HAC DÖNÜŞÜ
(Bu yazı aylık Yeni Dünya Dergisinde yayınlanmıştır.)
Kur’an’da dokuz yerde geçen Hac kelimesi, ziyaret anlamındadır. Bir yönde Dünyanın dört bir yanında yaşayan İslam Dini fertlerinin lisan olarak anlaşamasalar bile, işaretlerle birbirlerini tanıyıp, kucaklayıp bir araya gelmesine sebep teşkil etmektedir.
Evrende büyüklüğü bir “nokta kadar” olan dünyamızdan, sınırsızlığa ve sonsuzluğa açılabilecek kapılardan biri; hiç şüphesiz, insanı teslimiyete davet eden, dolayısıyla huzura, saadete erdiren İslamın beş şartından biri olan Hac’dır.
Geçtiğimiz aylardaki yazılarda, özellikle Hacc’ın bilinmeyen yönlerini anlatmaya çalışmış, teknik yönlerini ise usta kalemlerin eserlerinden yansıtmıştık gücümüz yettiğince...
Şöyle bir hatırlayalım;
Hacc’ın maddi olanı, zahire dönük, yani kişinin ruhuna hitap eden yönü, günahlardan arınma operasyonuydu. Aslında, İslamın şartlarından birini yerine getirmek, günahlardan arın
mak amacına matuftur.
Resulullah Efendimiz;
“Arafat’tan dönüp de, acaba benim günahlarım af oldu mu diyen kişi en büyük günahkardır.” sözleriyle çok açık bir şekilde konuyu netleştirmiştir.
Halk arasında yanlış bir algılama mevcuttur “üzerinde kul hakkı bulunan kimsenin günahları af olmaz” diye..
Şayet bir kimse, üzerinde kul hakkı olup da Hacc’a gitmiş ve Arafat’ta vakfe anında bulunmuş ise, günahları affolur, kesinlikle bu ayrıntıyı kabul etmemiz gerekiyor. Aksi düşünce, ruh bedenimizi serapa negatifle doldurmaya yeter de artar bile...
Bir başka yön ise, bilemediğimiz, beş duyu ile algılayamadığımız bir şekilde, Kabe’de insanın düşüncelerinden dahi mesul olması idi. Bu olağanüstü olgu, Hacc’ın çok enteresan şartlarından biridir.
Tahakkuk, İnsanın kuvvede mevcut olan özellikleri, bir manada düşünceleridir. Tasarruf ise, olgunun kuvveden fiile çıkma halidir.
Ve İslam, insanı, düşüncelerden mesul tutmaz.
Ancak Tahakkukun ve Tasarrufun aynı anda devreye girdiği bir mekan Kabe..
Allah’ın Resulü, “Kabe’de düşüncelerinizden bile mesulsünüz” diyerek farklı bir noktaya temas etmekte...
İster menfi, ister müsbet olsun düşüncelerimizden dahi mesul olunan, hem de artış katsayısı yüz bin olan bir yer.
Arafat’ın arınma merkezi olduğunu ve “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” (nefsini bilen Rabbini bilir) sırrına işaret ettiğini vurguladıktan sonra, şeytan taşlama eylemiyle, öz benlik davranışları ile alakalı olmayan huy, karakter, alışkanlıklar ve duyguların karışımı bir benliğin, yani izafi bir benliğin, “gerçek manada insan” kavramında yerinin olmadığı hissetmiş, en azından bilmiştik.
Peygamberimizin şefaatine nail olabilme şartının Medine’de, Mescid-i Nebevi’de hiçbir vakti kaçırılmadan kılınabilecek kırk vakit namazın, sekiz gün süresince eda edilebilmekle mümkün olduğunu idrak etmiştik.
Ve artık misyon olarak kabul edemeyeceğimiz bir şekilde Hacı olduk. Umulur ki, Haccımız Allah katında “Haccı Mebrur” niteliğinde olsun. Zira, Haccı Mebrur’un işareti, Hac dönüşü yaşam yönünün ölüm ötesi değerler ve gerçekler istikametindedir. Çünki, ebediyyen Cehennemde kalanlardan olabilmemiz “Hacc’a gitmemize” rağmen mümkün...Nasıl mı?..
Türkiye genelinde yayımlanan Nokta dergisinin 24-30 Kasım 1996 tarihli sayısında, ilginç bir haber gözüme ilişti.
Dergiye kapak konusu olan ve Nedret Ersanel-Gül Demirbaş imzalı yazıda özetle şöyle deniyordu:
“Hac, İslamın beş şartından biri, Zilhicce ayının dokuzuncu gününün öğle vaktinden, onuncu günü tan yerinin ağarmasından biraz öncesine kadar Mekke kentinin Arafat adlı yerinde bulunmak ve oradan dönerken Kabe’nin çevresini yedi kez dolanmak yoluyla yerine getirilen ibadettir.”
Rüstem Aşkın, Hasan Herken, Sıtkı Kırca ve Metin Turan’dan oluşan bir grup bilim adamı, Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nin Eylül ayında düzenlediği 32.Psikiyatri Kongresine sunmak üzere ilginç bir tebliğ hazırladılar. Bu ciddi çalışmanın adı “Türk Hacılarında Rastlanılan Ruhsal Sorunlar” dı.
Hedefi dinsel amaçlı ve geçici bir göç olan Hac eyleminde, Türk Hacılarının ruhsal sorunlarının yaygınlığını ölçmek için yapılan çalışmaların sonuç vermesiydi. Ancak sonuçlar olumsuzdu.
Hacılar üzerinde psikiyatrik bulguları araştırmak ise, kimsenin aklına gelmemişti. Araştırma, 1996 Hac mevsiminde Diyanet İşleri Başkanlığı Mekke Hastanesine Ruhsal sorunlar ile başvuran 103 hasta üzerinde yapılmış, tanı konulan hasta sayısı yine aynı rakamı bulmuştu. Hastaneye başvurmamış, çeşitli sağlık ocaklarında tanı konulan hasta sayısı ise 553’tür. Tanılar hastalarla bizzat yüz yüze psikiyatrik görüşmeler sonucu konmuştur.
Araştırma bulgularına göre, resmi tanı konulan 103 hastanın 51’i erkek, 52’si kadın, hastaların %98’i ilk, %5’i iki veya daha fazla gitmiş olanlardan…
Kutsal Mekke topraklarına, huzura kavuşmak üzere ilk kez giden hacılarımıza, psikiyatride Anksiyete bozukluğu adı verilen etkileri yapıyormuş. Bilinen tanımlamayla deprasyon, taşkınlık ve aşırı heyecan emareleri ile bilinen bu tanılar hastaların %75’ini oluşturuyor denilmektedir.
Ve psikiyatrik yardım için başvuran hastaların %25’inin yatırılarak tedavi görmelerini gerektirecek kadar ağır durumda olmaları araştırmaların, doktorların izlenimini doğruladığını göstermektedir.
Müsbet ilmin istatiksel tespitleri ile yoğunlaştırdığı neticeyi “Hikmet Müminin yitiğidir, onu nerede olursa bulur” hadisiyle değerlendirelim.
Bir önceki yazıda Mekke şehrinin çok Celal’li, yüksek frekansta bir enerjiye sahip olduğunu belirtmiştik. Normal düzeydeki bir beyni allak bullak edebilecek bu enerji, doğuştan yüksek yönlü açılımlarla programlanmış bir beynin pozitiviyetini artırdığı gibi, menfi açılımlara sahip bir yapıyı da maalesef menfi doğrultuda etkileyecektir.
Aslında, normal konuma sahip her beyin, sözkonusu yüksek enerji nedeniyle allak bullak olmaktadır. Bu olay, teknik bir misalle, Jüpiter’in fotoğraflarını çekmek için yaklaşan bir uydu aracının, oradaki yüksek enerji potansiyeli ile cihazlarının arızalanması ve bu yüzden yeterli bilgi ve dökümanları elde edemeden gezegenin manyetik alanından ayrılışı gibidir.
Resulullah Efendimiz, bakın bir başka hadisinde ne diyor;
“Mekke, kalma ve oturma yeri değildir. Hac ibadetini yerine getirdikten sonra Mekke’de kalma süresi üç gecedir.”
İslam tarihini tetkik edenler, Hazreti Muhammed’in Nebiliğinden önce, bu kentteki yaşam biçimini çok iyi hatırlar. Efendimizin doğumundan elli gün önce meydana gelen “Fil hadisesi” nden tutun, Kabe’nin kabileler tarafından paylaşılamaması, İslam’da farz kılınan tesettür emrini oluşturan cinsel tacizlerin, hayvansal davranışların, kadını bir eşya gibi kabul eden, kız çocuklarının varlığını, şeref, haysiyet ve onur kırıcı bir hal olarak gören toplumun davranış biçimleri, maalesef programlarındaki menfi konumun yanı sıra, volümlerin bu yönde artmasına sebep olan Mekke şehrinin, ısrarla üzerinde durduğumuz yüksek enerji potansiyeli ile alakalıdır.
Üstün, tartışmasız yönleri ile konuya vakıf olan Resulullah Efendimizin kendisi ile bağlantısı olmadığı halde, ümmetini Medine’ye hicrete sevk eden sebeplerden birisiydi anlatılanlar...
Akla şöyle bir soru geliyor.. Mademki böyle bir sorun var, insanın yapısında algılayamadığımız bir şekilde, tahribat meydana geliyor. Şu halde Hacc’a gitmenin faydası nedir?
Cevabını şu şekilde verebiliriz; Bütün bunlara rağmen ölümötesi yaşama sıfır günahla gidebilme şansının yakalanması.. Örneğin Hacı olarak kutsal topraklarda öldünüz, sıfır günahla ölümötesi yaşama devam edersiniz, veya kırk yaşında Hacc’a gittiniz, imanınız vesilesiyle sıfır günaha ulaştınız. Cenabı Hak, size altmış yıllık bir ömür biçmişse yirmi yıllık bir günah ile baş başa kalırsınız..
Önemli olan, mevcut oluşlar nedeniyle Hacc dönüşü İslami şuurla, mantık ölçülerinde ifrata kaçmayan yaşam şeklini ilke edinmektir. Dengesiz hareketlerde ise, nereye varabileceğimizi yukarıda açıkça belirttik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder