Risale-i Nur Külliyat’ında Âhirzaman Alametleri ve Fitneleri
ÖNSÖZ
Vicdanı tamamen tefessüh etmemiş herkesin dehşetini hissettiği bu felaketli devrelere Kur’an ve Hadis lisanında fitne denilir.
Hikmet-i Ezeliyenin iktizasıyla bizler insanlığın böyle bir devresinde dünya misafiri olmuşuz.
Bir müslümana düşen vazife, bu fitne-i âhirzamanı tanımak ve ona karşı tedbir almaktır.
Yoksa başını devekuşu gibi gaflet kumuna sokmak ve etrafında olan bitenlere hiç aldırmamak o ateşlere düşmek ve yanmak demektir.
Bu fitnelerin zuhuruna sebeb olan Gizli İfsad Komiteleri kimlerdir? Gerek şahs-ı manevi-i dalalet gerek dehşetli dinsiz şahıslar bilinmelidir ki, tedbir alınabilsin.
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin işaret ettiği gizli komitelerin her devirde temsilcileri vardır, "derin"lerde gezen bu komitelerin mahiyeti nedir?
Bu gizli dinsizlik akımlarına karşı cihad sahası neresidir. Bunlar bilinmediği zaman din adına yapılan hizmetler
den netice almak hem zorlaşır hem yanlış metodlardan dolayı mesul oluruz.
GİRİŞ
Âhirzaman fitnesinin dehşetli ifsadatından ümmeti ikaz eden çok rivayetler vardır. Ancak bu rivayetlerin çoğu müteşabihat nevinden olduğu için yani herkesin anlayabileceği kadar açık olmadığından, ilimde rasih olanların, bilhassa asrın imamının bu rivayetlerin mânâ ve maksadlarını açıklaması gerekiyor. Bu sebeple de eserimizde topladığımız bahislerin ve izahların çok büyük kısmını Risale-i Nur eserlerinden alıp tertip ettik. Çünki, çok mes’elelerde olduğu gibi bu mes’elede de Risale-i Nur müellifinin söz sahibi olduğu hususunda kat’i kanaatımız vardır. İslâm ilim dünyasında da aynı kanaatın çok tereşşuhatları görülmüştür ve görülüyor.
Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur eserlerinde âhirzaman fitnesi, Deccal, Süfyan gibi kıyamet alâmetleri hakkındaki çok mes’eleleri ele almış, ikna edici delillerle ve hiç çekinmeden ve tam bir fedaî olarak ortaya çıkıp büyük ve geniş çapta muvaffakiyet kazanmıştır. Bu muvaffakiyet hakkında Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:
«…Bizler gibi binler adam hapse girse hattâ idam olsalar, Din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur…» (Şualar sh: 339)
Âhirzaman fitnesinden ikaz için gelen rivayetler (hadisler) açıkça bu felaketi bildirse daha iyi olmaz mı idi? diye bir sual hatıra gelebilir. Bu mes’elenin hikmetini Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan ediyor:
«İman ve teklif, ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tetkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî meseleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zarurî olmaz. Tâ ki, Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil’ler esfel-i sâfilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mucizeler seyrek ve nâdir verilir. Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrât-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur’âniye gibi kapalı ve tevilli oluyor. Yalnız, güneşin mağripten çıkması bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğinden, tevbe kapısı kapanır, daha tevbe ve iman makbul olmaz. Çünkü, Ebu Bekir’ler Ebu Cehil’ler ile tasdikte beraber olurlar. Hattâ Hazret-i İsa Aleyhisselâmın nüzûlü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez. Hattâ Deccal ve Süfyan ([1]) gibi eşhâs-ı müthişe,([2]) kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar.» (Şualar sh: 579)
«Mehdi, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları çok zaman evvel hattâ Tabiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar...
O eşhasın şahs-ı manevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zâtlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı hârika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki demiştik: Bu dünya tecrübe([3]) meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı([4]) elinden alınmaz. Öyle ise o eşhas,([5]) hattâ o müdhiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidayeten([6]) Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle, o eşhas-ı âhirzaman tanılabilir.» (Sözler sh: 343)
FİTNENİN LÜGAT MÂNÂSI
Bir madenin hâlisini, özünü, karışığından ayırmak için ateşe tutmaktır. Onun için mebdei, mihnet ve ibtilâ; müntehası, imtihan ve ihtibar (deneme) ve temyiz mânâsınadır.
Kur’anda fitne, mezkûr mânâ çerçevesinde ve muhtelif makamlarda hayli geçmektedir.
Risale-i Nur eserlerinde de, fitne kelimesinin geçtiği yerler çoktur. Bunlardan birkaç kısa nümunesi şöyledir:
«Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir.» (Sözler sh: 142)
Buradaki fitne, çılgınca bir sefahet hayatı mânâsında
«Eğer o katl, bir adavetten([7]) ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuş ise…» (Sözler sh: 152)
Burada ise fitne, münafıkların tahrikiyle vuku’ bulan katl ve bozgunculuk mânâsında..
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Ezvac-ı Tahiratına([8]) demiş: “İçinizden birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek...”([9]) (Mektubat sh: 98)
Bu ifadedeki fitne, müslümanlar arasında re’y ihtilafından doğan dâhilî harp mânâsında…
«Gayet muhtelif akvamın([10]) birbirine karışmasıyla, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın haber verdiği gibi, sonra inkişaf eden yetmişüç fırka efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisatın zuhuru…» (Mektubat sh: 99)
Yine müslümanlar arasında ihtilaf ve mukatele mânâsında…
«Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti([11]) nedir? Çünki onlar, kahra lâyık değil idiler?…» (Mektubat sh: 100)
Aynı mânâda…
«‘veylün lil arabi min şerri kadikterab’ ([12]) deyip, Cengiz ve Hülâgû’nun dehşetli fitnelerini…» (Mektubat sh: 104)
Buradaki fitne, Deccal gibi şerli insanların müslümanlara yaptıkları mezalim, fesad ve istibdad mânâsında…
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: « “Ne vakit size Fars ve Rum kızları hizmet etti; o vakit belânız, fitneniz içinize girecek, harbiniz dahilî olacak»([13]) (Mektubat sh: 107)
Müslümanların içinde şerli ve zâlim olanlar arasında dâhilî mücadele ve ihtilal mânâsında…
«Kureyş kabilesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı öldürtmek için, kat’î ittifak([14]) ettiler. Hattâ insan suretine girmiş bir şeytanın tedbiriyle, Kureyş içine fitne düşmemek için, her kabileden lâakal([15]) bir adam içinde bulunup, ikiyüze yakın, Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in taht-ı hükmünde olarak, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hane-i saadetini bastılar.» (Mektubat sh: 158)
Buradaki fitne, ihtilaf mânâsında…
«Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr([16]) ise; maksadda ve esasta ittifak([17]) ile beraber, vesailde([18]) ihtilâf eder. Hakikatın her köşesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfuruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan barika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor.» (Mektubat sh: 268)
Buradaki fitne, garazkârane olan ve belli esaslara bağlı kalmayanlar arasındaki fikir ihtilafları ve mücadeleleri mânâsında…
«İstikbalde Hazret-i Ali (R.A.).A.); elîm hâdisata ve dâhilî fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle görmüş.» (Lem’alar sh: 23)
Bu fitne dahi, içtimaî ve dâhilî kargaşalık ve mukatele mânâsında…
«Saltanat ve hilâfete kemâl-i liyakat([19]) ve kahramanlıkla girdiği halde ve kemâl-i zühd ve ibadet ve fakr ve iktisadı ihtiyar eden ve rükû ve sücudda devamı ve kesreti herkesçe musaddak olan Hazret-i Ali’nin (r.a.) istikbaldeki vaziyetini ve o fitneler içindeki harpleriyle mes’ul olmadığını ve niyeti ve matlubu([20]) fazl-ı İlâhî olduğunu haber veriyor.» (Lem’alar sh: 31)
Buradaki fitne de yukarıdaki mânâda…
«Evet, istikbal bunu vuzuhla([21]) ve kat’iyetle, parlak bir surette ispat etmiştir. Evet, o kadar acip fitneler ve dağdağa-i siyaset içinde, gece ve gündüzde Zeynelâbidin gibi bin rekât namaz kılan ve Tâus-u Yemenî gibi kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını edâ eden çok mühim pek çok zatlar (meselühüm fî ttevrati) ([22]) sırrını göstermişlerdir.» (Lem’alar sh: 31)
Burada da, dâhilî ve siyasî kargaşa ve mücadeleler mânâsında…
«Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşina([23]) ve istikbal-bîn nazar-ı nübüvvetle otuz kırk sene sonra Sahabeler ve Tâbiînler içinde mühim fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en mümtaz şahsiyetler, abâsı altında olan o üç şahsiyet olduğunu müşahede etmiş. Hazret-i Ali’yi (R.A.).A.); ümmet nazarında tathir ve tebrie etmek ve Hazret-i Hüseyn’i (R.A.).A.); taziye ve teselli etmek ve Hazret-i Hasan’ı (R.A.).A.); tebrik etmek ve musalaha([24]) ile mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve ümmete azîm faidesini ilân etmek ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin tâhir ve müşerref([25]) olacağını ve Ehl-i Beyt ünvan-ı âlîsine lâyık olacaklarını ilân etmek için o dört şahsa kendisiyle beraber “Hamse-i Al-i Aba”([26]) ünvanını bahşeden o abâyı örtmüştür.» (Lem’alar sh: 94)
Yine dâhilî kargaşa ve mukatele mânâsında…
«Abbasîlerin zamanında, o tarihte Mu’tezile, Râfizî, Cebrî([27]) ve perde altında zındıklar, mülhidler, İslâmiyeti zedeleyen çok fırak-ı dâlle meydana gelmiştiler. Şeriat ve itikad noktasında ehemmiyetli sarsıntılar olması hengâmında, Buharî, Müslim, İmam-ı Azam, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel ve İmam-ı Gazalî ve Gavs-ı Azam ve Cüneyd-i Bağdadî gibi pekçok eâzım-ı İslâmiye([28]) imdada yetişip, o fitne-i diniyeyi mağlub ettiler. O tarihten üçyüz sene sonraya kadar o galebe devam ile beraber, perde altında yine o ehl-i dalâlet fırkaları, siyaset yoluyla Hülâgû Cengiz fitnesini İslâmların başına getirdiler. Bu fitneden hem hadîs, hem Hazret-i Ali Radıyallahü Anh sarih bir surette aynı tarihiyle işaret ediyorlar. Sonra bu zamanımızın fitnesi en büyük bir fitne olduğundan, hem müteaddid hadîsler, hem çok işarat-ı Kur’aniye aynı tarihiyle haber veriyorlar.» (Şualar sh: 331)
Bu fitne ise, şer’î hükümler ve iman cihetinde bâtıl anlayışlar ileri sürülerek ortaya çıkan gruplaşmalar ve fikir mücadeleleri ile Hülagû - Cengiz’in ifsad ve tecavüzleri ve zamanımızdaki en büyük fitne, yani fikrî, itikadî, şer’î, siyasî, içtimaî gibi her türlü kargaşa, fesad, anarşi ve ihtilaller mânâsında…
«Rivayette var ki, “Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.” ([29]) Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberî ile bütün ümmet o fitneden istiâze etmiş,([30]) azab-ı kabirden sonra ‘min fitnetid deccali ve min fitneti ahirizzaman’([31]) vird-i ümmet olmuş.
Allahu a’lem bissavab,([32]) bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâp ederler. Meselâ, Rusya’da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler. Ve kadın, kendi güzelliklerini göstermeye fıtraten çok meyyal olmasından, seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar. Ve fıtraten cemalperest([33]) erkekler dahi, nefsine mağlûp olup o ateşe sarhoşâne bir sürurla düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’aları,([34]) birer câzibedarlıkla pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder.» (Şualar sh: 584)
Buradaki fitne, nefisleri azdıran günahlar ve cemiyeti istilâ eden dehşetli bir sefahet mânâsında…
«Risale-i Nur’un nuru- ile dalâletin tecavüz eden nârı inşâallah sönecek. Yani, fitne-i diniye ateşini ya tahribattan vazgeçirecek veya ileri tecavüzatını kıracak. Eğer Hicrî tarihi olsa, bundan iki sene evvel, dini dünyadan tefrik fırsatından istifade ile, dinin ve Kur’anın zararına olarak ilerleyen dehşetli tasavvuratın tecavüzatı tevakkuf etmesi, elbette karşılarında kuvvetli bir seddin bulunmasındandır. O sed ise, bu zamanda çok intişar eden Risale-i Nur’un keskin hüccetleri ve kuvvetli bürhanları olduğu, çok emareler ile hissediliyor.» (Şualar sh: 735)
Bu fitne ise, ehl-i dalaletin cemiyeti idlal ve ifsadı ile dinde yaptığı tahribat mânâsında…
«Bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli fakat câzibeli ve elîm fakat meraklı bir vaziyet almış ki; insanın ulvî latifelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 104)
Bu dahi, insanın ruhî ve manevî hayatını tahrip eden ve nefs-i emmareyi insana hâkim kılan ve millî ahlâkı söndüren ve cemiyeti kaplayan günahlar ve sefahet hayatının çekiciliği mânâsında…
«Eğer idare-i millet ve asayiş-i memleketin hakiki esaslarını bilmeyen bir cahil hamiyet-füruş([35]) dese: “Senin risalelerin, asayişi bozanlara ve idareyi karıştıranlara bir medar olabilir cihetiyle ve sen dahi ihtiyatsızlık edip idare-i hazıraya itiraz etsen, risalelerin kuvvetiyle bir gaile açmak ihtimaliyle sana ilişiyoruz.”
Elcevab: Risale-i Nur’dan ders alan, elbette çok masumların kanını ve hukukunu zayi’ eden fitnelere girmez ve bilhassa tecrübeleriyle, mükerreren akîm ve zararlı kalan fitnelere hiçbir cihetle yanaşmaz. Ve bu on senedeki on fitnelere, Risale-i Nur’un şakirdlerinin ondan birisi, belki aslâ hiçbirisi karışmadığı gösterir ki, risaleler bu fitnelere zıd ve asayişi temine medardırlar.» (Tarihçe-i Hayat sh: 232)
Bu fitne de, dine zarar veren idareye karşı müslümanların fiilen karşı gelip dâhilî mücadele açmaları ile ortaya çıkacak kargaşalık mânâsında…
«İşte bizi böyle haksız isnadlarla itham eden Devr-i Sâbık’taki gizli düşmanlarımız şüphe yok ki ya siyaseti dinsizliğe âlet; etmek istediler, yahut bilerek, bilmeyerek bozuk ideolojileri memleketimize yerleştirmek gayretine düştüler. Görülüyor ki, nizam ve intizamı bozan, maddî manevî memleketin emniyet ve asayişini ihlâl eden bizler değil, asıl onlardı. Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü’min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle men’ettiği şey fitne ve anarşidir. Çünkü anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir ki, bunun âhirzamanda “Ye’cüc ve Me’cüc” komitesi olduğuna Kur’an-ı Hakîm işaret buyurmaktadır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 653)
Burada ise fitne, dinsizlik ideolojisiyle dâhilde asayişi bozmak ve iç mücadelelere kapı açmak mânâsında…
«Âhirzaman fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu, hadîsin rivayetlerinden anlaşılıyor.» (Gençlik Rehberi sh: 23)
Bu fitne ise, -mevzuun devamından da anlaşıldığı üzere- açık-saçık kadınların cemiyetin her tarafında karıştırılması ile maneviyata yapılan taarruz ve anarşiye kapı açmak ve millî ahlâkı ifsad ederek her türlü kötülüklerin menşeini hazırlamak mânâsında…
«Fitne-i âhirzamanın mahiyeti bana göründü ki; o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedarı, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor. İhtiyarı selbedip, pervane gibi sefahet ateşine atıyor. Ve bir dakika hayat-ı dünyeviyeyi, senelerle hayat-ı bâkiyeye tercih ettiriyor. Ben birgün sokağa bakarken, o fitnenin tesirli bir nümunesini hissettim. Gençlere çok acıdım. Dedim: Bu biçareler kendilerini bu mıknatıs gibi cezbedici fitnenin ateşinden kurtaramazlar, diye düşünürken; birden o fitneyi ateşlendiren ve talim eden irtidadkâr([36]) bir şahs-ı manevî önümde tecessüm etti.» (Gençlik Rehberi sh: 16)
Bu fitne dahi, mezkûr mânâda…
Nimetlere karşı küfranda bulunanlara atfen:
«…Yani nefsine isnad ettiği o hal ve o şey, kendisi için bir fitne olduğu halde ben kendi ilim ve iktidarımla buldum ve kazandım diyecektir.» (Mesnevi/Tercüme: A.Badıllı sh: 314)
Burada geçen fitne, imtihan mânâsında…
Kısaca bazı nümunelerini gördüğümüz fitnelerden haber verilip ümmetin tekrar tekrar ikaz edilmesi, fitneler büyük zararlara sebebiyet verdiği içindir. Müslümanların bu ikazlara çok ehemmiyet verip, gereken tedbirleri almaları ve her türlü fitneden uzak durmaları gerekiyor.
Risale-i Nur eserlerinden alınıp, fitneyi tarif etmek makamında sıralanan parçalardaki tariflere ve Kur’anda geçen fitne kelimelerinin ifade ettiği mânâların inceliğine dikkat edilirse; verilen tariflerin Kur’anî mânâlara mutabık olduğu görülür. Böylece Risale-i Nur’da Kur’anî ikazların bir nevi tefsiri, fiiliyattan ve hayattan gösterildiği için; mü’minlerin uzak duracakları fitnelerin neler olduğu kolayca anlaşılmaktadır.
ZAMANIMIZIN DEHŞETİ HAKKINDA İKAZLAR
Evet «İslâmiyet noktasında bu asır gayet ehemmiyetli ve dehşetlidir. Kur’an ve hadîs ihbar-ı gaybî ile ehl-i imanı onun fitnesinden sakındırmak için şiddetle haber vermiş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 187)
Buradaki ikaz bütün müslümanlara şamildir. Bu asrın fitnelerini araştırmayan ve gereken tedbirleri almayanın içinine düşme tehlikesi çok kuvvetlidir.
Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir sual ve cevabı:
«Sual: Sen bu zamanın hâdisâtına, fitne-i âhirzaman diyorsun. Halbuki hadiste vârid([37]) olmuş ki, âhirzamanda Allah Allah (c.c.) denilmeyecek; sonra kıyamet kopacak.”
Elcevap
Evvelâ: Fitne-i âhirzamanın müddeti uzundur; biz bir faslındayız.
Saniyen: Yerde Allah Allah (c.c.) denilmeyecekten murad, Allah’a iman kalkacak demek değildir;(HAŞİYE 1) belki Allah’ın namını değiştirecekler demektir. Nasıl ki yerde Allah Allah (c.c.) denilmezse kıyamet-i kübrâ kopacak. Bir memlekette de Allah Allah (c.c.) denilmezse bir nevi kıyamet kopmasına işarettir.(HAŞİYE 2)» (Sikke-i Tasdikî Gaybî sh: 164)
Avrupa felsefesinin beş menfî esasından birisi olan “hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin” (Sözler sh: 133) ve Kur’an (Nisa Suresi 4:117) âyetiyle bildirilen kadınperestlik gibi nefsaniyete dayanan ve beşeriyette yaygınlaşan mimsiz medeniyet, «Kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır.» (Sözler sh: 410)
«Hem herkese satılan müzahraf, hodfüruş, gösterici, riyakâr bir hüsnü istihsan ettiği için riyakârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide(*) yapmıştır.» (Sözler sh: 541)
..deyip âhirzaman fitnesinin ibtidadan intihaya doğru seyrini nazara veren Bediüzzaman Hazretleri hadîslerde:
«Dünyaya karşı ve kadınlara karşı müteyakkız bulunun. Çünki şeytan ve iblis, her zaman müslümanlara karşı tetikte ve avcı tuzağını hazırlamış bulunmaktadır. Onun avına kapılmanın veya oltasına yem olmanın en câzibi, kadınların bacaklarıdır.»
Diğer bir hadîste de: «Âhirzamanda en şiddetli harp, kadınlara karşı harbdir.» (Risale-i Nurun Kudsî Kaynakları hadîs no: 973)
..gibi hadîslerle yapılan ikazları da şöyle izah eder:
«Âhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu, hadîsin rivayetlerinden anlaşılıyor. Evet nasıl ki tarihlerde eski zamanlarda “Amazonlar” namında gayet silahşör kadınlardan mürekkeb bir taife-i askeriye olarak hârika harbler yaptıkları naklediliyor. Aynen öyle de: Bu zamanda zendeka dalaleti, İslâmiyete karşı muharebesinde nefs-i emmarenin plâniyle, şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi, yarım çıplak hanımlardır ki; açık bacağıyla, dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar. Nikah yolunu kapamağa, fuhuşhane yolunu genişlettirmeğe çalışarak, çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebair([38]) ile yaralıyorlar. Belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar. Bir kaç sene namahrem([39]) hevesatına göstermenin tam cezası olarak; o bıçaklı bacaklar Cehennem’in odunları olup, en evvel o bacaklar yanacaklarını ve dünyada emniyet ve sadakatı kaybettiği için, hilkaten([40]) çok istediği ve fıtraten çok muhtaç olduğu münasib kocayı daha bulamaz. Bulsa da başına belâ bulur. Hattâ bu halin neticesi olarak, o âhirzamanda, bazı yerlerde nikaha rağbetsizlik ve riayetsizlik yüzünden, kırk kadına bir erkek nezaret edecek derecede ehemmiyetsiz, sahipsiz, kıymetsiz bir surete gireceği, hadîsin rivayetinden anlaşılıyor.» (Gençlik Rehberi sh: 23)
«Rivayette var ki, “Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.”([41]) Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberî ile bütün ümmet o fitneden istiâze([42]) etmiş, azab-ı kabirden sonra ‘min fitnetiddeccali ve min fitneti âhirizzaman’([43]) vird-i ümmet olmuş.
Allahu a’lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâp ederler. Meselâ, Rusya’da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler. Ve kadın, kendi güzelliklerini göstermeye fıtraten çok meyyal olmasından, seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar. Ve fıtraten cemalperest([44]) erkekler dahi, nefsine mağlûp olup o ateşe sarhoşâne bir sürurla düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları([45]) ve kebairleri ve bid’aları, birer câzibedarlıkla pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa, cebr-i mutlakla([46]) olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.» (Şualar sh: 584)
Resul-i Ekrem (A.S.M.) «Nakl-i sahih-i kat’î ile, ferman etmiş ki: ‘iza meşevûl mütaytâü ve hademethüm benatü farise verrûmi...ilh.’ deyip, “Ne vakit size Fars ve Rum kızları hizmet etti; o vakit belânız, fitneniz içinize girecek, harbiniz dahilî olacak, şerirleriniz başa geçip hayırlılar ve iyilerinize musallat olacaklar”([47]) haber vermiş. Otuz sene sonra haber verdiği gibi çıkmış.» (Mektubat sh: 107)
Bir hadîs-i şerifte de şöyle buyuruluyor:
«Resulullah (A.S.M.): Benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı bir fitne, bir imtihan vesilesi bırakmadım.»([48])
«Nitekim ‘ennisâü habailüş şeytani’([49]) “Kadınlar şeytanın ağlarıdır” denilmiştir. Şeytanlar başka tarik ile aldatamadıklarını, en ziyade kadınla aldatır.» (Elmalı Tefsiri sh: 1471)
Diğer bir hadîs meali de şöyledir:
«İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki: Onların endişeleri mideleri olacak, şerefleri de meta-ı dünya olacak ve kıbleleri de kadınları olacak ve dinleri de dirhem ve dinarları (paraları) olacak. Bunlar mahlukatın en şerlileridir ve Allah katında onların hiç nasibleri yoktur.» (Keşf-ül Hafa hadîs: 3270) (Ramuz-ul Ehadîs sh: 504)
«Âhirzamanda bir şahsın hatiat([50]) ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah işleyebilir mi ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki kâinatın hey’et-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harab olmasına sebebiyet verir, diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddid esbabını([51]) gördük.
Ezcümle müteaddid vücuhundan([52]) radyomla anlaşıldı ki: O bir tek adam bir tek kelime ile, bir milyon kebairi birden işler ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günaha sokar. Evet, küre-i havanın yüzbinler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlâhiyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü sena ile doldurmak lâzım gelirken, dalâletten tevellüd([53]) eden sefahet-i beşeriye, o azîm nimeti şükrün aksine isti’mal ettiğinden elbette tokat yiyecek.» (Kastamonu Lâhikası sh: 71)
Bilhassa zamanımızda tekniğin gelişmesiyle bütün insanlara tesir etmek imkânını veren neşir organları yoluyla ve nefsanî zevklerin cazibedarlığıyla insanları diyanetten, maneviyattan alıkoymak ve sefahete atmak olan din düşmanlarının dehşetli plânlarından, Kur’an (Lokman Sûresi 31:6) ve emsali âyetleriyle insanları ikaz eder. Keza İblis’in ve İblis’e bağlı olan sefih insî şeytanların, yani münafık cereyanların halkı şehevî çalgılarla dalalete itmesine ve ihtilalci ve neşriyatta yaygaracı müfsidlere işaret eden (İsrâ Sûresi 17:64) âyeti de gayetle câlib-i dikkattir.
Bir rivayette buyuruluyor ki:
«Şarkıcı cariyeleri ne satın, ne de satın alın, ne de öğretin. Onlarla yapılan ticarette hayır yoktur, parası da haramdır. “İnsanlardan bazıları, Allah yolundan saptırmak için boş lafa müşteri çıkanlar vardır.” (Lokman Suresi, 6) âyet-i celilesi bu gibilerin hakkında nazil olmuştur.»([54])
Diğer bir rivayet de şöyledir
Abdullah (R.A.) dan: Peygamber (A.S.M.) dedi ki: Şarkı ve çalgı, kalbde nifak tohumlarının bitmesini sağlar.» ([55])
Bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:
«Size benden sonra dört fitne gelecektir. Dördüncüsü geldiğinde, kulağa bir şey girmez, göz görmez ve her tarafı fitne sarar. Ümmet bir belâya mübtela olur, yılanın çöreklenmesi gibi. Öyle ki, onda ma’ruf([56]) inkâr edilir, münker([57]) ise maruf sayılır. Ve bu fitnede, insanların bedeni öldüğü gibi kalbleri de ölür.»([58])
İnsanın hakiki ilim ve fazileti kazanmasının iki temel menbaı, naklî ve aklî delillerdir. Kulak naklî delillerin, göz aklî delillerin iki ana cihazıdır. Fitneye düşmemek isteyen bu mühim iki organı asıl vazifelerinde istihdam edip nefsin âleti olarak kullanmamalıdır.
Diğer bir hadîs de özetle şu mealdedir:
«Âhirzaman fitnesinde bozuk insanların kalbleri şeytan kalbi gibidir.
Kan dökücü (anarşist ve ihtilalci, fâsık)tırlar.
Çocukları uram (edebsiz ve hırçın); ([60])
gençleri hayasız ve vakarsız;
yaşlıları emr-i bil-ma’rufu yapmaz; sünneti bid’at gibi, bid’atı sünnet gibi görürler;
idarecileri tâgi ve müfsiddir..;
İşte o zaman Allah onlara şerlilerini musallat eder. Hayırlıların duası (ve daveti) kabul olmaz.» (Ramuz-ul Ehadîs no: 502)
Acibdir ki bu gibi rivayetler, bu yaşanan, âhirzaman fitnesini aynen haber veriyor. Hayasızlık, açıksaçıklık gibi günahlar medenîlik namı altında iftiharla alenî işleniyor. Bu hayatı, 1400 sene evvel kemal-i ciddiyetle haber veren zatın Peygamberliği aşikârdır. Eğer Allah bildirmezse, bir beşer düşüncesiyle böyle gaybiyyatı ihbar etmek mümkün değildir.
Bir hadîs-i şerif mealinde buyuruluyor ki:
«Âhirzaman fitnesinde kişi mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak akşamlar. Ancak Allah’ın ilim ile ihya ettiği kimseler müstesnadır.»([61])
Çünki İslâm cemiyetinde taklidî iman kâfi olsa da, fitne zamanlarındaki bozuk cemiyetlerde mü’min iman-ı tahkikî ile hak ve batılı ayırıp kendi hayatında iman nuru ile hakkı takib eder. Medeniyet namı altında işlenen günah ve haramı tanır.
Diğer bir cihette de: «Bu âhirzaman fitnesinde açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalalet, biçare aç ehl-i imanı derd-i maişet([62]) içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi([63]) ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmağa çalışacak([64]) diye, rivayetlerden anlaşılıyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 140)
Âhirzaman fitnesinde terk-i imarete ve makamat-ı resmiyeyi istememeye dair bir kaç hadîs meallerini, yalnız ibret ve teyakkuz makamında olarak burada dercetmek münasib görüldü. Şöyle ki:
«İnsanların akaidlerini bozduklarını, emanetlerini hafife aldıklarını ve -parmaklarını birbirine geçirip- böyle olduklarını gördüğün zaman; evini tercih et, lisanına sahib ol, maruf olanı al, münkeri bırak, kendi işinde meşgul ol ve ammenin işlerini kendilerine bırak.» ([65])
BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN MAZHAR OLDUĞU HİZMET METODU
Bediüzzaman Hazretleri daima Peygamberimiz’in (A.S.M.) tavsiyeleri dairesinde tercihler yaptığı ve âhirzamana ait müteşabih rivayetleri en ince mânâsıyla ve tam isabetli anladığı, hâdiselerle de müeyyeddir. Cumhuriyetin kuruluş senelerinde Ankara’ya davet edilip giden Bediüzzaman Hazretleri, orada gördüğü acib bir durumu şöyle anlatır:
«1338’de Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan([66]) ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müdhiş bir zendeka fikri,([67]) içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm.» (Lem’alar sh: 177)
Bediüzzaman’ın Ankara’ya gidiş gayesi ve karşılaştığı maniler ve nihayet yaptığı tercihi, Tarihçe-i Hayatında şöyle kaydedilmiştir:
«Bediüzzaman; İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsanıyla, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de beraber çalışmak ümidiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlâhî([68]) ve mucize-i Peygamberî ile düşman taarruzlarını def’eden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur’an’a istinad eden ve Âlem-i İslâm’ın vahdetini([69]) nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyet’in hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddi ve manevi medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere mecliste çalışıyordu. Fakat pek kuvvetli mâniler karşısına çıktı. Âlem-i İslâm’ı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allah’a sığındığı) bir zamanı ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler olduğunu anlamış bulunuyordu. Bir gün riyaset([70]) odasında, M. Kemal Paşa. Kemal Pafla; ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle, Şeair-i İslâmiyeyi([71]) tahrib etmenin, bu millet ve vatan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edeceğini; eğer bir inkılâb yapmak icab ediyorsa, doğrudan doğruya İslâmiyet’e müteveccihen Kur’an’ın kudsi kanun-u esasîsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtarlarda bulunur.» (Tarihçe-i Hayat sh: 145)
«M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini([72]) ifade ile, Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a meb’usluk, hem Dar-ül Hikmet’teki eski vazifesini, hem Şark’ta Şeyh Sünusî’nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.
Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da te’vilini söylediği Hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür.
Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül Kur’an([73]) hakkında, “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.” tavsiyesine müraatla, Ankara’da teşrik-i mesai([74]) edemiyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb’usluk, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye gibi Diyanet’teki azalığı, hem Vilayat-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez.
Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar.» (Tarihçe-i Hayat sh: 147)
Mevzumuzla alâkadarlıkta gayet manidar ve ‘innes saîde lemen cünnibel fiten’ cümlesinin üç defa tekrarlanması ile mühim bir noktaya dikkati çeken bir hadîs de mealen şöyledir:
«Said, fitnelerden uzakta kalandır. Said, fitnelerden uzakta kalandır. Said, fitnelerden uzakta kalan ve fitneye maruz kalıp da sabreden kişidir. Fitneye başlayan ve çalışanın vay haline!» ([75])
Bu hadîsin verdiği ders ile alâkalı olarak; Bediüzzaman Hazretleri kendine yapılan ve daima sabırla karşıladığı pek çok su-i kasdlardan birini şöyle anlatır:
«Gizli düşmanlarımız hükûmetin ehemmiyetli ve birkaç vazifedarlarını elde edip beni tazyikatla, Menemen ve Şeyh Said hâdisesi gibi bir hâdise çıkarmak için bütün kuvvetiyle en hassas damarlarıma dokunduracak tarzda her desiseyi istimal ettiler. Gördüler ki Eski Said yok, yenisi ise her şeye tahammül ediyor; o planı sair su-i kasdlere ezcümle zehir vermeye tebdil ettiler. Hıfz-ı İlahî onu da akîm bıraktı. Şimdi o münafıklar resmen hükûmetin nüfuzunu, benden halkları ürkütmek ve vaz geçirmek için burada dehşetli bir propaganda ile istimal ediyorlar. Fakat siz hiç telaş etmeyiniz. İnayet-i Rabbaniye devam eder. Gittikçe fütuhat-ı nuriye tevessü’ ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-I sh:147) ..diyerek sabırlılık ve müsbet hareket etmek dersini fiilen gösteriyor.
MÜSLÜMANLARA AŞILANAN HAYAT TARZI
Cemiyet hayatını çeşitli cihetlerle tesiri altına alacak sefih ve gafletli bir hayatı aşılamakla, müslüman kitleyi gaflete ve fitneye düşürmeyi plânlayan gizli cereyana karşı Bediüzzaman Hazretleri şu ikazları yapar:
«Bu fırtınalı zamanın hissi ibtal eden ve beşerin nazarını âfâka dağıtan ve boğan cereyanlar, ibtal-i his nev’inden bir sersemlik vermiş ki; ehl-i dalâlet manevî azabını muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidayete dahi gaflet basıyor, hakiki lezzetini tam takdir edemiyor.» (Şualar sh: 678)
«Gaflet, hissi ibtal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede ibtal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuzbin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tagutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körükörüne taklid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!» (Lem’alar sh: 120)
«Şu medeniyet-i sefihe, küre-i arzı bir tek şehir hükmüne getirip ahalisi birbiriyle tanışmakta, her sabah ve akşam gazetelerle günahları ve malayaniyatı birbirine nakledip öğretmektedirler. İşte bu sefih medeniyet sebebiyle, gaflet perdesi o kadar kalınlaşmış ve onun süs ve fantaziyeleriyle hicab o kadar kesafet peyda etmiştir ki; âdeta yırtılmaz bir hale gelmiş. Çok büyük bir himmetin sarfı lâzımdır, tâ yırtılsın.
Hem dahi o medeniyet-i habise, beşerin ruhuna dünyaya bakan hadsiz menfez ve ihtiyacat deliklerini açmıştır. Cenab-ı Hakk’ın hususî lütfuna mazhar olmuş olanlardan başka, bu delikleri kapamak, gayet çetin ve müşkil olmuştur.» (Mesnevi/Tercüme: A.Badıllı sh: 246)
Kur’an (14:3) âyetinin bir kısmı olan
«‘yestehıbbünel hayated dünya’([76]) bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hassası şudur ki; hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani kırılacak bir cam parçasını, baki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş. Ben bundan çok hayret ediyordum. Bu günlerde ihtar edildi ki: Nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa sair âza vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar; öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı, zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede dercedilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbab ile yaralanmış, sair letaifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmağa çalışıyor.
Hem nasılki bir cazibedar, sefihane ve sarhoşane şa’şaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakiki vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar; öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli fakat cazibeli ve elîm fakat meraklı bir vaziyet almış ki; insanın ulvi latifelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.
Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için zaruret derecesinde olmak şartıyla bazı umûr-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer’iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebebiyet vermiyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve adi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terkeder. Evet insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfat ile ve iktisadsızlık ve kanaatsızlık ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celbetmiş ki; edna bir hacat-ı hayatiyeyi, büyük bir mes’ele-i diniyeye tercih ettiriyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 104)
«Bu acib asrın hayat-ı dünyeviyeyi ağırlaştırması ve yaşamak şeraitini ağırlatması ve çok etmesi ve hacat-ı gayr-ı zaruriyeyi, görenekle tiryaki ve mübtela etmekle hacat-ı zaruriye derecesine getirmesiyle, hayatı ve yaşamayı, herkesin her vakitte en büyük maksad ve gayesi yapmıştır. Onunla hayat-ı diniye ve ebediye ve uhreviyeye karşı ya sed çeker veya ikinci, üçüncü derecede bırakır. Bu hatanın cezası olarak öyle dehşetli bir tokat yedi ki, dünyayı başına Cehennem eyledi. İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar.
Ezcümle, ben gördüm ki; ehl-i diyanet belki de ehl-i takva bir kısım zatlar, bizimle gayet ciddi alâkadarlık peyda ettiler. O bir-iki zatta gördüm ki; diyaneti ister ve yapmasını sever, ta ki hayat-ı dünyeviyesinde muvaffak olabilsin, işi rastgelsin. Hattâ tarikatı keşf ve keramet için ister. Demek âhiret arzusunu ve dini vezaifin uhrevî meyvelerini, dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki, saadet-i uhreviye gibi saadet-i dünyeviyeye dahi medar olan hakaik-ı diniyenin fevaid-i dünyeviyesi, yalnız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebeb o faide olsa, o ameli ibtal eder; lâakal ihlası kırılır, sevabı kaçar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 109)
«İhtar: İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faideler, hikmetler yalnız müreccih olabilirler; illet olamazlar.» (İşarat-ül İ’caz sh: 85)
GÜNAHLARA SEBEB OLACAK YAŞAYIŞTAN UZAK DURMANIN GEREĞİ
Âhirzaman fitnesinin dehşetli bir hususiyeti de, nefsanî hevesatı (sefaheti) esas almasıdır. Bu da ahlâkı tahrip ettiği için Bediüzzaman Hazretleri buna karşı çare olarak takvayı esas alır ve der ki:
«Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm..; Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab([77]) etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def’-i şer,([78]) celb-i nef’a([79]) racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş.([80])
Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri([81]) işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.
Hem takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünki bir haramın terki vâcibdir.([82]) Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde([83]) bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva nâmıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i sâlihadır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 148)
İSLÂM TARİHİNDE OLAN HÂDİSELERE NASIL BAKILMALI
Âhirzaman fitnesinde, gizli münafık cereyan geçmiş zamanda müslümanlar arasında vuku bulmuş ihtilafları hatırlatmakla yeniden canlandırmak ister. Buna karşı Bediüzzaman Hazretleri, geçmişteki fitneleri medar-ı münakaşa etmekten kaçmayı düstur edinip şöyle der:
«Madem bu zamanda zendeka ve ehl-i dalâlet ihtilaftan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak, Kur’an ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müdhiş düşmana karşı cüz’î teferruata([84]) dair medar-ı ihtilaf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.
Hem ölmüş insanları zemmetmek, hiç lüzumu yok. Onlar dâr-ı âhirete, mahall-i cezaya gitmişler. Lüzumsuz, zararlı, onların kusurlarını beyan etmek, emrolunan muhabbet-i Âl-i Beytin([85]) muktezası değildir ve lâzım da değildir, diye Ehl-i Sünnet Velcemaat, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı men’etmişler. Çünki Vakıa-i Cemel’de Aşere-i Mübeşşere’den([86]) Zübeyr ve Talha ve Aişe-i Sıddıka (R.A.) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet Velcemaat o harbi içtihad neticesi deyip; Hazret-i Ali (R.A.).A.); haklı, öteki taraf haksız fakat içtihad neticesi olduğu cihetle affedilir. Hem Vehhabîlik damarı,([87]) hem müfrit Râfizîlerin([88]) mezhebleri İslâmiyet’e zarar vermesin diye Sıffîn Harbi’ndeki bâgîlerden de bahis açmayı zararlı görüyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 204)
«Sahabelerin bir kısmı, o harblerde adalet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer’iyeyi düşünüp tabi olarak, Hazret-i Ali’nin (R.A.) takib ettiği adalet-i hakikiye ve azimet-i şer’iye ile beraber zâhidane, müstağniyane, muktesidane mesleğini terkedip muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali’nin (R.A.) kardeşi Ukayl ve “Habr-ül Ümme” ünvanını alan Abdullah İbn-i Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından, hakiki Ehl-i Sünnet Velcemaat, ‘min mehasiniş şeriati seddü ebvabil fiten’([89]) bir düstur-u esasiye-i şer’iyeye binaen ‘tahherallahü eydiyena fenütahhirü elsinetena’([90]) diyerek o fitnelerin kapısını açmak, bahsetmek caiz görmüyorlar. Çünki itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük sahabelere, hattâ muhalif tarafında bulunan Âl-i Beytin bir kısmına ve Talha ve Zübeyr (R.A.).A.); gibi Aşere-i Mübeşşere’den büyük zatlara itiraza başlar, zemm ve adavet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak tarafdarıdır. Hattâ Ehl-i Sünnet’in ve İlm-i Kelâm’ın azîm imamlarından meşhur Sa’deddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ve tadlile cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif-i Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat’in allâmeleri demişler:
“Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler;([91]) fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î([92]) ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tevbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lânet edilmez.
Belki ‘la’netüllahi alâzzalimîne vel münafikîne’([93]) gibi umumî bir ünvan ile lânet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur” diye Sadeddin-i Taftazanî’ye mukabele etmişler.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 206)
«Şimdi dehşetli ejderhalar hakaik-i imaniye cephesinde ehl-i imana gözümüz önünde saldırmalarından ve çokları ısırmalarından, ehl-i imanı kurtarmak mecburiyeti Kur’ân’ın emriyle varken, bu zamanı bırakıp, eski zamana gidip, Ehl-i Beyte([94]) gelen dehşetli zulümleri temâşâ([95]) etmek, daha ziyade ruhumu ezer ve kuvve-i mâneviyeyi kırıp ruhuma azap azap üstüne gelmektir.
Zâlim siyasetin gaddarâne bir düsturu olan “Cemaat için fert fedâ edilir” diye çok zâlimâne pek çok vukuatı, ehvenü’ş-şer diye bir nevi adalet‑i izafiye([96]) namında hâkimiyetine bir maslahat göstermişler. Hattâ bu asırda, o gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın hatâsıyla bir köyü mahveder. Beş on adamın, onların siyasetine zarar vermek tevehhümüyle, binler adamı perişan eder.
İşte, eski zamanda bir derece, siyasetin bu gaddar düsturu İslâmlar içine girdiğinden, siyasette, bu müthiş düsturlar karşısında, mecburiyetle Selef-i Salihîn sükûtla ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin imamları o kapıları kapamak, ‘tahherallahü eydiyena fenütahhirü elsinetena’([97]) deyip o kapıları açmıyorlar.
Madem Ehl-i Beyte zulmedenler şimdi âhirette cezasını öyle bir tarzda görüyorlar ki, bizim onlara hücumla yardımımıza bir ihtiyaç kalmıyor. Ve mazlum Ehl-i Beyt, muvakkat bir azap ve zahmet mukabilinde o derece yüksek bir mükâfat görmüşler ki, aklımız ihata etmiyor. Değil şimdi onlara acımak, belki onları o hadsiz rahmete mazhariyetleri noktasında binler tebrik etmek gerektir ki, birkaç sene zahmetle, milyonlar mertebeler ve bâki saadetler âhirette kazandıkları gibi, dünyada da kaldıkları zamanda, ehemmiyetsiz, dünyanın fâni saltanatı ve muvakkat hâkimiyeti ve karışık siyasetine bedel mânevî birer sultan ve hakikat âleminde birer şâh, birer mânevî padişah makamını kazandılar. Valiler yerine, evliyalar, aktablara kumandan oldular. Kazançları bire bin değil, milyonlardır.
İşte bu sır içindir ki, Yeni Said’in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbânî, Gavs-ı Âzam ve İmam-ı Gazâlî, Zeynelâbidin (r.a.).a.); hususan Cevşenü’l-Kebîr münâcâtını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche’den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü’l-Kebîr’le daima onlara mânevî irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım. Zâlimlerin gaddarlıklarını değil deşmek, bakmak, belki düşünmek de meşrebimize gelmiyor. Çünkü onlar mücazatını ve mazlumlar mükâfatını, aklımızın fevkinde görmüşler. O meselelerle meşgul olmak, şimdiki bu hazır musibet-i diniyeye karşı mükellef olduğumuz vazife-i Kur’âniyeye zarar verir.
Ulema-i ilm-i kelâmın ve usûlü’d-din allâmelerinin ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin dâhi muhakkiklerinin İslâmî akidelere dair çok tetkik ve muhakematla ve âyât ve hadisleri müvazene ile kabul ettikleri usûlü’d-din düsturları, şimdiki Risale‑i Nur’un meşrebini muhafazaya emrediyor, kuvvet veriyor. Hattâ, hiçbir yerde, hattâ ehl-i bid’a kısmı da bu meşrebimize ilişemiyorlar. Hakikat-i ihlâs tam muhafaza edildiği için, her nevi ehl-i İslâm içine giriyor. Şîalıkta mutaassıp ve Vehhâbîlikte de müfrit, filozofların en maddîsi ve mütefennini ve mutaassıp hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur dairesine girmeye başlamışlar ve kısmen şimdi de kardeşçe bulunuyorlar. Hattâ bazı misyonerler de, din-i İsâ’nın (a.s.) hakikî ruhânîsi de o daireye gireceklerine emâreler var. Birbirine hücum değil, belki bir tesanüt, bir musalâha lüzumunu hissedip medar-ı münakaşa meseleleri ortaya atmıyorlar. Demek İmam-ı Ali’nin (r.a.) otuz kırk işaretiyle sarahat derecesinde haber verdiği Risale-i Nur, bu zamanın müthiş yaralarına tam bir ilâçtır. Onun için, o daire bize kâfi gelmiş, harice çıkmıyoruz.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 209-211)
«Eğer denilse: Mübarek İslâmiyet ve nurani Asr-ı Saadet’in başına gelen o dehşetli kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünki onlar, kahra lâyık değil idiler?
Elcevab: Nasılki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebatatın,([98]) tohumların, ağaçların istidadlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de: Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidadları tahrik edip kamçıladı; “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre camia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadîslerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı imaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’anın muhafazasına çalıştı ve hakeza.. Herbir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslâmiyette hummalı([99]) bir surette sa’yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktarına, o fırtına ile tohumlar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid’a fırkalarının([100]) dikenleri dahi çıktı.
Güya dest-i kudret,([101]) celal ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziye([102]) ile pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hâfızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktarına([103]) uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur’anın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı» (Mektubat sh: 100)
FİTNE ZAMANINDAKİ CİHAD ŞEKLİ
İslâm cemiyetleri içinde meydana gelen fitnelere karşı yapılacak cihad, maddi değil, manevidir. Manevi cihad, her zaman makbul ve sevablı olup, can itlafı olmaz ve musibetlere sebeb olan dâhildeki maddi cihad gibi mes’uliyeti de yoktur.
Bütün ümmete şâmil ittihad-ı İslâm içinde teşekkülü gereken icma-ı ümmet mânasında bir şûra-yı ümmet merciine dayanmadan, resmî bir makam ve salahiyete sahib olmadan, din ve ümmet-i İslâm namına maddi mücadelelere girilmemelidir. Çünki böyle bir mücadeleye salahiyettar olan ferd ve zümreler, yahud fırkalar değil, ancak bütün ümmet-i İslâmı temsil eden merci’dir, şûra-yı ümmettir.
O halde hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile alâkadar olanların o mercii teşkil edecek olan ittihad-ı İslâm’ın tahakkukuna hizmet etmeleri evleviyet kazanıyor. (Bak: İttihad-ı İslâm, İttihad Yayıncılık 1993 İst.)
Evet, harice karşı yapılan cihadda kuvvet kullanılır. Fakat zaruret-i kat’iye olmadıkça dahilde kuvvet kullanılmamalıdır. Çünki hastalar, ihtiyarlar, çocuklar gibi şefkata muhtaç olanlar, cemiyette iç içe karışık olduğundan, böyle menfi hâdiselerde onlar daha çok perişan olurlar ve zulme uğrarlar.
İşte bunun gibi daha pek çok hikmetler için Kütüb-ü Hadîsiyenin Kitab-ül Fiten kısmındaki bazı bablarında, dahilî fitnelere karşı silahlı mücadeleler men edilmiştir. Ancak idareciler müsbet şahıslar ise, fitne ehlini tenkil ve tecziye edebilirler ve etmelidirler.
Dinde bir kısım fer’î hükümler var ki, zamanın ve mekânın değişen şartları ile alâkalıdır. O şartlara göre hükümleri şer’î kaynaklarda görmek ve tatbikatlarını göstermek, dinde büyük şahsiyetlere has olup onların icmaiyle teşri’ olunur.
Ahkâmda rey sahibi olmayan müslümanlar, âyet ve hadîslerden ahkâm istinbat edemez. Ancak müteşabih ve müşkil olmayan âyet ve hadîslerden seviyeye göre ibret, teşvik ve ikaz dersleri alabilirler.
Binaenaleyh gerek aşağıda dercedilen hadîsler ve gerek bu kitabın diğer kısımlarında bulunan âyet ve hadîsler, ahkâm-ı Şer’î istinbat etmek için konulmamıştır.
Menfi hareketlerden kaçınmayı tavsiye eden birkaç hadîs mealleri:
«Ebu Hüreyre (R.A.).A.);den: Peygamber (A.S.M.) buyurdu.S.M.) buyurdu;: Öyle fitneler olacak ki; oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen (o fitneye) koşandan daha hayırlıdır. Kim o fitneye karışırsa, fitne onu kendi içinde yere çarpar. Kim ondan korunacak bir yer bulursa oraya sığınsın!
Sa’d b. Ebi Vakkas (R.A.). Ebi Vakkas (R.A.);: Ey Allah’ın Resulü, biri evime girip, beni öldürmek için elini uzatırsa, ne buyurursun?
Peygamber (A.S.M.): “Beni öldürmek için sen bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam” (Maide Suresi 5:28) diyen Hz. Âdem’in oğlu gibi . Âdem’in o¤lu gibi ;ol! buyurdu.
Ebu Musa’dan (R.A.).A.);: Peygamber (A.S.M.) fitne hakkında.S.M.) fitne hakk›nda; şöyle buyurdu: Oklarınızı kırın, kirişlerinizi koparın; fitne halinde evlerinizin içinden ayrılmayın ve Âdem (A.S.)ın oğlu gibi olun!
Resulullah (A.S.M.): Mü’minin kendisini zelil yapması lâyık değildir, buyurdu. Mü’min kendisini nasıl zelil yapar, diye sordular. “Gücü yetmeyen işlere girişir” diye cevab verdi.» ([104])
Bu hadîste, dâhilde menfi mücadelelere girip mütecaviz münafıkların hücumuna sebebiyet verilmemesine de bir işaret vardır. İbn-i Mace 36. Kitab-ül Fiten 13. babı, fitne zamanında uzlet ve inziva hakkındadır.
İkinci Dünya Harbinden sonraki zamanlarda Deccal istibdadından haber veren hadisin mealini Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklar:
(Len yecmeallahü alâ hezihil ümmeti seyfed deccali ve seyfel melhameti)
Meali: Cenab-ı Allah şu ümmetin (ümmet-i Muhammed A.S.M.) üstünde hem Deccal’ın kılıncını hem de büyük harb kılıncını beraber cem’([106]) etmeyecektir. (Melhame-i kübra([107]) olan İkinci Harb-i Umumî hırpalamadığı işaretiyle, İslâmlar içinde bir Deccal, âlem-i İslâm’ı başka bir tarzda hırpalayacak.)» (Tefekkürname sh: 287) (Ramuz-ül Ehadîs 354’de de geçer.)
SÜFYAN : (İSLÂM DECCALI)
Kamus-u Okyanus, bu kelime için “esami-i ricalden([108]) bir isimdir” der, yani mânâ aranmayacağına işaret eder. Âhirzamanda geleceği ve ümmetin karanlık günler yaşamasına sebeb olacağı sahih hadîslerle bildirilen ve şeair-i İslâmiyeyi tahribe çalışan dehşetli ve münafık bir şahıs. “Süfyanîler” ise Süfyan cereyanıdır. İbn-i Cerir-i Taberî Süfyanîlerle alâkalı rivayetleri Cami-ül Beyan’da (Sebe’ Suresi 34:51) âyeti altında cem’etmiştir.
Bir hadîste bildirilen Ahlas, Serra, Duhayma fitneleri için bak: Tac Tercemesi 5.cilt 927.hadîs:
(Uzun süren ve insanların müsbet ve menfî iki gruba ayrıldığı mezkûr üçüncü fitne, Süfyanî fitneye işaret olsa gerektir.)
«Rivayetler, Deccal’ın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet istiaze etmiş.([109]) ‘La ya’lemül ğaybe illallah’ Bunun bir tevili şudur ki: İslâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali’nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır.([110]) Yoksa Büyük Deccalın cebir ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz.» (Şualar sh: 585)
«1350 sene evvel Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir şakirdi ve esrar-ı Kur’aniyenin dersini bizzat Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan alan Hazret-i Ali (R.A.).A.); meşhur ve matbu’ kasidesinde demiş ki:
‘ehrufü ucmin süttırat testîran....ilh.’ (Hâşiye)
İşte bu kasidede Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan aldığı derse binaen diyor ki:
“Huruf-u Arabiye acemî yani frengî([113]) hurufuna tebdil edildiği zaman, Deccal’ı intizar ediniz.”» (Rumuzat-ı Semaniye 4. Remiz) (Hz. Ali Efendimizin kasidesi matbu’ Mecmuat-ül Ahzab 1.cilt sh: 595)
Diğer bir hadîs-i şerifte de şöyle buyuruluyor:
«Sizleri benden sonra vuku bulacak yedi fitneden sakınmaya davet ederim: Medine’den çıkacak bir fitne, Mekke’den çıkacak bir fitne, Yemen’den çıkacak bir fitne, Şam’dan çıkacak bir fitne, şarktan çıkacak bir fitne, garbdan çıkacak bir fitne. Bir fitne de Şam’ın merkezinden zuhur eder ki, işte bu Süfyanî’nin fitnesidir.» ([114])
Evet «Rivayetlerde, vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam’ın etrafında ve Arabistan’da tasvir edilmiş.([115]) Allahu a’lem, bunun bir te’vili şudur ki: Merkez-i hilafet eski zamanda Irak’ta ve Şam’da ve Medine’de bulunduğundan, raviler kendi içtihadlarıyla -daimi öyle kalacak gibi, mânâ verip “merkez-i hükûmet-i İslâmiye” yakınlarında tasvir etmişler, Haleb ve Şam demişler. Hadîsin mücmel([116]) haberlerini, kendi içtihadlarıyla tafsil etmişler.» (Şualar sh: 585)
Kitab-ül Feteva-yı Hadîsiyye, Ahmed Şehabeddin bin Hacer-il Heytemî adlı eserin 30. sahifesinde ve Kenz-ül Ummal, 14. cild 272. sahifede ve 39639, 39677. hadîslerinde ve diğer bazı hadîs kitablarında “Süfyan”dan bahsedilir.
Diğer «Bir rivayette, “İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek” denilmiş.([117])
‘La ya’lemül ğaybe illallah’ Bunun bir te’vili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyetin en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zamandaki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder.
Garibdir hem çok garibdir. Yediyüz sene müddetinde İslâmiyetin ve Kur’an’ın elinde şeref-şiar,([118]) barika-asa([119]) bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şeairine karşı istimal etmeğe çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. “Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor” diye rivayetlerden anlaşılıyor.» (Şualar sh: 596)
Bediüzzaman Hazretleri, 1948 senesinde Afyon Mahkemesinde “İnkılaplar aleyhindedir” tarzında ithamlarla mahkûm edilmek istenilmiş, fakat karar Temyiz’ce bozulmuştu. Mahkûmiyet kararı yolunda ısrar eden iddia makamına verilen cevapta aynen şöyle deniliyor:
«Acibdir ki; savcı müddeî iftiralı ittihamnamesinde en ziyade iliştiği ve Said’in ittihamına medar yaptığı, Siracünnur’un âhirindeki Beşinci Şua’ın mes’elelerinde Said demiş ki:
“Başa şapka koymağa cebreden Süfyan öyle dehşetli istibdadla hareket eder ki, bir cani yüzünden yüz köyü harab eder.. bir asi yüzünden binler masumu mahveder.” dediği fıkra için Said’in mahkûmiyetine pek musırrane çalışıp demiş ki: “Atatürk’ü tahkir edip, inkılâblar aleyhindedir.”
Cevab: Yine o cevab veren Nur şakirdlerinden Abdürrezzak namında birisi diyor ki:
İşte o davanın doğruluğuna delâlet eden yüzer emareden tek bir emaresi: 1938’deki Dersim Faciasında binler masumları, ihtiyar kadınları hem öldürtüp hem ateşlere atmak ve bir isyan tevehhümü ve ihtimali yüzünden yaktırması; bu Beşinci Şua’ın o hükmünü kat’î hakikat olarak gözlerine sokuyor.
Acaba bin seneden beri bir milyar şühedayı hakikat-ı Kur’an ve iman yolunda feda edip şehid veren ve bütün mefahiri([120]) İslâmiyetle tahakkuk eden ve âlem-i İslâmın en büyük ordusu ve kahraman milleti olan Türk’e bütün bütün mahiyetlerine zıd ve bütün ecdadlarını darıltan, inciten, manen ihanet eden ve neslen hiç Türklükle münasebeti olmayan bir adama, Türklerin ceddi ve büyük babası namını vermek; ne derece Türklüğe bir adavet ve ihanet olduğu anlaşılmıyor mu?
Abdürrezzak Vesaire”
HAZRETİ İSA ALEYHİSSELAM’IN DEVRESİ
Bütün insanlık âlemini saran bu fitnelerden kurtuluşun en mühim bir unsuru da ayet ve hadislerde geleceği müjdelenen İsa (A.S.)'ın kuvvetidir.
Bilhassa müslümanlarca zuhuru ehemmiyetli olmakla beraber, din hizmetinde bulunanların fazla üzerinde durmadıkları bu mesele, Bediüzzaman Hazretlerinin telif etmiş olduğu Risale-i Nur Külliyatında bir hayli yer tutmaktadır. Bu bahislerden bir kısmı aşağıda derc edilmiştir.
«Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki rivayetlerde gelmiştir ki: “Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.”([121]) Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?
Elcevab: Hadîs-i Sahihte rivayet edilen: “Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın geleceğini ve Şeriat-ı İslâmiye ile amel edeceğini, Deccal’ı öldüreceğini” imanı zaif olanlar istib’ad([122]) ediyorlar. Onun hakikatı izah edilse, hiç istib’ad yeri kalmaz. Şöyle ki:
O hadîsin ve Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mânâ budur ki: Âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:
Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan namında müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, Şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevî’nin silsile-i nuranîsine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek Âl-i Beyt’ten Muhammed Mehdi isminde bir zat-ı nuranî o Süfyan’ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.
İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd([123]) eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir.
Nasıl bir padişahı tanımıyan ve ordudaki zâbitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmiyen vahşi bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûna hâkimiyet verir. Öyle de: Allah’ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma ve manyetizmanın hâdisatı nev’inden müdhiş hârikalara mazhar olan Deccal ise daha ileri gidip, cebbarane surî hükûmetini bir nevi rububiyet tasavvur edip uluhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlub olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın uluhiyet dava etmesi, ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur.
İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hz. İsa (A.S.)ın şahsiyet-i maneviyesi.S.)›n flahsiyet-i maneviyesi;nden ibaret olan hakiki İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hal-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi([124]) edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir... Ve Kur’ana iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tabi’ ve İslâmiyet metbu’([125]) makamında kalacak. Din-i Hak, bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.
Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık,([126]) bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadir-i Külli Şey va’detmiş, elbette yapacaktır.
Evet her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz’eden -Hazret-i Cibril’in “Dıhye” suretine girmesi gibi- ve ruhanileri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hatimesi için, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsa, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm’in hikmetinden uzak değil. Belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va’detmiş ve va’dettiği için elbette gönderecek..
Hazret-i İsa Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakiki İsa olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u iman ile onu tanır. Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır.» (Mektubat sh: 56)
«Rivayette var ki: “Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete düşer. Ve çok âlimler ona tabi olacaklar.”
Vel’ilmu indallah, bunun bir te’vili şudur ki: “Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine tarafdar eder ve din derslerinden tecerrüd eden maarifi rehber edip tamimine şiddetle çalışır.” demektir.» (Şualar sh: 585)
Süfyan ve Deccal’ın kendilerinden daha çok, Süfyaniyet ve Deccaliyet denilen cereyanları ve komiteleri daha dehşetlidir.
DİNİNİ DÜNYAYA SATANLAR
Asrımızın başlarında kuvvetlenmeye başlayan dinsizlik hareketi ve onun mümessillerine, mezkûr rivayetin tevilinde görüldüğü gibi bazı din adamlarının tabi’ olması ve hattâ dua etmeleri sebebiyle sorulan bir suale, Bediüzzaman Hazretleri Rumuzat-ı Semaniye adlı risalesinde şöyle cevap verir:
«O zamanın en fenası, ülemanın fenasıdır. Yani dalâletin en fenası, ülema-is sû’ namı altındaki bir kısım bedbaht kisve-i ülemada, dini dünyaya satmış adamlardan gelir. Ben de bu noktaya binaen derim ki: Hangi ülema var ki; ezan-ı Muhammediyeyi beğenmeyip, ezan yerinde bir şarkıyı kabul etsin. Öyleler âlim değil, belki ‘meselehümül hımare esfara’ altında dâhil oluyor.»
Bediüzzaman Hazretleri bir âyeti zamanımıza tatbik cihetiyle açıklarken, ehl-i dalalete iltihak eden mezkûr ülemaya ve dalalet cereyanının üç hususiyetine bakan vecihlerini şöyle izah eder:
«‘ellezîne yestehıbbünel hayateddünya...ilh..’([127]) âyet-i kerimesi «birinci cümlesiyle der ki: “O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak([128]) delâletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidâne([129]) tercih edip dinsizlikle iftihar ederler.”
Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.
Ve ikinci cümlesi olan ‘veyesuddüne an sebîlillahi’ ile der ki: “O bedbahtların dalâleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden([130]) neş’et ettiği için kendi halleriyle durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onunla ecdatları bağlı olan dine, adâvetkârâne, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”
Ve üçüncü cümlesi olan ‘ve yebğunehe ıvacen’ ile der ki: “Onların dalâleti fenden, felsefeden geldiği için acip bir gurur ve garip bir firavunluk ve dehşetli bir enâniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlâhî kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına([131]) müsait görmediklerinden—hâşâ hâşâ!—eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.” İşte bu âyet, üç cümlesiyle mânen bu asırda acip bir taife-i dâlleye([132]) tam bir tevafuk-u mânevî ile, mânâ-yı işârîsiyle çok efradı içinde hususî baktığı gibi, tevafuk-u cifrîsiyle dahi başlarına parmak basıyor.» (Şualar sh: 724)
BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNE YAPILAN ZÜLUMLERİN SEBEBİ
Bunca zaman kendisine tazyik yapılan Bediüzzaman Hazretleri bu tazyikin sebebini, Cumhurbaşkanına yazdığı bir istidasında şöyle beyan eder:
«Reis-i Cumhura gönderilen istidanın zeylidir ki, mecbur oldum yazmağa.
Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir Hadîs-i Şerifin ihbarıyla, Kur’ana zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.
Ben de beşyüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini, hilaf-ı hakikat([133]) olarak M. Kemal’e vermediğim. Kemal’e vermedi¤im; için, garazkâr dostları beni yirmi senedir bahanelerle tazib ediyorlar.
Evet mahkemede isbat ettiğim gibi; şerefler, müsbet hayırlar, maddi manevi ganimetler orduya cemaata verilir, tevzi edilir; kusurlar, menfi icraatlar başa, reise verilir diye bir kaide-i hakikatla, kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalışan cesur zabitlerin([134]) zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle ittiham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum. Bu hakikatı mahkemede isbat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da isbat etmeye hazırım. Ben bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı ve zabitlerini([135]) severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar muhafaza ediyorum. Benim karşımdaki garazkâr muarızlarım, bir tek adamı sevmek yolunda, milyonlar efrada manen ihanet, belki adavet([136]) ediyorlar.
Evet çok emarelerle bildik ki; bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebebler bahanedir. Bunun için mecbur oldum ki, o muarızlarıma([137]) derim: O beni taltif etmek ve bütün vilayat-ı şarkiyeye vaiz-i umumî yapmak için Ankara’ya istedi. Ben oraya gittim. Bu gelen üç madde, beni onun dostluğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzivada azab çektim, dünyalarına karışmadım.
Birinci Madde: Bir hadîs-i şerifin, âhirzamanda an’anat-ı İslâmiyenin([138]) zararına çalışacak diye haber verdiği adam, bu olduğunu ef’aliyle([139]) göstermesidir. Ben otuzaltı sene evvel o Hadîsi tefsir etmiştim. Aynen bu adama mânası çıkmış. Mahkemedeki müdafaatımın “Üçüncü Esas”ında izahı var.
İkinci Madde: Bir şeyin vücudu ve tamiri ve hayatı, ona ait bütün erkân ve şeraitin([140]) vücuduyla olabilmesi; ve o şeyin ademi ve tahribi ve ölmesi, bir tek şartın bozulmasıyla olduğu bir kaide-i hakikattır. Umumun dillerinde “Tahrib, tamirden çok kolaydır” diye darb-ı mesel olmuştur.
Bu kat’i kaideye binaen, meydanda görünen ehemmiyetli kusurlar ve tahribatlar o kumandanın hatasından ve ehemmiyetli şerefler ve zaferler ise ordunun kahramanlığından geldiğinden; o fenalıkları ona, o iyilikleri orduya vermek lâzım gelirken, bütün bütün aksine olarak cemaatın hayrını baştaki bir ferde ve o ferdin şerrini cemaata vermek dehşetli bir haksızlık olmasıdır.
Üçüncü Madde: Cemaatın hayrını ve ordunun zaferini başa vermek ve o başın kusurunu cemaata isnad etmek ise, binler hayırları birtek hayra indirmek ve birtek kusuru binler kusur yapmaktır. Çünki nasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı öldürse, herbir neferi bir gazilik rütbesini alır ve yalnız binbaşısına verilse, binden bire iner, bir tek gazi olur. O binbaşının hatasıyla zalimane bir katil yapılsa ve ona verilmeyip tabura verilse, o bir tek katil bin cinayet hükmüne geçerek bin neferi mesul eder ve cezaya çarpar.
Aynen öyle de: Meydandaki görünen ehemmiyetli kusurlar onları işleyen ölmüş adama verilmezse, beşyüz belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur’an bayraktarlığını kılınçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir orduya havalesiyle, o kusurlar binler derece ve erkânları adedince ziyadeleşir, o ordunun pek parlak mazisini dehşetli karartır ve bu asrın ordusunu, geçen asırların aynı orduları önünde mahcub ve mesul eder. Ve mevcud şerefler, zaferler tek adama verilse binler derece küçülür, erkân ve efrad adedince gazilik ve hayırlar bir tek hükmüne geçer söner, daha kusurlara karşı keffaret-üz zünub([141]) olmaz.
İşte bu sebebler içindir ki; ben onun dostluğunu bırakıp, onun yerinde, ehemmiyetli bir zamanda içinde bulunduğum ve tesirli hizmet ettiğim o ordunun dostluğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şerefini muhafazaya Risale-i Nur ile çalıştım.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 284)
Âhirzamanda çıkan nifak cereyanının mahiyetini, Risale-i Nur’un ikazıyla anlayanların, o cereyandan alâkalarını keseceklerini anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Şimdi ihtiyarımızın haricinde([142]) onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’i hüccetler gösteren ve isbat eden Risale-i Nur geçmesi, kemal-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hâdisedir ki; bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, Din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur.» (Şualar sh: 339)
Kur’an (Meryem Suresi 19:82) âyetinde remzî bir mânâ ile; anarşistlerle, onları yetiştirenler arasında zıtlaşma olacağına ve yetiştirdikleri anarşistlerin, onların taptıklarını tanımayacaklarına bir işaret vardır.
Âhirzamanın dehşetli fitnesinden ümmeti ikaz eden rivayetlerin çoğu müteşabih olduğundan, tevil ve tabiriyle izah edilmeleri gerekiyor. Bu hadîslerin, her asrın insanlarına bakan mânâ külliyetleri vardır. Bediüzzaman Hazretleri bu hadîslerden bir kısmını, tâ Osmanlı Devleti zamanında yani 1907 senesinde bazı sualler üzerine ele alarak bazı tevil ve izahlarını yapmıştı. O zaman bu tevillerin mânâsına uygun olacak hiçbir hâdise de yoktu. Aradan hayli seneler geçtikten sonra, Risale-i Nur’daki hassaten Beşinci Şua’daki kıyamet alâmetlerine dair müteşabih hadîslerin tevillerini bazı adliyeciler ele alarak Mustafa Kemal’e ve bir kısım inkılâplarına tatbik ederek suç göstermek istediler.
Halbuki hukuk anlayışında, kanun makabline şamil olmaz. Yani, kanundan önceki zamana tatbik edilmez. Diğer bir ifade ile, kanunsuz suç olmaz. Hem açık olmayan ifadelerden, tahmin yoluyla ceza verilmez. Hem hakaret ve tecavüz olmayarak mücerred fikir ve kanaat beyan etmek, hürriyet rejimlerinde suç sayılamaz. Aksi halde hürriyet rejiminin temel unsurlarından olan din, vicdan ve fikir hürriyetleri ihlal edilmiş olur. İşte bu esaslara aykırı bir suçlamaya cevap verirken, bu hakikatı ve esasları nazara veren Bediüzzaman Hazretleri aynen şöyle diyor:
«Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır. Hazret-i Ömer’in (R.A.) taht-ı hükmünde.A.) taht-› hükmünde;, kanun-u adalet-i şer’iyesini reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudilere, Nasara’ya ilişmiyordular. Demek kabul etmemek, tasdik etmemek, idarece bir suç teşkil etmiyor ki; o çeşit muhalifler ve münkirler, en kuvvetli padişahların idaresi ve siyaseti altında bulunmuşlar. İşte bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur’un şakirdlerinden en müdhiş bir muhalif ve rejim müessisini([143]) tel’in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder.([144])» (Kastamonu Lâhikası sh: 265)
İşte mezkûr açık kaideleri aşarak, Bediüzzaman bu tevilleriyle Mustafa Kemal’e ve rejimine hücum ediyor diyerek ve kanunu geçmişe şamil kılarak ve sarih olmayan küllî ifadeleri, açık şekle çevirip isim ilave ederek yazılan bir mahkeme kararından şayan-ı dikkat ve ibret bir örneği veriyoruz.
26/12/1985 tarih ve 85/114 esas, 85/186 karar sayılı İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi kararının bir kısmı aynen şöyledir:
«Yukarıdaki örneklerden anlaşılacağı üzere:
Deccal (âhir zamanda gelecek ve Hazret-i Muhammed’in peygamberliğini inkâr edip İslâmiyeti tahribe çalışacak ve dünyayı fesada verecek çok kötü ve dine ait hiçbir gerçeği, Allah’ın varlığına hiçbir delili kabul etmemek yolunda olan dehşetli bir şahıs) hakkındaki Hadîslerde bahsedilen şahsın Atatürk olduğunu zaman göstermiştir. Atatürk, İslâmların deccalı olan Süfyandır.
Atatürk, İslâm şeriatının tahribine çalışmıştır, mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuştur.
“Bir zaman gelecek, Allah Allah diyen kalmıyacak” Hadîsine uygun olarak, Atatürk zamanında “Allah Allah” diyen tekke, zikirhane ve medreseler kapanmış, ezan Türkçe okunmuştur.
“İslâm Deccalı ölünce ona hizmet eden şeytan, İstanbul Dikilitaş’da o öldü diye bütün dünyaya bağıracak” Hadîsine uygun olarak, Atatürk’ün ölümü radyo ile dünyaya duyurulmuştur.
“Süfyan su içecek, eli delinecek” Hadîsi, Atatürk’ün rakıya mübtela olacağını, bu yüzden hasta olacağını ve israf yapacağını göstermiştir.
“Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında bu kâfirdir yazılmış olur” Hadîsine uygun olarak Atütürk kanun zoru ile herkese şapka giydirmiştir, fakat şapka da secdeye gittiği için istemiyerek giyenler kâfir olmamışlardır.
“Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar kendilerine secde ettirecekler” Hadîsine uygun olarak, Atatürk kendisine ve heykellerine baş eğdirmektedir.
“Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki kimse nefsine hâkim olmaz” Hadîsine uygun olarak Atatürk devrinde dans, tiyatro gibi kadınlı erkekli oyunlar, gayr-ı meşru oyun ve eğlenceler, büyük günahlar ve âdetler ortaya çıkmıştır.
Atatürk devrinde, ordu ve millet tarafından yapılanlar, haksız olarak Atatürk’ün şahsına mal edilmiştir.
Atatürk devrinde kanun perdesi altında herkesin vicdanına, mukaddesatına, kıyafetine müdahale edilmiştir.
Millet mağlubiyet hengâmında gizli ve dehşetli mahiyetine bakmıyarak Atatürk’ü alkışlayıp başına koymuştur. Fakat ordu ve dindar millet, gerçeği görecek ve Atatürk’ün yaptığı bu dehşetli tahribatı tamire çalışacaktır.
Atatürk fiilleriyle İslâmiyet an’aneleri aleyhine çalışmıştır.
Atatürk Ayasofya Camiini puthaneye, Meşihat Dairesi (Osmanlı Devleti’nin diyanet dairesini) kız lisesine çevirmiştir.»
İşte aynı şekliyle ve şahıs ismi açıkça ve tekraren zikredilerek ve Bediüzzaman’a atfedilerek yapılan bu beyan, herhalde hayretle karşılanacak acib ve garib bir tevcihtir. Bu şekilde bir tatbikatın da Bediüzzaman, Afyon Mahkemesinde makam-ı iddia tarafından yapıldığını görerek gerekli cevabı vermiştir. Makam-ı iddia şöyle demişti: “Süfyan ve bir İslâm deccalı, Mustafa Kemal olduğu Beşinci Şua’da anlaşılıyor.”
Bediüzzaman ise cevabında: «Beşinci Şua, küllî bir surette çok zaman evvel müteşabih bir hadîsin bir te’vilini beyan etmesi ve itiraznamemde kat’i cevabı verilmesi; bu zahir yanlışı ve medar-ı mes’uliyet olması büyük hata olduğunu gösteriyor. Eğer mes’uliyet varsa bu ince, küllî mânâyı böyle cüz’î bir şahsa tatbik edip mahkemede teşhir eden kimse mes’ul ve suçlu olur.» (Şualar sh: 417)
...diyerek müdafaada bulunmuştur ve nihayet aynı mahkeme beraet kararını vermiştir.
Şimdi de bahsi geçen müteşabih hadîslerden tevili yapılmış birisini örnek olarak verelim:
«Hem büyük Deccal’ın, hem İslâm Deccalı’nın üç devre-i istibdadları mânâsında üç eyyam var.
Bir günü; bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üçyüz sene yapılmaz.
İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede otuz senede yapılmayan işleri yaptırır.
Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz.
Dördüncü günü ve devresi adileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır. diye, gayet yüksek bir belâgatla ümmetine haber vermiş.» (Şualar sh: 587)
DECCAL
Bu kelime (decl) kökünden mübalağalı ism-i faildir. Aşırı yalan ve aldatmalarla hakkı bâtıl, bâtılı hak olarak gösteren ve hakkı bâtıl ile karıştırıp hakkı örten ve böylece cemiyetleri ifsad ve idlal eden şahıs demektir. Tac Tercemesi, 5. cild, 631. hadîste beyan edildiği gibi: “Deccal, meçhul (gaib) bir şerdir” şeklindeki ifadeden de anlaşıldığı gibi, Süfyan denen İslâm deccalının deccallığı, herkesin anlayacağı tarzda apaçık değildir. Münafıkane bir tavırla, yani (Bakara Suresi 2:42) âyetinde ifade edildiği gibi, hak ile bâtılı telbis edip ümmeti ifsad ve idlale çalışır. Deccal’ın başlattığı Cereyana da “deccaliyet” denir. Deccal’ın en şerli ve zararlı tarafı da deccaliyetidir. Deccal’ın ölümünden sonra da cereyanı hayli zaman devam eder.
Deccal’ın hak ile bâtılı karıştırmasına karşı, Kur’an hak ile bâtılın tefrik ve tebyinini ister. İşte Kur’anın dersini tam anlayan sahabeler nazarında hak ile bâtıl tamamen ayrılmıştı. (Bak: Sözler sh: 484, 489 İkinci Sebeb)
«Deccal’ın şahs-ı surîsi([145]) insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuş olduğundan; surî, cebbarane olan hâkimiyetine, uluhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı manevîsi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi, pek cesîmdir. Rivayetlerde Deccal’a ait tavsifat-ı müdhişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya’nın başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhit’te,([146]) diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Artür Kal’asında tasvir edilmiş. O küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı manevîsi gösterilmiş.» (Mektubat sh: 58)
HER İKİ DECCAL’İN BENZERLİKLERİ
Âhirzamanda biri İslâm âleminde, diğeri beşeriyet âleminde olmak üzere iki deccal ve cereyanları bulunur.
Sual: «Rivayetlerde, her iki Deccal’ın hârikulâde icraatlarından ve pek fevkalâde iktidarlarından ve heybetlerinden bahsedilmiş…
Elcevab: ‘vel ılmü ındellah’ İcraatları büyük ve hârikulâde olması ise: Ekser tahribat ve hevesata sevkiyat olduğundan, kolayca hârikulâde öyle işler yaparlar ki, bir rivayette “Bir günleri bir senedir.” Yani; bir senede yaptıkları işleri, üçyüz senede yapılmaz denilmiş... İstidrac([147]) eseri olarak, müstebidane olan koca hükûmetlerinde, cesur orduların ve faal milletin kuvvetiyle vukua gelen terakkiyat ve iyilikler haksız olarak onlara isnad edilmesiyle binler adam kadar bir iktidar onların şahıslarında tevehhüm edilmeğe sebeb olur. Her iki Deccal, azamî bir istibdad ve azamî bir zulüm ve azamî bir şiddet ve dehşet ile hareket ettiklerinden, azamî bir iktidar görünür. Evet öyle acib bir istibdad ki; -kanunlar perdesinde- herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hattâ elbisesine müdahale ederler. Zannederim asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyet-perverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hata bir cephede hücum göstermişler. Hem öyle bir zulüm ve cebir ki; bir adamın yüzünden yüz köyü harab ve yüzer masumları tecziye ve tehcir([148]) ile perişan eder.
Her iki Deccal, Yahudi’nin İslâm ve Hristiyan aleyhinde şiddetli bir intikam besleyen gizli komitesinin muavenetini ve kadın hürriyetlerinin perdesi altındaki dehşetli bir diğer komitenin yardımını, hattâ İslâm Deccalı masonların komitelerini aldatıp müzaheretlerini([149]) kazandıklarından dehşetli bir iktidar zannedilir.» (Şualar sh: 593) (Bak: İslâm Prensipleri Ansiklopedisi 3979/1, 3980. p.lar) (Bak: 105. p.)
«Rivayette vardır ki: “Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar, uluhiyet dava edecekler ve kendilerine secde ettirecekler.”
Allahu a’lem, bunun bir te’vili şudur ki: Nasıl bir padişahı inkâr eden bir bedevi kumandan, kendinde ve başka kumandanlarda, hâkimiyetleri nisbetinde birer küçük padişahlık tasavvur eder. Aynen öyle de: Tabiiyyun ve maddiyyun mezhebinin başına geçen o eşhas, kuvvetleri nisbetinde kendilerinde bir nevi rububiyet tahayyül ederler ve raiyetini kendi kuvveti için kendine ve heykellerine ubudiyetkârane serfüru’ ettirirler, başlarını rükûa getirirler demektir.» (Şualar sh: 584)
«Büyük Deccal’ın ispirtizma nevinden teshir edici hassaları bulunur. İslâm Deccalı’nın dahi, bir gözünde teshir edici manyetizma bulunur. Hattâ rivayetlerde “Deccal’ın bir gözü kördür” diye nazar-ı dikkati gözüne çevirerek Büyük Deccal’ın bir gözü kör ve ötekinin bir gözü öteki göze nisbeten kör hükmünde olduğunu hadîste kaydetmekle, onlar kâfir-i mutlak bulunduğundan yalnız münhasıran bu dünyayı görecek birtek gözü var ve akibeti ve âhireti görebilecek gözleri olmamasına işaret eder.» (Şualar sh: 595)
Rivayette var ki, «Deccal sol gözü kör, saçı çoktur. Cennet ve cehennemi vardır; fakat gerçekte cehennemi cennet, cenneti de cehennemdir.» ([150])
Hem «rivayette var ki: -İsa Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdüğü münasebetiyle- “Deccal’ın fevkalâde büyük ve minareden daha yüksek bir azamet-i heykelde ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm ona nisbeten çok küçük bulunduğunu..” gösterir.
‘la ya’lemül gaybe illallah’ Bunun bir te’vili şu olmak gerektir ki: İsa Aleyhisselâm’ı nur-u iman ile tanıyan ve tabi olan cemaat-i ruhaniye-i mücahidînin kemiyeti,([151]) Deccal’ın mektebce ve askerce ilmî ve maddî ordularına nisbeten çok az ve küçük olmasına işaret ve kinayedir.» (Şualar sh: 588) (Bak: 99-101. p.lar) Bu rivayetin tatbikî bir izahı, Kastamonu Lâhikası sh: 80’de vardır.
İSLÂM-İSEVÎ BERABERLİĞİ VE ÖNEMİ
Âhirzaman fitnesinde böyle dehşetli Deccaliyet cereyanlarının tahribatı karşısında, müslümanlar arasında hattâ hakiki İsevîlerle dahi ittifak etmenin lüzumuna dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Şimdi ehl-i iman, değil müslüman kardeşleriyle, belki Hristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf mes’eleleri nazara almamak, niza([152]) etmemek gerektir. Çünki küfr-ü mutlak hücum ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-I. sh: 206)
«Hattâ hadîs-i sahihle: Âhirzamanda İsevîlerin hakiki dindarları, ehl-i Kur’anla ittifak edip müşterek düşmanları olan zendekaya karşı dayanacakları gibi, şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hristiyanların hakiki dindar ruhanileri ile dahi medar-ı ihtilaf noktaları, muvakkaten medar-ı münakaşa([153]) ve niza etmiyerek müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.» (Lem’alar sh: 151)
«Kat’i ve sahih rivayette var ki: “İsa Aleyhisselâm büyük Deccal’ı öldürür.” ([154])
Vel’ilmü indallah.. bunun da iki vechi var:
Bir vechi şudur ki: Sihir ve manyetizma([156]) ve ispirtizma([157]) gibi istidracî hârikalarıyla kendini muhafaza eden ve herkesi teshir eden o dehşetli Deccal’ı öldürebilecek, mesleğini değiştirecek; ancak hârika ve mu’cizatlı ve umumun makbulü bir zat olabilir ki: O zat, en ziyade alâkadar ve ekser insanların peygamberi olan Hazret-i İsa Aleyhisselâm’dır.
İkinci vechi şudur ki: Şahs-ı İsa Aleyhisselâm’ın kılıncı ile maktul olan şahs-ı Deccal’ın teşkil ettiği dehşetli maddiyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı manevîsini öldürecek ve inkâr-ı uluhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevi ruhanileridir ki; o ruhaniler, din-i İsevinin hakikatını hakikat-ı İslâmiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldürecek. Hattâ “Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelir, Hazret-i Mehdi’ye namazda iktida eder, tabi olur.”([158]) diye rivayeti bu ittifaka ve hakikat-ı Kur’aniyenin metbuiyetine([159]) ve hâkimiyetine işaret eder.» (Şualar sh: 587)
KIYAMET ALÂMETLERİ
Âhirzaman fitnesinin dehşetli neticelerinden ve felaketlerinden ümmetini yüksek şefkatiyle ikaz ve irşad etmek isteyen Hz.Peygamberimiz (A.S.M.) “Kıyamet Alâmetleri” denilen bazı hâdiseleri bildirmiştir. Ancak bu hâdiseler bir derece kapalı ifadelerle bildirilmiştir. Böyle olmasının hikmeti, aşağıda izah edilecektir. Bu tarzdaki hadîslerin derin mânâlarını doğru anlayabilmek için, hadîs usûlü mahiyetindeki bir kısım kaideleri tesbit eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Âhirzamanda vukua gelecek hâdisâta dair hadislerin bir kısmı, müteşabihat-ı Kur’âniye gibi, derin mânâları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler.
‘vema ya’lemü te’vilehü illallahü verrasihune fîl ılmi’([161]) sırrıyla, vukuundan sonra tevilleri anlaşılır ve murat ne olduğu bilinir ki, ilimde râsih olanlar ‘amenna bihi küllün min ındi rabbina’([162]) deyip o gizli hakikatleri izhar([163]) ederler.» (Şualar sh: 578)
HADÎS ÖLÇÜLERİ
Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından bahseden hadîs-i şeriflerin kısm-ı ekserisi müteşabih olduklarından bu tarz hadîslerle karşılaşıldığında tefsir kaidelerini nazara almak gerekmektedir. Bu kaidelerden oniki usulü ihtiva eden bir bahisten sekiz tanesini aynen alıyoruz:
«Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından ve bazı a’mâlin fazilet ve sevaplarından bahseden ehâdis-i şerife güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim, onların bir kısmına zayıf veya mevzu demişler. İmanı zayıf ve enâniyeti kavî bir kısım da inkâra kadar gitmişler. Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız On İki Aslı beyan ederiz.
BİRİNCİ ASIL: Yirminci Sözün âhirindeki sual ve cevapta izah ettiğimiz meseledir. İcmâli şudur ki:
Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi([164]) ervâh-ı sâfileden([165]) tefrik eder. Öyleyse, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet([166]) derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar([167]) olsa, o vakit kömür gibi bir istidat,([168]) elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur.
İşte, bunun için, Mehdî ve Süfyan meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilâf olmuş. Hem rivâyat dahi çok muhteliftir; birbirine zıt hükümler olmuş.
İKİNCİ ASIL: Mesâil-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Biri burhan-ı kat’î istese, diğeri bir zann-ı galibî([169]) ile iktifa eder, başkası yalnız bir kabul-u teslimi ve reddetmemek ister. Öyleyse, esâsât-ı imaniyeden olmayan mesâil-i fer’iye([170]) veya vukuat‑ı zamaniyenin herbirinde bir iz’ân-ı yakîn([171]) ile bir burhan-ı kat’î istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.
ÜÇÜNCÜ ASIL: Zaman-ı Sahabede Benî İsrail ve Nesârâ ulemalarından([172]) çoğu İslâmiyete girdiler. Eski malûmatları dahi onlarla beraber Müslüman oldu; bazı hilâf-ı vaki([173]) malûmât-ı sâbıkaları,([174]) İslâmiyetin malı olarak tevehhüm edildi.
DÖRDÜNCÜ ASIL: Ehâdis-i şerife râvilerinin bazı kavilleri([175]) veyahut istinbat([176]) ettikleri mânâları, metn-i hadisten telâkki ediliyordu. Halbuki, insan hatadan hâli olmadığı için, hilâf-ı vaki bazı istinbatları veya kavilleri hadis zannedilerek zaafına hükmedilmiş.
BEŞİNCİ ASIL: ‘inne fî ümmetî mühaddesüne’ ([177]) yani ‘mülhemün’ sırrınca, bazı ehl-i keşif ve ehl-i velâyet olan muhaddisîn-i muhaddesîn ilhamlarıyla gelen bazı maânî, hadis telâkki edilmiş. Halbuki ilham‑ı evliya, bazı ârızalarla hata olabilir. İşte, bu neviden bir kısım hilâf-ı hakikat çıkabilir.
ALTINCI ASIL: Beynennas iştihar([178]) bulmuş bazı hikâyeler bulunuyor ki, durub-u emsal hükmüne geçer, hakikî mânâsına bakılmaz. Ne maksat için sevk edilir, ona bakılır. İşte, bu neviden, beynennas teârüf etmiş bazı kıssa ve hikâyâtı, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir maksad-ı irşadî için temsil ve kinaye nev’inden zikredivermiş. Şu nevi meselelerin mânâ-yı hakikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nâsa aittir ve teârüf ve tesâmu-u umumîye([179]) râcidir.
YEDİNCİ ASIL: Pek çok teşbih ve temsiller bulunuyor ki, mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye telâkki ediliyor, hataya düşer. Meselâ, “Sevr” ve “Hut”([180]) isminde ve âlem-i misalde sevr ve hut timsalinde, berrî ve bahrî([181]) hayvânat nâzırlarından iki melâiketullah, adeta bir koca öküz ve cismanî bir balık zannedilerek hadîse ilişilmiş.
Hem meselâ, bir vakit huzur-u Nebevîde derin bir ses işitildi. Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, tâ ancak bu dakika Cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.”([182]) İşte bu hadisi işiten, hakikate vasıl olmayan, inkâra sapar. Halbuki, yirmi dakika o hadisten sonra kat’iyen sabittir ki, biri geldi, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma dedi ki: “Meşhur münafık yirmi dakika evvel öldü.” Yetmiş yaşına giren o münafık, Cehennemin bir taşı olarak, bütün müddet-i ömrü tedennîde,([183]) esfel-i sâfilîne, küfre sukuttan ibaret olduğunu, gayet beliğane bir surette, Resul‑ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beyan etmiştir. Cenâb-ı Hak, o vefat dakikasında o sesi işittirip ona alâmet etmiştir.
SEKİZİNCİ ASIL: Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe([184]) ve meydan-ı imtihanda, çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla, çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ, Leyle-i Kadri umum Ramazan’da, saat‑i icâbe-i duayı Cuma gününde, makbul velîsini insanlar içinde, eceli ömür içinde ve kıyametin vaktini ömr-ü dünya içinde saklamış.
Zira, ecel-i insan muayyen([185]) olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve recâ([186]) ortasında bulunmak maslahatı, iktiza eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde, müphem([187]) tarzdaki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır.
İşte, kıyamet dahi, şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurun-u ûlâ ve vustâ([188]) gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurun-u uhrâ([189]) dehşette kalacaktı. İnsan nasıl hayat-ı şahsiyesiyle, hanesinin ve köyünün bekasıyla alâkadardır. Öyle de, hayat-ı içtimaiye ve nev’iyesiyle, küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır. Kur’ân ‘ikterabeti’s-saati’([190]) der, “Kıyamet yakındır” ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. Zira kıyamet dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Saat-i kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün. İşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, kıyameti, Mugayyebât-ı Hamseden([191]) olarak ilminde saklıyor. İşte, bu ipham sırrındandır ki, her asır, hattâ asr-ı hakikatbîn olan Asr-ı Saadet dahi daima kıyametten korkmuşlar. Hattâ bazıları “Şerâiti([192]) hemen hemen çıkmış” demişler.
İşte bu hakikati bilmeyen insafsız insanlar derler ki: “Âhiretin tafsilâtını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan Sahabelerin fikirleri, niçin bin sene hakikatten uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, istikbal-i dünyevîde bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakikati asırlarında karib([193]) zannetmişler?”
Elcevap: Çünkü, Sahabîler, feyz-i sohbet-i Nübüvvetten, herkesten ziyade dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenâsını bilerek, kıyametin ipham([194]) vaktindeki hikmet-i İlâhiyeyi anlayarak, ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline karşı dahi daima muntazır bir vaziyet alarak, âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “Kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz” tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşad-ı Nebevîdir. Yoksa vuku-u muayyene dair bir vahyin hükmüyle değildir ki hakikatten uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın bu nevi sözleri, hikmet-i iphamdan ileri geliyor.
Hem şu sırdandır ki, Mehdî, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları, çok zaman evvel, hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velâyet “Onlar geçmiş” demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlâhiye iktiza eder ki, vakitleri taayyün([195]) etmesin. Çünkü her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaytlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi olurdu.
Şimdi, Mehdî gibi eşhasın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfâtı ve sırrı şudur ki: Ehâdisi tefsir edenler, metn‑i ehâdisi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmişler. Meselâ, merkez-i saltanat o vakit Şam’da veya Medine’de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyâniyeyi, merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı mânevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı harika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki, demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyleyse, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bidâyeten([196]) Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle o eşhas-ı âhirzaman tanılabilir.
Alâmet-i kıyametten olan Deccal hakkındaki hadis‑i şerifte “Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyâm-ı saire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer”([197]) rivayet ediliyor. İnsafsız insanlar bu rivayete muhal demişler—hâşâ—şu rivayetin inkâr ve iptaline gitmişler. Halbuki, ve’l-ilmü indallah, hakikati şu olmak gerektir ki:
Âlem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde, tabiiyyunun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyan-ı azîmin başına geçecek ve Ulûhiyeti inkâr edecek bir şahsın şimal tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb‑u şimalîye([198]) yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür; altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. “Deccalın bir günü bir senedir” o daire yakınında zuhuruna işarettir. “İkinci günü bir aydır” demekten murat, şimalden bu tarafa geldikçe bazan olur, yazın bir ayında güneş gurub etmez. Şu dahi, Deccal şimalden çıkıp âlem-i medeniyet tarafına tecavüzüne işarettir; günü Deccala isnat etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe, bir haftada güneş gurub etmiyor. Daha gele gele, tulû ve gurub ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya’da esarette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etmeyen bir yer vardı; seyir için oraya gidiyorlardı. “Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek” olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare([199]) halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar.
Alâmet-i kıyametten olan Ye’cüc ve Me’cüce ve Sedde dair bir risalede bir derece tafsilen yazdığımdan, ona havale edip şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol ünvanıyla içtimaat-ı beşeriyeyi zîrüzeber([200]) eden taifeler ve Sedd-i Çinînin yapılmasına sebebiyet verenler, kıyamete yakın, yine Anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi zîrüzeber edecekleri, rivayetlerde vardır.
Bazı mülhidler derler: “Bu kadar acaibi yapan ve yapacak taifeler nerede?”
Elcevap: Çekirge gibi bir âfat, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur. Mevsim değiştikçe, memleketi fesada veren kesretli o taifelerin hakikatleri, mahdut bazı fertlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe, emr‑i İlâhî ile, o mahdut fertlerden gayet kesretli aynı fesat yine başlar. Güya onların hakikat-i milliyetleri inceliyor, kopmuyor; yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor.
Aynen öyle de, bir zaman dünyayı hercümerc eden o taifeler, izn-i İlâhî ile, mevsimi geldiği vakit, aynı o taife, medeniyet-i beşeriyeyi hercümerc edecekler. Fakat onların muharrikleri([201]) başka bir surette tezahür eder. Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.» (Sözler sh: 341-345)
Deccal’ın icraatını beğenmeyenler onu tanıyabilirler. Yani: Aşağıdaki rivayetten anlaşılır ki, Deccaliyet tarz-ı hayatını yaşayıp beğenenler, onun dalalet ve sefahetinin çirkinliğini güzel görüp derin bir gaflete düşerler. Bir rivayette şöyle buyurulur:
«Yani: Bilirsiniz ki, sizden hiç bir kimse ölünceye kadar Rabbini görmeyecektir. Şu muhakkaktır ki, Deccal’ın iki gözü arasında “kâfir” yazılıdır; onun işi ve icraatını beğenmeyen herkes bu yazıyı okur.»([202])
DABBET-ÜL ARZ HAKKINDA
Âhirzaman alâmetlerinden birisi de, Dabbet-ül Arz denilen bir hâdisedir. Kur’anda (27:82) âyetinde bahsi geçen ve hadîs-i şerifle âhir zamanda çıkacağı haber verilen ve âhirzaman alâmetlerinden olan “dabbet-ül arz”ı, Bediüzzaman Hazretleri izah ederken şöyle diyor:
«Kur’ân’da, gayet mücmel([204]) bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise, ben şimdilik, başka mes’eleler gibi kat’î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: ‘lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah’
Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit belâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe’ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. Öyle de, Süfyanın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye’cüc ve Me’cüc’ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu a’lem, o dâbbe bir nevidir.([205]) Çünkü, gayet büyük birtek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek, dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak. Belki, ‘illâ dabbetü’l ardı te’külü minseetehü’([206]) âyetinin işaretiyle o hayvan, dâbbetü’l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü’minler iman bereketiyle ve sefahet ve su‑i istimalâttan tecennübleriyle([207]) kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş.» (Şualar sh: 591)
TARİHİN BU EN DEHŞETLİ BELÂSININ BAŞLANGIÇ VE BİTİŞ TARİHLERİ
Kıyamet alâmetleri denilen bu amansız âfet ve emsalsiz belânın mânâsı çok şamil ve musibeti çok çeşitli olmasından, bu fitnenin başlangıç ve sonu hususunda Kur’andan yaptığı cifrî istihraçlarıyla bazı işaretleri Bediüzzaman Hazretleri şöyle kaydeder:
“İnsanların, hususan Müslümanların bu teselsül([208]) eden helâketleri ve hasaretleri([209]) ne vakitten başladı, ne vakte kadar devam eder?” hatıra geldi. Birden, her müşkülümü halleden Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan Sûre-i Ve’l-Asri’yi karşıma çıkardı. Dedi: “Bak.” Baktım. Her asra hitap ettiği gibi, bu asrımıza daha ziyade bakan ‘vel asrı innel insane lefî husrın’([210]) âyetindeki ‘innel insane lefî husrın’ (şedde ve tenvin sayılır) makam-ı cifrîsi bin üç yüz yirmi dört edip (1324),([211]) Hürriyet inkılâbıyla başlayan tebeddül-ü saltanat([212]) ve Balkan ve İtalyan harpleri([213]) ve Birinci Harb-i Umumî mağlûbiyetleri ve dehşetli muahedeleri([214]) ve şeair-i İslâmiyenin([215]) sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umumînin zemin yüzünde fırtınaları gibi, semavî ve arzî musibetlerle hasâret-i insaniyeyle ‘innel insane lefî husrın’ âyetinin bu asra dahi bir hakikati, maddeten aynı tarihiyle gösterip, bir lem’a-i i’câzını gösteriyor.
‘İllellezîne amenü ve amilü’s salihati’([216]) âhirdeki ‘te, he’ sayılır.
Şedde sayılır ise, makam-ı cifrîsi bin üç yüz elli sekiz olan bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihini göstermekle o hasâretlerden, bâhusus mânevî hasâretlerden kurtulmanın çare-i yegânesi iman ve a’mâl-i saliha olduğu gibi ve mefhum-u muhalifiyle, o hasâretin de sebeb-i yegânesi küfür ve küfran, şükürsüzlük, yani imansızlık, fısk ve sefahet olduğunu gösterdi. Sûre-i Ve’l-Asri’nin azametini ve kudsiyetini ve kısalığıyla beraber gayet geniş ve uzun hakaikin hazinesi olduğunu tasdik ederek Cenab-ı Hakka şükrettik.
Evet, âlem-i İslâmın, bu asrın en büyük hasâreti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumîden kurtulmasının sebebi, Kur’ân’dan gelen iman ve a’mâl-i saliha olduğu gibi; fakirlere gelen acı, açlık ve kahtın sebebi dahi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasâret ve zayiatın sebebi de, zekât yerinde ihtikâr etmeleridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harp olmamasının sebebi, ‘İllellezîne amenü’ kelime-i kudsiyesinin hakikatini fevkalâde bir surette yüz bin insanın kalblerine tahkikî bir tarzda ders veren Risale-i Nur olduğunu, pek çok emareler ve şakirtlerinden binler ehl-i hakikat ve dikkatin kanaatleri ispat eder.
Ezcümle: Emarelerden biri, Risale-i Nur’a sıkıntı veren, veyahut hizmetinden çekilen pek çok adamların tokat yemeleri gibi, bu sene, bu memleketin etrafında umumî bir tarzda Risale-i Nur’un intişarına sıkıntı verip şimdiki bir nevi tevakkuf devresi vermek hatâsıyla, şimdiki umumî sıkıntının bir sebebi olduğunu göstermesidir.
Sûre-i Ve’l-Asr’in dağ meyvesi namındaki nüktesine bir haşiyedir.
‘essalihati’ daki ‘te’ âhirdeki ‘tâ’lar, ekseriyetçe vakfa rastgelmesiyle, cifirce ‘he’ sayılabilir. Bu noktada ‘illâ’ beraberdir (1358); bu zamanımızı gösterir Ve telâffuzca ‘he’ okunmadığından ‘te’ kalabilir. Bu noktadan şeddeler sayılmazsa ve ‘illâ’ beraber değil iki yüz küsur sene zamana kadar iman ve amel‑i salihle beraber bir tâife-i azîme, hasârât-ı azimeye karşı mücahedeye devam edeceğine işaret edip, Fatiha’nın âhirinde ‘sırata’l lezîne enamte aleyhim’([217]) bin beş yüz kırk yedi veya bin beş yüz yetmiş yedi gösterdiği zamana;
hem ‘lâ tezalü taifeten min ümmetî zahirîne alâ’l hakkı hattâ ye’tiyellahü biemrihi’([219])
birinci cümle, bin beş yüz makamıyla âhirzamanda bir taife-i mücahidînin son zamanlarına; ve ikinci cümle, bin beş yüz altı (1506) makamıyla, galibane mücahedenin tarihine; ve üçüncü cümle, bin beş yüz kırk beş (1545) makamıyla, pek az bir farkla hem Fatiha’nın, hem Ve’l-Asri Sûresinin iki cümlesinin gaybî işaretlerine işaret edip, tevafuk eder.
Demek, bu hadis-i şerifin üç cümlesinden herbirisi, bin beş yüz tarihine ve mücahedenin ne kadar devam edeceğine dair işaretlerine, aynen bu ‘ellezîne amenü ve amilü’s salihati’ —şedde sayılmazsa—bin beş yüz altmış bir(1501) makamıyla, hem ‘veteva savbil hakkı veteva savbissabrı’ şedde sayılır fakat ‘bissabrı’ da lâmdır—bin beş yüz altmış (1560) makamıyla iştirak edip, o taife-i azimenin mücahedatları ne kadar devam edeceğini mânâ-yı işârî ve cifriyle gösterirler. Ve Fatiha ve hadisin irae ettikleri tarihe, makam-ı ebcedleriyle takarrüp([220]) edip, farklı bir derece tevafuk ederler ve mânâlarıyla da, tam tetabuk([221]) ederek, parlak bir lem’a-i i’câziye-i gaybiyeyi gösteriyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 204)
Mugayyebat-ı hamseden olan kıyametin vakti ve Nurcular taifesinin ne zamana kadar devam edeceği mevzuunda Bediüzzaman Hazretlerinin yazdığı bir mektub:
«Ahirzamandan haber veren mühim bir hadis
‘lâ tezalü taifeten min ümmetî zahirîne alâ’l hakkı hattâ ye’tiyellahü biemrihi’ ([222])
Ramazan-ı Şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadis-i şerif hatırıma geldi. Belki, Risale-i Nur şakirtlerinin taifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binaen ihtar edildi.
‘lâ tezalü taifetün min ümmetî’ —şedde sayılır, tenvin sayılmaz—fıkrasının makam-ı cifrîsi 1542 ederek nihayet devamına ima eder. Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah. ‘zâhirîne alâ’l hakkı’ —şedde sayılır—fıkrası dahi, makam-ı cifrîsi 1506 edip, bu tarihe kadar zahir ve âşikârâne, belki galibane, sonra tâ ’42’ye kadar gizli ve mağlûbiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze yakın ima eder. Ve’l-ilmû indallah; lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.
Hattâ ye’tiyellahü biemrihi’ —şedde sayılır—fıkrası dahi, makam-ı cifrîsi 1545 olup kâfirin başında kıyâmet kopmasına ima eder.Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.
Câ-yı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bil’ittifak bin beş yüz tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına mânidar, mâkul ve hikmetli bir surette 1506’dan tâ ’42’ye, tâ ’45’e kadar üç inkılâb-ı azîmin ayrı ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır.
Bu imalar gerçi yalnız birer tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalarla bir nevî kanaat, bir galip ihtimal gelebilir. Fatiha’da sırât-ı müstakîm ashabının tâife-i kübrâsını târif eden ‘ellezîne enamte aleyhim’([223]) fıkrası, şeddesiz 1506 veya 7 ederek, tam tamına ‘zahirîne alâ’l hakkı’ fıkrasının makamına tevafuku ve mânâsına tetabuku ve şedde sayılsa ‘lâ tezalü taifetün min ümmetî’ fıkrasına üç mânidar farkla tam muvafakatı ve mânen mutabakatı, bu hadisin imasını teyid edip remiz derecesine çıkarıyor. Ve müteaddit âyât-ı Kur’âniyede sırât-ı müstakîm kelimesi, bir mânâ-yı remziyle Risaletü’n-Nur’a mânâca ve cifirce ima etmesi remze yakın bir ima ile, Risaletü’n-Nur şakirtlerinin taifesi, âhirzamanda o taife-i kübrâ-i âzamın âhirlerinde bir hizb-i makbul olacağını işâret eder diye def’aten birden ihtar edildi. Ve’l-ilmû indallah; lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.» (Kastamonu Lâhikası sh: 27)
«Rivayette var ki: “Âhirzamanda, Allah Allah diyecek kalmaz.” ([224])
‘lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah’ bunun bir te’vili şu olmak gerektir ki: “Allah! Allah! Allah! deyip zikreden tekyeler, zikirhaneler, medreseler kapanacak ve ezan ve kamet gibi şeairde ismullah yerine başka isim konulacak” demektir. Yoksa umum insanlar küfr-ü mutlaka düşecekler demek değildir. Çünki Allah’ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah’ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar.
Diğer bir te’vili şudur ki: Kıyamet kopmasının dehşetini görmemek için, mü’minlerin ruhları bir parça evvel kabzedilir; kıyamet, kâfirlerin başlarında patlar.» (Şualar sh: 584)
KIYAMET ÖNCESİ SON DEVRE ALÂMETLERİ
«İşte İsevîliğin din-i hakikisi zuhur([225]) ile ve İslâmiyet’e inkılab etmesiyle çendan âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat yine kıyamet kopmasına yakın tekrar bir dinsizlik cereyanı baş gösterir, galebe eder. Ve “Elhükmü-lil-ekser”([226]) kaidesince, yeryüzünde “Allah Allah” diyecek kalmıyacak, yani ehemmiyetli bir cemaat, Küre-i Arz’da mühim bir mevkie sahip olacak bir surette “Allah Allah” denilmiyecek demektir. Yoksa ekalliyette([227]) kalan veyahut mağlub düşen ehl-i hak, kıyamete kadar baki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı anında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.» (Mektubat sh: 58)
«Amma Güneşin mağribden tulûu ise, bedahet derecesinde bir alâmet-i kıyamettir. Ve bedaheti için, aklın ihtiyarı ile bağlı olan tevbe kapısını kapayan bir hâdise-i semaviye olduğundan tefsiri ve mânâsı zahirdir, te’vile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu kadar var ki: Allahu a’lem, o tuluun sebeb-i zahirîsi:
Küre-i Arz kafasının aklı hükmünde olan Kur’an onun başından çıkmasıyla zemin divane olup, izn-i İlahî ile başını başka Seyyareye çarpmasıyla hareketinden geri dönüp, garbdan şarka([228]) olan seyahatını, irade-i Rabbanî ile şarktan garba tebdil etmekle Güneş garbdan tulua([229]) başlar Evet arzı şems ile, ferşi arş ile kuvvetli bağlayan Hablullah-il-metin([230]) olan Kur’anın kuvve-i cazibesi kopsa; küre-i arzın ipi çözülür, başıboş serseri olup aksiyle ve intizamsız hareketinden Güneş garbdan çıkar. Hem müsademe neticesinde emr-i İlahî ile Kıyamet kopar diye bir te’vili vardır.» (Şualar sh: 591)
Kıyamet şerli insanların başına kopar. Bak: Sahih-i Müslim, 2949. hadîs ve İbn-i Mace 4039. hadîs.
Sual: «Kıyametin hâdisatından ervah-ı bakiye müteessir olacaklar mı?
Elcevab: Derecatlarına göre müteessir olacaklar. Melaikelerin tecelliyat-ı kahriyede kendilerine göre müteessir oldukları gibi, müteessir olurlar. Nasılki bir insan sıcak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titriyenleri görse, akıl ve vicdan itibariyle müteessir olur. Öyle de; zişuur olan ervah-ı bakiye, kâinatla alâkadar oldukları için, kâinatın hâdisat-ı azîmesinden derecelerine göre müteessir olmalarını; ehl-i azab ise elemkârane, ehl-i saadet ise hayretkârane, istiğrabkârane,([231]) belki bir cihette istibşarkârane([232]) teessüratları bulunmasını, işarat-ı Kur’aniye gösteriyor. Zira Kur’an-ı Hakîm her zaman kıyametin acaibini tehdid suretinde zikrediyor. “Göreceksiniz” diyor. Halbuki cism-i insanî ile onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek kabirde cesedleri çürüyen ervahların da o tehdid-i Kur’aniyeden hisseleri var.» (Mektubat sh: 58)
ÂHİRZAMAN FİTNESİNİN İFSADATINA KARŞI ISLAHAT HAREKETİ HAKKINDA BİR TETİMME
Risale-i Nur eserlerinde “Sonra gelecek zât” ve sair ifade şekilleriyle yapılan tavsifatla nazara verilen ve hakiki Mehdi ve Mehdiyete bağlı ve onun geniş dairesini temsil edip vazife görecek olan zâta ait bazı ifadeler vardır. Bu ifadelerden bir kısmı aynen şöyledir:
«Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.).S.M.); cihetindeki saltanatı…» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 266)
«Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek…» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 267)
Bilindiği gibi Hilafet, İslâm millet ve devletlerinin şeair ve İslâmî hayat cihetiyle ortak idare merkezi ve temsilciliğidir. Demek o zât, böyle geniş siyasî saltanata yani mümessillik vasfıyla hâkimiyete sahip olacak.
«O zâtın üçüncü vazifesi; Hilafet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanileri ile ittifak edip Din-i İslâm’a hizmet etmektir.» (Sikke-i Tasdikî Gaybî sh: 9)
Bu ifade dahi mezkûr hükmü aynen teyid eder ve İsevî ruhanileriyle ittifak etmek de, büyük vazifeleri arasında yer alır.
«Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için Siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 90)
Bu beyanda geçen “Bu zamanda” kaydı, ittihad-ı İslâm teşekkül etmeden, onun kuvvetine sahip olmadan mânâsında olduğunu, hem yukarıdaki ifadelerden hem Külliyat müvacehesinde hem de mantıkan anlamak icab eder. Demek ittihad-ı İslâmın teşekkülü evleviyet ve aciliyet kazanıyor.
«Bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hz. Mehdi’nin şakirdleri olabilir…» (Şualar sh: 720)
«Yüz sene sonra Nurların ektiği tohumların sünbüllenmesi ile aynen o geniş daire, Nur dairesi olacak.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 112)
Bu ifadelerden de anlaşılıyor ki; geniş daire fütuhatı, inayet-i İlahiyeye istinad eden Risale-i Nur’un manevî kuvvetinin eseridir. Şu halde Risale-i Nur ve Müellifi, esas teşkil edip metbuiyyet ve âmiriyyet makamındadırlar. Zira Bediüzzaman Hazretlerinin sarih ifadesiyle:
«Sonra gelecek o mübarek zât, Risale-i Nur’u bir proğramı olarak neşir ve tatbik edecek.» (Sikke-i Tasdik sh: 9) şeklindeki beyanı…
Hem yine her asra hisse-i dersini veren hadîsteki ‘la tezalü taifeten’ ile işaret edilen Bediüzzaman ve has dairesindeki taifeye atfen:
«O zât, o taifenin uzun tedkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir proğram yapacak…» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 266)
İfadesinin sarahatıyla; o zâtın Risale-i Nur’a istinad ve tebaiyet edeceği hükmü, tevil kaldırmayacak derecede açıktır.
Mezkûr hakikatı teyid eden fakat gayet tevazu makamında yazılan ve İbn-i Mace 4088. hadîsiyle işaret edilen şu ifade de o zâta bakar:
«O ileride gelecek acib şahsın bir hizmetkârı ve ona yer hazır edecek bir dümdarı([233]) ve o büyük kumandanın pişdar([234]) bir neferi olduğumu zannediyorum.» (Barla Lâhikası sh: 283)
Rivayetlerde âhirzamanda geleceği müjdelenen ve zulümatı dağıtacak olan manevî kuvvet, Nur Risalelerinde tecelli eden hakaik-i Kur’aniye ve imaniyye olduğu, Risale-i Nur’da tekraren nazara verilmiştir.
Zübdet-ül Buhari Tercemesi 958. hadîsin haşiyesinde, Er-Raid Lügatı’nın beyanına göre “Harbte na’ra atan kahraman” mânâsında olan “Cehcah” vasfıyla tavsif edilen bir zâtın geleceği (Şarkavî Şerhi’nden naklen) şöyle ifade edilir:
«Bu kişinin adı Cehcah’tır. Çok kıymetli bir zât olup, Mehdi’den sonra ortaya çıkacak, onun yolunu tutacaktır. Çoban koyunu nasıl sürerse, Cehcah da cihangir olarak bütün ülkeleri idare edecek, herkes ona boyun eğecektir.»
NOT:
Yukarıda zikredilen “yüz sene sonra” ve sair şekildeki ifadelerin tarihî tesbitleri, ayrı bir tedkikat istediği ve ayrı bir mes’ele olduğu cihetle ele alınmadı.
Risale-i Nur’dan çok kısa olarak nakledilen mezkûr parçalarda görüldüğü gibi; “bir asır sonra gelecek” ve “gelecek zât” gibi ifadelerle bir zâtı haber veren Bediüzzaman Hazretleri olduğuna göre, bu beyanlar kendisini değil, kendisinden sonra gelecek olan şahıstan bahsettiği zâhirdir.
Hem yine mezkûr nakillerde o zât hakkındaki şu ifadeler:
“Hilafet-i Muhammediye cihetindeki saltanatı” yani siyasî hâkimiyet makamına sahip olacağı ve bu vazifesini “ittihad-ı İslâma bina edeceği” ve “İsevî ruhanileriyle ittifak edeceği” ve “hayatın geniş dairesinde” vazifedar olacağı gibi beyanlarla bildirilen vazifeleri, siyasî icraatlardır.
Halbuki Bediüzzaman Hazretleri mezkûr siyasî vazifelerle bizzat iştigal etmemiş ve iman üzerinde bütün mesaisini hasretmiştir. Ancak şu var ki; o gelecek diye bahsedilen zât, geniş dairede Risale-i Nur’u proğram yaparak ve Risale-i Nur’a bağlı kalarak hizmet eder.
Buna göre bu zâtın vazife makamı, Risale-i Nur’un ve müellifinin seviyesinde olmayıp tebaiyet makamında bulunacağı da sarihtir.
Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini ve üstünlüğünü tavsif ve beyan eden pek çok ifadeleriyle bu hükmü sarahatla ortaya koyar ve Risale-i Nur’u merci’ gösterir ve tekraratla ilân eder ve etmiştir.
Meselâ elyazma Emirdağ Lâhikası’nda talebelerine hitaben şöyle diyor:
«Risale-i Nur hakkındaki hüsn-ü zannınız daha fevkinde Risale-i Nur’a lâyıktır. Çünki Kur’an-ı Hakîm’in bir mu’cize-i maneviyesidir. Âhirzamanda gelecek Hazret-i Mehdi de ona o kıymeti verecek itikadındayım.»
Hem yine Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde geçen ve “iman, hayat, şeriat” olarak ifade edilen üç vazifenin en mühimmi “iman” olduğu ve bu vazife de tamamen Risale-i Nur’un ve halis, sadık ve has şakirdlerinin vazifesi olduğu; geniş daireye bakan diğer iki vazife ise imana nisbeten ikinci, üçüncü derecede oldukları ve Risale-i Nur’un proğramına göre yürütüleceği, yani Risale-i Nur’a bağlı kalınacağı beyan ediliyor ki yine Risale-i Nur’un vazife makamının ulviyetini gösterir. Bu beyanlardan birkaç nümunesi şöyledir:
«Hem üç mes’ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en azamı, iman mes’elesidir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 90)
«…üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan iman-ı tahkikîyi neşr ve ehl-i imanı dalâletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemamiha Risale-i Nur’da görmüşler.» (Sikke-i Tasdik sh: 9)
«Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici mânâsının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur şakirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdi telâkki ediyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 266)
«Hattâ eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur’u aynı o âhirzamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile te’vili anlaşılır.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 267)
«Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur’un Cevşen-ül Kebir’den ve Celcelutiye’den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-ı imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünki adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidadda bulunan, Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı manevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevî veledi hükmündedir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 72)
«Evet bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-ı imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.
Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibariyledir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 189)
«Bu asırda, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsine, hakaik-ı imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede te’sirli ve fatihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zendeka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırkbinler adam şehadet eder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 190)
Risale-i Nur’un makamını ve ehemmiyetini beyan eden buna benzer daha pek çok ifadeler gösteriyor ki, asıl merci’ ve söz sahibi Risale-i Nur’dur. Daire-i Nur dâhilinde olanlar, ondan başka bir fikir ve hareket tarzını getiremezler. “Risale-i Nur’un talimatı dairesinde” (Emirdağ Lâhikası-I sh: 73) hizmet ederler.
Risale-i Nur, dinin teferruatından ve az bir kısmı müstesna olarak içtihadî mes’elelerinden bahsetmez. Geniş dairenin mes’elelerini, ileride teşekkülü beklenen “mütehassıs heyetlerine” bırakır.
Evet «Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyenin kanunlarını da ihata eden dinin geniş dairesinden bahsetmez. Belki asıl mevzuu ve hedefi, dinin en has ve en yüksek kısmı olan imanın erkân-ı azîmesinden bahseder.» (Tarihçe-i Hayat sh: 231)
Geniş dairede bir kısım teferruat mesailinin ta’dil ve teşrii için ihtisas heyetlerini hatırlatan şu ifade de dikkat çekicidir:
«Evet bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister.» (Kastamonu Lâhikası sh: 189)
Evet Osmanlı Devleti’nin son devrinde “Şûra Heyeti”nin lüzumunu anlatan Bediüzzaman Hazretleri aynı o teklifini; “Şimdi âlem-i İslâmın mütemerkiz([235]) noktasına tekrar arzediyorum.” diyerek tâ gelecekteki ittihad-ı İslâmın merkezine kadar ucu uzanan reyini beyan eder.
İşte bir nebze nümunesini gördüğümüz ve risalelerde serpilmiş ifade ve beyanlara külliyyen bakılıp dikkat edilirse; Risale-i Nur, geniş daireye esasat cihetinde proğramını vermiş olduğu görülür. Bundan da anlaşılıyor ki; gelecekteki vazifedarlar, Risale-i Nur’a sahip çıkacaklar, emir ve tavsiyelerine dikkat edecekler ve Risale-i Nur’un metbuiyet makamını tebaiyetleriyle muhafaza edeceklerdir.
NETİCE
Ahirzaman fitnesinin dehşetli ifsadatını tamir, ıslah ve halkı tenvir ve irşad vazifesini Bediüzzaman ve şakirdleri, muannid düşmanlarına karşı en ağır şartlar içinde hayatlarını ortaya koyarak, en kudsî ve en büyük vazife olan iman hakikatlarını keşif ve neşirle; hakikat nokta-i nazarında asrın rivayetlerde müjdelenen en haşmetli tarihî hâdisesini ortaya koymuşlar, küfrün belini kırarak da İslâmî hayat ve içtimaiyatın zeminini hazırlamışlardır.
Bu hakikatı, yani birinci vazife olan iman hizmetinin ve vazifedarlarının emsalsiz üstünlüğünü daima nazara veren Bediüzzaman Hazretleri, bir talebesinin mektubuna verdiği cevabda aynı mes’eleye dikkati çeker ve der ki:
«Muhbir-i Sâdık’ın([236]) haber verdiği “Manevî fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak, zaman ve zemin hemen hemen gelmesi” diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirdleri ise: Vazifemiz hizmettir, vazife-i İlâhiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber; kemmiyete değil, keyfiyete bakmak; hem çoktan beri sukut-u ahlâka([237]) ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye([238]) tercih ettirmeye sevkeden dehşetli esbab([239]) altında Risale-i Nur’un şimdiye kadar fütuhatı([240]) ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini([241]) kırması ve yüzbinler bîçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakiki mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdık’ın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuat ile isbat etmiş ve inşâallah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki; inşâallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhirzamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahibleri Cenab-ı Hakk’ın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip, Allah’a şükrederiz.»
Bediüzzaman Hazretlerinin mezkûr tarzdaki ifadelerinden anlaşılıyor ki; geniş daire vazifedarları, Risale-i Nur’daki Kur’an ve iman hakikatlarını geniş çapta ve resmen neşir ve tatbikle Risale-i Nur’un irşad sahasını genişletirler, kendi ilimleri ile irşada girişmezler.
***
KAYNAK ESERLER
Barla Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993
Büluğ-ul Meram Tercümesi, Ahmed Davudoğlu, Sönmez Neşriyat - İstanbul 1967
Elmalılı Tefsiri (Hak Dini Kur’an Dili), Hamdi Yazır, II.Baskı, İstanbul 1960-1962
Emirdağ Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992
Gençlik Rehberi, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993
Hutbe-i Şamiye, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1990
İbn-i Mace Tercemesi, Kahraman Yayınları, İst.-1982-1983 (10 cilt)
İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat
İslâm Prensipleri Ansiklopedisi, İttihad Yayıncılık, 4 cilt, İstanbul 1994
İşarat-ül İ’caz Tercümesi, Bediüzzaman Said Nursî, Mütercim: Abdülmecid Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992
Kastamonu Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993
Kenz-ül Ummal, Suyutî ve Burhan-ı Fevrî, 16 cilt, Halep tarihsiz
Keşf-ül Hafa, Matbaat-ül Fünun, Haleb (2 cilt)
Lem’alar, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992
Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992
Mesnevî-i Nuriye Tercümesi, Bediüzzaman Said Nursî, Mütercim: Abdülmecid Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1991
Mesnevî-i Nuriye Tercümesi, Bediüzzaman Said Nursî, Mütercim: Abdülkadir Badıllı, 670 sh. İstanbul 1980
Mişkât-ül Mesabih, Veliyyüddin-i Tebrizî, 3 cilt, Beyrut 1961
Muhakemat, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992
Münazarat, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İst. 1993
Müsned-i İmam-ı Ahmed, Ahmed bin Hanbel, 6 cilt Beyrut
Osm. Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî, 744 sh.
Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, Türdav Yayınları, İstanbul 1990
Ramuz-ül Ehadîs, Abdülaziz Bekkine, Milsan-1982, 2 cilt
Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları, Abdulkadir Badıllı, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992
Sahih-i Buhari Muhtasarı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından, II.baskı, 12 cilt
Sahih-i Müslim Tercemesi, M. Sofuoğlu, İrfan Yayınları-1967, 8 cilt
Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993
Sözler, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993
Sünuhat, Tuluat, İşarat, Bediüzzaman Said Nursî, Gaye Matbaası, Ankara 1976
Şualar, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993
Tac Tercemesi, Bekir Sadak, Sinem Matbaası, İstanbul 1968-1975
Tarihçe-i Hayatı, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Süfyan denilen İslâm deccalının varlığı hakkında bir çok hadis vardır. Bunlardan birisi için bk: el-Hâkim, el-Müstedrek: 4:520.
[2] Müthiş şahıslar
[3] deneme
[4] tercihi
[5] şahıslar
[6] başlangıçta
[7] düşmanlıktan
[8] temiz zevcelerine (eşlerine)
[9] el-Askalânî, Fethü’l-Bârî, 13:45.
[10] kavimlerin
[11] rahmet yönü
[12] Buharî, Fiten: 4, 28; Müslim, Fiten: 1; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 23; İbni Mâce, Fiten: 9; Müsned, 2:390, 39; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:108, 4:439, 483.
[13] Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2262; el-Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, 954; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 10:232, 237.
[14] Aralarında kesin anlaşma
[15] enaz
[16] fikirlerin çatışması
[17] dinin açık hükümlerinde beraberlik
[18] hedefe götüren vasıtalarda
[19] tam layık olarak
[20] talebi
[21] açıklıkla
[22] Fetih Suresi 49: 29
[23] gaybı gören
[24] anlaşma yaparak
[25] temiz ve şerefli
[26] Peygamberimizin (a.s.m.) kendisi ile beraber kızı Hz. Fatıma (r.a.) validemiz, damadı Hz. Ali (r.a.) ve torunları Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin’den (r.a.) teşekkül eden heyet. Hz. Peygamber’in (a.s.m.) giydiği abasını mezkür sahabe-i güzin hazeratının üzerine örterek hususi dua ettiğinden, bu isimle anılmaları meşhurdur.
[27] Ehl-i Sünnet’in dışında batıl üç mezhep
[28] İslam büyükleri
[29] Süyûtî, el-Fethü'l-Kebîr: 1:315, 2:185, 3:9; el-Hâvî Li'l-Fetâva: 2:217; Ebû Abdullah Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs: 1:266.
[30] Allah’a sığınmış
[31] Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.
[32] Doğrusunu en iyi Allah bilir
[33] güzele düşkün
[34] büyük günahları, dine zıt hayat tarzları
[35] bilgisiz olduğu halde vatanı sever görünen
[36] dinden geriye dönüşü esas alan
[37] gelmiş
HAŞİYE 1 Çünkü hadiste vardır ki, (la tezalü taifeten min ümmetî zahirîne alâl hakka ilâ kıyamis saati)
Bu hadis diğer hadisi takyid ediyor.
[Buharî, İ’tisam: 10; Müslim, İman: 247, İmâre: 170, 173, 174; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 27, 51; İbni Mâce, Mukaddime: 1, Fiten: 9; Müsned, 5:34, 269, 278, 279; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:449-450, 550.]
HAŞİYE 2 Yedi sene evvel yazılan bu işâret-i gaybiye aynen vukua geldi. Herkes gördü. Evet bu geçen zelzele, kıyametin zelzele-i kübrasından haber verir gibi sarstı, fakat akılları başlarına gelmedi.
HAŞİYE 2 Yedi sene evvel yazılan bu işâret-i gaybiye aynen vukua geldi. Herkes gördü. Evet bu geçen zelzele, kıyametin zelzele-i kübrasından haber verir gibi sarstı, fakat akılları başlarına gelmedi.
(*): Yani o sanem-misaller perestişkârlarının hevesatlarına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyorlar. -Said Nursi (r.a.)-
[38] büyük günahlar
[39] Şer'an, evlenmeğe mani akrabalığı olmayanlar
[40] yaratılışında bulunan
[41] Süyûtî, el-Fethü'l-Kebîr: 1:315, 2:185, 3:9; el-Hâvî Li'l-Fetâva: 2:217; Ebû Abdullah Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs: 1:266.
[42] Allah’a sığınmak
[43] Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.
[44] güzelliği ileri derecede seven
[45] kadınlı erkekli haram eğlenceleri ve oyunları
[46] kesin bir zorlamayla
[47] Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2262; el-Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, 954; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 10:232, 237.
[48] : Sahih-i Müslim cilt: 8 sh: 227 hadîs: 97 ve 98, 99. hadîsler de aynı manada olup, İbn-i Mace 36. Kitab-ül Fiten 19.babı da kadın fitnesi hakkındadır.
[49] : Keşf-ül Hafa 2802
[50] hataları
[51] birçok sebeblerini
[52] birçok yönünden
[53] dinsizlikten doğan
[54] Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:867
[55] Tac Tercemesi cilt: 5 hadîs: 866
[56] Şeriatın makbul kıldığı veya emrettiği
[57] Şeriatın kabâhat ve haram diye bildirdiği şey
[58] Ramuz-ul Ehadîs sh:247 (En-Nihaye vel Bidaye cilt:1 sh: 65’deki bir hadîs de bu hadîsi te’yid eder.)
[59] Ramuz-ul Ehadîs sh:247 (En-Nihaye vel Bidaye cilt:1 sh: 65’deki bir hadîs de bu hadîsi te’yid eder.)
[60] Diğer bir rivayette de “gayızlı” (R.Ehadîs 478)
[61] İbn-i Mace 36.Kitab-ül Fiten, bab: 9 hadîs: 3954
[62] geçim derdi
[63] dini duyguları ve hassasiyeti
[64] : Kenz-ül Ummal hadîs: 38472
[65] : Ramuz-ul Ehadîs sh:46
[66] neşelenen
[67] dinsizlik düşüncesi
[68] Cenab-ı Hakkın yardımı
[69] İslâm Birliğini temin edecek
[70] Başkanlık
[71] cemiyette yaşanan İslâmı
[72] ruh halini
[73] Kur’an’da sıfatları bildirilen hizmet ehli
[74] çalışma ortaklığı
[75] Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:913; Ebu Davud fiten/2; Ramuz-ul Ehadîs 100
[76] İbrahim Sûresi, 14:3.
[77] sakınma
[78] kötülükleri ortadan kaldırmak
[79] faydalıları ortaya koymaya
[80] üstünlük kazanmış
[81] büyük günahları
[82] yerine getirilmesi her müslüman için gerekli olup, yapılmadığı taktirde büyük günahı olan emr-i İlâhî
[83] hücumunda
[84] küçük ayrıntılara
[85] Hz. Peygamber (A.S.M.) ın temiz neslinden yetişenler ve bihakkın sünnete ittibâ ve onu idame ettirenler
[86] Cennetle müjdelenen on kişiden
[87] Hz. Ali (r.a.) aleyhdarlığı
[88] batıl bir mezhep, Hz. Ali’yi (r.a.) müfritçe sevenler
[89] Fitne kapılarını kapatmak şeriatın güzelliklerindendir
[90] “Cenab-ı Hak ellerimizi o kanlı hadiselere bulaştırmadı; o halde biz de o hadiselerden bahsedip dilimizi bulaştırmayalım.” Ömer bin Abdülaziz’e ait bir söz. Şa’ranî, El-Yevâkit ve’l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, Şerhü Cevheretü’t-Tevhid, 334.
[91] Hak’tan sapmış
[92] açık ve kesin bir hüküm
[93] Allah’ın lâneti zalimlerin ve münafıkların üzerine olsun.
[94] Hz. Peygamber (A.S.M.) ın temiz neslinden olanlara
[95] seyretmek
[96] İzafi adâlet, "adâlet-i nisbiye" de denir. Umumun selâmeti için, ferdi feda eden adalet usulüdür. (Cemaat için ferdin hakkını nazara almaz.)
[97] “Cenab-ı Hak ellerimizi o kanlı hadiselere bulaştırmadı; o halde biz de o hadiselerden bahsedip dilimizi bulaştırmayalım.” Ömer bin Abdülaziz’e ait bir söz. Şa’ranî, El-Yevâkit ve’l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, Şerhü Cevheretü’t-Tevhid, 334.
[98] bitkiler türünün
[99] çok faaliyetli, hararetli
[100] dine zıt anlayıştaki grupların
[101] Cenab-ı Hakkın kudret eli (mecaz)
[102] cisimlerin kendi mihveri üzerine hareketi zamanında merkezinde hâsıl olan kuvvete denilir (merkezkaç kuvvet)
[103] dörtbir yanına
[104] Tac Tercemesi cilt: 5, sh: 534-540; İbn-i Mace 4016. hadîs; Tirmizi fiten/67; İbn-i Hanbel 5/405
[105] Tac Tercemesi cilt: 5, sh: 534-540; İbn-i Mace 4016. hadîs; Tirmizi fiten/67; İbn-i Hanbel 5/405
[106] toplama
[107] kanlı harb, büyük muharebe sahrası.
[108] erkek isimlerinden
[109] Kenz-ül Ummal cilt:11 sh:125 ve Ruh-ul Beyan cilt:8 sh:197
[110] Süyûtî, el-Orfu'l-Verdî fî Ahbari'l-Mehdî (el-Hâvî li'l-Fetâva): 2:234; Ahmed Zeynî Dahlan, el-Fütûhâtü'l-İslâmiye: 294; el-Berzenci, el-İşâa' fî Eşrâti's-Sâa': 95-99; İbn-i Haceri'l-Heytemî, el-Fetâva'l-Hadîsiyye: 36; Muhtasar u Tezkireti'l-Kurtubî: 133-134.
[111] Kenz-ül Ummal cilt:11 sh:125 ve Ruh-ul Beyan cilt:8 sh:197
[112] Süyûtî, el-Orfu'l-Verdî fî Ahbari'l-Mehdî (el-Hâvî li'l-Fetâva): 2:234; Ahmed Zeynî Dahlan, el-Fütûhâtü'l-İslâmiye: 294; el-Berzenci, el-İşâa' fî Eşrâti's-Sâa': 95-99; İbn-i Haceri'l-Heytemî, el-Fetâva'l-Hadîsiyye: 36; Muhtasar u Tezkireti'l-Kurtubî: 133-134.
(Hâşiye) Cây-ı dikkattir ki, frengî hurufatını öğretmek için Ramazan gecelerinde çoluk ve çocuğa, zengin ve fukaraya dersin şenaatine işareten, kasidede bir nüshada (bate, bate bihal emiru vel fakiren) yani gece işlemek tabiriyle işaret ediyor.
[113] Avrupa dili, Latince’ye
[114] Ramuz-ul Ehadîs sh:18
[115] Sahih-i Müslim cilt:8 hadîs:2937
[116] kısa, öz
[117] Mişkât-ül Mesabih cilt: 3 sh: 38 ve Kenz-ül Ummal cilt: 14 sh: 559 hadîs: 9685
[118] şerefli nişan
[119] şimşek gibi
[120] övündüğü değerleri
[121] S. Buhari Muhtasarı hadîs: 2114 ve S. Müslim cilt:1 sh:195 hadîs: 234 ve Tirmizî fiten/35 hadîs: 2217
[122] akıldan uzak görmek
[123] doğan
[124] saflaşacak, yani asli şekline dönecek
[125] tabi olunan (imam)
[126] doğru haber veren Peygamberimiz (asm)
[127] “Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler, halkı Allah yolundan alıkoyarlar ve doğru yolu eğri göstermeye çalışırlar. Öyleleri, haktan pek uzak bir sapıklık içindedirler.” İbrahim Sûresi, 14:3.
[128] katılma
[129] inad edercesine
[130] inad ederek direnmekten
[131] nefsin hoşuna giden şeyler
[132] dinde sapkınlığa düşmüş bir gruba
[133] gerçeğe aykırı
[134] subayların
[135] erlerini ve subaylarını
[136] düşmanlık
[137] karşı gelenlere
[138] İslâmî adetlerin
[139] fiileriyle
[140] ana kaidelerin ve şartların
[141] günâhların keffâreti
[142] kendi tercihimizin dışında
[143] rejimin kurucusunu
[144] şüpheli ve suçlu olmaktan kurtarır
[145] görünüşte olan şahsı
[146] Pasifik Okyanusu
[147] hakkı ve hakiki değeri olmadığı halde ve kabiliyetsizliğine rağmen bir kimsenin kesret-i nimete mazhar olması ve bu sebeple küfür ve isyâna devam etmesi ile azab ve Gadab-ı İlâhiyyeye yaklaşması. (Neûzu billah, bu öyle bir işdir ki: Hikmeti İlâhiye ile bazı kâfirlerin muradı zuhur eder, istediği harika bir surette olur. Ve bunların küfürleri, Allaha isyanları da böylece ziyâdeleşir. L.R.)
[148] cezalandırır ve göçe zorlar
[149] arkadan yardım ve korumasını
[150] Tac Tercemesi hadîs:1034
[151] Madde ile olmayan ve manevî, ruh âlemine mensub olan cihad ehli topluluğun sayısı
[152] çekişme kavga
[153] münakaşa sebebi
[154] Sahih-i Müslim 52.kitab-ül fiten hadîs: 34, 110, 116 ve İ.Mace 36. Kitab-ül Fiten 33.bab 4075, 4077. hadîsler.
[155] Sahih-i Müslim 52.kitab-ül fiten hadîs: 34, 110, 116 ve İ.Mace 36. Kitab-ül Fiten 33.bab 4075, 4077. hadîsler.
[156] birisinin bâzı hareketleri ile başkası üzerinde uyuşukluk verici te'sir
[157] ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün bulunduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan tecrübeler
[158] İbn-i Mace 4077. hadîsin ortası.
[159] başkasının kendisine tâbi olmasına
[160] İbn-i Mace 4077. hadîsin ortası.
[161] Âl-i İmrân Sûresi, 3:7
[162] Âl-i İmrân Sûresi, 3:7.
[163] gösterirler
[164] yüksek ruhları
[165] alçak ruhlardan
[166] delîl ve isbata ihtiyacı olmayan şekilde âşikâr olan şeyler
[167] kabule mecbur
[168] kabiliyet (yetenek)
[169] kuvvetli, hakikate en yakın olan zann
[170] ayrıntı olan meseleler
[171] kuvvetli inanç ile bilmek
[172] Yahudi ve Hristiyan alimlerinden
[173] gerçeğe uymayan
[174] geçmişten kalan bilgileri
[175] sözleri
[176] bir söz veya bir işten manayı meydana koymak
[177] Buhari, Fadâilü's-Sahâbe: 6, Enbiyâ: 54; Müslim, Fadâilü's-Sahâbe: 23; Tirmizi, Menâkıb: 17; Müsned, 6:55.
[178] insanlar arasında şöhret
[179] umumun işitmesine
[180] öküz ve balık
[181] toprak ve deniz
[182] Müslim, Cennet, 31; Müsned, 3:341, 346.
[183] gerileyerek
[184] tecrübe yeri
[185] vakti tayin edilse
[186] korku ve ümit
[187] iyice belli olmayan, belirsiz
[188] ilk ve orta çağ
[189] son asır
[190] Kamer Suresi 54:1.
[191] Beş bilinmeyen, bizce gaib olan beş şey. 1- Kıyamet vakti,2- Yağmurun ne zaman yağacağı, 3- Ana rahmindeki çocuğun mahiyeti ve ceninin isti'dadı ve manevi simasının ne olduğu, 4- yarın insan hayır ve şer olarak ne kazanacağını, 5- İnsanın nerede öleceğini Allah bildirmedikçe kimse bilemez. Bunlara mefâtih-ül gayb da denir.
[192] şartları
[193] yakın
[194] gizli kalması
[195] açıkca belirtilmesin
[196] ilk başlarda
[197] Müslim, Fiten: 110; Ebû Dâvud, Melâhim: 14; Tirmizi, Fiten: 59; İbn-i Mâce, Fiten: 33; Müsned, 4:181.
[198] Kuzey Kutbuna
[199] Tren ve Uçak
[200] yerlebir
[201] harekete geçirenleri
[202] Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:1040
[203] Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:1040
[204] kısaca
[205] türdür
[206] Sebe’ Sûresi, 34:14.
[207] Sakınma ve çekinmekleriyle
[208] ard arda gelen
[209] yıkılmalar, maddi ve manevi zararlar
[210] Asr Sûresi, 103:1-2.
[211] Miladi 1908
[212] Hilafetin değişmesi (1909)
[213] Balkanların ve Trablusgarb’ın elden çıkması (1912)
[214] Osmanlı mağlubiyeti ve Sevr ve Lozan anlaşmaları (1918-1923)
[215] toplumda yaşanan İslâmî hayatın
[216] Asr Sûresi, 103:3.
[217] Fâtiha Sûresi, 1:7.
[218] Fâtiha Sûresi, 1:7.
[219] Buhari, İ’tisam: 10; Müslim, İman: 247, İmâre: 170, 173, 174; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 27, 51; İbn-i Mâce, Mukaddime: 1, Fiten: 9; Müsned, 5:34,269, 278, 279; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:449-450, 550.
[220] yaklaşıp
[221] uygunluk
[222] Buhari, İ’tisam: 10; Müslim, İman: 247, İmâre: 170, 173, 174; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 27, 51; İbni Mâce, Mukaddime: 1, Fiten: 9; Müsned, 5:34,269, 278, 279; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:449-450, 550.
[223] Fâtiha Sûresi, 1:7.
[224] S.Buhari Muhtasarı hadîs:2114 ve S.Müslim cilt:1 sh:195 hadîs: 234 ve Tirmizî fiten/35 hadîs: 2217 ve Kenz-ül Ummal cilt: 14 hadîs: 3485
[225] ortada görünmesi
[226] hüküm çoğunluğa göredir
[227] azınlıkta
[228] batıdan doğuya
[229] batıdan doğmaya
[230] Allah’ın sağlam ipi (mecaz)
[231] şaşırmışcasına
[232] müjdeli hayırlı iyi haberli
[233] Askerlikte arttaki emniyeti te'minle vazîfeli, geriden gelen ve askeri tâkib eden birlik. Ordunun geriden gelen emniyet kuvveti. Mc: Son zamanlarda gelen büyük evliyâullah.
[234] Öncü, harpte ileri düşmana gönderilen askerler. önde giden. Kumandan. Önayak olan.
[235] bir yere toplanmış, merkezleşmiş
[236] Peygamberimizin (asm)
[237] ahlak eksikliğine
[238] ahiret hayatına
[239] sebebler
[240] başarısı
[241] saldırılarını
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder