136]) ediyorlar.


Evet çok emarelerle bildik ki; bana hü­cum eden­leri tahrik eden, Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığım­dır. Başka sebebler bahanedir. Bunun için mecbur ol­dum ki, o muarızlarıma([137]) de­rim: O beni taltif etmek ve bütün vilayat-ı şarki­yeye vaiz-i umumî yapmak için Ankara’ya istedi. Ben oraya git­tim. Bu gelen üç madde, beni onun dost­luğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzi­vada azab çektim, dünya­larına ka­rışmadım.


Birinci Madde: Bir hadîs-i şerifin, âhir­za­manda an’anat-ı İslâmiyenin([138]) zara­rına çalışacak diye ha­ber verdiği adam, bu oldu­ğunu ef’aliyle([139]) gös­ter­mesi­dir. Ben otu­zaltı sene evvel o Hadîsi tefsir etmiş­tim. Aynen bu adama mânası çıkmış. Mahkemedeki müdafaatımın “Üçüncü Esas”ında izahı var.


İkinci Madde: Bir şeyin vücudu ve ta­miri ve ha­yatı, ona ait bütün erkân ve şera­itin([140]) vü­cuduyla olabil­mesi; ve o şeyin ademi ve tah­ribi ve ölmesi, bir tek şartın bozul­masıyla olduğu bir kaide-i ha­ki­kattır. Umumun dil­lerinde “Tahrib, tamirden çok kolaydır” diye darb-ı mesel olmuştur.


Bu kat’i kaideye binaen, meydanda gö­rünen ehemmiyetli kusurlar ve tahribatlar o ku­manda­nın ha­tasından ve ehemmiyetli şeref­ler ve zafer­ler ise ordu­nun kahraman­lığın­dan geldiğinden; o fenalık­ları ona, o iyi­lik­leri orduya vermek lâzım gelirken, bütün bütün aksine olarak cemaatın hayrını baş­taki bir ferde ve o ferdin şerrini cemaata vermek deh­şetli bir haksızlık olmasıdır.


Üçüncü Madde: Cemaatın hayrını ve or­du­nun zaferini başa vermek ve o başın ku­su­runu cemaata isnad etmek ise, binler ha­yır­ları birtek hayra indir­mek ve birtek ku­suru binler kusur yapmaktır. Çünki nasıl bir ta­bur bir dehşetli düşmanı öldürse, her­bir ne­feri bir gazilik rütbesini alır ve yalnız bin­başısına verilse, binden bire iner, bir tek gazi olur. O binba­şının hatasıyla zalimane bir katil yapılsa ve ona verilmeyip tabura verilse, o bir tek katil bin cina­yet hükmüne geçerek bin neferi me­sul eder ve cezaya çarpar.


Aynen öyle de: Meydandaki görünen ehem­miyetli kusurlar onları işleyen ölmüş adama ve­rilmezse, beş­yüz belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestli­ğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şe­re­fini ve Kur’an bay­raktarlığını kılınçlarıyla ve kan­la­rıyla imza­layan bir orduya havalesiyle, o kusurlar binler derece ve erkânları adedince ziyade­leşir, o ordu­nun pek parlak mazisini deh­şetli karartır ve bu asrın ordusunu, geçen asırların aynı orduları önünde mah­cub ve mesul eder. Ve mevcud şeref­ler, zaferler tek adama verilse binler derece küçü­lür, erkân ve efrad adedince gazilik ve hayırlar bir tek hük­müne geçer söner, daha kusurlara karşı kef­faret-üz zünub([141]) olmaz.


İşte bu sebebler içindir ki; ben onun dostlu­ğunu bırakıp, onun yerinde, ehemmi­yetli bir za­manda içinde bulunduğum ve te­sirli hizmet etti­ğim o or­dunun dostluğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şe­refini muhafazaya Risale-i Nur ile çalış­tım.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 284)


Âhirzamanda çıkan nifak cereyanının ma­hiyetini, Risale-i Nur’un ikazıyla anlayanla­rın, o cereyandan alâ­kala­rını keseceklerini an­latan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:


«Şimdi ihtiyarımızın haricinde([142]) onun mahi­yeti ne olduğunu, en başta ve en zi­yade alâ­kadar ve en son on­dan vazgeçecek adamla­rın ellerine kat’i hüccetler gös­te­ren ve isbat eden Risale-i Nur geç­mesi, kemal-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hâdi­sedir ki; bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, Din-i İslâm cihetiyle yine ucuz­dur.» (Şualar sh: 339)


Kur’an (Meryem Suresi 19:82) âyetinde remzî bir mânâ ile; anarşist­lerle, onları yetiştirenler arasında zıt­laşma olacağına ve yetiştirdikleri anarşistlerin, onların taptıklarını tanımayacaklarına bir işa­ret vardır.


Âhirzamanın dehşetli fitnesinden üm­meti ikaz eden ri­vayetlerin çoğu müteşabih ol­duğun­dan, tevil ve tabiriyle izah edilmeleri ge­rekiyor. Bu hadîslerin, her as­rın insanla­rına ba­kan mânâ külliyetleri vardır. Bediüzzaman Hazretleri bu hadîslerden bir kısmını, tâ Osmanlı Devleti zamanında yani 1907 sene­sinde bazı sualler üzerine ele ala­rak bazı tevil ve izahlarını yap­mıştı. O zaman bu tevillerin mânâsına uygun olacak hiçbir hâdise de yoktu. Aradan hayli seneler geçtikten sonra, Risale-i Nur’daki hassaten Beşinci Şua’daki kıya­met alâmetlerine dair müteşabih hadîslerin teville­rini bazı adli­yeciler ele alarak Mustafa Kemal’e ve bir kısım inkılâplarına tatbik ederek suç gös­termek istediler.


Halbuki hukuk anlayışında, kanun ma­kab­line şamil olmaz. Yani, kanundan önceki za­mana tatbik edilmez. Diğer bir ifade ile, kanun­suz suç olmaz. Hem açık olmayan ifade­lerden, tahmin yoluyla ceza verilmez. Hem hakaret ve teca­vüz olmayarak mücerred fikir ve kanaat beyan etmek, hürri­yet rejimlerinde suç sayıla­maz. Aksi halde hürriyet rejimi­nin temel unsur­larından olan din, vicdan ve fikir hürriyet­leri ihlal edilmiş olur. İşte bu esaslara aykırı bir suçlamaya cevap verirken, bu hakikatı ve esas­ları nazara veren Bediüzzaman Hazretleri ay­nen şöyle diyor:


«Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuv­ve­timiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyo­ruz, amel etmiyo­ruz, istemiyo­ruz. Red başka, ka­bul etmemek başkadır, amel etmemek daha baş­kadır. Hazret-i Ömer’in (R.A.) taht-ı hükmünde.A.) taht-› hükmünde;, ka­nun-u adalet-i şer’iyesini reddet­meyen ve ilişme­yen Yahudilere, Nasara’ya ilişmiyordu­lar. Demek kabul etmemek, tasdik etmemek, idarece bir suç teşkil etmi­yor ki; o çeşit mu­halifler ve münkir­ler, en kuvvetli pa­dişah­ların idaresi ve siyaseti altında bulunmuş­lar. İşte bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur’un şakirdlerin­den en müdhiş bir mu­ha­lif ve rejim müessi­sini([143]) tel’in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mef­kû­resine ka­nu­nen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder.([144])» (Kastamonu Lâhikası sh: 265)


İşte mezkûr açık kaideleri aşarak, Bediüzzaman bu te­villeriyle Mustafa Kemal’e ve rejimine hücum edi­yor diyerek ve kanunu geçmişe şamil kılarak ve sarih olmayan küllî ifa­deleri, açık şekle çevirip isim ilave ederek ya­zılan bir mah­keme kararından şayan-ı dikkat ve ibret bir örneği veriyo­ruz.


26/12/1985 tarih ve 85/114 esas, 85/186 ka­rar sayılı İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi kara­rının bir kısmı aynen şöyledir:


«Yukarıdaki örneklerden anlaşılacağı üzere:


Deccal (âhir zamanda gelecek ve Hazret-i Muhammed’in peygamberliğini inkâr edip İslâmiyeti tahribe çalışacak ve dünyayı fe­sada vere­cek çok kötü ve dine ait hiçbir ger­çeği, Allah’ın varlığına hiçbir delili kabul etmemek yo­lunda olan dehşetli bir şahıs) hak­kındaki Hadîslerde bahsedilen şahsın Atatürk oldu­ğunu zaman göstermiştir. Atatürk, İslâmların deccalı olan Süfyandır.


Atatürk, İslâm şeriatının tahribine ça­lış­mış­tır, mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuştur.


“Bir zaman gelecek, Allah Allah diyen kal­mıya­cak” Hadîsine uygun olarak, Atatürk zamanında “Allah Allah” diyen tekke, zikir­hane ve medrese­ler ka­panmış, ezan Türkçe okunmuştur.


“İslâm Deccalı ölünce ona hizmet eden şey­tan, İstanbul Dikilitaş’da o öldü diye bü­tün dünyaya bağı­ra­cak” Hadîsine uygun olarak, Atatürk’ün ölümü radyo ile dünyaya duyu­rulmuştur.


“Süfyan su içecek, eli delinecek” Hadîsi, Atatürk’ün rakıya mübtela olacağını, bu yüzden hasta olacağını ve israf yapacağını göstermiştir.


“Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kal­kar, al­nında bu kâfirdir yazılmış olur” Hadîsine uygun olarak Atütürk kanun zoru ile herkese şapka giy­dirmiştir, fa­kat şapka da secdeye gittiği için istemi­yerek giyenler kâfir olmamışlardır.


“Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şa­hıslar ken­dilerine secde ettirecekler” Hadîsine uy­gun ola­rak, Atatürk kendisine ve heykelle­rine baş eğdir­mektedir.


“Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki kimse nefsine hâkim olmaz” Hadîsine uy­gun olarak Atatürk devrinde dans, tiyatro gibi kadınlı erkekli oyunlar, gayr-ı meşru oyun ve eğlenceler, büyük günahlar ve âdet­ler ortaya çıkmıştır.


Atatürk devrinde, ordu ve millet tara­fından yapı­lanlar, haksız olarak Atatürk’ün şah­sına mal edil­miş­tir.


Atatürk devrinde kanun perdesi altında herkesin vicdanına, mukaddesatına, kıyafe­tine müdahale edil­miştir.


Millet mağlubiyet hengâmında gizli ve deh­şetli mahiyetine bakmıyarak Atatürk’ü al­kışlayıp başına koymuştur. Fakat ordu ve dindar millet, gerçeği gö­re­cek ve Atatürk’ün yaptığı bu dehşetli tahribatı tamire çalışa­caktır.


Atatürk fiilleriyle İslâmiyet an’aneleri aley­hine çalışmıştır.


Atatürk Ayasofya Camiini puthaneye, Meşihat Dairesi (Osmanlı Devleti’nin diya­net dairesini) kız lise­sine çevirmiştir.»


İşte aynı şekliyle ve şahıs ismi açıkça ve tekraren zik­redilerek ve Bediüzzaman’a at­fedilerek yapılan bu be­yan, herhalde hay­retle karşılanacak acib ve garib bir tevcih­tir. Bu şekilde bir tatbikatın da Bediüzzaman, Afyon Mahkemesinde ma­kam-ı iddia tarafından yapıldı­ğını göre­rek gerekli cevabı vermiştir. Makam-ı iddia şöyle demişti: “Süfyan ve bir İslâm deccalı, Mustafa Kemal olduğu Beşinci Şua’da an­la­şılıyor.”


Bediüzzaman ise cevabında: «Beşinci Şua, küllî bir surette çok zaman evvel mü­teşabih bir hadîsin bir te’­vilini beyan etmesi ve iti­raznamemde kat’i cevabı ve­rilmesi; bu zahir yanlışı ve medar-ı mes­’uliyet olması büyük hata olduğunu gösteriyor. Eğer mes­’uliyet varsa bu ince, küllî mânâyı böyle cü­z’î bir şahsa tatbik edip mahkemede teşhir eden kimse mes’ul ve suçlu olur.» (Şualar sh: 417)


...diyerek müdafaada bulunmuştur ve nihayet aynı mah­keme beraet kararını vermiştir.


Şimdi de bahsi geçen müteşabih hadîs­lerden te­vili ya­pılmış birisini örnek olarak vere­lim:


«Hem büyük Deccal’ın, hem İslâm Deccalı’nın üç devre-i istibdadları mânâ­sında üç eyyam var.


Bir günü; bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üç­yüz sene yapılmaz.


İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede otuz senede ya­pılmayan işleri yaptırır.


Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on se­nede yapılmaz.


Dördüncü günü ve devresi adileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır. diye, ga­yet yüksek bir belâgatla ümmetine haber vermiş.» (Şualar sh: 587)


DECCAL
Bu kelime (decl) kökünden mübalağalı ism-i fail­dir. Aşırı yalan ve aldatmalarla hakkı bâtıl, bâtılı hak olarak gösteren ve hakkı bâtıl ile ka­rıştırıp hakkı örten ve böylece cemiyetleri ifsad ve idlal eden şahıs demek­tir. Tac Tercemesi, 5. cild, 631. hadîste beyan edildiği gibi: “Deccal, meçhul (gaib) bir şerdir” şek­lindeki ifade­den de anlaşıldığı gibi, Süfyan de­nen İslâm deccalı­nın deccallığı, herkesin anla­yacağı tarzda apa­çık değildir. Münafıkane bir ta­vırla, yani (Bakara Suresi 2:42) âye­tinde ifade edildiği gibi, hak ile bâtılı telbis edip üm­meti ifsad ve idlale çalışır. Deccal’ın başlattığı Cere­yana da “deccaliyet” denir. Deccal’ın en şerli ve zararlı tarafı da deccaliyetidir. Deccal’ın ölümünden sonra da cereyanı hayli zaman de­vam eder.


Deccal’ın hak ile bâtılı karıştırmasına karşı, Kur’an hak ile bâtılın tefrik ve tebyinini ister. İşte Kur’anın der­sini tam anlayan sahabeler nazarında hak ile bâtıl tama­men ay­rılmıştı. (Bak: Sözler sh: 484, 489 İkinci Sebeb)


«Deccal’ın şahs-ı surîsi([145]) insan gibidir. Mağrur, fi­ravunlaşmış, Allah’ı unutmuş ol­duğun­dan; surî, ceb­ba­rane olan hâkimiye­tine, uluhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı manevîsi olan dinsizlik cere­yan-ı az­îmi, pek cesîmdir. Rivayetlerde Deccal’a ait tavsifat-ı müdhişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya’nın baş­kumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhit’te,([146]) diğer ayağı on gün­lük mesa­fedeki Port Artür Kal’asında tas­vir edilmiş. O küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı manev­îsi gösterilmiş.» (Mektubat sh: 58)


HER İKİ DECCAL’İN BENZERLİKLERİ
Âhirzamanda biri İslâm âleminde, di­ğeri beşeri­yet âleminde olmak üzere iki deccal ve ce­reyanları bu­lunur.


Sual: «Rivayetlerde, her iki Deccal’ın hâ­ri­kulâde icraatlarından ve pek fevkalâde ik­tidarlarından ve heybetlerinden bahsedil­miş…


Elcevab: ‘vel ılmü ındellah’ İcraatları büyük ve hâriku­lâde olması ise: Ekser tahribat ve hevesata sevkiyat ol­duğundan, kolayca hâ­rikulâde öyle işler yaparlar ki, bir rivayette “Bir günleri bir senedir.” Yani; bir senede yaptıkları işleri, üçyüz senede yapılmaz de­nilmiş... İstidrac([147]) eseri olarak, müstebidane olan koca hükû­met­lerinde, cesur orduların ve faal mille­tin kuv­vetiyle vu­kua gelen te­rakkiyat ve iyilikler haksız olarak onlara isnad edilmesiyle binler adam ka­dar bir ik­tidar onların şahıslarında tevehhüm edil­meğe sebeb olur. Her iki Deccal, azamî bir is­tib­dad ve azamî bir zulüm ve azamî bir şiddet ve dehşet ile hareket ettiklerinden, azamî bir iktidar görünür. Evet öyle acib bir istibdad ki; -kanunlar perdesinde- herkesin vicdanına ve mukadde­satına, hattâ elbise­sine müdahale ederler. Zannederim asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyet-perverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istib­dadı hissederek oklar atıp hücum etmiş­ler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hata bir cep­hede hücum göstermişler. Hem öyle bir zulüm ve cebir ki; bir adamın yüzün­den yüz köyü harab ve yüzer ma­sumları tecziye ve tehcir([148]) ile perişan eder.


Her iki Deccal, Yahudi’nin İslâm ve Hristiyan aleyhinde şiddetli bir intikam besleyen gizli komitesi­nin muavenetini ve kadın hürriyetle­rinin perdesi altın­daki deh­şetli bir diğer komitenin yardımını, hattâ İslâm Deccalı masonların komite­lerini alda­tıp müzahe­retlerini([149]) kazandıklarından deh­şetli bir ik­tidar zannedi­lir.» (Şualar sh: 593) (Bak: İslâm Prensipleri Ansiklopedisi 3979/1, 3980. p.lar) (Bak: 105. p.)


«Rivayette vardır ki: “Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar, uluhiyet dava edecekler ve kendilerine secde ettirecekler.”


Allahu a’lem, bunun bir te’vili şudur ki: Nasıl bir padişahı inkâr eden bir bedevi kumandan, ken­dinde ve başka kumandan­larda, hâkimiyetleri nis­betinde birer küçük padişahlık tasavvur eder. Aynen öyle de: Tabiiyyun ve maddiyyun mezhebi­nin başına geçen o eşhas, kuvvetleri nisbetinde kendi­lerinde bir nevi ru­bubiyet tahayyül ederler ve raiyetini kendi kuvveti için kendine ve heykellerine ubudiyetkârane serfüru’ etti­rirler, başlarını rükûa getirirler de­mektir.» (Şualar sh: 584)


«Büyük Deccal’ın ispirtizma nevin­den tes­hir edici hassaları bulunur. İslâm Deccalı’nın dahi, bir gözünde teshir edici manyetizma bulunur. Hattâ rivayetlerde “Deccal’ın bir gözü kördür” diye nazar-ı dik­kati gö­züne çevirerek Büyük Deccal’ın bir gözü kör ve öteki­nin bir gözü öteki göze nis­be­ten kör hükmünde oldu­ğunu had­îste kay­detmekle, onlar kâfir-i mutlak bu­lunduğun­dan yalnız münha­sıran bu dünyayı gö­recek birtek gözü var ve akibeti ve âhireti göre­bi­lecek gözleri olmamasına işaret eder.» (Şualar sh: 595)


Rivayette var ki, «Deccal sol gözü kör, saçı çoktur. Cennet ve cehennemi vardır; fakat gerçekte cehennemi cennet, cenneti de cehennem­dir.» ([150])


Hem «rivayette var ki: -İsa Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdüğü münasebe­tiyle- “Deccal’ın fev­kalâde büyük ve mina­reden daha yüksek bir aza­met-i heykelde ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm ona nisbeten çok küçük bu­lunduğunu..” gösterir.


‘la ya’lemül gaybe illallah’ Bunun bir te’vili şu ol­mak gerek­tir ki: İsa Aleyhisselâm’ı nur-u iman ile tanıyan ve tabi olan cemaat-i ru­haniye-i mücahidînin kemi­yeti,([151]) Deccal’ın mektebce ve askerce ilmî ve maddî or­dula­rına nisbe­ten çok az ve küçük olmasına işa­ret ve ki­nayedir.» (Şualar sh: 588) (Bak: 99-101. p.lar) Bu riva­ye­tin tat­bikî bir izahı, Kastamonu Lâhikası sh: 80’de var­dır.


İSLÂM-İSEVÎ BERABERLİĞİ VE ÖNEMİ
Âhirzaman fitnesinde böyle dehşetli Deccaliyet cere­yanlarının tahribatı karşısında, müslümanlar arasında hattâ hakiki İsevîlerle dahi ittifak etmenin lüzumuna dik­kat çeken Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:


«Şimdi ehl-i iman, değil müslüman kar­deş­le­riyle, belki Hristiyanın dindar ruhani­le­riyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf mes­’e­leleri nazara alma­mak, niza([152]) etme­mek ge­rektir. Çünki küfr-ü mutlak hücum ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-I. sh: 206)


«Hattâ hadîs-i sahihle: Âhirzamanda İsevîlerin hakiki dindarları, ehl-i Kur’anla ittifak edip müşte­rek düşmanları olan zen­dekaya karşı da­yanacakları gibi, şu za­manda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi it­tifak etmek, belki Hristiyanların hakiki dindar ruhani­leri ile dahi medar-ı ihtilaf nokta­ları, muvakkaten me­dar-ı münakaşa([153]) ve niza etmiyerek müş­terek düşman­ları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtır­lar.» (Lem’alar sh: 151)


«Kat’i ve sahih rivayette var ki: “İsa Aleyhisselâm büyük Deccal’ı öldürür.” ([154])


Vel’ilmü indallah.. bunun da iki vechi var:


Bir vechi şudur ki: Sihir ve manyetizma([156]) ve ispir­tizma([157]) gibi istidracî hârikalarıyla ken­dini muhafaza eden ve herkesi teshir eden o dehşetli Deccal’ı öl­düre­bi­lecek, mes­leğini değiştirecek; ancak hârika ve mu’ci­zatlı ve umumun makbulü bir zat olabilir ki: O zat, en zi­yade alâkadar ve ekser insan­ların pey­gamberi olan Hazret-i İsa Aleyhisselâm’dır.


İkinci vechi şudur ki: Şahs-ı İsa Aleyhisselâm’ın kılıncı ile maktul olan şahs-ı Deccal’ın teşkil ettiği deh­şetli maddiyun­luk ve dinsizliğin azametli hey­keli ve şahs-ı manevîsini öldürecek ve inkâr-ı ulu­hiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevi ruhanileridir ki; o ruhaniler, din-i İsevinin hakikatını hakikat-ı İslâmiye ile mezcede­rek o kuvvetle onu dağıta­cak, manen öldü­recek. Hattâ “Hazret-i İsa Aleyhisselâm ge­lir, Hazret-i Mehdi’ye namazda ik­tida eder, tabi olur.”([158]) diye ri­vayeti bu ittifaka ve hakikat-ı Kur’aniyenin metbuiye­tine([159]) ve hâ­ki­miye­tine işaret eder.» (Şualar sh: 587)


KIYAMET ALÂMETLERİ
Âhirzaman fitnesinin dehşetli netice­lerin­den ve fela­ket­lerinden ümmetini yüksek şefka­tiyle ikaz ve irşad etmek is­teyen Hz.Peygamberimiz (A.S.M.) “Kıyamet Alâmetleri” denilen bazı hâdiseleri bildirmiştir. Ancak bu hâdiseler bir derece kapalı ifadelerle bildirilmiştir. Böyle olmasının hik­meti, aşağıda izah edilecektir. Bu tarzdaki hadîslerin derin mânâlarını doğru anlayabilmek için, ha­dîs usûlü mahiyetin­deki bir kısım kaideleri tesbit eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:


«Âhirzamanda vukua gele­cek hâdisâta dair hadislerin bir kısmı, müteşabi­hat-ı Kur’âniye gibi, derin mânâları var. Muhke­mat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler.


‘vema ya’lemü te’vilehü illallahü verrasihune fîl ılmi’([161]) sırrıyla, vuku­undan sonra tevilleri anlaşılır ve murat ne olduğu bilinir ki, ilimde râsih olanlar ‘amenna bihi küllün min ındi rabbina’([162]) deyip o gizli hakikatleri izhar([163]) ederler.» (Şualar sh: 578)


HADÎS ÖLÇÜLERİ
Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vu­kuatın­dan bahseden hadîs-i şeriflerin kısm-ı ekserisi müteşabih olduk­larından bu tarz hadîs­lerle karşılaşıldığında tefsir kaidele­rini nazara almak gerekmektedir. Bu kaidelerden oniki usulü ih­tiva eden bir bahisten sekiz tanesini aynen alıyoruz:


«Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vu­ku­atından ve bazı a’mâlin fazilet ve sevapların­dan bahse­den ehâdis-i şerife güzelce anlaşılma­dığın­dan, akılla­rına güvenen bir kısım ehl-i ilim, onla­rın bir kısmına zayıf veya mevzu demişler. İmanı zayıf ve enâniyeti kavî bir kısım da inkâra kadar gitmişler. Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız On İki Aslı beyan ederiz.


BİRİNCİ ASIL: Yirminci Sözün âhirindeki sual ve ce­vapta izah ettiğimiz meseledir. İcmâli şudur ki:


Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi([164]) ervâh-ı sâfileden([165]) tefrik eder. Öyleyse, ile­ride her­kese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bah­sedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almaya­cak. Zira, eğer tamamen bedâ­het([166]) de­recesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar([167]) olsa, o vakit kömür gibi bir istidat,([168]) el­mas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve ne­tice-i imti­han zayi olur.


İşte, bunun için, Mehdî ve Süfyan meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilâf olmuş. Hem rivâ­yat dahi çok muhteliftir; birbirine zıt hükümler olmuş.


İKİNCİ ASIL: Mesâil-i İslâmiyenin tabakatı var­dır. Biri burhan-ı kat’î istese, diğeri bir zann-ı ga­libî([169]) ile ik­tifa eder, başkası yalnız bir kabul-u tes­limi ve reddet­memek ister. Öyleyse, esâsât-ı imaniyeden olmayan mesâil-i fer’iye([170]) veya vukuat‑ı zamaniyenin herbi­rinde bir iz’ân-ı yakîn([171]) ile bir burhan-ı kat’î iste­nilmez. Belki yalnız reddetme­mek ve teslimiyetle ilişmemektir.


ÜÇÜNCÜ ASIL: Zaman-ı Sahabede Benî İsrail ve Nesârâ ulemalarından([172]) çoğu İslâmiyete girdiler. Eski malûmatları dahi onlarla beraber Müslüman oldu; bazı hilâf-ı vaki([173]) malûmât-ı sâbıkaları,([174]) İslâ­miyetin malı ola­rak tevehhüm edildi.


DÖRDÜNCÜ ASIL: Ehâdis-i şerife râvilerinin bazı ka­villeri([175]) veyahut istinbat([176]) ettikleri mânâları, metn-i ha­disten telâkki ediliyordu. Halbuki, insan hata­dan hâli olmadığı için, hilâf-ı vaki bazı istinbatları veya kavil­leri hadis zannedilerek zaafına hükme­dilmiş.


BEŞİNCİ ASIL: ‘inne fî ümmetî mühaddesüne’ ([177]) yani ‘mülhemün’ sır­rınca, bazı ehl-i keşif ve ehl-i velâyet olan mu­haddisîn-i mu­haddesîn ilhamlarıyla gelen bazı maânî, hadis telâkki edilmiş. Halbuki ilham‑ı ev­liya, bazı ârızalarla hata olabilir. İşte, bu neviden bir kısım hilâf-ı hakikat çıka­bilir.


ALTINCI ASIL: Beynennas iştihar([178]) bulmuş bazı hikâ­yeler bulunuyor ki, durub-u emsal hükmüne geçer, ha­kikî mânâsına bakılmaz. Ne maksat için sevk edilir, ona bakılır. İşte, bu neviden, beynen­nas teârüf etmiş bazı kıssa ve hikâyâtı, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir maksad-ı irşadî için temsil ve kinaye nev­’inden zikredivermiş. Şu nevi meselelerin mânâ-yı ha­kikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nâsa aittir ve te­ârüf ve tesâmu-u umumîye([179]) râcidir.


YEDİNCİ ASIL: Pek çok teşbih ve temsiller bulu­nuyor ki, mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye telâkki ediliyor, hataya düşer. Meselâ, “Sevr” ve “Hut”([180]) isminde ve âlem-i mi­salde sevr ve hut timsalinde, berrî ve bahrî([181]) hayvânat nâzırlarından iki melâike­tullah, adeta bir koca öküz ve cismanî bir balık zannedilerek hadîse ilişilmiş.


Hem meselâ, bir vakit huzur-u Nebevîde derin bir ses işitildi. Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesse­lâm ferman etti ki: “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvar­lanıp, tâ ancak bu dakika Cehennemin di­bine düşen bir taşın gürültüsüdür.”([182]) İşte bu ha­disi işi­ten, hakikate vasıl olmayan, inkâra sapar. Halbuki, yirmi dakika o hadis­ten sonra kat’iyen sabittir ki, biri geldi, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma dedi ki: “Meşhur münafık yirmi da­kika evvel öldü.” Yetmiş yaşına giren o müna­fık, Cehennemin bir taşı olarak, bütün müddet-i ömrü tedennîde,([183]) esfel-i sâfilîne, küfre sukuttan ibaret oldu­ğunu, gayet beliğane bir su­rette, Re­sul‑ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beyan et­miştir. Cenâb-ı Hak, o vefat dakikasında o sesi işittirip ona alâmet etmiştir.


SEKİZİNCİ ASIL: Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe([184]) ve meydan-ı imtihanda, çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O sakla­makla, çok hik­met­ler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ, Leyle-i Kadri umum Ramazan’da, saat‑i icâbe-i duayı Cuma gü­nünde, makbul velîsini in­sanlar içinde, eceli ömür içinde ve kıyametin vak­tini ömr-ü dünya içinde sakla­mış.


Zira, ecel-i insan muayyen([185]) olsa, yarı ömrüne ka­dar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Hal­buki, âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve recâ([186]) ortasında bulun­mak masla­hatı, iktiza eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde, müphem([187]) tarz­daki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır.


İşte, kıyamet dahi, şu insan-ı ekber olan dünya­nın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün ku­run-u ûlâ ve vustâ([188]) gaflet-i mutlakaya dalacak idi­ler ve ku­run-u uhrâ([189]) dehşette kalacaktı. İnsan na­sıl hayat-ı şahsiye­siyle, hanesinin ve köyünün be­kasıyla alâka­dardır. Öyle de, hayat-ı içtimaiye ve nev’iyesiyle, küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır. Kur’ân ‘ikterabeti’s-saati’([190]) der, “Kıyamet yakındır” ferman ediyor. Bin bu kadar sene geç­tikten sonra gelmemesi, yakınlı­ğına halel vermez. Zira kıyamet dünyanın ecelidir. Dünyanın öm­rüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Saat-i kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün. İşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, kıyameti, Mu­gayyebât-ı Hamseden([191]) olarak ilminde saklıyor. İşte, bu ipham sır­rındandır ki, her asır, hattâ asr-ı hakikatbîn olan Asr-ı Saadet dahi daima kıyamet­ten korkmuşlar. Hattâ ba­zıları “Şerâiti([192]) hemen hemen çıkmış” demişler.


İşte bu hakikati bilmeyen insafsız insanlar derler ki: “Âhiretin tafsilâtını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan Sahabelerin fikirleri, ni­çin bin sene hakikatten uzak olarak fikirleri düş­müş gibi, istikbal-i dünyevîde bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakikati asırlarında karib([193]) zan­netmişler?”


Elcevap: Çünkü, Sahabîler, feyz-i sohbet-i Nü­büvvetten, herkesten ziyade dâr-ı âhireti düşüne­rek, dünyanın fenâsını bilerek, kıyametin ipham([194]) vaktindeki hikmet-i İlâhiyeyi anlayarak, ecel-i şahsî gibi dünya­nın eceline karşı dahi daima muntazır bir vaziyet ala­rak, âhiretlerine ciddî ça­lışmışlar. Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “Kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz” tekrar et­mesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir ir­şad-ı Nebevî­dir. Yoksa vuku-u muayyene dair bir vah­yin hükmüyle değildir ki hakikatten uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte, Peygamber Aleyhissa­lâtü Vesselâmın bu nevi sözleri, hikmet-i ipham­dan ileri ge­liyor.


Hem şu sırdandır ki, Mehdî, Süfyan gibi âhir­za­manda gelecek eşhasları, çok zaman evvel, hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, ye­tişmek eme­linde bu­lunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velâyet “Onlar geçmiş” de­mişler. İşte bu da, kı­yamet gibi, hikmet-i İlâhiye iktiza eder ki, vakitleri taayyün([195]) etmesin. Çünkü her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâ­zımdır. Hem gaflet içinde fena­lara uymamak ve lâkaytlıkta nefsin dizginini bırak­mamak için, ni­fakın başına geçecek müthiş şahıs­lardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, mas­lahat-ı irşad-ı umumî zayi olurdu.


Şimdi, Mehdî gibi eşhasın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfâtı ve sırrı şudur ki: Ehâdisi tefsir edenler, metn‑i ehâdisi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik et­mişler. Meselâ, merkez-i saltanat o vakit Şam’­da veya Medine’de olduğundan, vukuat-ı Meh­diye veya Süfyâniyeyi, merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ede­rek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı mâ­nevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eş­has-ı harika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıya­cak gibi bir şekil vermiş­ler. Halbuki, demiştik: Bu dünya tecrübe mey­da­nıdır. Akla kapı açılır, fakat ihti­yarı elinden alın­maz. Öyleyse, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çık­tığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bi­dâ­yeten([196]) Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u ima­nın dikkatiyle o eş­has-ı âhirzaman tanılabilir.


Alâmet-i kıyametten olan Deccal hakkındaki ha­dis‑i şerifte “Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü ey­yâm-ı saire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer”([197]) rivayet ediliyor. İn­safsız insanlar bu rivayete muhal demişler—hâşâ—şu rivayetin inkâr ve iptaline gitmişler. Halbuki, ve’l-ilmü indallah, hakikati şu ol­mak ge­rektir ki:


Âlem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde, tabi­iy­yunun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyan-ı az­îmin başına geçecek ve Ulûhiyeti inkâr edecek bir şah­sın şi­mal tarafından çıkmasına işaret ve şu işa­ret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb‑u şima­lîye([198]) ya­kın dairede bütün sene, bir gece bir gün­düzdür; altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. “Decca­lın bir günü bir se­nedir” o daire yakınında zu­huruna işarettir. “İkinci günü bir aydır” demekten murat, şimalden bu tarafa geldikçe bazan olur, yazın bir ayında güneş gurub et­mez. Şu dahi, Deccal şimalden çıkıp âlem-i medeniyet tarafına teca­vüzüne işarettir; günü Deccala isnat et­mekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe, bir haftada güneş gurub etmiyor. Daha gele gele, tulû ve gurub ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya’da esarette iken böyle bir yerde bu­lundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etme­yen bir yer vardı; se­yir için oraya gidiyorlardı. “Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek” olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gez­mesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare([199]) hallet­miştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar.


Alâmet-i kıyametten olan Ye’cüc ve Me’cüce ve Sedde dair bir risalede bir derece tafsilen yazdı­ğım­dan, ona havale edip şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol ünvanıyla içtimaat-ı beşeri­yeyi zîrüze­ber([200]) eden taifeler ve Sedd-i Çinî­nin yapıl­masına sebebi­yet verenler, kıyamete ya­kın, yine Anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i be­şeriyeyi zîrüzeber edecekleri, ri­vayetlerde vardır.


Bazı mülhidler derler: “Bu kadar acaibi yapan ve yapacak taifeler nerede?”


Elcevap: Çekirge gibi bir âfat, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur. Mevsim değiştikçe, memle­keti fe­sada veren kesretli o taifelerin hakikatleri, mahdut bazı fertlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe, emr‑i İlâhî ile, o mahdut fertlerden ga­yet kesretli aynı fesat yine başlar. Güya onların hakikat-i milliyetleri in­celi­yor, kopmuyor; yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor.


Aynen öyle de, bir zaman dünyayı hercümerc eden o taifeler, izn-i İlâhî ile, mevsimi geldiği vakit, aynı o taife, medeniyet-i beşeriyeyi hercü­merc edecek­ler. Fakat onların muharrikleri([201]) başka bir surette te­zahür eder. Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâl­lah.» (Sözler sh: 341-345)


Deccal’ın icraatını beğenmeyenler onu ta­nıya­bi­lirler. Yani: Aşağıdaki rivayetten anla­şı­lır ki, Deccaliyet tarz-ı ha­yatını yaşayıp beğe­nenler, onun dalalet ve sefa­he­tinin çir­kin­liğini güzel görüp derin bir gaflete düşerler. Bir riva­yette şöyle buyurulur:


«Yani: Bilirsiniz ki, sizden hiç bir kimse ölün­ceye kadar Rabbini görmeyecektir. Şu muhakkaktır ki, Deccal’ın iki gözü arasında “kâfir” yazılıdır; onun işi ve icraatını be­ğenmeyen herkes bu ya­zıyı okur.»([202])


DABBET-ÜL ARZ HAKKINDA
Âhirzaman alâmetlerinden birisi de, Dabbet-ül Arz denilen bir hâdisedir. Kur’anda (27:82) âyetinde bahsi geçen ve hadîs-i şerifle âhir zamanda çıkacağı ha­ber verilen ve âhirza­man alâmetlerinden olan “dabbet-ül arz”ı, Bediüzzaman Hazretleri izah ederken şöyle di­yor:


«Kur’ân’da, gayet müc­mel([204]) bir işaret ve lisan-ı ha­linden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise, ben şimdilik, başka mes’eleler gibi kat’î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: ‘lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah’


Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit be­lâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe’ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. Öyle de, Süfya­nın ve dec­calların fitneleriyle bilerek, severek is­yan ve tuğyana ve Ye’cüc ve Me’cüc’ün anarşist­liği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başla­rına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu a’lem, o dâbbe bir nevidir.([205]) Çünkü, gayet büyük birtek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek, dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak. Belki, ‘illâ dabbetü’l ardı te’külü minseetehü’([206]) âyetinin işaretiyle o hay­van, dâbbetü’l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; in­sanların kemiklerini ağaç gibi kemire­cek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerle­şecek. Mü’minler iman bereketiyle ve sefahet ve su‑i is­timalâttan tecennübleriyle([207]) kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuştur­muş.» (Şualar sh: 591)


TARİHİN BU EN DEHŞETLİ BELÂSININ BAŞLANGIÇ VE BİTİŞ TARİHLERİ
Kıyamet alâmetleri denilen bu amansız âfet ve emsal­siz belânın mânâsı çok şamil ve musibeti çok çe­şitli olmasın­dan, bu fitnenin başlangıç ve sonu husu­sunda Kur’andan yaptığı cifrî istihraçlarıyla bazı işaretleri Bediüzzaman Hazretleri şöyle kaydeder:


“İnsanların, hususan Müslümanların bu te­sel­sül([208]) eden helâketleri ve hasaretleri([209]) ne vakitten başladı, ne vakte kadar devam eder?” hatıra geldi. Birden, her müşkülümü halleden Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan Sûre-i Ve’l-Asri’yi karşıma çıkardı. Dedi: “Bak.” Baktım. Her asra hitap ettiği gibi, bu asrı­mıza daha ziyade bakan ‘vel asrı innel insane lefî husrın’([210]) âyetindeki ‘innel insane lefî husrın’ (şedde ve tenvin sayılır) makam-ı cif­rîsi bin üç yüz yirmi dört edip (1324),([211]) Hürriyet in­kılâ­bıyla başla­yan tebeddül-ü saltanat([212]) ve Balkan ve İtalyan harpleri([213]) ve Birinci Harb-i Umumî mağlû­bi­yetleri ve dehşetli mu­ahedeleri([214]) ve şe­air-i İslâmiyenin([215]) sarsılmaları ve bu mem­leketin zelze­le­leri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umumînin zemin yüzünde fırtınaları gibi, semavî ve arzî musibetlerle hasâret-i insaniyeyle ‘innel insane lefî husrın’ âyetinin bu asra dahi bir hakikati, maddeten aynı tari­hiyle gösterip, bir lem’a-i i’câzını gösteriyor.


‘İllellezîne amenü ve amilü’s salihati’([216]) âhir­deki ‘te, he’ sayılır.


Şedde sayılır ise, makam-ı cifrîsi bin üç yüz elli se­kiz olan bu senenin ve gelecek se­nenin aynı tari­hini göstermekle o hasâret­lerden, bâhusus mânevî ha­sâret­lerden kur­tulmanın çare-i yegânesi iman ve a’mâl-i sa­liha ol­duğu gibi ve mefhum-u muhalifiyle, o hasâ­retin de sebeb-i yegânesi küfür ve küfran, şükür­süzlük, yani imansızlık, fısk ve sefa­het oldu­ğunu gös­terdi. Sûre-i Ve’l-Asri’nin azametini ve kudsiyetini ve kısalı­ğıyla be­raber gayet geniş ve uzun hakaikin hazi­nesi olduğunu tasdik ederek Cenab-ı Hakka şükrettik.


Evet, âlem-i İslâmın, bu asrın en bü­yük hasâ­reti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumîden kur­tulması­nın sebebi, Kur’ân’dan gelen iman ve a’mâl-i saliha ol­duğu gibi; fakirlere gelen acı, açlık ve kah­tın sebebi dahi, orucun tatlı açlığını çekme­dik­leri ve zenginlere gelen hasâret ve zayi­atın sebebi de, zekât yerinde ihti­kâr etmele­ridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harp ol­mamasının se­bebi, ‘İllellezîne amenü’ kelime-i kud­siyesinin ha­kikatini fevkalâde bir surette yüz bin insanın kalble­rine tahkikî bir tarzda ders veren Risale-i Nur oldu­ğunu, pek çok emareler ve şakirtlerinden binler ehl-i ha­kikat ve dikkatin kanaatleri ispat eder.


Ezcümle: Emarelerden biri, Risale-i Nur’a sıkıntı ve­ren, veyahut hizmetinden çekilen pek çok adamla­rın tokat yemeleri gibi, bu sene, bu memleketin et­rafında umumî bir tarzda Risale-i Nur’un intişarına sıkıntı ve­rip şimdiki bir nevi tevakkuf dev­resi ver­mek hatâsıyla, şimdiki umumî sı­kıntının bir sebebi oldu­ğunu göster­mesidir.


Sûre-i Ve’l-Asr’in dağ meyvesi na­mın­daki nükte­sine bir haşiyedir.


‘essalihati’ daki ‘te’ âhirdeki ‘tâ’lar, ekseri­yetçe vakfa rastgelmesiyle, cifirce ‘he’ sayıla­bilir. Bu noktada ‘illâ’ be­raberdir (1358); bu zama­nımızı gösterir Ve telâf­fuzca ‘he’ okun­madı­ğından ‘te’ kalabilir. Bu nokta­dan şed­deler sayılmazsa ve ‘illâ’ beraber değil iki yüz küsur sene za­mana kadar iman ve amel‑i salihle beraber bir tâife-i azîme, hasârât-ı azimeye karşı mücahe­deye devam ede­ceğine işaret edip, Fatiha’nın âhi­rinde ‘sırata’l lezîne enamte aleyhim’([217]) bin beş yüz kırk yedi veya bin beş yüz yetmiş yedi gösterdiği za­mana;


hem ‘lâ tezalü taifeten min ümmetî zahirîne alâ’l hakkı hattâ ye’tiyellahü biemrihi’([219])


birinci cümle, bin beş yüz makamıyla âhir­za­manda bir taife-i mücahidînin son zaman­larına; ve ikinci cümle, bin beş yüz altı (1506) ma­kamıyla, galibane mü­ca­hedenin ta­rihine; ve üçüncü cümle, bin beş yüz kırk beş (1545) maka­mıyla, pek az bir farkla hem Fatiha’nın, hem Ve’l-Asri Sûresinin iki cüm­lesinin gaybî işaretle­rine işaret edip, teva­fuk eder.


Demek, bu hadis-i şeri­fin üç cüm­lesinden herbirisi, bin beş yüz tarihine ve mücahe­denin ne kadar devam ede­ceğine dair işaret­le­rine, ay­nen bu ‘ellezîne amenü ve amilü’s salihati’ —şedde sayıl­mazsa—bin beş yüz altmış bir(1501) maka­mıyla, hem ‘veteva savbil hakkı veteva savbissabrı’ şedde sayı­lır fakat ‘bissabrı’ da lâm­dır—bin beş yüz altmış (1560) maka­mıyla iştirak edip, o taife-i azimenin müca­hedatları ne kadar devam edeceğini mânâ-yı işârî ve cifriyle gösterir­ler. Ve Fatiha ve hadi­sin irae ettikleri ta­rihe, ma­kam-ı ebced­leriyle takarrüp([220]) edip, farklı bir derece teva­fuk ederler ve mânâla­rıyla da, tam tetabuk([221]) ederek, parlak bir lem’a-i i’câziye-i gaybi­yeyi göste­riyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 204)


Mugayyebat-ı hamseden olan kıyame­tin vakti ve Nurcular taifesinin ne zamana ka­dar devam edeceği mevzu­unda Bediüzzaman Hazretlerinin yazdığı bir mektub:


«Ahirzamandan haber veren mühim bir ha­dis


‘lâ tezalü taifeten min ümmetî zahirîne alâ’l hakkı hattâ ye’tiyellahü biemrihi’ ([222])


Ramazan-ı Şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadis-i şerif hatırıma geldi. Belki, Ri­sale-i Nur şakirtlerinin taifesi ne kadar devam edece­ğini dü­şündüğüme binaen ihtar edildi.


‘lâ tezalü taifetün min ümmetî’ —şedde sayılır, tenvin sayıl­maz—fıkrasının makam-ı cifrîsi 1542 ederek niha­yet deva­mına ima eder. Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâl­lah. ‘zâhirîne alâ’l hakkı’ —şedde sayılır—fıkrası dahi, makam-ı cifr­îsi 1506 edip, bu tarihe kadar zahir ve âşikârâne, belki galibane, sonra tâ ’42’ye kadar gizli ve mağlû­biyet içinde vazife-i tenviriyesine de­vam edeceğine remze ya­kın ima eder. Ve’l-ilmû indallah; lâ ya’lemu’l-ğaybe il­lâllah.


Hattâ ye’tiyellahü biemrihi’ —şedde sayılır—fık­rası dahi, ma­kam-ı cifrîsi 1545 olup kâfirin başında kı­yâmet kopmasına ima eder.Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.


Câ-yı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bil’ittifak bin beş yüz tarihini göstermeleriyle beraber, tam ta­mına mânidar, mâkul ve hikmetli bir surette 1506’dan tâ ’42’ye, tâ ’45’e kadar üç inkılâb-ı azî­min ayrı ayrı za­manlarına tetabuk ve tevafukları­dır.


Bu imalar gerçi yalnız birer tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edil­mesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vak­tini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îma­larla bir nevî ka­naat, bir galip ihtimal gelebilir. Fatiha’da sırât-ı müs­takîm ashabının tâife-i küb­râsını târif eden ‘ellezîne enamte aleyhim’([223]) fıkrası, şedde­siz 1506 veya 7 ederek, tam tamına ‘zahirîne alâ’l hakkı’ fıkrasının makamına teva­fuku ve mânâsına teta­buku ve şedde sayılsa ‘lâ tezalü taifetün min ümmetî’ fıkrasına üç mânidar farkla tam muva­fakatı ve mânen mu­tabakatı, bu hadisin imasını teyid edip remiz de­re­cesine çıkarıyor. Ve müteaddit âyât-ı Kur’âni­yede sırât-ı müstakîm kelimesi, bir mânâ-yı rem­ziyle Risaletü’n-Nur’a mânâca ve cifirce ima et­mesi remze yakın bir ima ile, Risaletü’n-Nur şa­kirtlerinin taifesi, âhirzamanda o taife-i kübrâ-i âzamın âhirle­rinde bir hizb-i makbul olacağını işâret eder diye def’a­ten birden ihtar edildi. Ve’l-ilmû indallah; lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.» (Kastamonu Lâhikası sh: 27)


«Rivayette var ki: “Âhirzamanda, Allah Allah di­yecek kalmaz.” ([224])


‘lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah’ bunun bir te’vili şu ol­mak ge­rek­tir ki: “Allah! Allah! Allah! deyip zik­reden tekye­ler, zi­kirhaneler, medreseler kapanacak ve ezan ve kamet gibi şeairde ismullah yerine başka isim ko­nulacak” de­mektir. Yoksa umum insanlar küfr-ü mut­laka düşecek­ler demek değildir. Çünki Allah’ı in­kâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah’ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar.


Diğer bir te’vili şudur ki: Kıyamet kop­ma­sının dehşetini görmemek için, mü’min­lerin ruhları bir parça evvel kabzedilir; kı­yamet, kâfirlerin başla­rında patlar.» (Şualar sh: 584)


KIYAMET ÖNCESİ SON DEVRE ALÂMETLERİ
«İşte İsevîliğin din-i hakikisi zuhur([225]) ile ve İslâmiyet’e inkılab etmesiyle çendan âlemde ek­se­riyet-i mutlakaya nurunu neş­reder. Fakat yine kı­yamet kop­masına yakın tekrar bir dinsizlik cere­yanı baş gösterir, galebe eder. Ve “Elhükmü-lil-ek­ser”([226]) ka­ide­since, yeryü­zünde “Allah Allah” diyecek kalmıya­cak, yani ehemmi­yetli bir cemaat, Küre-i Arz’da mü­him bir mevkie sahip ola­cak bir surette “Allah Allah” denilmiyecek demektir. Yoksa ekalli­yette([227]) kalan veya­hut mağlub düşen ehl-i hak, kıya­mete kadar baki kalacak; yalnız, kıyametin kopa­cağı anında, kı­yametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına ko­pacak­tır.» (Mektubat sh: 58)


«Amma Güneşin mağribden tulûu ise, be­dahet de­recesinde bir alâmet-i kıya­met­tir. Ve beda­heti için, ak­lın ihtiyarı ile bağlı olan tevbe kapısını kapayan bir hâ­dise-i semaviye olduğundan tefsiri ve mâ­nâsı za­hir­dir, te’vile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu ka­dar var ki: Allahu a’­lem, o tuluun se­beb-i zahirîsi:


Küre-i Arz kafasının aklı hükmünde olan Kur’an onun başından çıkmasıyla ze­min di­vane olup, izn-i İlahî ile başını başka Seyya­reye çarpmasıyla hare­ketin­den geri dönüp, garbdan şarka([228]) olan seyaha­tını, irade-i Rabbanî ile şarktan garba tebdil et­mekle Güneş garb­dan tulua([229]) başlar Evet arzı şems ile, ferşi arş ile kuv­vetli bağlayan Hablullah-il-metin([230]) olan Kur’anın kuvve-i cazibesi kopsa; küre-i arzın ipi çözülür, ba­şıboş serseri olup aksiyle ve intizamsız ha­re­ketinden Güneş garbdan çıkar. Hem mü­sa­deme neticesinde emr-i İlahî ile Kıyamet kopar diye bir te’­vili vardır.» (Şualar sh: 591)


Kıyamet şerli insanların başına kopar. Bak: Sahih-i Müslim, 2949. hadîs ve İbn-i Mace 4039. hadîs.


Sual: «Kıyametin hâdisatından er­vah-ı ba­kiye mü­teessir olacaklar mı?


Elcevab: Derecatlarına göre müteessir ola­cak­lar. Melaikelerin tecelliyat-ı kahri­yede kendilerine göre müteessir oldukları gibi, müteessir olurlar. Nasılki bir insan sı­cak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde tit­riyenleri görse, akıl ve vicdan itibariyle mü­teessir olur. Öyle de; zişuur olan ervah-ı bakiye, kâinatla alâkadar oldukları için, kâ­inatın hâdisat-ı az­îmesinden derece­lerine göre müteessir olmala­rını; ehl-i azab ise elemkâ­rane, ehl-i saadet ise hayretkârane, is­tiğrabkârane,([231]) belki bir cihette istib­şarkâ­rane([232]) teessü­ratları bulunma­sını, işarat-ı Kur’aniye gösteriyor. Zira Kur’an-ı Hakîm her za­man kıyametin acaibini tehdid sure­tinde zikredi­yor. “Göreceksiniz” diyor. Halbuki cism-i insanî ile onu görenler, kı­yamete yetişenlerdir. Demek kabirde cesed­leri çürüyen ervahların da o tehdid-i Kur’aniyeden his­seleri var.» (Mektubat sh: 58)


ÂHİRZAMAN FİTNESİNİN İFSADATINA KARŞI ISLAHAT HAREKETİ HAKKINDA BİR TETİMME
Risale-i Nur eserlerinde “Sonra gele­cek zât” ve sair ifade şekilleriyle yapılan tavsi­fatla nazara verilen ve hakiki Mehdi ve Mehdiyete bağlı ve onun geniş da­iresini temsil edip vazife görecek olan zâta ait bazı ifade­ler vardır. Bu ifadeler­den bir kısmı aynen şöyledir:


«Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.).S.M.); cihe­tin­deki sal­tanatı…» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 266)


«Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve itti­had-ı İslâm ordula­rıyla zemin yüzünde sal­tanat-ı İslâmiyeyi sür­mek…» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 267)


Bilindiği gibi Hilafet, İslâm millet ve dev­letleri­nin şeair ve İslâmî hayat cihetiyle or­tak idare merkezi ve temsilciliği­dir. Demek o zât, böyle geniş siyasî saltanata yani mümessil­lik vasfıyla hâkimiyete sahip olacak.


«O zâtın üçüncü vazifesi; Hilafet-i İslâmiyeyi itti­had-ı İslâma bina ederek, İsevî ru­hanileri ile itti­fak edip Din-i İslâm’a hizmet etmek­tir.» (Sikke-i Tasdikî Gaybî sh: 9)


Bu ifade dahi mezkûr hükmü aynen teyid eder ve İsevî ruhanileriyle ittifak etmek de, bü­yük vazifeleri ara­sında yer alır.


«Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim ce­re­yanlar var ki, herşeyi kendi hesabına al­dığı için, fa­raza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cere­yanlara kaptırmamak için Si­yaset âlemin­deki vazi­yetten feragat edecek ve hede­fini değiştire­cek diye tahmin ediyorum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 90)


Bu beyanda geçen “Bu zamanda” kaydı, itti­had-ı İslâm teşekkül etmeden, onun kuvve­tine sahip ol­madan mânâsında olduğunu, hem yukarıdaki ifadelerden hem Külliyat mü­vace­he­sinde hem de mantıkan anlamak icab eder. Demek ittihad-ı İslâmın teşekkülü evlevi­yet ve aciliyet ka­zanı­yor.


«Bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hz. Mehdi’nin şakirdleri olabi­lir…» (Şualar sh: 720)


«Yüz sene sonra Nurların ektiği to­hum­la­rın sün­büllenmesi ile aynen o geniş daire, Nur da­iresi olacak.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 112)


Bu ifadelerden de anlaşılıyor ki; geniş da­ire fü­tuhatı, inayet-i İlahiyeye istinad eden Risale-i Nur’un manevî kuv­ve­tinin eseridir. Şu halde Risale-i Nur ve Müellifi, esas teşkil edip metbuiyyet ve âmiriyyet maka­mındadırlar. Zira Bediüzzaman Hazretlerinin sarih ifade­siyle:


«Sonra gelecek o mübarek zât, Risale-i Nur’u bir proğramı olarak neşir ve tatbik edecek.» (Sikke-i Tasdik sh: 9) şeklindeki beyanı…


Hem yine her asra hisse-i dersini veren had­îs­teki ‘la tezalü taifeten’ ile işaret edilen Bediüzzaman ve has dairesindeki taifeye atfen:


«O zât, o taifenin uzun tedkikatıyla yaz­dık­ları eseri kendine hazır bir proğram ya­pa­cak…» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 266)


İfadesinin sara­ha­tıyla; o zâtın Risale-i Nur’a istinad ve teba­iyet edeceği hükmü, tevil kaldırma­yacak dere­cede açık­tır.


Mezkûr hakikatı teyid eden fakat gayet te­vazu ma­ka­mında yazılan ve İbn-i Mace 4088. hadîsiyle işaret edilen şu ifade de o zâta bakar:


«O ileride gelecek acib şahsın bir hiz­metkârı ve ona yer hazır edecek bir düm­darı([233]) ve o büyük ku­man­da­nın pişdar([234]) bir ne­feri oldu­ğumu zannediyo­rum.» (Barla Lâhikası sh: 283)


Rivayetlerde âhirzamanda geleceği müjde­lenen ve zu­lümatı dağıtacak olan manevî kuv­vet, Nur Risalelerinde te­celli eden hakaik-i Kur’aniye ve ima­niyye olduğu, Risale-i Nur’da tekraren nazara veril­miştir.


Zübdet-ül Buhari Tercemesi 958. hadî­sin haşi­yesinde, Er-Raid Lügatı’nın beyanına göre “Harbte na­’ra atan kah­raman” mânâ­sında olan “Cehcah” vas­fıyla tavsif edilen bir zâtın geleceği (Şarkavî Şerhi’nden naklen) şöyle ifade edilir:


«Bu kişinin adı Cehcah’tır. Çok kıymetli bir zât olup, Mehdi’den sonra ortaya çıka­cak, onun yo­lunu tu­tacaktır. Çoban koyunu nasıl sürerse, Cehcah da ci­hangir olarak bütün ülkeleri idare edecek, herkes ona bo­yun eğecektir.»


NOT:


Yukarıda zikredilen “yüz sene sonra” ve sair şekil­deki ifadelerin tarihî tesbit­leri, ayrı bir tedkikat iste­diği ve ayrı bir mes’ele olduğu ci­hetle ele alınmadı.


Risale-i Nur’dan çok kısa olarak nakle­dilen mezkûr parçalarda görüldüğü gibi; “bir asır sonra gele­cek” ve “gelecek zât” gibi ifade­lerle bir zâtı haber veren Bediüzzaman Hazretleri olduğuna göre, bu beyanlar kendi­sini değil, ken­di­sinden sonra gelecek olan şahıstan bah­set­tiği zâhirdir.


Hem yine mezkûr nakillerde o zât hakkın­daki şu ifade­ler:


“Hilafet-i Muhammediye ci­hetindeki salta­natı” yani si­yasî hâkimiyet makamına sahip olacağı ve bu vazifesini “ittihad-ı İslâma bina edeceği” ve “İsevî ru­hanileriyle ittifak edeceği” ve “hayatın geniş da­iresinde” vazifedar olacağı gibi beyanlarla bildirilen vazifeleri, siyasî icra­atlardır.


Halbuki Bediüzzaman Hazretleri mez­kûr siyasî vazife­lerle bizzat iş­ti­gal etme­miş ve iman üzerinde bütün mesaisini hasretmiş­tir. Ancak şu var ki; o gelecek diye bahsedilen zât, geniş da­irede Risale-i Nur’u proğram yaparak ve Risale-i Nur’a bağlı kala­rak hizmet eder.


Buna göre bu zâtın vazife makamı, Risale-i Nur’un ve müelli­finin seviyesinde ol­mayıp teba­iyet maka­mında bulu­nacağı da sarihtir.


Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un şahs-ı manevî­sini ve üstünlü­ğünü tavsif ve beyan eden pek çok ifadele­riyle bu hükmü sarahatla ortaya koyar ve Risale-i Nur’u merci’ gösterir ve tekraratla ilân eder ve etmiştir.


Meselâ elyazma Emirdağ Lâhikası’nda talebele­rine hitaben şöyle diyor:


«Risale-i Nur hakkındaki hüsn-ü zannı­nız daha fevkinde Risale-i Nur’a lâyıktır. Çünki Kur’an-ı Hakîm’in bir mu’cize-i ma­neviye­sidir. Âhirzamanda gelecek Hazret-i Mehdi de ona o kıymeti verecek itika­dın­dayım.»


Hem yine Risale-i Nur’un muhtelif yer­le­rinde geçen ve “iman, hayat, şeriat” olarak ifade edilen üç vazifenin en mü­himmi “iman” olduğu ve bu vazife de tamamen Risale-i Nur’un ve halis, sadık ve has şakirdle­rinin vazifesi ol­duğu; geniş daireye bakan diğer iki vazife ise imana nisbeten ikinci, üçüncü derecede olduk­ları ve Risale-i Nur’un proğra­mına göre yürütü­leceği, yani Risale-i Nur’a bağlı kalınacağı be­yan ediliyor ki yine Risale-i Nur’un vazife ma­kamının ul­viyetini gösterir. Bu beyanlardan birkaç nümunesi şöyledir:


«Hem üç mes’ele var: Biri hayat, biri şe­riat, biri imandır. Hakikat noktasında en mü­himmi ve en azamı, iman mes’elesidir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 90)


«…üç vazifesinden en mühimmi ve en bü­yüğü ve en kıymetdarı olan iman-ı tahki­kîyi neşr ve ehl-i imanı dalâletten kur­tar­mak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazi­feyi aynen bitemamiha Risale-i Nur’da görmüş­ler.» (Sikke-i Tasdik sh: 9)


«Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mes­leği olan imanı kurtarmak ve imanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici mânâsının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur şakirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü dere­cedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini haklı ola­rak bir nevi Mehdi te­lâkki ediyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 266)


«Hattâ eski evliyanın bir kısmı, ke­ra­met-i gaybi­yelerinde Risale-i Nur’u aynı o âhirzamanın hidayet edicisi olduğu diye ke­şifleri, bu tahkikat ile te’vili an­laşılır.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 267)


«Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın altı ay­lık hi­lafeti ile beraber Risale-i Nur’un Cevşen-ül Kebir’den ve Celcelutiye’den al­dığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-ı ima­niye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın kısacık müdde­tini uzun bir za­mana çevi­rerek tam beşinci halife na­zarıyla baka­biliriz. Çünki adalet-i hakikiye ile bu asırda insan­ları mes’ud ede­bilir bir istidadda bulunan, Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı manevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın bir muavini, bir mü­tem­mimi, bir manevî veledi hükmündedir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 72)


«Evet bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siya­set-i İslâmiye için, gayet ehemmi­yetli birer müceddid is­ter. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-ı ima­niyeyi mu­hafaza noktasında tecdid vazi­fesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve ha­yat-ı içti­maiye ve siyasiye da­ireleri ona nis­beten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede ka­lıyor.


Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hak­kında zi­yade ehemmiyet ise, imanî hakaik­teki tecdid iti­ba­riyledir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 189)


«Bu asırda, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şü­kür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı ma­nevîsine, hakaik-ı imaniye muhafazasında tecdid vazi­fesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsi­yede te’sirli ve fatihane neşriyle gayet dehşetli ve kuv­vetli zendeka ve dalâlet hü­cumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırk­binler adam şehadet eder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 190)


Risale-i Nur’un makamını ve ehemmi­yetini be­yan eden buna benzer daha pek çok ifadeler gösteriyor ki, asıl merci’ ve söz sahibi Risale-i Nur’dur. Daire-i Nur dâhilinde olanlar, ondan başka bir fikir ve hareket tarzını getire­mezler. “Risale-i Nur’un talimatı dairesinde” (Emirdağ Lâhikası-I sh: 73) hizmet ederler.


Risale-i Nur, dinin teferruatından ve az bir kısmı müs­tesna olarak içtihadî mes’elele­rinden bahsetmez. Geniş da­irenin mes’elelerini, ileride teşekkülü beklenen “mütehassıs heyetle­rine” bı­rakır.


Evet «Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyenin ka­nunla­rını da ihata eden dinin geniş daire­sinden bahset­mez. Belki asıl mevzuu ve he­defi, dinin en has ve en yüksek kısmı olan imanın erkân-ı azîmesinden bahse­der.» (Tarihçe-i Hayat sh: 231)


Geniş dairede bir kısım teferruat mesa­ili­nin ta’­dil ve teşrii için ihtisas heyetlerini ha­tır­latan şu ifade de dikkat çe­kicidir:


«Evet bu zaman hem iman ve din için, hem ha­yat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siya­set-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer mü­ceddid ister.» (Kastamonu Lâhikası sh: 189)


Evet Osmanlı Devleti’nin son devrinde “Şûra Heyeti”nin lüzumunu anlatan Bediüzzaman Hazretleri aynı o teklifini; “Şimdi âlem-i İslâmın mütemerkiz([235]) noktasına tek­rar arzediyorum.” diyerek tâ gelecek­teki itti­had-ı İslâmın merkezine kadar ucu uzanan re­yini be­yan eder.


İşte bir nebze nümunesini gördüğümüz ve risale­lerde serpilmiş ifade ve beyanlara kül­liy­yen bakılıp dik­kat edi­lirse; Risale-i Nur, ge­niş daireye esasat cihetinde proğramını ver­miş ol­duğu görülür. Bundan da anlaşılı­yor ki; gele­cekteki va­zifedarlar, Risale-i Nur’a sahip çı­ka­caklar, emir ve tavsiyele­rine dikkat edecekler ve Risale-i Nur’un metbuiyet makamını teba­iyetleriyle mu­hafaza ede­ceklerdir.


NETİCE
Ahirzaman fitnesinin dehşetli ifsadatını tamir, ıslah ve halkı tenvir ve irşad vazifesini Bediüzzaman ve şakird­leri, muannid düşman­larına karşı en ağır şartlar içinde hayatla­rını ortaya koyarak, en kudsî ve en büyük vazife olan iman hakikatlarını keşif ve neşirle; haki­kat nokta-i nazarında as­rın rivayetlerde müjde­lenen en haşmetli ta­rihî hâdisesini or­taya koy­muşlar, küfrün belini kırarak da İslâmî hayat ve iç­timaiyatın zeminini hazırlamışlardır.


Bu hakikatı, yani bi­rinci vazife olan iman hizmeti­nin ve vazifedarlarının emsal­siz üstünlüğünü daima nazara ve­ren Bediüzzaman Hazretleri, bir talebesinin mektubuna verdiği cevabda aynı mes’eleye dikkati çeker ve der ki:


«Muhbir-i Sâdık’ın([236]) haber verdiği “Manevî fütu­hat yapmak ve zulümatı da­ğıtmak, za­man ve ze­min hemen hemen gelmesi” diye fıkrasına, bütün ruh u canı­mızla rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz, te­menni ediyo­ruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirdleri ise: Vazifemiz hiz­mettir, vazife-i İlâhiyeye ka­rış­mamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina et­mekle bir nevi tec­rübe yapma­mak olmakla bera­ber; kemmiyete değil, keyfiyete bak­mak; hem çok­tan beri sukut-u ahlâka([237]) ve hayat-ı dün­yeviyeyi her cihetle hayat-ı uh­reviyeye([238]) tercih ettirmeye sevke­den dehşetli esbab([239]) altında Risale-i Nur’un şim­diye kadar fütuhatı([240]) ve zındıkla­rın ve dalâletlerin sav­let­lerini([241]) kırması ve yüzbinler bîçare­lerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakiki mü’min talebeleri yetiş­tirmesi, Muhbir-i Sâdık’ın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuat ile isbat etmiş ve inşâallah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki; inşâallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çı­karamaz. Tâ âhir­zamanda, haya­tın geniş dairesinde asıl sahibleri Cenab-ı Hakk’ın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o to­humlar sünbül­lenir. Bizler de kab­rimizde sey­redip, Allah’a şükrederiz.»


Bediüzzaman Hazretlerinin mezkûr tarz­daki ifadele­rinden anlaşılıyor ki; geniş daire va­zife­darları, Risale-i Nur’daki Kur’an ve iman haki­katlarını geniş çapta ve res­men neşir ve tat­bikle Risale-i Nur’un irşad sahasını genişle­tir­ler, kendi ilimleri ile irşada girişmezler.






***


KAYNAK ESERLER




Barla Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993


Büluğ-ul Meram Tercümesi, Ahmed Davudoğlu, Sönmez Neşriyat - İstanbul 1967


Elmalılı Tefsiri (Hak Dini Kur’an Dili), Hamdi Yazır, II.Baskı, İstanbul 1960-1962


Emirdağ Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992


Gençlik Rehberi, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993


Hutbe-i Şamiye, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1990


İbn-i Mace Tercemesi, Kahraman Yayınları, İst.-1982-1983 (10 cilt)


İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat


İslâm Prensipleri Ansiklopedisi, İttihad Yayıncılık, 4 cilt, İstanbul 1994


İşarat-ül İ’caz Tercümesi, Bediüzzaman Said Nursî, Mütercim: Abdülmecid Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992


Kastamonu Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993


Kenz-ül Ummal, Suyutî ve Burhan-ı Fevrî, 16 cilt, Halep tarihsiz


Keşf-ül Hafa, Matbaat-ül Fünun, Haleb (2 cilt)


Lem’alar, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992


Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992


Mesnevî-i Nuriye Tercümesi, Bediüzzaman Said Nursî, Mütercim: Abdülmecid Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1991


Mesnevî-i Nuriye Tercümesi, Bediüzzaman Said Nursî, Mütercim: Abdülkadir Badıllı, 670 sh. İstanbul 1980


Mişkât-ül Mesabih, Veliyyüddin-i Tebrizî, 3 cilt, Beyrut 1961


Muhakemat, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992


Münazarat, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İst. 1993


Müsned-i İmam-ı Ahmed, Ahmed bin Hanbel, 6 cilt Beyrut


Osm. Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî, 744 sh.


Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, Türdav Yayınları, İstanbul 1990


Ramuz-ül Ehadîs, Abdülaziz Bekkine, Milsan-1982, 2 cilt


Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları, Abdulkadir Badıllı, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992


Sahih-i Buhari Muhtasarı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından, II.baskı, 12 cilt


Sahih-i Müslim Tercemesi, M. Sofuoğlu, İrfan Yayınları-1967, 8 cilt


Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993


Sözler, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993


Sünuhat, Tuluat, İşarat, Bediüzzaman Said Nursî, Gaye Matbaası, Ankara 1976


Şualar, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993


Tac Tercemesi, Bekir Sadak, Sinem Matbaası, İstanbul 1968-1975


Tarihçe-i Hayatı, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992






--------------------------------------------------------------------------------


[1] Süfyan denilen İslâm deccalının varlığı hakkında bir çok hadis vardır. Bunlardan birisi için bk: el-Hâkim, el-Müstedrek: 4:520.


[2] Müthiş şahıslar


[3] deneme


[4] tercihi


[5] şahıslar


[6] başlangıçta


[7] düşmanlıktan


[8] temiz zevcelerine (eşlerine)


[9] el-Askalânî, Fethü’l-Bârî, 13:45.


[10] kavimlerin


[11] rahmet yönü


[12] Buharî, Fiten: 4, 28; Müslim, Fiten: 1; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 23; İbni Mâce, Fiten: 9; Müsned, 2:390, 39; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:108, 4:439, 483.


[13] Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2262; el-Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, 954; el-Heysemî, Mecme­u’z-Zevâid, 10:232, 237.


[14] Aralarında kesin anlaşma


[15] enaz


[16] fikirlerin çatışması


[17] dinin açık hükümlerinde beraberlik


[18] hedefe götüren vasıtalarda


[19] tam layık olarak


[20] talebi


[21] açıklıkla


[22] Fetih Suresi 49: 29


[23] gaybı gören


[24] anlaşma yaparak


[25] temiz ve şerefli


[26] Peygamberimizin (a.s.m.) kendisi ile beraber kızı Hz. Fatıma (r.a.) validemiz, damadı Hz. Ali (r.a.) ve torunları Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin’den (r.a.) teşekkül eden heyet. Hz. Peygamber’in (a.s.m.) giydiği abasını mezkür sahabe-i güzin hazeratının üzerine örterek hususi dua ettiğinden, bu isimle anılmaları meşhurdur.


[27] Ehl-i Sünnet’in dışında batıl üç mezhep


[28] İslam büyükleri


[29] Süyûtî, el-Fethü'l-Kebîr: 1:315, 2:185, 3:9; el-Hâvî Li'l-Fetâva: 2:217; Ebû Abdullah Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs: 1:266.


[30] Allah’a sığınmış


[31] Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.


[32] Doğrusunu en iyi Allah bilir


[33] güzele düşkün


[34] büyük günahları, dine zıt hayat tarzları


[35] bilgisiz olduğu halde vatanı sever görünen


[36] dinden geriye dönüşü esas alan


[37] gelmiş


HAŞİYE 1 Çünkü hadiste vardır ki, (la tezalü taifeten min ümmetî zahirîne alâl hakka ilâ kıyamis saati)


Bu hadis diğer hadisi takyid ediyor.


[Bu­harî, İ’tisam: 10; Müslim, İman: 247, İmâre: 170, 173, 174; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 27, 51; İbni Mâce, Mukaddime: 1, Fiten: 9; Müsned, 5:34, 269, 278, 279; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:449-450, 550.]


HAŞİYE 2 Yedi sene evvel yazılan bu işâret-i gaybiye aynen vukua geldi. Herkes gördü. Evet bu geçen zelzele, kıyametin zelzele-i kübrasından haber verir gibi sarstı, fakat akılları başlarına gelmedi.


HAŞİYE 2 Yedi sene evvel yazılan bu işâret-i gaybiye aynen vukua geldi. Herkes gördü. Evet bu geçen zelzele, kıyametin zelzele-i kübrasından haber verir gibi sarstı, fakat akılları başlarına gelmedi.


(*): Yani o sanem-misaller perestişkârlarının heve­sat­larına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyor­lar. -Said Nursi (r.a.)-


[38] büyük günahlar


[39] Şer'an, evlenmeğe mani akrabalığı olmayanlar






[40] yaratılışında bulunan


[41] Süyûtî, el-Fethü'l-Kebîr: 1:315, 2:185, 3:9; el-Hâvî Li'l-Fetâva: 2:217; Ebû Abdullah Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs: 1:266.


[42] Allah’a sığınmak


[43] Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.


[44] güzelliği ileri derecede seven


[45] kadınlı erkekli haram eğlenceleri ve oyunları


[46] kesin bir zorlamayla


[47] Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2262; el-Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, 954; el-Heysemî, Mecme­u’z-Zevâid, 10:232, 237.


[48] : Sahih-i Müslim cilt: 8 sh: 227 hadîs: 97 ve 98, 99. hadîsler de aynı manada olup, İbn-i Mace 36. Kitab-ül Fiten 19.babı da kadın fitnesi hakkındadır.


[49] : Keşf-ül Hafa 2802


[50] hataları


[51] birçok sebeblerini


[52] birçok yönünden


[53] dinsizlikten doğan


[54] Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:867


[55] Tac Tercemesi cilt: 5 hadîs: 866


[56] Şeriatın makbul kıldığı veya emrettiği


[57] Şeriatın kabâhat ve haram diye bildirdiği şey


[58] Ramuz-ul Ehadîs sh:247 (En-Nihaye vel Bidaye cilt:1 sh: 65’deki bir hadîs de bu hadîsi te’yid eder.)


[59] Ramuz-ul Ehadîs sh:247 (En-Nihaye vel Bidaye cilt:1 sh: 65’deki bir hadîs de bu hadîsi te’yid eder.)


[60] Diğer bir rivayette de “gayızlı” (R.Ehadîs 478)


[61] İbn-i Mace 36.Kitab-ül Fiten, bab: 9 hadîs: 3954


[62] geçim derdi


[63] dini duyguları ve hassasiyeti


[64] : Kenz-ül Ummal hadîs: 38472


[65] : Ramuz-ul Ehadîs sh:46


[66] neşelenen


[67] dinsizlik düşüncesi


[68] Cenab-ı Hakkın yardımı


[69] İslâm Birliğini temin edecek


[70] Başkanlık


[71] cemiyette yaşanan İslâmı


[72] ruh halini


[73] Kur’an’da sıfatları bildirilen hizmet ehli


[74] çalışma ortaklığı


[75] Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:913; Ebu Davud fiten/2; Ramuz-ul Ehadîs 100


[76] İbrahim Sûresi, 14:3.


[77] sakınma


[78] kötülükleri ortadan kaldırmak


[79] faydalıları ortaya koymaya


[80] üstünlük kazanmış


[81] büyük günahları


[82] yerine getirilmesi her müslüman için gerekli olup, yapılmadığı taktirde büyük günahı olan emr-i İlâhî


[83] hücumunda


[84] küçük ayrıntılara


[85] Hz. Peygamber (A.S.M.) ın temiz neslinden yetişenler ve bihakkın sünnete ittibâ ve onu idame ettirenler


[86] Cennetle müjdelenen on kişiden


[87] Hz. Ali (r.a.) aleyhdarlığı


[88] batıl bir mezhep, Hz. Ali’yi (r.a.) müfritçe sevenler


[89] Fitne kapılarını kapatmak şeriatın güzelliklerin­dendir


[90] “Cenab-ı Hak ellerimizi o kanlı hadiselere bulaş­tırmadı; o halde biz de o hadiselerden bahsedip dili­mizi bulaştırmayalım.” Ömer bin Abdülaziz’e ait bir söz. Şa’ranî, El-Yevâkit ve’l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, Şerhü Cevheretü’t-Tevhid, 334.


[91] Hak’tan sapmış


[92] açık ve kesin bir hüküm


[93] Allah’ın lâneti zalimlerin ve münafıkların üzerine olsun.


[94] Hz. Peygamber (A.S.M.) ın temiz neslinden olanlara


[95] seyretmek


[96] İzafi adâlet, "adâlet-i nisbiye" de denir. Umumun selâmeti için, ferdi feda eden adalet usulüdür. (Cemaat için ferdin hakkını nazara almaz.)


[97] “Cenab-ı Hak ellerimizi o kanlı hadiselere bulaş­tırmadı; o halde biz de o hadiselerden bahsedip dili­mizi bulaştırmayalım.” Ömer bin Abdülaziz’e ait bir söz. Şa’ranî, El-Yevâkit ve’l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, Şerhü Cevheretü’t-Tevhid, 334.


[98] bitkiler türünün


[99] çok faaliyetli, hararetli


[100] dine zıt anlayıştaki grupların


[101] Cenab-ı Hakkın kudret eli (mecaz)


[102] cisimlerin kendi mihveri üzerine hareketi zamanında merkezinde hâsıl olan kuvvete denilir (merkezkaç kuvvet)


[103] dörtbir yanına


[104] Tac Tercemesi cilt: 5, sh: 534-540; İbn-i Mace 4016. hadîs; Tirmizi fiten/67; İbn-i Hanbel 5/405


[105] Tac Tercemesi cilt: 5, sh: 534-540; İbn-i Mace 4016. hadîs; Tirmizi fiten/67; İbn-i Hanbel 5/405


[106] toplama


[107] kanlı harb, büyük muharebe sahrası.


[108] erkek isimlerinden


[109] Kenz-ül Ummal cilt:11 sh:125 ve Ruh-ul Beyan cilt:8 sh:197


[110] Süyûtî, el-Orfu'l-Verdî fî Ahbari'l-Mehdî (el-Hâvî li'l-Fetâva): 2:234; Ahmed Zeynî Dahlan, el-Fütûhâtü'l-İslâmiye: 294; el-Berzenci, el-İşâa' fî Eşrâti's-Sâa': 95-99; İbn-i Haceri'l-Heytemî, el-Fetâva'l-Hadîsiyye: 36; Muhtasar u Tezkireti'l-Kurtubî: 133-134.


[111] Kenz-ül Ummal cilt:11 sh:125 ve Ruh-ul Beyan cilt:8 sh:197


[112] Süyûtî, el-Orfu'l-Verdî fî Ahbari'l-Mehdî (el-Hâvî li'l-Fetâva): 2:234; Ahmed Zeynî Dahlan, el-Fütûhâtü'l-İslâmiye: 294; el-Berzenci, el-İşâa' fî Eşrâti's-Sâa': 95-99; İbn-i Haceri'l-Heytemî, el-Fetâva'l-Hadîsiyye: 36; Muhtasar u Tezkireti'l-Kurtubî: 133-134.


(Hâşiye) Cây-ı dikkattir ki, frengî hurufatını öğ­retmek için Ramazan gecelerinde çoluk ve çocuğa, zengin ve fukaraya dersin şenaatine işareten, kasi­dede bir nüshada (bate, bate bihal emiru vel fakiren) yani gece işlemek tabiriyle işaret ediyor.


[113] Avrupa dili, Latince’ye


[114] Ramuz-ul Ehadîs sh:18


[115] Sahih-i Müslim cilt:8 hadîs:2937


[116] kısa, öz


[117] Mişkât-ül Mesabih cilt: 3 sh: 38 ve Kenz-ül Ummal cilt: 14 sh: 559 hadîs: 9685


[118] şerefli nişan


[119] şimşek gibi


[120] övündüğü değerleri


[121] S. Buhari Muhtasarı hadîs: 2114 ve S. Müslim cilt:1 sh:195 hadîs: 234 ve Tirmizî fiten/35 hadîs: 2217


[122] akıldan uzak görmek


[123] doğan


[124] saflaşacak, yani asli şekline dönecek


[125] tabi olunan (imam)


[126] doğru haber veren Peygamberimiz (asm)


[127] “Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler, halkı Allah yolundan alıkoyarlar ve doğru yo­lu eğri göstermeye çalışırlar. Öyleleri, haktan pek uzak bir sapıklık içindedirler.” İbrahim Sûresi, 14:3.


[128] katılma


[129] inad edercesine


[130] inad ederek direnmekten


[131] nefsin hoşuna giden şeyler


[132] dinde sapkınlığa düşmüş bir gruba


[133] gerçeğe aykırı


[134] subayların


[135] erlerini ve subaylarını


[136] düşmanlık


[137] karşı gelenlere


[138] İslâmî adetlerin


[139] fiileriyle


[140] ana kaidelerin ve şartların


[141] günâhların keffâreti


[142] kendi tercihimizin dışında


[143] rejimin kurucusunu


[144] şüpheli ve suçlu olmaktan kurtarır


[145] görünüşte olan şahsı


[146] Pasifik Okyanusu


[147] hakkı ve hakiki değeri olmadığı halde ve kabiliyetsizliğine rağmen bir kimsenin kesret-i nimete mazhar olması ve bu sebeple küfür ve isyâna devam etmesi ile azab ve Gadab-ı İlâhiyyeye yaklaşması. (Neûzu billah, bu öyle bir işdir ki: Hikmeti İlâhiye ile bazı kâfirlerin muradı zuhur eder, istediği harika bir surette olur. Ve bunların küfürleri, Allaha isyanları da böylece ziyâdeleşir. L.R.)


[148] cezalandırır ve göçe zorlar


[149] arkadan yardım ve korumasını


[150] Tac Tercemesi hadîs:1034


[151] Madde ile olmayan ve manevî, ruh âlemine mensub olan cihad ehli topluluğun sayısı


[152] çekişme kavga


[153] münakaşa sebebi


[154] Sahih-i Müslim 52.kitab-ül fiten hadîs: 34, 110, 116 ve İ.Mace 36. Kitab-ül Fiten 33.bab 4075, 4077. hadîsler.


[155] Sahih-i Müslim 52.kitab-ül fiten hadîs: 34, 110, 116 ve İ.Mace 36. Kitab-ül Fiten 33.bab 4075, 4077. hadîsler.


[156] birisinin bâzı hareketleri ile başkası üzerinde uyuşukluk verici te'sir


[157] ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün bulunduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan tecrübeler


[158] İbn-i Mace 4077. hadîsin ortası.


[159] başkasının kendisine tâbi olmasına


[160] İbn-i Mace 4077. hadîsin ortası.


[161] Âl-i İmrân Sûresi, 3:7


[162] Âl-i İmrân Sûresi, 3:7.


[163] gösterirler


[164] yüksek ruhları


[165] alçak ruhlardan


[166] delîl ve isbata ihtiyacı olmayan şekilde âşikâr olan şeyler


[167] kabule mecbur


[168] kabiliyet (yetenek)


[169] kuvvetli, hakikate en yakın olan zann


[170] ayrıntı olan meseleler


[171] kuvvetli inanç ile bilmek


[172] Yahudi ve Hristiyan alimlerinden


[173] gerçeğe uymayan


[174] geçmişten kalan bilgileri


[175] sözleri


[176] bir söz veya bir işten manayı meydana koymak


[177] Buhari, Fadâilü's-Sahâbe: 6, Enbiyâ: 54; Müslim, Fadâilü's-Sa­hâbe: 23; Tirmizi, Menâkıb: 17; Müsned, 6:55.


[178] insanlar arasında şöhret


[179] umumun işitmesine


[180] öküz ve balık


[181] toprak ve deniz


[182] Müslim, Cennet, 31; Müsned, 3:341, 346.


[183] gerileyerek


[184] tecrübe yeri


[185] vakti tayin edilse


[186] korku ve ümit


[187] iyice belli olmayan, belirsiz


[188] ilk ve orta çağ


[189] son asır


[190] Kamer Suresi 54:1.


[191] Beş bilinmeyen, bizce gaib olan beş şey. 1- Kıyamet vakti,2- Yağmurun ne zaman yağacağı, 3- Ana rahmindeki çocuğun mahiyeti ve ceninin isti'dadı ve manevi simasının ne olduğu, 4- yarın insan hayır ve şer olarak ne kazanacağını, 5- İnsanın nerede öleceğini Allah bildirmedikçe kimse bilemez. Bunlara mefâtih-ül gayb da denir.


[192] şartları


[193] yakın


[194] gizli kalması


[195] açıkca belirtilmesin


[196] ilk başlarda


[197] Müslim, Fiten: 110; Ebû Dâvud, Melâhim: 14; Tirmi­zi, Fiten: 59; İbn-i Mâce, Fiten: 33; Müsned, 4:181.


[198] Kuzey Kutbuna


[199] Tren ve Uçak


[200] yerlebir


[201] harekete geçirenleri


[202] Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:1040


[203] Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:1040


[204] kısaca


[205] türdür


[206] Sebe’ Sû­resi, 34:14.


[207] Sakınma ve çekinmekleriyle


[208] ard arda gelen


[209] yıkılmalar, maddi ve manevi zararlar


[210] Asr Sûresi, 103:1-2.


[211] Miladi 1908


[212] Hilafetin değişmesi (1909)


[213] Balkanların ve Trablusgarb’ın elden çıkması (1912)


[214] Osmanlı mağlubiyeti ve Sevr ve Lozan anlaşmaları (1918-1923)


[215] toplumda yaşanan İslâmî hayatın


[216] Asr Sûresi, 103:3.


[217] Fâtiha Sûresi, 1:7.


[218] Fâtiha Sûresi, 1:7.


[219] Buhari, İ’tisam: 10; Müslim, İman: 247, İmâre: 170, 173, 174; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 27, 51; İbn-i Mâce, Mukaddime: 1, Fiten: 9; Müsned, 5:34,269, 278, 279; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:449-450, 550.


[220] yaklaşıp


[221] uygunluk


[222] Buhari, İ’tisam: 10; Müslim, İman: 247, İmâre: 170, 173, 174; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 27, 51; İbni Mâce, Mu­kaddime: 1, Fiten: 9; Müsned, 5:34,269, 278, 279; el-Hâkim, el-Müs­tedrek, 4:449-450, 550.


[223] Fâtiha Sûresi, 1:7.


[224] S.Buhari Muhtasarı hadîs:2114 ve S.Müslim cilt:1 sh:195 hadîs: 234 ve Tirmizî fiten/35 hadîs: 2217 ve Kenz-ül Ummal cilt: 14 hadîs: 3485


[225] ortada görünmesi


[226] hüküm çoğunluğa göredir


[227] azınlıkta


[228] batıdan doğuya


[229] batıdan doğmaya


[230] Allah’ın sağlam ipi (mecaz)


[231] şaşırmışcasına


[232] müjdeli hayırlı iyi haberli


[233] Askerlikte arttaki emniyeti te'minle vazîfeli, geriden gelen ve askeri tâkib eden birlik. Ordunun geriden gelen emniyet kuvveti. Mc: Son zamanlarda gelen büyük evliyâullah.


[234] Öncü, harpte ileri düşmana gönderilen askerler. önde giden. Kumandan. Önayak olan.


[235] bir yere toplanmış, merkezleşmiş


[236] Peygamberimizin (asm)


[237] ahlak eksikliğine


[238] ahiret hayatına


[239] sebebler


[240] başarısı


[241] saldırılarını



Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...