5/30/2010

Örtünmek İsteyen Saklı duygular

Başlarken 1

- Başımı açabilir miyim?

- Hayır yavrum, olmaz. Örtmen lazım,

- Ama annee! Niye?

- Kızım dinimiz öyle istiyor. All
ah’ımız böyle emrediyor. Hem bak senin baban hacı. Sen hacı kızısın, hem sonra el, âlem ne der?

- Sonra örtsem, mesela ihtiyarlayınca, hem teyzem anlattı, sen de gençken açık gezmişsin ve sonra örtünmüşsün.

- Bak hele yaramaza! Oraları karıştırma!

***

- Evet örtünmek güzel şey, ben de istiyorum ama, bu konuda kendimi yeterince hazır hissetmiyorum. Hem çevrem de buna hazır değil. Örtündüğüm zaman arkadaşlarım ne der acaba? Beni dışlarlar mı? Hem sonra geleceğim, okulu bitirsem bile bu halimle iş bulabilir miyim? Arkadaşlarımın halini görüyorum, okul kapılarında sürünüyorlar, bir çoğu imtihana alınmadıkları gibi, bir çok haktan da mahrum bırakılıyorlar.

- Evet yavrum doğru düşünüyorsun. Baban da ben de bunları çok düşündük, Bizce okulu bıraksan, hem okulu bitirsen neye yarayacak ki, o zaman da evlenip çoluk çocuğa karışacaksın. Okuduğun boşa gidecek.

***

- Bu örtü de nereden çıktı? Senin yüzünden el alemin yüzüne bakamıyoruz. İtibarımızı beş paralık ettin! Para istiyorsan para, mal istiyorsan mal, her gün bir başka giyin, niye yaşlı kadınlar gibi kapanıyorsun, gençsin, güzelsin derhal çıkaracaksın başından bu bez parçasını!

- Hayır anne o bir bez parçası değil! Dinimizin emri.

- Bak sen başımıza hoca kesildi. Bana bak kızım! bunların zamanı geçti, hem kaçıncı asırda yaşıyoruz? Bak hanım! Bunlar hep senin başının altından çıktı. Ben demedim mi sana o sıkma başlı arkadaşları ile gezmesin diye. Ben böyle olacağını biliyordum. Körle yatan şaşı kalkar. O ...cuların yanına giden ...cu olur işte. Bak kızım ben onu bunu anlamam, biz aydın ve çağdaş aileyiz. Ailemizin şerefini beş paralık etmeye hakkın yok. Yarından tezi yok atacaksın başındakini.

Ama anne! Baba! Sizler müslüman değil misiniz?

***

- Lütfen hareketlerine biraz dikkat et Ayla!

- Ne o! Kıskandın mı? Siz erkekler hep böylesiniz zaten.

- Ama sana başka erkeklerin bakmasını istemiyorum.

- Bende senin başka kadınlarla ilgilenmeni istemiyor.

- Ama onlar benim iş arkadaşlarım.

- Öyle mi?...

***

- Kız Hasibe Faik’in kızı da satılmış. Sizin kız bu sene de evde kalacak. Bak bacım, de! Şu kızına açılsın saçılsın. Gendini göstersin. Buunku gençler modernden hoşlanıyor.

- Ben de diyom, amma dinletemiyom. Zaten gendi güzel değil, bir de örtünüyor. Bilmiyorum ne olacak. Bu gidişle bizim kıza kimse dünür gelmeyecek.

- Bak Hasibe arasıra çarşıya çıksın, guma kuşu gibi evde oturup durmasın. Bak Kerime’yi görmedinni. Çirkin kızını nasıl sattı. Alladı, pulladı, yağlayıp cilaladı gızı sattı.

Bilmem ki kız Döndü. Hem babası ne der?

Başlarken 2


Önsöz

Başörtüsü takan takmayan hemen hemen bir çok genç kızın, kadının ve kocanın başına gelen veya genç kızı olan her ailede konuşulan olaylardan bir demet sunduk. Başörtüsü taksada takmasa da, bu ve benzeri olayları çok yaşayan vardır içimizde. Bu olaylar kişinin dışa akseden davranışları. Bir de bunların gerisinde, davranışlara yön veren, davranışların gerisinde olan, ama davranışların ruhu diyebileceğimiz kadar davranışların ayrılmaz parçası olan “saklı duygular” var.

Onlar doğrudan görülmüyor. Ama hayattan bir parça olan, olayların arkasında kişinin kimliği diyeceğimiz karakterine, şekil veren güdüler de onlar. Biz bu çalışmada karakter tahlilleri yapacak, kişinin davranışlarından yola çıkıp iç dünyasının haritasını çizmeye çalışacağız. “saklı duyguları” daha belirgin yapacağız. “saklı duygular” belirdikçe, üzerlerindeki sis perdesi gittikçe, ortaya “fıtrat” çıkacak. Fıtrat yani doğal olan.

Örtü fıtratın neticesidir. Saklı duyguların kanalize edilip ilahi motiflere göre bezendiği desenin adıdır.

Bu ilahi motifleri üzerinde bir elbise gibi giyip, hayatına bu yönde gitmekle şekil verenler vardır. Belki onlarda çoğunluktadır.

Belki bir çok insan daha vardır bu çoğunluk içinde azımsanamayacak kadar çok olan. En az takanlar kadar takmayı arzulayanlar. Ama engellere takılanlar.

Neden’i Niçin’i aşamayanlar.

Fitratın veya saklı duyguların “narin baş tacı, başörtüsünün” izahını yapamayanlar.

Elinizdeki bu çalışma engellerin aşılması adına ele alındı.

Evet başörtüsünü Allah emrettiği için takacaktık ama,

Bunun hikmetleri yok muydu? Yani teşvik edici, tercih ettirici faktörler.

Başörtüsü takılacaktı, ve nasıl olacağı da kolayca izah ediliyordu.

Ama neden takılacaktı?

Niçin takılacaktı?

Bunlar yeterince izah edilemediğinden ve başörtüsü ile onu takacak arasındaki akıl, mantık köprüsü iyi kurulamadığından, içinde iman olan gönüller başörtüsü takmayı sonraya bırakıyorlardı.

Ve halen de böyledir.

İmanın güzellikleri tarafından feth edilen bir çok gönülde, o fethin sancağı olan başörtüsünün dalgalandığını göremiyoruz.

Bir başka şeyi de göremiyorduk.

Başörtüsü konusunda müstakil olarak yazılmış aklı mantığı doyuran “saklı duyguları” ortaya çıkarıp sorgulayan eserler.

Yazılan klasik eserlerde konu daha çok kadın etrafında yoğunlaşıyordu. Kadının avreti, mahremleri, lohusa ve aybaşı halleri gibi, her fıkıh kitabında bulunabilecek bilgiler kadın konusunda yazılan kitapların mevzusu oluyordu. Bu kitaplarda Başörtüsü konusu vardı ama “nasıl”ı ile vardı. Neden ve niçin’ine çok inilmiyordu.

Bir çok tefsire ve bu konuda yazılmış bir çok kitaba baktık, konular daha çok inanan insan

yönünden ele alınıyor. İnanmayan veya zayıf imanlı kimseler daha net bir ifade ile başörtüsü takmayan insanlar kitabın birinci derece muhatabı olmuyorlardı.

Onları direk veya dolaylı olarak muhatap alan eserlerde de, muhatap alınsalar bile bu sefer de utanmayan ve çıplak gezen, sanki bütün başörtü kullanmayan insanlar kötüymüş gibi bir yaklaşımla ele alınıyordu.

Daha öte gitmeyen bazıları aklî ve mantıkî izahla desteklenmeyen slogan ifadeleri öne çıkarıp;

“ Bacım bak! Müslümansan örtünmelisin”

“Bacım! Irzını namusunu başkalarına sunmak hoşuna mı gidiyor?”

“Bacım! Derhal müslüman kimliğine bürün, ecdadıyın, Sütçü İmam’ın kemiklerini sızlatma!” gibi ifadeleri öne çıkarıyorlardı.

Tabii Başörtüsü takamayan kişi açısından, bu ifadelerinin kimi itici oluyor, kimi de slogandan öte gitmiyor, doyurucu olmuyordu.

İyiler de yok değildi. Ama çok da değildi.

Bu çalışma böyle bir ihtiyacı kapatma adına karınca ölçülerinde bir adımdır. Çok az olan benzerlerinin süslediği bahçede bir gül olmadan öte, güllere saksılık yapan toprakta zerre olmaya taliptir.

Kendilerinde ve dolaysıyla yazdıkları eser ve yaptıkları vaazlarında Cenab-ı Hakkın “Hakim” ismi diğer isimlerine göre daha çok öne çıkan Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin ve Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin uslupları, tarzları “mefhum” olarak bu çalışmanın rehberi olmuştur.

Biz bu çalışmada konuyu, hemen hemen hiç dışına çıkmadan, hep başörtüsü etrafında geliştirdik. Bu kitapçığa ilmi ve felsefi bir ağırlık vermemeye özenle dikkat ettik. Alışılmışın ve gelenekselin dışında basit pisikolojik tahlil ve analizlere yeri geldikçe biraz girdik. Konuyu hep konuşma dilinin tatlı sohbet ortamın da ele almaya çalıştık.

Bazen sizinle karşılıklı konuştuk. Bazen de, konuşurken karşımızdakinin hoş görüsüne sığınıp onun iç dünyasının koridorlarında gezdik. Bazen onun söylemeye cesaret edemediği “saklı duyguları” onun yüzüne de söyledik. Ama tatlı dille, kırmadan söylemeye özen gösterdik.

Ve “saklı duyguları” kurcaladık, kimseye açılmayan, kimseyle paylaşılmayan, bazen sahibi tarafından bile hatırlanmak istemeyen “saklı duygulara” el attık.

Ama hep edep sınırlarında kaldık.

Çirkinliğin çirkin yüzünü sıyırıp, arkasına baktık -ama hepsine değil-. Başkasına, kendini beğendirmenin arkasında yatan zaaflara el attık. İnsani duygularının negatifleri arasında gidip gelerek ilginç pozlar almaya çalıştık. Edepsizliği “saklı duyguları” kurcalarken karşımıza çıkacak bir “mayın” saydık. Çok dikkat ettik. Batılı çirkin gösterelim derken, özendirmekten çok kaçındık.

Bir şeye daha çok dikkat ettik.

Başını açan müslüman kardeşimize tatlı bir dille, sevgi dolu bir dilekle hitap etmeye çalıştık,

O’na şöyle dedik; “Siz başınızı açsanız da, siz kendiniz istemedikçe, sizi kendi dışına koymayan İslam’ın öğretileriyle size hitap ediyoruz...”

Kısaca bizim bu çalışmadan amacımız; hikmetleri ve faydaları öne çıkararak, imanı zayıf kişileri veya imani meselelere dışarıdan bakıp anlamayan kimseleri “neden başörtüsü”, “niçin başörtüsü” gibi sorularda takılıp kalan veya “neden” ve “niçin”e cevap bulamadığı için başörtüsü takmayan kimselerle başörtüsü arasında bir mantık ve hikmet köprüsü kurmak istiyoruz. Bununla amacımız. Şuurla takanın şurunu arttırmak, şuursuz takana şuur kazandırmak, ona uzaktan bakanın da, daha saygılı ve insaflı bakmasını sağlamaktır.

Umarız kusurumuza bakmazsın...

Başörtüsü dinin diğer emirleri ile bir anlam kazanır

Biz bu konuyu girerken olayı sadece başörtüsü olarak ele almayacağız. Başörtüsünün tek başına ele alınıp öyle anlatılması ve anlaşılması, onun mantığını kabullenmeyi zorlaştıran en önemli sebeplerden biridir. Başörtüsü dinin emirlerinden bir emirdir. Bir çok dini vazifenin yapılması ile takılması bir anlam kazanır. Dinin emirlerini yerine getirmeyen bir insanının başında o bir bez parçasıdır. Allah, Kuran, Peygamber hakkında bilgi azlığı veya onlar hakkında bir şüphe varsa onu takan “kafa” takmasının mantığını iyi izah edemeyecek, ona karşı olan “kafa” da takılmasının mantığını kavrayamayacaktır.

Bu nedenle yapacağımız izahta tâkip edilmesi gereken yolun fıtrıliğini bir iki misalle izah edelim.

Bir ev düşünün onun üzerinde bulunduğu arazinin toprağı gevşekse, yağan yağmur esen rüzgar onun toprağını ondan alıp götürüyorsa, bu durum ev içinde oturanlara güven vermeyecektir. İşte aynen bunun gibi iman da sağlam bir zemindir. Ameller ise bu zemin üzerinde yükselen binadır, başörtüsü ise bu binanın çatısı, örtü ise onun dış cephesidir. Temeldeki çürüklük binanın her yerine yansıyacaktır.

Bir başka misali yine evden verelim.

İçinde hiç bir eşya olmayan ev için ilk önce ne lazımdır?

Biri çıksa dese ki,

“vazo lazımdır”

Bir başkası kül tablası lazımdır dese,

Biz bunlara lazım olması yönü ile katılırız ama ilk olarak bunların lazım olmadığını da söyleriz.

“Yani bunlar bir evde olmazsa o ev yine olur deriz.”

Ev için, bir ev için olmazsa olmaz şeyler ilk olarak lazımdır. Mesela ocak, buzdolabı, halı, koltuk, yatak ilk olarak lazım olan şeylerdir. Bunlar olmadan diğer ufak tefek şeyler olsa da bir anlamı olmayacaktır.

Evet aynen bunun gibi başörtüsü de lazım olan şeyler arasında kendisini anlamlı kılacak ve olmazsa olmaz olan bir takım iman esaslarından sonra olursa bir anlamı olur. İnsanın vücudunu bir ev olarak kabul edersek ona ilk lazım olan şey, herkesin kabul edeceği gibi sağlam bir imandır. Sağlam bir iman olmadan, başta duran başörtüsü ne kadar sıkı bağlanırsa bağlansın, temsil ettiği değerler, nefis, şeytan veya onların dıştaki temsilcilerinden gelen en ufak bir rüzgarda uçup gidecektir.

İçinde olması gereken iman esaslarını taşıyanlar için başörtüsü başı gitmeden başından gitmeyecek kadar değer ifade ederken, içinde olması gereken imanî değerleri olmayan veya zayıf olanlar için ise, o bir bez parçasıdır. Olmasa da olur. Belki olmasa daha iyi olur. Tabii onlara göre...

Buraya kadar yaptığımız bir tespittir.



Başörtüsünün bi’setin 17. yılında farz olmasının hikmeti

Başörtüsünün farz oluşundaki sıralamaya baktığımızda tespitimizi haklı çıkaracak bir durum karşımıza çıkıyor.

Efendimiz’in (sas) 23 yıllık Peygamberlik hayatındaki misyonunu, kendi devrinde ve kendinden sonra gelecek ümmeti için İslam evinin dekarasyonunu tamamlamak olarak görürsek, başörtüsü bi’setin 17. senesinde farz olmuştur. Bu sıralama bizlere, insanlara dinimizi anlatmada takip edeceğimiz sıralamayı da gösterirken, takmayan insanlarda da nelerin eksik olduğunu ve bizim onlara karşı anlatmaya nereden başlamamız gerektiğini de gösterir.

Biz bu tespitten sonra, konumuzun başörtüsü olduğunu dikkate alarak, başörtüsünden önce anlatılması gereken iman esaslarını genişçe inceleyen eserlere havale ederek doğrudan başörtüsü meselesine geçmek istiyoruz.

Örtü itaatin simgesidir

Örtü emre itaatin simgesidir. Allah karşısındaki içteki teslimiyetin dıştaki göstergesidir. Onu takmanın hiç bir hikmeti olmasa bile biz yine onu Allah emrettiği için takarız. İtaatte hikmetten ziyade emr-i ilahiye bakarız. Bu sadece başörtüsünde değildir. Diğer iman esasları içinde geçerlidir. Bizim dine ait her şeyi yapmamızda asıl olan Allah’ın emretmesidir. Onun fayda ve hikmetlerini anlatmamızdaki gaye kişiyi teşvik ederek tercih etmesini kolaylaştırma amacına matuftur.

Biz burada, hikmetleri ve faydaları öne çıkararak imanı zayıf kişileri veya imani meselelere dışarıdan bakıp anlamayan kimseleri “neden başörtüsü”, “niçin başörtüsü” gibi sorularda takılıp kalan veya “neden” ve “niçin”e cevap bulamadığı için başörtüsü takmayan kimselerle başörtüsü arasında bir mantık ve hikmet köprüsü kurmak istiyoruz. Bununla amacımız. Şuurla takanın şurunu arttırmak, şuursuz takana şuur kazandırmak, ona uzaktan bakanın da daha saygılı ve insaflı bakmasını sağlamaktır.



Benim üzerimde kim hakim ben mi? Başkası mı?

Bizim, bir insan olarak her şeyden önce bir “kul” olduğumuz, yani birinin kayıtsız şartsız emrinde olduğumuz şuurunu kendimizde geliştirmemiz gerekiyor.

Bir kere ben başıboş değilim yani tamamen bağımsız veya özgür değilim.

Vücudum benim değildir.

bir başkası tarafından bana verilmiştir.

Ben onda muakkaten duran bir kiracıyım diye düşünmeli.

Hayatım üzerinde biri hakim ben de mahkumum,

hayata gelme kararını ben vermediğim gibi gitme kararını da ben veremiyorum,

boyum, rengim, anne-babam ve daha bir çok şeyler benim dışımda bir güç tarafından bana sorulmadan belirleniyor.

Dünya ya baktığımızda, Olan hiç bir şeyin tek sebebi ben değilim belki sebepler zincirinde son sebep benim.

Güneşin sıcaklığına,

gece gündüzün uzunluğuna,

havadaki gazlarının oranına,

canlıların ömrüne ben müdahale edemiyorum.

Etrafımda ve üzerimde hissettiğim öyle bir güç var ki, nefes alış verişimi bile o ayarlıyor. Nefesimi alırken, geri vermeye, verirken de geri almaya bir garantim yok. Her an verdiğim nefes son veya aldığım nefes son olabilir.

Hele vücudumun içinde olan hadiseler tamamen benim dışımda gelişiyor. Vücudum benim zannederken, onda olan hiç bir şeyin benim yönlendirmemle olmadığını görüyorum.

Kalbimin çalışmasını ben ayarlamadığım gibi kanımın içinde milyonlarca bulunan kan hücrelerine de vazifelerini ben öğretmiş değilim.

Kısaca içte ve dışta nereye bakarsam bakayım bana hakim olan ben değil, benim dışımda bir güç.

Bu gücü bana Kuran ve onun mübelliği Hz. Muhammed (sas) “Allah” olarak tanıtıyor.

Allah içte ve dışta bana hakimiyetini gösterirken, yine aynı noktalarda müthiş bir rahmaniyet ve şefkat de gösteriyor.

Benim hiç hakkım olmadığı halde, kendisine bir şey vermediğim halde bana sonsuz lütuflarda bulunuyor.

Bir kilo domates için bir bedel ödemem gerekirken iki gözüm için bir kalbim ve beynim için hiç bir şey ödemiş değilim. Tamamen lutfî olarak bana verilmiş. Böyle bir ikram karşısında, onu yapana karşı duyarsız kalmak saygısızlık olur diye düşünmeli insan.

Ve yine düşünmeli insan eğer insansa;

sevdiklerimin bana verdiklerini severken ve onlardan dolayı sevinirken, sevdiklerimi bana vereni sevmemem ve onu saymamam ve onun isteklerine karşı kayıtsız kalmam düşünülebilir mi?

Vücuduma ait hangi organ olursa olsun o bana onun tarafından bir hediyedir. Hem de öyle değerlidir ki, hiç bir hakkım yokken bana verilmiş.

Mesela gözüme bir değer biçeyim, acaba milyarlar verseler onu verir miyim? Hayır vermem, ve ona bir değer biçemem, işte bu kadar değerli şeyler bana tamamen bir ikram olarak verilmiştir.

Onlardan daha değersizini elde etmek için aylarca günlerce çalışırken, onların bana bir ikram olarak verilmesi karşısında ikram sahibine karşı kayıtsız kalamam. Bu saygısızlık olur diye düşünmeli insan.

Bu kadar lütuftan sonra...

Evet benim üzerimde hakimiyeti ve rahimiyeti bu denli açık olan zata karşı yapmam gereken vazife onun emir ve yasaklarına uymak olmalı.

Zira o beni benden iyi tanıyor. Bana neyin faydalı neyin zararlı olacağını benden iyi biliyor.

Benim için her yaptığı şeyde bana yönelik faydaları o işlerin arkasına takan zat, baş örtüsünde de benim bilemediğim ve göremediğim faydaları onun arkasına takmıştır demeli ve itaat etmeli.



Başını örtmek ağır bir iş mi, acaba?

Eğer insan baş örtüsünün hikmetlerini göremeyip, ondan uzak duruyor, onu yapılması ağır bir iş gibi görüyorsa şöyle düşünmeli.

Dünya da çok ufak değerler elde etme karşılığında, çeşitli meşakkatlere katlanıyor insan. Bir yerde saatlerce durma, bir şeyleri taşıma, birinin dediklerini yapma, bir yerleri süpürme, yani kısaca alınacak bir ücret karşılığında, ücreti verene günün 24 saatinin bir kısmını, verilen ücret miktarınca ücreti verene verme. Bu dünya da bir bedel karşılığında herkesin yaptığı bir şeydir. Ve herkesçe de makul ve mantıklı görülen bir durumdur.

Düşünmeye devam ediyoruz.

Ücreti veren, ücret karşılığı aldığı zaman dilimi içersinde yapmam gereken işleri bana bırakmıyor. Neler yapmam nasıl yapmam gerektiği konusunda beni yönlendirip işin durumuna göre emir bile verebiliyor. Hatta işin türünü göre giyeceğim elbise, başıma bağlayacağım kask, ayağıma giyeceğim ayakkabı bile işin şartlarına göre belirleniyor.

Bunlar insani sınırlar içinde kaldığı müddetçe ve bir de işe uygun ücret verildiği müddetçe hiç bir problem olmadan işçi ve işverenin rızası ile gerçekleşen ve dünyada yaşamanın bir sonucu olarak herkesin benimsediği bir hadisedir.

Kimse çıkıp ta birinin ücret karşılığı günümüzün, ayımızın, yılımızın bir parçasını alıp o zaman diliminde ne yapmamız gerektiğini belirlemesi olayına mantıksız diyemez, demiyor da . Bu olaya mantıksız diyen dünyadaki bütün mantık kurallarını ve uygulamada olan fili durumları karşısına almış olur.

Evet, bir de bu açıdan bakalım

Cenab-ı Hakkın üzerimizdeki rahimiyet ve hakimiyetine bu açıdan bakacak olursak şunları diyebiliriz. Bize verdiği ücret dünyada ücret veren herkesin verdiğinden daha fazladır. Bize, bizi verdiği gibi dünyadaki her şeyi de bizim istifademize sunmuştur.

Bunun yanında hayatın bittiği nokta da bitmeyen bir hayata giden yolu, bizlere Peygamberleri ile göstermiştir. Ölümün kesintiye uğrattığı hayatı kesintisiz ve daha güzel bir şekilde vereceğini vaad etmiştir.

Şimdi bizlere bu kadar lutuflarda bulunan Rabbimiz bu lutuflarına karşılık bizden çok şeyler istemiyor.

Bu noktada insan şöyle düşünmeli; Ben bana ayda bir kaç bin gulden (hollanda para birimi) verene günümden şu kadarını şartlarını onun belirlediği işleri yapmak için veriyorum, hatta aldığım ücret yüksekse bunu seve seve yapıyorum.

Rabbim bana yığın yığın nimetler veriyor. Bir gözümü milyarlar güldene değişmiyorum, hayatıma değerler biçemiyorum.

Bana bu kadar nimetleri hiç liyakatim olmadığı halde veren zata karşı günümün değil ömrümün bütün zaman dilimlerini, şartlarını onun belirlediği kulluk için seve seve veririm. Bana 3000 gülden maaş veren işverenimin bana emretme, benimde emredileni yapma vazifem varsa ve ben bunu aldığım ücretin doğal bir sonucu olarak yapıyorsam ve işimi yapmaz veya aksatırsam bütün sonuçlarına katlanıyorsam bir şeyi iyi bilmem lazım. Allah’da bana emrediyor. Hem de bana her şeyi veriyor. 3000 guldeni veren hayatımın bir bölümünü şekillendirme hakkına sahipse, Allah cc. verdiği şeylerle Hayatımın tamamını istediği biçimde şekillendirme hakkına öncelikle sahiptir.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalarda başörtüsü takmanın müslüman olmanın bir sonucu olduğunu anlatmaya çalıştık. Bu izahları direkt başörtüsü üzerinde yoğunlaştırarak konumuza devam edeceğiz.

Başörtüsü takmak Kuran’da yok diyenler bile var!

İlk önce bu konuda ki ayetlere bakmak istiyoruz. Bu ayetlere geçmeden önce, maalesef din adamı denen bazı kimselerin bile, “Kuran’da başörtüsü yoktur” dediğini dikkate alarak ayetlere bakılması gerektiği kanatindeyiz. Cenab-ı Hak Ahzah süresinin 59.ayeti ve Nur süresinin 31. Ayetinde başörtüsünü tersini anlamaya imkan vermeyecek bir açıklıkta anlatıyor. Bu ayetlerin metinlerine bakıp sonra başörtü ile alakalı kısımlarının tefsirlerine geçelim. Ayetlerin detayı ile ilgili açıklamaları yeri geldikçe ele alacağız.

Örtü konusunda başörtüsünü çok açık bir şekilde ele alan Nur süresinin 31. ayetinin tahlili ile konumuza devam edelim.

“Nur 31. Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler...”

“Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler.” Bu bölümde ayetin bu kısmı üzerinde durmak istiyoruz.

“Ziynet nedir?

Örfte yani halk arasında ziynet denince akla gelen; taç, küpe, gerdanlık, kolye, sürme, kına ve elbise süsleri gibi bazı şeylerdir. Ziynet daha da güzelleşmek için takılır. Kuran ziynetlerinizi göstermeyin derken, onların takıldığı yer olan vücudu öncelikle göstermeyin diyor. Zaten bunu başka türlü de anlamak mümkün değil.

Mesela bir baba çocuğuna şöyle dese; “Bak bu 100 guldendir. Bunu kaybetme” artık bu babanın 1000 gulden verdiğinde “bunu kaybedebilirsin demesi” mümkün değildir. Aynen bunun gibi Kuran, insanları cezb etmede, cazibe yönüyle kadının bazı noktalarına göre daha az cazip olan şeyleri göstermeyin derse, daha cazip noktalar için ne diyeceği malumdur. Yani vücudu açmak şöyle dursun üzerlerindeki süsleri bile açmayın. Vücut başlı başına bir ziynettir.

El ve yüz ziynet mi?

Kuranın “Görünen kısımları müstesna olmak üzere,” üzere ifadesinden anlıyoruz ki, aslında görünen kısımlarda ziynet Kuran bu açıklaması ile “elin ve yüzün gösterilmesi caizdir” diyen müfessirlere zayıf bir delil verdiği gibi, gösterilmemesi gerekir diyenlere de bir delil veriyor. Bu ayete farklı yaklaşımlar ayetin ruhundaki esneklikten ve Kuran’ı tefsir eden müfessirlerin yaşadıkları çağın etkisinde kalmalarından kaynaklanıyor.

Ayetin ruhundaki esnekliğin mezheplerin görüşlerine de yansıdığını görüyoruz. Hanbeli ve Şafi mezheplerine göre el ve yüz avrettir, örtülmesi gerekir. Hanefi ve Maliki mezheplerine de ise el, yüz avret değildir, açılabilir. Bu arada mezhepler kendi görüşlerine deliler getirmişler. Bu delilleri inceleyen İslam alimlerinin çoğunluğunun kanaatini elin ve yüzün avret olduğu noktasında birleşiyor. Biz çalışmamızın çerçevesi dışına taşacağından delilerin ne olduğuna kimin neyi, ne ile çürüttüğüne bakmadan sonucu söylemekle yetiniyoruz. Bu konuya ilgi duyanlar, tefsir kitaplarında ve fıkıh kitaplarında geniş bilgileri bulabilirler.

Ayetin ruhundaki esneklik

İlk önce ayetin ruhundaki esneklik üzerinde duralım: Kadın hayatın değişik pozisyonlarından geçiyor. Her durumda tesettürünü aynı şekilde koruması mümkün değil. Bu noktada hayatın esnekliği tesettüre de yansıyor. O noktalar şunlar olabilir. Kadın mahkemede tanık veya sanık olduğunda, namaz esnasında, nikah masasında ve nikah öncesi eşi olacak kimse ile üçüncü bir şahıs yanında görüşmesinde, hac esnasında, tarlada, bağda, bahçede çalışırken işini rahat yapmak için kolların bilekle dirsek arası sıvanması ve bunların benzeri yer ve durumlarda. kadın ellerini ve yüzünü bu durumlarının gerektirdiği kadar açmalıdır. Bu ona verilen bir ruhsatdır. Ve bu olması gereken tabii bir durumdur.

Çağın etkisinde kalmak

Müfessirlerin bulundukları çağın etkisinde kalması noktasına gelince; Ehli sünnet çizgisinde günümüze kadar gelen müfessirlerin tefsirlerinde bir çoğunda örtünme tepeden tırnağa eli de yüzü de içine alan şekliyle anlaşılıp öyle anlatılmış ve yine asrımıza yakın asırlara kadar uygulama bu şekilde yapılmıştır.

Ayetin ruhundaki esneklik hayatın yukarıda belirttiğimiz istisnaî noktalarında kendini göstere gelmiştir.

Ama bu noktada günümüze yakın, veya günümüzde yazılmış tefsirlere bakıldığında örtünme konusun geri adım atıldığını görüyoruz.

Müslümanların son üç asırda dünya genelinde ekonomik, siyasi ve kültürel yönden hakim durumdan mahkum duruma geçmesi ve bunun sonucunda dünyayı kuşatan uydulardan medya bombardımanına tutulmaları, bunun sonucunda kültür emperyalizmiyle kafa ve kalp olarak yabancı moda ve düşünce akımlarının işgaline uğramaları müslüman aydınların fikir ve düşünce dünyaları üzerinde olumsuz etkiler meydana getirmiştir. Ve bu etkilerde yazılan eserlerde kendini göstermiştir.

Soruyoruz

Asrımıza yakın devirlere kadar yazılan tefsirlerde ve uygulamalarda neden “görünen kısımların” bile gösterilmemesi gerektiği şeklinde bir anlayış hakim olmuş? Bu anlayış yine ayetin ruhundan kaynaklanıyor. Zira ayet “Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler ” diyor. Biz görünen kısımlarında, ziynet olduğunu bu ayetten anlıyoruz. Yani ayetin manası şu oluyor: “(ziynetlerinizin) görünen kısımları müstesna”

Kuran ziynetlerinizi göstermeyin diyor. Görünen kısımlarda ziynet olunca, takva bir mü’min anlayışı ile onunda gösterilmemesi gerektiği kanatine varıyoruz.

Ama fetva sınırları içerisinde de şöyle anlayabiliriz. Yani konuşmaya yarayan dudaklarınız, bakmaya yarayan gözleriniz, koklamaya yarayan burnunuz, yani kısaca yüzünüz ve tuttuğunuz eliniz Bunlar her ne kadar ziynet olsa da, “(ziynetlerinizin) görünen kısımları müstesna” ayetince istisna edilen ziynetler kısmından olduğu anlaşılıp, bunların dışında kalan “ziynetlerini teşhir etmesinler ” denebilir.

Bizim kanâtimiz

Ama bizim bu noktada kanâtimiz, çoğunluk müfessirlerin kanâti, yani örtünün eli ve yüzü de içine alacak şekilde olması yönündeki kanaat. Böyle bir kanâte varmamızda en büyük neden, elin ve yüzün, görünmeyen ziynetler kadar, karşı taraf üzerinde ilgi uyandırdığı içindir. Gözler, yanaklar, dudaklar ve parmaklar görünmeyen ziynetler kadar karşı taraf üzerinde çekici bir etki meydana getiriyorsa. Görünmeyen ziynetlerin hükmüne tabi olurlar.

Görünen ziynetler görünmeyen ziynetler kadar karşı tarafı tahrik ettiği için onların da görünmemesi gerektiği sonucu azıcık mantığı olan herkes tarafından çıkarılacak bir sonuçtur.

Böyle bir sonucun çıkmasında gözün, kaşın, yanağın, dudakların birer ziynet olduğu noktasının kabulü önemli bir rol oynuyor.

Evet göz, kaş, yanak ve dudak birer ziynettir. Bu ziynetler daha büyük gönül ilişkilerine giden yolda küçük gönül ilişkilerinin başlangıç noktasıdır.

Bir bakış bir göz kırpma çok gönüllerin fitilini ateşlemiş, çok içleri hoplatıp zıplatmıştır.

Bir tebessüm bir çok beklentiye “evet” sayılmıştır.

Parmakların bir tutması bir dokunması çok içleri yakmıştır.

Yanaklar ve dudaklar çoklarının ağızlarının suyunu akıtmıştır.

Edebimiz bu konunun daha fazla tafsiline izin vermiyor. Ama buraya kadar ki açıklamalardan herkes ne demek istediğimizi anlamıştır.

Müspet veya menfi başlamış ve devam eden bütün gönül ilişkilerinde bakışların, dudakların, kaşların ve yanakların, gönül ilişkilerinin ilerlemesinde tercih ve tahrik ettirici yönü mutlaka vardır.

Bu kimsenin inkar edemeyeceği bir gerçektir. Bunun inkar eden kendi içindeki bir takım duyguları da inkar etmesi gerekir.

Siz hiç şarkı ve türkülere dikkat ettiniz mi?

Şarkı, türkü ve şiirlere kulak verenler gözün, yanağın ve dudağın insanları ne kadar tahrik ettiğini oradan anlayabilir. Mesela bazıları “gözlerin bir, içim su, içim yandı doğrusu” “bir bakış baktı, içimi yaktı” “ o pembe yanakların, o güzelim dudakların” “Kirpiklerin ok ok oldu” gibi daha bir çok yanaklı, dudaklı, baldırlı, bacaklı şarkılar dinleyenlerin içlerinde hangi duyguları kamçılıyor, hayallerinde hangi şekilleri meydana getiriyor, hangi güdüleri okşuyor. İnsan olan insan her halde anlar. -Bu konuda hem bilmediğimizden hem de edebimizden daha fazla örnek veremeyeceğiz. Bildiklerimizi de şehirleri arası otobüs ve şehir içi dolmuş seyahatlerinde mecburen dinlediğimiz şeylerden aklımızda kalanlar- Bu kadar tahrik unsuru olan azaların ziynet sayılmaması mümkün değildir.

Bunlar takılan süs eşyalarından daha çok karşı tarafa çekici gelebiliyor. Bizatihi ziynet olan bilezik, küpe, yüzük, kolye ve benzerleri çok az türkü ve şarkının konusu olurken, ziynetlerle daha da güzelleşen, ziynet yerleri bir çok şarkı ve türkünün konusu olabiliyor. Sonuç olarak yukarıdaki çıkardığımız sonucu bir kez daha tekrar ediyoruz. “Görünen ziynetler (göz, dudak, yanak vs.) görünmeyen ziynetler kadar karşı tarafı tahrik ettiği için onların da görünmemesi gerektiği sonucu azıcık mantığı olan herkes tarafından çıkarılacak bir sonuçtur.

Nur süresindeki başörtü ayetinden sonra aynı konuyla alakalı olarak Ahzap suresinin 59. Ayetinin yorumu ile devam edelim.

“Ahzap 59. Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”

“Ayetin “dış örtülerini üstlerine almalarını söyle” kısmındaki kelimeleri lügat yönünden ele alalım.

Kullanılan fiil “idna” fiili: Bu fiilen manasını merhum Elmalı Hamdi Yazır “Hak dili Kuran dili” adlı tefsirinde şöyle açıklıyor.

İdna:Ala harfi ceri ile kullanıldığında, bütün vücudu kapsamak suretiyle sarkıtmak manasını ifade ettiği gibi, sıkıca örtünmek manasına da gelir.

Cilbab: Tepeden tırnağa örten giysidir. Baştan aşağı örten çarşaf. Başka manalarda verilmiştir ama bütün verilen manalar ilk iki mananın etrafında gelişmektedir.

Min harfi ceri ile manası “Cilbabtan bir parçayla” örtmek tabirinde, iki şekil vardır. Birisi cilbabla bütün bedeni örtmek diğeri de, cilbabla başından yüzüne doğru örtmek. Başını tek gözü veya ikiside açıkta kalacak şekilde örtmek şeklinde anlaşılır.

Tesettürde tercih edilmesi gereken belli bir renk var mı?

Bilindiği gibi Kuran-ı Kerim’de erkek elbisesi konusunda detaylı açıklama bulunmadığı halde, kadın giysisi konusunda detaylı sayılacak açıklama vardır. Bu detay içinde şekil belirlenirken renkten bahsedilmemiştir. Rengin nasıl olacağı ve bugün giyilen pardösülerin çarşaf yerini tutup tutmayacağı konusunda bir kaç noktanın üzerinde durmak istiyoruz.

Evet, Kuran renkten bahsetmemiştir. Ama yine örtünün renginin Kuran’ın örtü konusundaki yaklaşımından çıkarabiliriz. Kuran’ın anlatımında sadeliğin ve karşı tarafın ilgisini en az çekecek örtü şeklinin tavsiye edildiğini görüyoruz. Bir pembe rengin bir koyu kırmızının böyle bir anlatıma uymayacağı kesindir. Böyle bir anlatıma uyan sade ve tonları koyu olan renklerdir. Renk seçiminde bu ölçüler dikkate alınırsa kişi beğendiği değişik renkleri seçebilir. Mutlaka siyah olması gerekmez. Siyahın dışında renklerde olabilir.

Pardösüye gelince, Çarşafın yerini tutar mı?

Pardösüye gelince Çarşaftan yani baştan aşağıya sarkıtılan ve vücudun hemen hemen tamamını kaplayan giysinin yerini tutabiliyor ve karşı cinsi tahrik etmeyecek bir biçimde vücut hatlarını belli etmeden örtebiliyorsa neden caiz olmasın? Vücudu örten bolca bir pardösü ve baştan aşağıya bele kadar sarkıtılan uzunca bir başörtüsü çarşafın fonksiyonunu yerine getirebilir. Bu fonksiyon yerine geldikten sonra illa çarşafta ısrar etmek anlamsız olur. Hatta başörtüsünü ve pardösüyü giyim şekli olarak çarşafa karşı alternatif olarak sunma, çarşafa karşı önyargılı bakanları az da olsa yumuşatacağı gibi, örtünmek isteyenleri de teşvik edip özendirecektir.

Buraya kadar ki değerlendirmeler, Kuran’da örtünmenin varlığını bize gösterdi. Şimdi de diğer semavi dinlerde örtünmeye kısaca bakalım.

Diğer dinlerde örtünme

Bu konuda Kitab-ı mukaddeste şöyle denilmektedir. “ Başı örtüsüz olarak dua eden başını küçük düşürür. Eğer kadın örtünmüyorsa saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek, yahut tıraş olmak ayıp ise örtünsün.” Tekvin 24. Bab.

İncil’de de örtü önemlidir.

Bir kadının kiliseye başörtüsüz gelmesi, insanlar içine başı tıraş edilmiş gibi çıkmasına benzetilir. Katolik mezhebinin tatbikatını araştırdığımızda bu mezhepte örtünme esastır. İster kilise içinde ister toplum içinde olsun kadının örtünmesi esastır. Avrupa da bir çok katolik köyde kadınlar hala örtülüdür. Bu yazının kaleme alındığı ülke olan Hollanda’nın Zeeland bölgesinde bir çok köyde kadınların, başları örtülü ve dinsel geleneklerini hayata hakim kılarak yaşadıklarını görüyoruz. Sakat doğan bir çocuğu tedavi ettirmeme, aşı vurulmama, Pazar günleri hiç bir iş yapmama ve yapana hoş bakmama, televizyonu evde bulundurmama ilk göze çarpan dinsel geleneklerdir.

Bu açıklamaları şu ifadelerimize güç kazandırsın diye yaptık. “Kitab-ı Mukadesteki bu durum, bize örtünmenin fitri olduğunu, zamana mekana göre değişmediğini ve dinlerin menşeinin bir olduğu gösterir.”

Haramın huyu

Bu noktada namahreme bakmanın haram olduğu noktasından hareketle, “haram”.konusunda az durmak ve bunun mantığını izah etmek isyiyoruz.

İslam harama bakılmasını, duyulmasını, tadılmasını, tutulmasını ve tabii ki yapılmasını yasaklamıştır.

İslam’a göre “azı haram olanın çoğu da haramdır.” Bunun sebebi haramın doğasındaki çekicilikten ileri gelir. Bu çekicilik, azıcık tadılan şeylerin verdiği tadın insanı çokça tatmaya çekmesindendir.

Ve nefis ruhun ramına şunu der; “azı tatlı olan şeyin, çoğu daha çok tatlıdır.”

Haram insanda tiryakilik meydana getirebilir.

Haramın doğasındaki insan ruhunu tahrip edici özellikten dolayı İslam, “onun çoğuna getirdiği her tenkiti azı için de getirir.” Tâ ki azdan çoğa gidilmesin, haramın manyetik sahasına girilmesin.

Her haram bir değildir.

Haramların değişik özellikleri vardır. Bazı haramlar vardır ki; Ona dokunmakta, bakmakta haramdır. Kadının vücudu gibi. Ama bazılar da vardır ki, ona bakmak haram değildir ama tatmak haramdır. İçki gibi. Burada kadın bizzat haram değildir. O fıkıh ifadesi ile haramın “ligayrihi” gurubuna girer. Yani zatında haram değildir. Nikahlı bir kadına kocasının bakması, tutması dokunması bir iki nokta (aybaşı, lahusa gibi haller ve ma’kattan temas) hariç her tarafı içine alacak şekilde helaldir. Bir erkek karısı ile yaptığını bir başkası ile aynı şekilde aynı zevki alarak yapsa nikahlı eşi ile yaptığı her şey helal oluyor, ama nikahsız biriyle yaptığında haram, yani zina oluyor.

Bu haramın huyu diğer haramlardan farklı

Mesela içki, kumar, faiz, hırsızlık ve daha bir çok haram her yönüyle ve her şekliyle haramken, kadının haramlığı ufak bir değişiklik gösteriyor.

arada nikah olmazsa haramdır.

Lezzetinin peşin olması, resimlerini ve hayaldeki sahnelerini elde etmedeki kolaylığı yönüyle, diğer haramlardan ayrılır. Diğer haramlara bakma hatta dokunma hatta düşünme insana bir zarar vermez ve bir yerlerini tahrik etmezken, bu haram, bırakın dokunmayı ve fiili yapmayı, düşünme ve bakma ile bile insanı günaha sokar. İnsan bu haramı bizzat yapmasa bile dokunma ve düşünme bizzat yapmaya yakın lezzet verdiği gibi tahribat yönüyle bizzat yapmadan daha çokta zarar verebilir. Bu zararın boyutlarını ilerde açıklayacağız.

Bu açıklamaları şunları demek için yaptık.

Haramın hepsi haramdır. Ama namahreme (yabancı kadına) bakma, huyu değişik bir haramdır.

Diğer bazı haramların yanında durma, onlara bakma hatta onları düşünme, yabancı kadına bakmanın, onun yanın da olmanın, onu tutmanın ve düşünmenin verdiği zararı vermeyecektir.

İşte türlerinden böyle bir ayrıcalığı olan yabancı kadana bakma, onunla ilişki kurma şeklinde karşımıza çıkan haram türüne, Kuran diğer haram türlerine getirdiği yasaktan daha kapsamlı, daha teferruatlı ve daha caydırıcı yasaklar getiriyor.

Biz bu noktada erkeğin yabancı bir kadına bakması veya kadının yabancı bir erkeğe bakması hususunu ele alarak konumuzu bu yönde detaylandıracağız. Çünkü örtünmenin bakışlara perde olmayla yakından alakası var.

Bakışlar zehirli oklar gibidir.

Genelde erkekler bakma ile kadınlarda dokunma ile tahrik olur.

Bunun izahını “neden kadınlara örtü farzda, erkeklere aynı şekilde farz değil” diye sorulan bir soruya cevapta ele alacağız. Örtünün karşı cinsin bakıp bakmamasında, ve bakan kişinin iç duruluğu ile çok yakından alakası vardır.

İslam iç duruluğuna çok önem verir.

İç duruluğunun ölçüsü her şeyin layık olduğu yerde durması. ve layık olduğu kadar ilgi alaka görmesi. Bu ifadeler iç duruluğundaki dekora baktığımızda daha net anlaşılacak.

Bu dekorda en hakim unsur Allah’a iman ve onun her şeyden çok sevilip sayılmasıdır.

Bu dekoru tamamlayan unsurlar bundan sonra gelir. Peygamberin (sas) Allah’tan sonra sevileceklerin başında yer alması ve model insan olması da bu dekorda öne çıkar. Bir dekorda öne çıkan bir diğer iman esası ise Ahirete imandır. Allah için her yapılan işte teşvik ve tergib edici yönüyle kendini hissettirir.

İnsanın içerisinde imanın aksiyoner yani yaptırım gücü olan bir iman haline gelmesinde, bu dekordaki motiflerin, bütün canlılığı ile kendilerini belli etmeleri önemlidir. Aksi halde kişinin içindeki iman, yaptırım gücü olmayan sembolik bir iman şeklinde tezahür eder.

İmanın içte sembolleşip zayıf bir hale gelmesinde büyük sebep günah unsurudur. Bir başka ifade ile fıtrat sınırlarının aşılmasıdır. Fıtrat sınırları aşıldığında çıkan ve çıkacak sonuçların tahlilini sonra gelecek sayfalara havale ederken, bu noktada fitrat sınırlarını aşmada ilk adım olan “bakışlar” üzerinde konumuzu yoğunlaştıralım.

Yabancı kadın veye erkeğe bakma veya ateşle, barut

“Nur 30. (Resûlüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.” . Hemen bu ayetin arkasından gelen ayette de aynı emir erkekler yerine kadınlar denerek tekrar ediliyor. “Nur 31. Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler...”

Gözler hayal odasının duvarlarını süsleyen resimleri çeken fotoğraf makinesidir.

Hayalde tasarlanan iyi veya kötü şeyler hep bu yolla hafızaya kaydedilir.

Sonrada içteki bazı güdülerin dıştan veya içten tahrikler sonucunda harekete geçmesiyle hayal odasında çoğunlukla iradi, bazen de gayr-ı iradî seyredilir.

Bu bakışlarla alınan pozlar, o pozu iradi veya gayr-ı iradi olarak verenin kontrolü dışında o pozları alan kişi tarafından pozu verene hiç bir telif ücreti ödenmeden istenen sahnede, istenilen her pozisyonda oda sahibince istenildiği kadar kullanılır.

Bakışların insana bir de “nazar”a benzer tesiri olabilir. Şu sözlere bakalım. “ Bakışları aklımı başımdan aldı” “Bakışları kalbime bir ok gibi saplandı” ve bakışların anlamına ait şu sözler. “nefret dolu bakışlar” “sevgi dolu bakışlar” “ içi yakan bakışlar” vs. gibi.

Bir çok sonu iyi veya kötü biten gönül ilişkisi gözlerin konuşması ile başlar. Onlar aynı frekanstan bakan insanlara dilin anlattığından çok şey anlatır.

İşte insanda böylesine derin izler bırakan bakma basit bir olay değildir.

Uykusuz ibadet ü taatla geçen bir gecenin sabahında, gözün bir harama bakması, sonra bir kez daha bakması o kişiden, o gecenin bütün varidatını götürür.

Yabancı kadına bakma, bir söz dinlememedir. Yukarıda izah ettiğimiz gibi her şeye sahip, her şeye hakim ve her şeyi her an yönlendiren bir otoritenin emri dışına çıkarak itaatsizlik yapmış olur kişi bu hareketiyle . Böyle bir itaatsizlik her şeyi kendine veren zata karşı bir saygısızlıktır. İnsanın böyle bir saygısızlığa düşmemesi için günahın giriş yollarından en önemlisi olan gözlere hakim olunması bizzat Kuran’da bize buyruluyor.

İnsanın gözlerine hakim olamadığı an, içindeki imanın ona hakim olamadığı ana rastlar. İkisi yan yana olmaz. Yani iman hakimken bayağı duygular mahkum, bayağı duygular hakimken iman mahkum olur. Hakim, mahkuma yön verir.

Bazen duygular ve karşı tarafın cazibesi, baskın gelir. İnsan bir takım şeylerin sonuçlarını kötü netice itibarı ile bilse bile, o anda duygularına yenik düşebilir. Bu mağlubiyet her zaman oluyor ve Başta acı sonra sonra alışkanlık ve lezzet vermeye başlıyorsa, imanın zayıfladığına ve fonksiyonlarını yerine getiremediğine işarettir. Bu işaretler geri dönüşü zor olan bir turnikeye girişte sarıdan kırmızıya giden sinyallerdir.

Yanlış ve hatalı bakışlar, verdikleri manevi zararla insanı, ibadetten haz almaz hale getirir.

Yani bir bakış deyip geçmemeli.

Çünkü arkasından sürekli bakışları ve sürekli batışları getirebilir.

Harama bakılmama konusundaki hassasiyete İncil’de de rastlıyoruz.“ Zina etmeyeceksin.. Bir kadına şehvetle bakan gönlünde onunla zina etmiştir. ...” Matta 5. Bab.

Çalışmamızın bu bölümünde Başörtüsü hakkında sorulan sorular ve onu takmamanın pisikoljik tahlili üzerinde duracağız.

Genelde şöyle diyorlar ; Ben özgürüm, kendimi bir örtü ile kafes içine koyamam, kendi güzelliğimi kime nasıl ne şekilde göstereceğime kim karışa bilir ki, açık olmakla kendimi başkalarına beğendirme arzusu taşımıyorum. Hem göstermem de ne mahzur var. Mal benim değil mi? Başkası bana bakıp, başka şeyler düşünüyorsa o, onu ilgilendirir. Ben, başkaları, başka düşünecek diye, özgürlüğümü sınırlayamam.

Görünüşte haklılık payı var gibi olsa bile, temelinde büyük yanlışlıklar var. Bir kere insan özgür mü? En çok özgürüm diyene sormalı;

saçlarıyın rengini, boyunu, yüz şeklini, dünyaya ne zaman gelip ne zaman gideceğini ve senin dışında gelişen daha birçok şeyi sen mi belirliyorsun yoksa, üzerinde ve kainatta sana otoritesini hissettiren Zat mı?

Sen şu vücut evine ne zaman geldiğin belli, ama ne zaman, ne şekilde gideceği meçhul bir mahkum değil misin?

Eğer değilsen neden çok sevdiğin çocukluğu dönüp bir kez daha yaşamıyorsun. Beğendiğin sevdiğin, dahası saatlerce ayna karşısında seyredip keyiflendiğin gençliğinin ihtiyarlığa gitmesini neden engelleyemiyorsun?

Eğer ihtiyarsan neden gençliğe, özlemiyle yanıp tutuştuğun her aklına geldiğinde aaah çektiğin gençliğe neden dönemiyorsun.

Hele bütün güzellikleri solduran, bütün lezzetlere bir nokta koyan ölüme neden karşı çıkamıyorsun?

Hani sen özgürdün?

Hani sen kendini kafese koyamazdın?

Sen dünya kafesine konmuş bir insan, sen vücut kafesine konmuş bir “can” sın.

Oraya konurken de sana sorulmadı, alırken de sana sorulmayacak.

Sen özgür değilsin.

Sen % 99 kontrolü başka birinin elinde olan şu vücut ülkende nasıl özgür olabilirsin hemen her şey senin dışında ve kontrolün haricinde gelişiyor. Senin eline % 1 verilmiş, onu verende % 99 sahibi. Sana düşen eline verilen kumandayı zaten % 99 hakimiyeti altında bulunduğun zatın istekleri doğrultusunda kullanmak olmalı.

Ama yine de buna mecbur değilsin.

Yine de sen bilirsin.

Ama şunları da sorup seni düşündürmek isteriz.

Neden Hayatının tamamına yakını belirleyen zatın isteklerine uymuyorsun ki?

Onun yarattığı hakimiyeti sahasında ki evrene bir bak, bir bak bakalım bir noksanlık veya eksiklik var mı?

Bir bak güneşin sımsıcak seni saran güzelliğine, göğün mavliğine ve yerin yeşilliğine, bak ne kadar güzel!

Bir bak gökler ötesine, yıldızlara, galaksilere, nebulozlara, ne harika!

Sonra indir başını kendine bak gözüne, kaşına, saçına, daha içerilerde kalbine, ciğerlerine, daha minik noktalarda hücrelerine, alyuvarlara akyuvarlara bir bak!

Ne müthiş!

En ufağından en büyüğüne kadar insanı ve onun mekanı olan kainatı güzellikleri ile süsleyen zatın, zaten hakimiyeti altındasın.

Neden hayatını ve evreni güzellikleri ile süsleyen zatın emri altına girmiyorsun?

% 99 kendi içinde ve dışında takdir ettiğin güzelliklerin ve hikmetlerin sahibi zatın isteklerini % 1’lik sahanda seyretmek istemiyorsun?

Güzelliğe karşı çıkmak güzel mi? Senin mantığın bunu alıyor mu?

Seni anlamıyorum.

Hayır hayır anlıyorum.

Sen duygularına mağlup oluyorsun.

Neden aklın duygularına yön vermiyor ki, neden aklınla duyguların üzerinde hakimiyet kurmuyorsun?

% 99’u başkasının elinde olan bir ülkenin özgür olamayacağı gibi sen de özgür değilsin.

Evet Mal senin değil, sana ait zannettiğin % 99’un da, başkasının hakimiyeti altında olduğu gibi, senin malınmış gibi görünen % 1’i verende, o başkası olunca, yani Allah olunca, mal onun olduğu gibi mal üzerinde söz sahibi de O oluyor.

Hepsi O’nun oluyor.

Sana “kimin malını kime satıyorsun demezler mi?”

Belki asıl özgürlük böyle hakim bir otoriteyi tanıdıktan sonra başlıyor. Böyle bir gerçek karşısında insan özgür olayım derken isyankar olabilir.

Bu gurubun ifadeleri içinde şunlar da var.

Ben kendimi başkasına beğendirmek için açılmıyorum.

Bu ifade üzerinde de biraz duralım. İnsan yaratılış itibarı ile kendi güzelliğini hem görmek, hem de göstermek ister. Bir elbise giyer aynaya bakar, belki saatlerce, kendini seyreder.

Bir de yakınındakilere sorar “nasıl yakıştı mı?” diye.

Yani kendi güzelliğini hem kendi görmek ister, hem de başkalarına göstermek ister ve başkalarının kendini nasıl gördüğünü öğrenmek ister.

Acaba insan dünya da tek başına olsaydı nasıl giyinirdi?

Yani giyiminde başkalarına kendini beğendirme noktası olmasaydı?

Güzel-çirkin, çok hoş veya nahoş diyen birileri bulunmasa idi.

Nasıl olurdu?

Her halde hızla değişen bir moda olmaz, farklı farklı takılar hiç olmaz. Oje’ye ruj’a, saçı her gün bir başka biçimde yaptırmaya hiç gerek kalmadığı gibi ihtiyaçta duyulmazdı,

eğer insan dünya da yalnız yaşasaydı.

Demek insanlarla yaşama, yani birilerinin beğenip beğenmemesi, güzel deyip dememesinin bizim üzerimizde biz kabul etmesekte etkileri var.

“Ben kendimi başkasına beğendirmek için açılmıyorum.” Diyenler bir daha düşünsün!

Utanacak ne var canım!

İnsan dışındaki diğer canlılara, özellikle cinsiyetleri belli olan (hayvanlara) canlılara baktığımız da onlarda utanma ve sıkılma duygusu olmadığını görüyoruz. Ama bunun yerine doğuştan bulundukları ortama göre vücutlarına doğal elbiselerinin giydirildiğini de görüyoruz.

Öyle bir elbise ki, canlı vücudunun tamamını örtüyor. Canlının normal duruş pozisyonunda cinsel organları genellikle doğal örtünün altında kalıyor. Normal duruş pozisyonunun dışındaki hallerde de, hayvanda utanma ve sıkılma duygusu olmadığından yine hayvan için farkeden bir şey olmuyor.

İnsanın da doğuştan kendisine giydirilmiş bir giysisi var.

Derisi.

Bu giysinin özelliği üzerine başka giysi giyilmesini gerektiriyor olması; o da elbise.

Bugün dünya geneline baktığımızda, bütün dillerde, utanma kelimesinin karşılığı olan bir kelime bulabiliriz.

Hem de şuan ki yaşayan dilin içinde.

Utanacak hiç bir şey yok diyen insanın bile mutlaka utandığı yerler vardır.

Bir de yine bütün milletlerde utanan insanlar utanmazlardan her zaman fazladır.

Bu aslında fıtratın galibiyetidir.

Din doğal olanı teklif eder

Utanma nihayetinde bir duygudur. İnsanı örtmez ama insanı örtünmeye iter.

İşte İslam’ın öngördüğü örtünme şeklinde İslam doğal olanı, doğal sınırları içinde, insana teklif eder.

Doğal olanın teklif edilmesini yanlış anlamamalı.

İslam’ın doğal olanı teklif etmesi, İklim değişiklerinden korunmak için yapılan örtünme teklifinden daha çok, kadının eziyet görmemesi, cinsi tacize uğramaması, ahlaki değerlerin pratikte hakim olduğu bir toplum meydana getirme gibi hedefleri amaçlar.

Doğal olanı tavsiye etmekle İslam’ın nasıl bir toplum hedeflediğini ve toplumu ne gibi tehlikelerden korumak istediğini Merhum Seyit Kutup’un ifadelerinde takip edelim.

“İslam şehevi duyguların tahrik olmadığı bir toplum ister. Çünkü sürekli baştan çıkarmanın ve tahribin olduğu toplumlarda giderilemeyen ve hiç bir şekilde tatmin edilemeyen şehevi doyumsuzluklar ortaya çıkar.

Davetkar bakışlar, baştan çıkarıcı hareketler, gösterişli takılar ve çıplak bir beden, Bütün bunlar çılgın hayvani doyumsuzluğu azdıran ve bunun sonucunda his ve irade dizginin elden çıkmasına neden olan hareketlerdir. Bundan sonrası ya hiç bir şekilde tatmin edilmeyen cinsel anarşizm, ya da tahrik edilmesine rağmen bir türlü tatmin olmayan veya olamayanların karşılarına çıkan engellerden dolayı ortaya çıkan sinirsel hastalıklar ve psikolojik hastalıklar. Bu ise hiç kuşkusuz işkence kadar acı verir insana.

Her türlü pislikten arınmış temiz bir toplum kurmayı hedefleyen İslam, bu fitri arzuyu tahrik ortamından ve baştan çıkarıcı davranışlardan uzak tutup, iki cins arasında yapay kışkırtmalara sebep olmadan güvenilir ve temiz bir ortamda tatminini ister.”

Örtü soğuktan koruduğu kadar, cinsi tacizden de korur.

Kuran Ahzap süresinde “(bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle.” diye buyururken, bunun hikmeti makamında aynı ayetin devamında şöyle buyuruyor: “Tanınması ve incitilmemesi için en elverişli yoldur.”

Ayet, burada “iklim değişmelerinden etkilenmemeleri için en elverişli budur” demiyor. Örtünme de asıl olan hikmeti öne çıkarıyor.

Bunun üzerinde biraz duralım.

Örtülü kadın örtüsüyle kendini tanıtıyor. Örtüsünü kendine bakan gözlerin kendisini tanımaları için kartvizit olarak kullanıyor.

Bu “tanınma” kartvizitinin ön tarafında kısaca şunlar yazıyor:

Bu örtünün arkasındaki insan, yani ben örtünmekle kendini yaratan Allah’a itaatimi ilan ediyorum. Ben bir kulum, üzerimde her şeyi ile her şeyimle bana hakim olan bir otorite var. Onun emirlerinde benim bildiğim ve bilemediğim bir çok hikmetleri var. Bildiğim hikmetlerin güzellikleri bilemediklerime karşı merakımı arttırıyor.

Hem bana bu güzelliği veren O değil mi?

Ben, nasıl benim olmayan bir şeyi dilediğim gibi kullanabilirim?

Güzelliği veren O olunca, o güzelliği kime ne kadar ve nasıl göstermem gerektiğini belirleyenin O yani Allah olması kadar doğal ne olabilir ki?

Şu Kuran ayeti o kartvizitin çerçevesini belirler; “ (Resûlüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın... Gerçekten sen her şeye kadirsin. (Ali-İmran 26)”

Mülkün yeğane sahibi sensin, mülk sahibi, mülkünde istediği gibi tasarruf etmesi sırrınca, benim üzerimdeki tasarruf hakkı sadece senindir.

Bu kartviziti okuyanda şöyle düşünür

Örtülü bayan demek ki, örtü arkasındaki ziynetlerini başkası ile paylaşmak istemiyor.

Başkalarının kendinden gözle dahi olsa cinsi yönden faydalanmasına hoş bakmıyor.

Onları sadece hayat arkadaşı ile paylaşmak istiyor.

Medeni bir insan olarak bu durumu saygıyla karşılıyorum. Zaten bundan doğal da bir şey olamaz.

İnsanın kendini ait malı istediği gibi kullanma yetkisi varken kendisini istediği gibi kullanma yetkisi haydi haydi vardır. Bu en ilkel demokrasilerin bile, kendi halkına vermede cimrilik göstermediği bir haktır. Böyle bir hakka saygı ile bakmalı.

Ayetteki incitilmenin tanınma ile ilgisi üzerinde duralım.

“...dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur...”

Tanındıkları zaman incitilmeyecekler. Ama tanınmazlarsa incitilebilirler.

Tanınma ile incitilme arasındaki alaka nedir acaba?

Ona bir bakalım.

Dünya istatistiklerine bir bakmak bu konuda örtünün kadına yapılacak sözlü veya fiili saldırılarda ne kadar caydırıcı olduğunu gösterecek.

Örtü kullanan kadınlara, yani birilerinde bir takım arzuları tahrik etmeyen kadınlar sözlü ve fiili saldırılardan kendilerini, açık bayanlardan daha fazla koruyabiliyor.

Açıklık nedeni ile açıkta kalan kısımlar, birilerinin içinde bir takım arzuları tahrik ediyor.

Bu arada biri çıkıp dese “hayır ben kimseyi tahrik etmiyorum” biz ondan şu sorulara cevap vermesini isteyeceğiz.

Neden reklamlar da kadın, kadın tüketim malzemesiyle hiç alakası olmayan malların tanıtımında kullanılıyor?

Ve neden erkek daha çok kullanılmıyor?

Neden örtülü kadınlar kullanılmıyor?

Bunun nedeni açık, açık bir bayan karşı tarafın ilgisini daha fazla üzerinde toplayabilir. Böyle bir ilgi daha fazla ilgilenme yönünde karşı tarafı tahrik edebilir ve ediyor da.

Tahrikin eziyet boyutu

Böyle bir tahrik eziyete dönüşebiliyor. Bu noktada Alman Quick dergisinin 8 Mart 1990 tarihli bir haberini vermek istiyoruz.

Derginin baş sayfasında şu haber yer alıyor. “Batıda çocuk anneler” Yani çocuk yaşta çocuk sahibi olanlar.

Derginin iç sayfalarında şu çarpıcı haberi görüyoruz. Her yıl 250 bini kız olmak üzere 300 bin çocuk yakınları tarafından tecavüze uğruyor. Yine bir yıl içerisinde 30 000 bin kadar çocuk yaştaki anneler kürtaj yaptırıyor.

Bu haber ve daha benzeri bir çok haberler cinsi tahrikler karşısında yaydan çıkan okların ne büyük yaralar açtığını gösteriyor.

Yine bu konuda Birleşmiş milletler tarafından yapılan bir araştırma sonucu karşımıza ilginç sonuçlar çıkarıyor.

Dünya da cinsi suçların en fazla işlendiği ülkelerin başında Almanya geliyor. İkinci Danimarka, üçüncü Hollanda, dördüncü de İsveç’tir. Neden bu ülkelerde kadınlara karşı cinsi tecavüz fazladır? Ve neden ahlaki değerlere önem veren ülkeler bu araştırmanın son sıralarında yer alıyor?

Bu durum Kuran ifadesi ile bir eziyet değil midir?

Evet bu sağ duyu sahibi her insanın kabul edeceği gibi örtünmemenin ve bunun sonucunda karşı tarafı tahrik etmekle gelen bir eziyettir.

Evet cinsi tecavüz bir eziyettir.

Hem yapılırken eziyet, hem de hayat boyu kalan derin izleriyle devam eden bir eziyettir.

Acaba bu ülkelerdeki bayanlar İlahi yasalara uysalar ve örtünselerdi bu kadar tacize uğrarlar mıydı?

Böyle bir tacize uğramayacaklarının en büyük delili bütün eksikliklerine rağmen İslam ahlakının yaşandığı ülkelerdir. Bu ülkelerde cinsel taciz batı ortalamalarının çok altındadır.

Demek ki, Örtü bir kalkan oluyor. Karşı tarafı tahrik edecek unsurları perdeliyor. Karşı tarafa karşı caydırıcı bir özellik taşıyor. Ve örtülü bir kadın böylece çok yönlü bir eziyetten de kurtuluyor. Bu eziyetin boyutlarını yazının ilerleyen kısımlarında ele alacağız.

Örtüsüzlükle gelen ruhsal karakter bozuklukları

Örtünün cinsel güdüleri tahrik etmeden onu kendi sınırları içinde tatmin edecek sağlıklı bir ortam meydana getirmede çok önemli bir işlevi var.

Örtünün olmadığı yerde bazı ahlaki duygularında olmadığını görüyoruz. Hem erkeğin hem de kadının ruhi durumu ve karakteri üzerinde olumsuz etkiler meydana getiriyor.

Bunu konuyu biraz inceleyelim. Bir üçken kuralım bir tarafa açık kadını diğer tarafa açık kadının kocasını ve diğer tarafa da açık kadına bakan kişiyi koyalım.

Kadının evli olmadığını, yani bir kız olduğunu düşündüğümüzde çok değişiklik olmamakla birlikte bazı değişiklikler kendini gösterecektir. O zaman üçgenin bir tarafındaki kocanın yerine babayı koymamamız gerekecek. Ama ikiside erkek, birisi koca olma diğeri de baba olma yönüyle, kadını veya kızı sevdikleri için pek değişen bir şey olmayacak. Ve yapacağımız tahlilin muhatabı her ikisi de olacaktır.

Kadına öncelik verelim

Önce kadından başlayalım, kadının durumunu anlatırken kısmen yetişkin kızın durumunu da anlatmış olacağız.

Önce İslamî örtü kullanmayan genç ve güzel bir kadının durumun ele alıp, sonra da onun gençliğin ve güzelliğinin gittiği haline bir bakalım

Örtü kullanmayan genç ve güzel kadın kendine ait güzellikleri bir başkasına gösteriyor. Bunu ister isteyerek, ister istemeyerek yapsın, bakan açısından sonuç değişmiyor. O gözüken yerleri rahatça görebiliyor. O gözleri ile görüp hafızasına kaydettiği görüntüleri “reji” odasına benzetebileceğimiz hayal dünyasında istediği gibi kullanabiliyor. Bu durum kadın istemese bile açılmanın kendine ait güzellikleri göstermenin doğal sonucudur.

Evet kadın kendisi istemese bile, ona bakanlar onu seyretmekten keyif alabiliyorlar.

Başkalarının eğlence ve zevk aracı olmak bakıp ta lezzet veren bir duruma gelmek her halde bir kadın ve onun kocası veya babası için hoş olmasa gerekir.

Birde kadın güzel değilse, o zaman ne olacak?

Yani bakılmayan veya kendinden güzellerle kıyaslandığında soluk düşen bir güzelse ne olacak?

Kendinden güzellere bakılırken, kendine bakılmayışının acısını nasıl yaşayacak, birilerine güzelliğinden dolayı bir başkalarının ilgi göstermesi, onu kıskançlıktan çatlayacak hale getirecek.

Bu halde yapılacak iki şey var.

Tabii yaparsa bir üçünce şey de var.

1) Eğer yüzü güzel değilse ve bu yönüyle başkaları yanında solgun gözüküyorsa, vücudunun başka hatlarına belirginlik kazandırarak, bu eksikliği kapatmaya çalışacak, eğer bu yönüyle de eksiği kapatamıyorsa, gösterişli giyinmek isteyecek, tabii sonra bir giydiğini bir daha giymemeyi de bu durum beraberinde getirecek.

Yapılacak ikinci şey makyaj yapmak veya estetik ameliyat yoluna gitmek.

Haddi bunları yaptın ve güzel göründün; acaba şimdi gerçekten güzel misin?

Hayır gerçekten güzel değilsin, yüzünü yıkadığında giden bir güzellik senin olabilir mi?

Ama sen bu gerçeği görmeye fırsat bulamıyorsun.

Başkalarının seni gördüğü yerde veya onların olmayıp ta senin kendini aynada gördüğün yerlerde, kendini güzel görebilirsin ama bu ne kadar sürecek, her gün kendini boyamak ve gerçek yüzünü gizlemek nereye kadar devam edecek.

Ve daha önemli bir durum var.

Burada makyajla ekstra güzellik kazanan acaba bu güzelliği kime borçlu?

Ona bakıp ta siz çok güzelsiniz diyen, öyle demese de şöyle dese, kullandığınız makyaj malzemeleri çok kaliteli, iye ve güzelmiş dese acaba yanlış bir şey söylemiş olur mu?

Kadın da gerçekçi olup şöyle düşünse, bana bakanlar acaba gerçekten beni mi beğeniyorlar yoksa, onlarla benim aramda, benim kendimi arkasına gizlediğim ve onları sürünmekle güzelleştiğim makyaj malzemelerini mi?

Ama böyle düşünemez çünkü onun makyaj malzemesi kullanmasının altında yatan gerçekte bu zaten.

Yani böyle düşünmekten korkuyor, kendini böylesi düşünceye itecek etkenleri makyaj altında gizliyor.

Görmediği için yok zannediyor veya öyle istiyor.

Evet kendi yeterince güzel değil. Veya çirkin ve bunu gizlemek için de bir örtü kullanıyor.

Tabii o örtü, tabii olan tessettür değil, kimyasal bileşimini makyaj malzemelerinin oluşturuduğu yağlı bir “peçe”dir.

Onu yüzüne geçiriyor.

Bizce böyle bir kadın acı çekiyordur.

Sevenin kendisini sevmediğini, bakanın kendisine bakmadığını, ilgi duyanlarının kendisine ilgi duymadıkları bir kadın elbette acı çeker.

Eğer bir kadın başkası tarafından sevilmeyi, bakılmayı, ilgiyi makyaj malzemelerine borçluysa bundan sadece acı duyar.

Çünkü orada sevilen yani, ahlakı ile karakterleri ve huyu ile kendisi değil.

Bir başkası yani makyaj malzemeleri.

Aslında ona “seni seviyorum” diyenin böyle demesi yalan gelecek.

Hep “acaba kendimi güzelleştirmek için kullandığımı ekstralar olmasaydı bu bana bu sözü der miydi” diye düşünecek.

Şunu da düşünelim;

bir bayan çıkıp dese ben makyaj malzemesi kullanmasam da güzelim.

Bizim buna da diyeceğimiz yukarıdakinden farklı olmayacaktır.

Yine burada güzel olan “sen” değilsin.

Burada “güzellikle” “sen”i özellikle ayırıyoruz.

Burada kastettiğimiz “sen” güzellikler elinden gidence elinde kalan “sen” yani, huyun yani karakterin, kısaca “ruh”un.

Makyaj malzemesi kullanmasan da devamlı güzel değilsin, makyaj malzemesinin verdiği güzellik akşam yüzünü yıkayınca gidiyor, diğer güzellik 35-40 yaşından sonra gidiyor.

Yani anlayacağın ikisi de gidiyor. Aradaki fark “süre”de, biri akşam vaktinde diğeri de “ömrün akşam vaktine” doğru gidiyor.

Gel sen dünyadan senin gitmenle gidecek güzelliğe yönel.

Yani hayatıyın sonuna kadar seninle kalacak huy ve ahlak güzelliğine yönel.

Eğer sen birine kendini fiziki güzelliğinle sevdirmişsen, sevende böyle sevmişse, fiziki güzelliğin gittiği andaki yani 35-40 yaşındaki durumun ne olacak?

Dün sana, sadece güzel diye bakan, o güzellik gidince neye, kime bakacak.

Güzelliğin için sana gönül bağlayanın gönlünü, güzelliğin gidince ne ile kendine bağlayacaksın.

Böylesi bir kadının durumunu tahlilde tespitlerimizi haklı çıkaracak bir çok vaka vardır.

Biz o vakaları misallendirerek duygular üzerinde de örtünme yönünde bir etki yapabilirdik ama bu çalışmada olabildiği kadar akıl ve mantığı öne çıkarmak istedik. Akıl ve mantık tahlili ile gelen ve kazanılan değerlerin gidişleri de zor oluyor. Ama duygularla gelen, çabuk gidebiliyor. Onların tesiri duygulardaki tesirin gitmesiyle gitmekte ve kalıcı olmamakta.

İntihar veya Ölümün son çare olduğu an

İntiharlar yukarıdaki tahlillerimizi doğrulayan bir çok çarpıcı örneklerle doludur.

Kendinden daha güzeli ile aldatılan kadınlar, kendisi üzerine eşler alınan kadınlar, çirkinliği yüzüne vurulan kadınlar teselliyi ya toplum içine çıkmamakta, ya içki kadehlerinin arkasında, ya da intiharda arıyorlar. Gelişmiş ülkelerde yani maddi yönden her problemini halletmiş ülkelerde intihar oranın fazla olması bu gerçeğin toplumsal itirafıdır.

Mestûre olmayan kadın şu sorulara cevap vermeli

Tanımadığım kimselere vücudumun bazı yerlerini neden göstereyim ki?

Ben insanlar arasında değerimi ahlakımla mı, yoksa solacak gidecek deri güzelliğimle mi elde edeceğim? Hangisi daha kalıcı?

Ben olduğum gibi sevilmek istemiyor muyum? Eğer makyaj yaparak olduğum dan başka görünmeye çalışıyorsam, acaba kendi halimi kendimde mi beğenmiyorum? Yoksa olduğum gibi olursam sevilmeyeceğimden mi korkuyorum?

Başkasının bana cinsi tacizde bulunmasını istemiyorsam, neden bana ait güzellikleri allayıp pullayıp başkalarının bana cinsi taciz yapmasına sebep olacak duygularını kabartıyorum ki? Acaba...

Bir de üçgenin diğer kenarında tesettürsüz kadının kocası var

Acaba böyle bir koca karısına bakanlar hakkında ne düşünüyordur?

Şunlar düşünülebilir. Süslenmekten amaç; kendini “güzel görmek” istemekten daha çok başkalarına “güzel görünmek.” İşte başkaları “güzel görünmek” isteyen bir kimsenin güzelliğine bakıyorlarsa bir yerde güzelliğini göstererek, görünmek isteyenin, isteğine uygun bir davranışta bulunuyorlar. Bundan bakılanın da, bakılana koca olanın da rahatsız olma hakkı yok çünkü güzelliğe bakma hakkını güzel görünmeye çalışarak kendileri veriyorlar.

Bu durumda ki erkeğin hanımı kocası hakkında şöyle düşünse yanılmış olmaz. “Benim kocam bana bakanların bakmasına bir şey demiyor. Bundan bir rahatsızlık duymuyor. Ya kendisi de, başkası benim karıma bakıyor ben bir şey demiyorum öyle ise bende başkalarının karısına bakabilir diye düşünüyorsa”

Evet o zaman ne olacak?

O zaman evliliğin sıhhatinde olmazsa olmaz bir şart olan, “karşılıklı güven” olmayacak.

Kocasının yanında olmadığı her yerde aklını kemiren bir soru olacak. Ya, kocamın çalıştığı işyerinde benden daha güzelleri varsa? Ya, bir de onlar güzel görünmeye gayret ettikleri kadar güzelliklerine bakılması için cilveler yapıyorlarsa...

Evet o zaman kocasının ceketinde göreceği bir yabancı “kıl”dan “nem” kapacağı gibi, onun surat ifadelerinden kendine göre, kendi içini “için için kemiren” anlamlar da çıkaracak

Karısını seven, onu başkası ile paylaşmak istemeyen erkek te, yukarıdaki duyguları “erkek” farkıyla kendi içinde yaşayacak. Kendisinin karısına temasla yaptığı şeyleri, başkasının gözleriyle temas ederek, yapmasından rahatsız olmayacak mı?

Böyle bir rahatsız olma-ma-dan dolayı, kadın kocasına karşı rahatsız olmalı değil mi?

Üçgen içine aldığımız tesettürsüz kadına bakan kimse hakkındaki mülahazalarımızı başlangıçta yaptığımız açıklamalara havale ediyoruz.

Bir de bugün çirkin olanlarla yarın çirkin olacaklar var

Bir de güzellik malzemesi kullansa bile güzelleşmeyecek kadar çirkin kız veya kadınlar var. Veya dünün güzeli bu günün çirkini olanlar, veya bugün güzel, yarın çirkin olacaklar, yeni bir eşya iken sık sık kullanılıp, şimdi eskidiği için bir kenara atılanlar var.

Evet bunlar ne olacak?

Eğer bunlar bir dinle tanışmamışlarsa yani, bu fiziki hallerinin kendileri için, kendi üzerlerinde hakim bir güç tarafından belirlendiğine inanmıyorlarsa, haklarındaki hükmü ilahi bir karar deyip, saygıyla karşılayamıyorlarsa, “O’nun lütfu da hoş, kahrı da hoş” O’ndan gelen her şey, hoş be, hoş diyemiyorlarsa, işleri çok zor.

Allah yardımcıları olsun.

Özür dileriz

Müsaade etmezler ama, biz yine de ibret almak için onların saklı duygularına bir bakalım. Belki kendilerinin bile bakamadıkları o gerçeklere yani “saklı duygulara” yani “sakladıkları duygularına”.

Onları, o “saklı duygularıyla” karşı karşıya getirelim. Belki onlar ve onlar gibi olanlar ibret alır. Belki, haklarındaki takdire razı olup, dış güzelliğin değil iç güzelliğin asıl olduğunu, dış güzelliğin solduğunu, iç güzelliğin solmayan bir gül olduğunu, ve Allah tarafından dışın değil, için ölçü alındığını anlasalar.

Aah bir anlasalar veya bir anlatabilsek, o zaman gerçek güzellik sahibi olacaklar.

Birileri bakılma ile zevk alırken, bu bakıldıkça azap duyacak, bakanların, bacaklarının çarpıklığına, boyunun kısalığına, yüzünün buruşukluğuna baktığını düşündükçe elem duyacak. Bununla da kalmayacak, arkadaşlarının yakışıklı ve güzel kimselerle evlenmesi ve kendinin evlenme sırası bekledikçe, her hangi bir başvuru dilekçesinin gelmeyişi onu kahredecek. Belki böyle günleri Stresler, kabuslar, yalnız başına tatmin yolları aramalar, belki hap alıp ihtiharlar takip edecek.

Zor gerçekten, inanmazsa insan gerçekten çok zor!

Bu kadar izah bize bir şeyi gösteriyor.

İslam ve onun tesettür emri böylesi insanlar için doğal olandır

Onun tessettür emrinin terk edilmesi, terk edende, terk edene koca olanda ve terk edene bakanda, bir çok ruhsal bozukluklar ve akıl yönüyle mantıksızlıklar meydana getiriyor.

Neden kadınlara örtünme emrediliyor da erkeklere emredilmiyor.

Bu soru insanı tanımamanın veya sorana göre kendinin tanımamanın sonucudur.

Bin guldeni muhafazadaki hassasiyetimizle bir milyon guldeni korumadaki hassasiyetimiz elbette farklı olur.

Elbette bir milyon, bin gülden den daha çok hırsızların ilgisini çeker.

Kadınla erkekte işte böyledir. Cinsel cazibe yerleri iki cinste eşit olmadığından elbette kapatılan yerlerde eşit olmayacak. Kim karşı tarafa daha cazip geliyorsa, kime bakılması karşı tarafı daha çok tahrik ediyorsa onun daha çok kapanması gerekir.

Erkeğin dudağı, yanağı, kirpikleri, gözleri, boynu, göğüsleri, baldırı ve bacakları aşk dolu veya bir başka tabirle vıcık vıcık kötü duyguların dolu olduğu şarkılara konu olmazken bu tür şarkılardaki temanın kadının organları olması her halde neden kadın daha çok örtünmeli diyenleri düşündürür.

Kadını tahrik eden unsurlarla erkeği tahrik eden unsurlar değişiktir. Erkek çıplak bir bacak görünce tahrik olurken, kadının erkeğin çıplak bacağını veya göğüslerini görmesi onu tahrik etmiyor. Yine yapılan araştırmalar ve yaşanan fiili durum göstermiştir ki, kadın “dokunma”dan, erkekte “görüntü”den daha çok etkileniyor.

Bir kız yurdunda kızlara soruluyor. Şortlu bir erkeğin bacak bacak üzerine atmış pozu sizi ona karşı tahrik eder mi? Çok azı evet diyor.

Bacak bacak üzerine atmış şortlu bir kız sizi tahrik eder mi? Sorusu Erkek yurdundaki öğrencilere sorulduğunda, çok azı hayır diyor.

Herhalde bu kadarı neden kadın daha çok tesettürlü olmalı diyenlere yeterli olur.

Örtünmeden amaç korumak ve korunmaktır.

Korunmak olduğunu geçen bölümlerde anlatmaya çalıştık. Peki Korumak nasıl oluyor.

Kimi neden koruyoruz.

Evet karşı cinsi günaha girmekten koruyoruz.. Görüntü ile harekete geçen söz dinlemez erkek duygularına karşı yine erkeği koruyoruz. Tabii dolaysıyla erkeğin tahrik olup saldırmasına karşı kendinin de koruyor.

Kadın toplumun bir parçasıdır. Hayatın onu dışarı çeken noktalarında toplum içinde bulunacaktır. Kimi zaman erkeklerin oldukları mekanlarda sesini onun duyacağı kadar ona yakın olacak, kimi zaman da görüş alanına girecek kadar yakın...

Bu noktada örtü, erkeğe ilahi sınırları hatırlatma ve onun günaha girmesine engel olma fonksiyonunu yerine getirir. Erkeğin içindeki söz dinlemez duygular, örtü karşısında sessiz kalıp tahrik olmadan yuvalarına dönerler. Örtü erkeği kötü düşünceden korunurken, kadını da kötü düşüncenin fiile dönüşmesinden korur.

Sınırı belirlenmeyen cinselliğin insana tıbbı zararları

Tıbbî zarar daha çok ruhî yönde ortaya çıkıyor. Bedensel etkiler daha çok ruhi etkilerin yansıması şeklinde kendini gösteriyor. Yani ruhun içi, dışına vurabiliyor.

Cinsellik içeren görüntülere bakan insanların nasıl etkileneceği şarkılarda anlatılıyor ve filmlerde de gösteriliyor. İnsan tahrik olunca yani cinsi dürtüleri hayalden veya dıştan kaynaklanan etkilerle harekete geçtiğinde, ya kendini tahrik edenle tatmin oluyor. Eğer bu mümkün olmazsa ki, genelde mümkün olmuyor, daha değişik tatmin yollarına baş vuruyor. Bu tatmin yollarından en aşırısı başkansına saldırmak olabileceği gibi, en hafif gibi gözüken yönü de elle tatmin şeklin de karşımıza çıkabiliyor.

Cinsel tahrikle harekete geçen insanların şöyle dediği çok duyulur.

Mesela “Çarpılmıştan beter oldum be abii” “Aklımı başımdan aldı” “öyle bir baktık ki içimi yaktı” Bu argo ifadeler içten geçen duyguların argoca itirafı da oluyor. Birine karşı çok ilgi duyan sonra da, o birine karşı ilgisini onunla bire bir temas yoluyla sonuçlandıramayan kimse, hayali tatmin yollarına girer. Bu yolların en masumu bile yani elle tatmin şekli insanda sıkça yapıldığında hem bedensel hem de ruhsal bozukluklar meydana getirir.

Devletler bir yandan tahriki tecviz eden yayınlara ve durumlara izin verirken tahrikle harekete geçmiş insanları frenlemek için, yani onlarda uyanan duyguları kimseye zarar vermeden sakinleştirmek için “genelevler” açıyor. Bu su isteyene deniz suyu vermekten farklı bir şey değil.

Buna benzer çarpıklıkları 20. Asırda çok yaşadık. Ve hala yaşıyoruz. Sigarayla mücadele ederken, sigara fabrikası açan liderleri çok gördük, Yanlışa engel olmaya çalışıp onunla mücadele ederken, yanlışı besleyen kaynakların kendilerini reklam etmelerine göz yumulduğunu maalesef üzülerek çok izledik.

Makyaj veya daha gerçekçi ismiyle “maske”

Maskeyi insan olduğundan farklı görünmek, başka görünmek için takar. Makyajla hedeflenen maskeden beklenen sonuçlarla benzeşince makyaja, maske dedik.

Maskede iki değişik aldanma var.

Birisi takanın aldanması, yani maskeli yüzün sahibi karşı tarafa karşı, kendini gizleyip, maske ile şekillendirdiği yüzünü gösteriyor. Yani gözüken kendisi değil.

Diğeri, maskeli yüze bakan da maskenin arkasındakini görmediğinden maskede gördüğü yüzü karşısındakinin asıl yüzü zannediyor.

Yani maskeli şahıs karşısındakini aldattığını zannederek aldanıyor. Ona bakan şahısta maskenin gerçek yüz olduğunu zannederek aldanıyor.

İkisi de hoş değil.

İşte doğal olanın terk edilmesi böyle hoş olmayan şeyleri karşımıza çıkarıyor. Tabii makyaj malzemelerini üretimi doğal olanın daha fazla dışına çıkılması ile sonuçlanıyor.

Fıtrat sınırlarını aşınca insanın maskesi düşüyor

Fıtrat sınırlarını yani doğal sınırları aşmak insanların gözünü döndürüyor. Güzel görünme uğruna yapılan cinayetleri öğrenince insanın insan olduğundan utanası geliyor.

Makyaj malzemelerinin hazırlanmasında değişik türden hayvanların yağları da kullanılıyor. Sadece Amerika’da 50 bin kedi, 61 bin maymun, 180 bin köpek, 554 bin tavşan ve milyonlarca fare kadınların güzelleşmesi için katlediliyor. Deneyler ve kozmetik üretimi için her yıl 300 milyon hayvanın katledildiğini söylersek her halde cinayetin boyutları hakkında biraz bilgi vermiş oluruz. Bu noktada yapılan vahşet sadece bunlarla sınırlı kalmayıp insanın tüylerini ürpertecek noktaya gelebiliyor.

Kozmetik firmalarında üretilen güzellik kremlerinde hayvan ve kürtaj plesentaları kullanılıyor. Plesanta ana rahmindeki ceninin korunup geliştirilmesi için ilahi program gereği konan özel muhafaza edici maddeye verilen addır.

Kurtajla rahimden kazınan plesantaların tonlarcası Rusya’dan getiriliyor. Rusya’daki bir klinikten Fransa’ya 34.400 ton kürtaj plesentası satıldığını 12.11.1992 Tarihli Yeni Asya gazetesinden öğreniyoruz.

Gazetede ayrıca şu bilgilerde yer alıyor. “Kürtaj sonrasın alınan plasantaların kozmetik sanayinde kullanıldığını bizzat kozmetik firmaları itiraf ediyor ve afişlerinde şu ifadeleri kullanıyorlar “ Cildinizi genç ve yaşayan hücrelerle gençleştirin” Yani doğmamış bebeklerin yaşayan hücreleri ile...

Batılı ülkelerde estetik ameliyatlarda kullanılacak 5 aylık bir bebek 50 bin dolara alıcı bulurken Moskova’da aynı durumdaki bir bebek 8 bin dolara alınabiliyor. Bu katliam derecesindeki zulmün mazlumlarının ahı, makyaj yapan yüzlere ilerleyen yaşlarda bir tokat gibi iniyor. Kırışıklığı kapatmak için yapılan makyaj, ilerde kırışıklıkları makyajla bile kapanmayacak kadar çoğalan bir cildi sahibinin başına bela ediyor.

Makyaj yapan batılı kadınlarda ihtiyarlıkta kırışıklık daha fazla. Genelde, doğulu makyaj yapmayan ve tabi güzelliği ile yetinen 70 yaşında ki bir kadının yüzündeki kırışık, batılı 35-40 yaşındaki birinin yüzündeki kırışık dan daha azdır.

Bir başka kıyaslamada Deri kanserinin batılı toplumlarda fazla doğulu toplumlarda ise yok denecek kadar az olması noktasındadır. Amerika da her yıl milyonlarca kişi deri kanserine yakalanmakta.

Bakma örtünmediğime benim kalbim temiz.

İyi ve temiz olmada konulan kurallara uyulup uyulmaması belirleyici oluyor.

Mesela bir devlette iyi vatandaşlar “bizim kalbimiz temiz” diye kendilerinin iyi olduklarını ispatlayamadıkları gibi, kötü olanların kötülüğünü ispatlamada “sizin kalbiniz kötüdür” demek tek başına belirleyici olmuyor. İyi vatandaşlar devletin kullarına uymakla “iyi” oldukları gibi, kötü olanlarda kurallara uymamakla “kötü” oluyor. Devletin koyduğu kurallarda kalbim temiz mazeretinin hiç bir manası olmadığı gibi, İlahi kurallarda da durum aynıdır. İyi’yi yapmak kişiyi “iyi” yaparken, kötüyü yapmakta kişiyi “kötü” eder.

Bu ölçülerden sonra devlete karşı vazifesini yapmayan bir kimse, yani vergisini vermeyen, kurallara uymayan, ahlak sınırlarını aşan bir kimse, kendisinden bunları yapmasını isteyen görevlilere karşı “benim bu işleri yaptığıma veya yapmadığıma bakmayın, siz benim kalbime bakın” dese kimi ne kadar inandırabilirse Allah’ı da o kadar inandırabilir.

Kalbi temiz olan bu insanın bir lokantacı olduğunu düşündüğümüzde, para ödemeyip, sonra da “bakma benim para ödemediğime, sen asıl benim kalbime bak o çok temiz” diyen müşterisinden para almaması gerekir. Ama alıyor. Hatta vermezse hak sahibi olduğu için ısrar ediyor. Belki zorla alıyor.

Acaba Allah’a karşı bizim bir borcumuz yok mu?

Bize şu dünya salonunun, bahar ve yaz mutfağında ikram ettiği leziz yiyecekler karşılığında bir hesap ödememiz gerekmeyecek mi?

Dünyaya göre küçücük lokantandan, kalbi temiz olduğunu iddia ettiği halde, hesap ödemek zorunda kalarak çıkan insan! O lokantadan milyonlar defa büyük şu dünya lokantasından yediği, tattığı, baktığı, hoşlandığı, binlerce nimete karşılık, bir hesap ödemeden çıkacağını mı zannediyor?

Kalbinin temizliği lokantada bir şey ifade etmeyen insan, acaba Allah karşısında, onca saygısızlığına rağmen kalbim temiz deyip kendini kurtaracağını mı zannediyor?

Lokantacının elinden kendini kurtaramayan, Allah’ın...

Giyside çağdaşlık aramak ne kadar doğru?

“Giyinmek ve çağdaşlık, bunlar birbirlerini tamamlıyor” diyorlar.

Bu iddia doğru değil.

Basit bir misal verelim.

Eğer giyinmek insanı çağdaş yapıyorsa, bilgisi ve görgüsü olmayan bir insanı “beymen” mağazaların dan giyindirmek ona ne kazandırır?

Veya tersi “Beymen”den giyinen bir ilim adamının üzerine bez parçası giymesi onu cahil yapar mı?

Giyinmede çağdaşlık arayan mı daha çağdaş, yoksa çağdaşlığın giyimle alakası olmadığını söyleyen mi, daha çağdaş sorusunu edebiyatta hayvanları konuşturma sanatı olan “fabıl” sanatıyla (afedersiniz) eşeğe sorduğumuzda, verdiği cevap şu olur herhalde; “Giydiği elbise insanı çağdaş veya çağdışı yapsaydı. Altın semeri ve altın yuları takmak da beni eşeklikten kurtarırdı. Ama ben hala e...”



Bu devirde bu zamanda böyle giyinilir mi? Zaman sana uymazsa, sen zamana uyacaksın.

Böyle diyenlerde var. Bunlar kolayı benimsiyorlar ve uydu oluyorlar. “Zaman sana uymazsa sen zamanı sana uydur” demek bence daha şahsiyetli olur. Diğerinde teslimiyetçi bir yaklaşım varken bizim ifademizde zamanı teslim alma, ona yön verme gayreti var. Yani uydu millet olmak yerine, başkalarını bizlere uydurmak önemli.

Birde böyle diyenlere şunu sormalı.

Bir gün gelirde bayanlar tepeden tırnağa örtünürse bunlar bu sözün gereği olarak onlara uyacak mı?

Bu soruyu soranlara sormak lazım.

Yaşım genç ihtiyarlayınca kapanırım.

Bu sözün altında bu sözü söyleyen kişinin yarını yaşama garantisi var gibi geliyor insana. Oysaki şimdiye kadar ölenlerin hep yarını da yaşama şansları vardı. İnsan bazı şeyleri yarın yapmayı planlarken ölümle bugünden, ebedi bir yarına, yani bir daha yarınların olmadığı bir mekana göçüyor. Bazı görevlerimizi yarına bırakma, o görevlerimizi yapma fırsatı bulamayacağımız ebedi yarınlarda bizlerde pişmanlık ve hasret olarak karşımıza çıkabilir.

Belki ihtiyarlayınca örtündüğünde örtünme emrinin gereğini yerine getirmiş olacaksın ama örtünmenin bazı hikmetleri o gün olmayacak. Belki de, o ihtiyarlık günlerinde kaybolan güzelliğini göstermemek için kendin örtünmek isteyeceksin.

Bazıları diyor o benim oğlum yerinde veya kızım yerinde. Bacım yerinde, anam yerinde onun hakkında nasıl kötülük düşünürüm.

Böyle diyenlerin demeleri ile işin pratiği birbirini hiç tutmuyor. Bu iddiayı dile getirenlerin gazetelerin üçüncü sayfalarına bakmaları bizim cevabımız olarak yeter.

Kayınbabanın geliniyle, gelinin kaynı ile, eniştenin baldız ile ne yaptığını hemen hemen her güne yakın bir sıklıkta okuyabilirler.

Onun hakkında nasıl kötülük düşünebilirim diye açılan kapıdan yan yana gelenler, rakının bardakta durduğu gibi durmamasıyla benzerlik göstererek, yan yana geldiklerinde kimse yokken hiçte akraba gibi durmayabiliyorler. Birde öylesi duyguların insan içinden geçmeyeceğini kimse garanti edemez. O türlü süflî duyguların gelme ortamı olarak namüsait şartlar olan Namazda, hatta Kabe’nin dibinde bile insanın içine gelebildiğini dikkate aldığımızda, gelmesi için uygun bir ortamda haydi haydi gelebilir. Geliyor da ve geldiğinde hiç silinmeyecek izleri bıraktığını gazetelerden de görüyoruz.

Bu sözleri genelde az da olsa dindar insanlar söylüyor. Yani “bu dini bende en az siz kadar biliyorum” diyenler. Bunları söylüyorlar hatta daha da ileri gidip, “gel kardeşim, bakmayla tutmayla çocuk olmaz” diyebiliyorlar. Eğer bunlar gerçekten dindarsa, dini bize öğreten, dindar bir insan nasıl olur, onu hem bize, hem meleklere gösteren Hz Muhmmed’in hayatından yaptıklarına bir kaynak göstersinler.

Son sözden bir önceki söz

Son sözlerimize yaklaşırken şunları onun öncesinde örtünmemenin yani Allah’ın kainata koyduğu bir yasayı çiğnemin sonuçlarını çarpıcı bir şekilde gösteren bir gazete haberi verelim.

11 Nisan 1992 günü Sabah gazetesinde çıkan haberde şöyle deniyor. “Almanya’da her yıl kayıtlara geçen 10 tecavüz olayı meydana geliyor. Gerçekte bu rakamın 200 bin dolayında olduğunu tahmin ediliyor. Bu saldırılara bir kaç kez maruz kalan Alman sosyal demokrat parlamenterler biri olan Bayan milletvekili Ressel meclise bir önerge veriyor. Önergede aynen şu ifadeler yer alıyor. “Erkeklerin saat 22.00 den sonra sokağa çıkmasına izin verilmemeli, kadınlar sokakta rahat yürüyemiyorlar” Bu olay bir şaka değil, açılan kapıdan gelen felaketin boyutlarını gösteriyor.

Yine fitri yolu terk etmenin acı sonuna bir başka misalde Amerika’dan: Amerika’daki her yeni evlilikten biri boşanmayla bitiyor. Boşanma nedeninin üçte ikisi zinadan yani eşlerin birbirlerini aldatmalarından kaynaklanıyor.

İsveç’teki manzara daha korkunç; her on çocuktan birinin aile içinde cinsel ilişkide bulunduğu belirtiliyor. Bu işi yapan % 95 baba, bu çirkin işe alet olanda % 97 kız çocuğu.

Bütün bunlar ilahi yasaları çiğnemenin acı sonuçları. Musibetler bir noktaya gelince binler nasihatten daha tesirli oluyor. Görünen o ki daha o noktaya toplum planında gelinmedi. Diliyoruz beşer o noktaya gelmeden ihtibaha gelir.

Örtünme konusu tebliğ edilirken nasıl bir yol izlenmeli

Başlangıçta anlattığımız şeyler hatırdan çıkarılmamalı, başörtüsü takmayan bir müslüman kardeşimize ilk önce başörtüsünü anlatarak başla-ma-malı.

İlk önce onun durumu dikkate alınmalı.

Nasıl bir ev kurulacağında veya eve eşya alınacağında, evin bastığı toprak, temelin taşıma kapasitesi, kullanılan malzeminin kalitesi ve evin dar veya geniş olması önemli oluyorsa, anlatmada da muhatabın imanı hangi zemin üzerinde ve neleri ne kadar kaldırabilir gibi konular da, sohbet öncesi çay eşliğinde havadan sudan yapılan sohbet esnasında öğrenilmeli.

Nasıl ki, üzerinde hiç bir duvar ve çatı olmayan arazide, sanki ortada bir ev varmış gibi, halı sererek işe başlamak ne kadar yanlışsa, İslami temel bilgilerden yoksun bir insana da konuya başörtüden başlayarak anlatmak yanlış olur.

Hadi arazi üzerinde duvar var, çatı var. Ama duvarlar çatlak, kiremitler kırık, tavan delik, yine böyle bir ev de masanın üzerine örtü koymak ne kadar yanlışsa, imanı olduğu hal de, İslamı bildiği halde, bir çok bilgi eksiği olan ve yalan yanlış bilen insanlara da, yine baş örtüsünden başlamak yanlış olacaktır.

Ev tamir olmadığı müddetçe ev konan her şey güzel olsa bile, evin kötü, bakımsız ve soğuğu içeriye alıyor olmasından dolayı güzellikler solan ve kaybolan bir güzellikler olacaktır.

Bunlar dikkate alındıktan sonra.

Önce şahsımızda dindar insanları sevdirmeli. Onların örtünmekle örümcek kafalı olmadıkları, konuşmamızın muhtevasında, davranışlarımızın ahenginde göstermemiz lazım.

Hiç bir insan kendini cehennem mahkumu gibi potansiyel suçlu gören bir insandan hoşnut olmayacağını unutmamak lazım.

Örtü ayetlerini ele alırken ayetin ruhundaki esneklikten bahsettik. Bu esnekliğin bir ucu fetva sınırlarını gösterirken diğer ucu da, takva sınırlarını gösteriyor.

Yeni örtünecek insanların durumları dikkate alınmalı, örtünmenin onların içinden gelmesini sağlanmalı, içten gelmeden, dıştan zorla olan örtünmelerin istenmeyen sonuçlar verebileceği hatırdan çıkarılmamalı. Bu konuda başını açan kişinin, hatta açık giyinen kişinin eğer inkar etmiyorsa müslüman olduğu gerçeğini hatırdan çıkarmamalı.

Dinin başlarını açsalar bile, kendileri çıkmadıktan sonra inanç yönüyle dışına koymadığı insanlara, İslam’ın dışındaymış gibi davranmak, onların istediğimiz duruma gelmelerine engel olur.

Bu tür insanlara örtüyü bir şekil olarak dayatmaktan ziyade, güzel bir halin neticesi olarak takdim etmeli.

Örtünmezsen olmaz gibi bir üsluptan daha ziyade, örtünürsen daha iyi olur gibi bir üslubu benimsemeli anlatışlarımızda.

Bu üslup tarzını mücerret bırakmamak için yaşanmış bir olayı anlatalım.

Bir yaz günü İstanbul mütevellisinden bazı esnaflar, eşleri ile birlikte Bursa Uludağ’a kampa gidiyorlar. Esnaflardan bir tanesi, karısının baş açık olduğu için, karısını götürmekte zorlanıyor. Ve çokça yaptığı ısrar sonucunda, bir günlüğün de olsa karısını gitmeye razı ediyor.

Tabii kadın kendine yabancı hissettiği çevrede, her şeyin uzağında duruyor. Ve yüzü bir karış asık. Kendi müslüman ama, müslümanlar namaz kılıyor o kılmıyor. Müslümanlar dua ediyor o etmiyor. Müslümanlar kitap okuyor, o okumuyor.

Tabii bundan ciddi rahatsız.

Kamp sorumlusu yaşlı ağbeyimiz. Kızı yaşındaki kadının halini görünce bir şeyler olduğunu anlıyor.

Biraz konuşup ilgilenince, kendisinin bu haliyle müslüman olduğunu, kendini müslümanlardan ayrı görmemesi gerektiğini, buraya kadar geldiğini, ilerede de başını örtebileceğini tatlı bir dille kendisine anlatınca, kadın yumuşuyor. Ve arkasından kendi hem cinsleri ile kurduğu ilgi onu daha da yumuşatıyor. Ertesi gün kendini götürmek isteyen eşine daha kalmak istediğini ve bu insanları çok sevdiğini söylüyor.

Bu bir örnek, bunların daha yüzlercesi var.

Son söz

Biz her ne kadar, mantık, hikmet, akıl ve pisikolojik faktörler deyip, “saklı duygular” altında bir şeyler arasak ta, örtünme de esas olan “Allah’ın emretmesidir.”

Biz her şeyde olduğu gibi, her şeyin bize verdiği faydayı ve hikmetlerini teşvik ve tercih ettirici faktörler olarak ele alıyor ve Asıl yapma sebebimizin “Allah emrettiği için” olması gerektiğini ifade ediyoruz.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...