4/13/2010

kelimeler kavramlar

ÂBD
ÂBD Kulluğu ve köleliği ifade eden bir kelimedir. Her ikisinin de lûgat mânâsı "itaat etmek, tevazû göstermek, daha açık bir ifadeyle kişinin bir kimseye ona isyan etmeden, ondan yüz çevirmeksizin, itaati ve boyun eğmesidir." Arapça'da "abd" kelimesi değişik mânâlarda kullanılmıştır. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür:a) İbadet eden, hükümlere râzı olarak itaat eden. İslâmî ıstılâhta "abd" kelimesi genellikle bu
 anlamda kullanılır. "İnsanları ve cinleri ancak bana ibadet etmeleri için yarattım" (Zâriyat sûresi: 50) meâlindeki âyet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere, insanın yaratılış hikmeti; sadece ve sadece kulluktur. Hz. Âdem (as)'den Hz. Muhammed, (sav)'e kadar bütün peygamberler insanları Allah (cc)'a kulluğa dâvet etmişlerdir. Nitekim "Andolsun ki, biz her kavme: `Allah'a ibadet edin, tâgût'a kulluk etmekten kaçının' diye (tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir." (Nahl sûresi: 38.) âyet-i kerimesi, insanların "Abd olma-kulluk" hususunda istisnasız uyarıldıklarını belirtmektedir. Dolayısıyla Allah (cc)'a kul olma hususunda tebliğe muhatab olmamış tek bir kavim gösterilemez. Şimdi "Allah'a ibadet etmek" ve "tâgûta kulluktan kaçınmak" kavramları üzerinde duralım. Tâgûtu şu şekilde tarif etmek mümkündür:"Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler ihdas eden (kanunlar koyan) her güç tâgûttur. Bunun insan olması, put olması, şeytan olması veya bunların dışında herhangi bir şey olması mahiyeti değiştirmez 2 Dolayısıyla insanların hayatlarını, kendi yanlarından çıkardıkları kanunlarla düzenlemeye çalışan bütün siyâsi güçler tâgûtî mahiyet arzederler. Bugün dünyada beşikten mezara kadar insanların hayatlarını, heva ve heveslerine uyarak düzenlemek iddiasında olan meclisler, konsüller, krallar, kavimlerarası (beynelkavm) kuruluşlar "tâgût" hükmündedir.3"İman edenler Allah (cc) yolunda cihad ederler, küfredenler (kâfirler) tâgût yolunda savaşırlar." (Nisa sûresi:76) âyet-i kerimesi insanın, bu iki sınıftan birine dahil olacağını beyan etmektedir. Ayrıca "Sana indirilen Kûr'ân'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik, diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâgûtun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki tâgûtu inkâr etmekle (tekfir etmekle, lânetlemekle) emrolunmuşlardır." (Nisa sûresi: 60) ayet-i kerimesi, bütün ideolojilerin inkâr edilmesini ve lânetlenmesini emretmektedir. Nitekim İbn-i Kesir bu hususta şunları kaydediyor: "Bu âyet-i kerimede Hz. Muhammed (sav)'e ve diğer peygambere iman ettiklerini söyleyip, bununla beraber ihtilaf ettikleri hususlarda çözümü için Allah (cc)'ın kitabından ve peygamberin sünnetinden ictinap edenlerin durumu haber verilmektedir. İnsanların, kendi hevâlarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin, iman iddiasını Allahû Teâla (cc) reddetmektedir."b) Köle'ye "abd" denilmesinin sebebi hem itikad, hem muâmelât ile ilgilidir. Zira Allahû Teâla (cc) istisnasız bütün insanlardan "misak" almıştır. A'râf sûresinin 172'nci ve 173'ncü âyet-i kerimelerine "misak" âyetleri denilmesinin mânâsı budur. Misak, Allah (cc) ile insan arasında tahakkuk eden bir mukaveledir. Her müminin "ne zamandan beri müslümansın?" sualine, "galu bela'dan beri" diye cevap vermesinin sebebi budur. İnsan bülug çağına erdikten sonra İslâm'ı terkeder ve mü'minlere karşı savaşırsa "emanet"e ihanet etmiş olur. Bu ihanetin tabii sonucu olarak ehliyet ârızası başlar. Kölelik, misakı inkâr edip, küfrün güçlenmesi için savaşmakla ilgili bir hâdisedir.4 Burada şu akla gelebilir: "Hür bir insan kuvvet kullanılarak (inkâr sözkonusu olmadan) köle yapılabilir mi?" buna "evet" demek imkânsızdır. Zira hürriyetin kaynağı fıtrîdir. Ehliyet sahibi olan her insan tekliflere muhataptır.5 Resûl-i Ekrem (sav)'in "Hür bir kimseyi köle edinenin hasmı (düşmanı) benim" buyurduğu bilinmektedir. Ayrıca Hz. Abdullah b. Amr'dan rivayet edilen merfuu bir hadis'te: "Üç kişi var ki Allah (cc) oların namazını kabul etmez. İstemedikleri halde kavminin başına geçen, hür bir insanı köle edinen..."6 denilmektedir. Görüldüğü gibi, hür bir kimsenin, İslâm'a karşı savaş açmadığı müddetçe köle edinilmesi mümkün değildir. (Bkz. "Hürriyet" maddesi)."Abd" ıstılâhını bu şekilde ortaya koyduktan sonra günümüze bir göz atalım. İslâm topraklarında, Allah (cc)'ın indirdiği hükümleri inkâr eden veya kabul ettiğini iddia etmekle beraber çağımıza uymaz" gerekçesi ile uygulamayan siyasi güçler iktidardadırlar. Lâ ilâhe (ilâh yoktur, putun hükmü yoktur, tâgût'u inkâr ederiz) diye haykıran ve İllâlah (yalnız Allah vardır, O'na itaat ederiz) diye tastikte bulunan mü'minler "Kul" olma şuurunu ayakta tutmak zorundadırlar. Aksi takdirde "tâgût'a kulluktan kaçınmış" olamazlar.·"Her kavme Allah'a ibadet edin ve tâgût'a kulluktan kaçının diye (tebligat yapması için) peygamberler göndermişizdir." (Nahl sûresi: 36) meâlindeki âyet-i kerime iyi tefekkür edilmelidir.


KAYNAKLAR


(1) Ebû'1-Âla Mevdûdî, Kur'ân'a göre Dört Terim, İst. 1981, (4. bsm.) sh. 89. (Burada İbn-i Faris'in Makayisu'l Luga; İbn-i Side'nin el-Muhassıs ve İbn-i Manzur'un Lisanu'I-Arcıh isimli kıymetli eserlerinden "abd" kelimesinin mânalan nakledilmektedir.)


(2)Muhammed İbn-i Ceri et-Taberi, Camiu'I Beyan fi Tefsiri'I Kur'ân, Mısır,1324, c. III, sh.13 vd.


(3)Hüsnü Aktaş, Medeni Vah,set, Ank.1981,(3. bsm.) sh.141.


(4)İbn-i Abidin, Reddü'I-Muhtar ale'd-Dürri'I Muhtar, İstanbul 1983, c. IX, sh.111. Aynca Molla Hüsrev, Düreri'l-Hükkâm, İstanbul 1307, c. II, sh.6.


(5)İmam-ı Serahsî, Temhidü'l-Füsûl, Beynıt 1393, c. II, sh.332.


(6)Ebû Abdullah Muhammed b. Yezid İbn-i Mace, Sünenu İbn-i Mace, M. Fuad Abdülbaki Neşri,1954 baskısından ofset, İst.1981, Çağrı Yayını, c. I, sh. 311, Hd. No: 970.


(7)İbn-i Hümam, Fethû'I-Kadir, Beyrut 1316, c. III, sh.355 vd.




ADÂLET






ADÂLET İnsan-eşya ilişkilerini, insanların birbirleriyle olan münasebetlerini ve insanın devletle olan alâkasını, Allah (cc)'m indirdiği hükümlere göre düzenlemeye "adâlet" denir. Bu bir anlamda, Allahû Teâla (cc)'nın emrini, emrettiği şekilde yerine getirmektir. Zıddı, zulüm ve haddi aşmaktır.(1) Lûgatlarda hakkaniyet, doğruluk(2) ve müsavat(3) gibi mefhumlarla açıklanmaya çalışılmıştır. Ayrıca "kötülükten arınmış vicdanın ifrat-tefritten uzak olarak itidal çizgisinde gördüğü her nevi meşrû (şer'i) hareket mânâsına da kullanılır.(4) Hanefi fukahası; Allah (cc)'m indirdiği hükümlerle hükmedilen, mü'minlerin bey'atla gayrimüslimlerin "zimmet akdi" ile güvenliğe kavuştukları beldelere dâru'l-İslâm dedikleri gibi, dâru'l-adl de demişlerdir.(5) Çünkü İslâm dini, Allah (cc)'ın indirdiği ile hükmetmektir ki, esasen "adâlet" budur. Usûl-i hadis kitaplarında râvide aranan şartlar zikredilirken "adâlet" mefhumu üzerinde durulur. İbn-i Hacer "adl ve âdilden murad, takva ve mürüvvete bağlanmayı sağlayacak bir melekesi olan kimsedir. Takva ise, şirk, fısk ve bid'at gibi kötü işlerden sakınmaktır" demektedir.(6) İmam-ı Şafü (rha) "adâlet, Allahû Teâla (cc)'nın emrine uygun şekilde amelde bulunmaktır"(7) hükmünü zikretmektedir.Bütün bu izahlardan sonra şunu belirtmekte fayda vardır: Kur'ân-ı Kerim'de; tâgûtun huzurunda muhakeme olmak ve tağuttan adâlet istemek haram kılınmıştır. Çünkü tâgûtlar, Allah (cc)'ın indirdiği hükümlerle değil, kendi hevâ ve heveslerinden kaynaklanan kanunlarla hükmederler. Bu ise adâlet değil, zulümdür. İslâm topraklarında "adâlet" mefhumu korkunç değişikliğe uğramıştır. Tâgûtî iktidarlar, kendi kanunlarını "adâlet" ıstılâhının kullanarak kitlelere kabul ettirme gayretindedirler. Dolayısıyla zulüm, adâlet olarak sunulmaktadır. Müslümanlar "adâlet" ve "zulüm" kavramlarının mahiyetini kavradıkları zaman, gerçek bir inkılâb ortaya çıkar.


KAYNAKLAR


(1) Abduflah Yeğin, Yeni Lugat, İst.1975, sh. 5.


(2) İslâm Ansiklopedisi, İst.1978, c. I, sh.141.


(3) Mevlüd San, el-Mevârid, sh. 6 (Adâlet Md.)


(4) Ahmet Rifat, Tasvir-i Ahlâk, sh. 21-22.


(5) Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki İslâmiyye ve Istılâhatı Fıkhiyye Kamusu, İst.1976, c. III, sh. 512. Mad. 526/1.


(6) İbn-i Hacer Askalani, Nuhbetu'l Fiker Şerhi, Ank 1971, sh. 34. (7) İmam-ı Şafü, er-Risale, Kalıire, 1979 (2. bsm.) sh. 25, madde:7l.




ADEM


ÂDEM İlk insan ve ilk peygambere ait isimdir. Allahû Teâla (cc)'nın kendisine indirdiği on suhüfla, ilk şer'î devleti kurmuştur. Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey insanlar biz sizi bir erkekle, bir dişiden yarattık."(ı) buyurmaktadır. Bu âyet-i kerimedeki erkekten murad Hz. Âdem'dir.(2) Aynca "İnsanlar tek bir ümmet idi" âyeti kerimesiyle ilk devletin İslâm devleti olduğu beyan edilmiştir.(3) Zira ümmet, bir imama bağlanan toplumu ifade eden eli'timam (uymak) kökünden gelir. Hz. Âdem (as) ve çocuklarının ilk ümmeti teşkil ettikleri sabittir.Âdem kelimesi Arapça değildir. Ademeh kökünden geldiğini kabul edenler, derinin iç yüzü mâziâsına geldiğini söylemişlerdir. "Âdem" kelimesinin edim'den geldiğini esas alan lûgat âlimleri, rengi sebebiyle bu şekilde isimlendirildiği kanaatindedirler.(4) Edim Türkçe'de "Sahtiyan" karşılığıdır, bu da boyanmış deri mânâsına gelir. Âdem'in bu ismi almasının sebet;i, deriye benzeyen topraktan yaratıldığı içindir. Âdemoğlunun renklerinin muhtelif olması konusunda Resûl-i Ekrem (sav)'in izahı şöyledir: "Allahû Teâla (cc) Âdem'i yeryüzünün her tarafından aldığı bir tutam topraktan yaratmıştır. Bu sebeple alınan o toprak ölçüsünde, bir kısmı beyaz, bir kısmı siyah, bir kısmı kırmızı, bir kısmı sarı, bir kısmı da bunlar arasındaki renklerdedir. Bir kısmı yumuşak, bir kısmı kötü, bir kısmı temiz ve hoş olarak dünyaya gelmiştir."(5)Allahû Teâla (cc), Hz. Âdem ve onun nesli olan bütün insanlardan "misak" almıştır. Bu bir anlamda, Allah (cc) ile insanlar arasında tahakkuk eden mukaveledir. Kur'ân-ı Kerim'de:"Hani Rabbin Âdemoğullarından (insanlardan) onların sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefislerine şâhid tutmuş: `Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' demişti. Onlar da: `Evet, (Rabbimizsin) şâhid olduk!' demişti. (İşte bu şahidlendirme) kıyamet günü: `Bizim bundan haberimiz yoktu' dememeniz içindir."(6) buyurulmaktadır. İşte, Allah (cc) ile insanlar arasında tahakkuk eden bu mukavele sonucu insanlara hürriyet, mülkiyet, akıl ve diğer nimetler bahşedilmiştir.(7) İslâm hukukundaki umumi kaidelerden birisi de: "İnsan için asıl olan hürriyettir"(8) şeklinde ifade edilmiştir. Çünkü "misak" hürriyetin teminatıdır. Eğer İslâm'a karşı savaşırsa, Allah (cc) ile olan mukavelesini bozduğu için kölelik ortaya çıkar.(9) Her insanm doğuştan zimmetinin (mukavelesinin) bulunması, lehlerindeki ve aleyhlerindeki haklara sahip olmada eşitliği gerektirir. Resûl-i Ekrem (sav)'in "Hiçbir çocuk yoktur ki, İslâm fıtratı üzerine doğmuş olmasın. Sonra onu annesi ve babası, ya yahudileştirir, ya hıristiyanlaştırır, ya mecûsileştirir, ya müşrik yapar. Nihayet o çocuk bunu dili ile açıklar; ya şükredenlerden ya küfredenlerden olur." (10) buyurduğu sabittir. Muharref Tevrat ve İncil'de de, Hz. Âdem ile ilgili bilgiler mevcuttur. (11) Dolayısıyla ilk insanın Hz. Âdem (as) olduğunu kabul etmeyen kimse müslüman olamadığı gibi, hıristiyan ve yahudi de olamaz. Bu noktada başta Darwin nazariyesi olmak üzere değişik ideolojilere inananlar, "Dehriyyûn" hükmündedirler. Dehrîler, bütün peygamberleri ve kitapları inkâr ettikleri için kâfirdirler.(12) Çünkü peygamberleri inkâr etmek, onları vazifelendireni de, (Mürsil'i) inkâr etmeyi beraberinde getirir. Brahmanistler de, peygamberlik müessesesini kabul etmedikleri için Hz. Âdem (as)'i inkâr ederler, bu sebeple kâfir hükmündedirler. (13) ·Resûl-i Ekrem (sav)'in Veda Hutbesi'inde: "Ey İnsanlar! Hepiniz Âdem'in çocuklarısınız. Âdem ise topraktan yaratılmıştır." (14) buyurduğu hadis mecmualarında kayıtlıdır. Bu noktada, bütüri insanlar eşit olduğu için kavmiyet gururuna kapılmaları mümkün değildir. Eğer kapılırlarsa kitap, sünnet ve sahabe-i kirâm'ın icmaı ile sabit olan bir gerçeği inkâr etmiş olurlar. Kur'ân-ı Kerim'de "Andolsun ki, biz Âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır. Onlara karada, denizde taşıyacak vasıtalar verdik. Onlara güzel güzel rızıklar verdik, onları yarattığımızın bir çoğundan cidden üstün kıldık"(15) buyurulmaktadır. Müfessirler insanoğlunun izzet ve şeref sahibi olduğunun bu âyetle sabit olduğunu, dolayısıyla onun bu vasfını hakir görmenin haramlığı üzerinde dururlar.(16) Türkiye'de orta öğretim sıralarında "İnsanın maymundan geldiği teorisi" halen tekrarlanmaktadır. Bu başta Hz. Âdem (as) olmak üzere, bütün insanlara yapılan en büyük hakarettir. Çünkü insanlar, yeryüzünde Allah (cc)'ın halifesi hükmündedirler; emanet'i yüklenerek bu şerefe haiz olmuşlardır.


KAYNAKLAR


(1) Hucurat Sûresi, 13. (HBÇ Meâli, İst., 1959, c. II, sh. 949.


(2) İmam Kurtubi, el-Caınü 1i Ahkâmul Kur'an, Kahire, 1967, c. XVI, sh. 340, Hz. Âdem ile ilgili âyetler: Bakara Sûresi: 31, 33, 34, 35, 37; Â1-i İmran Sûresi: 33, 59; Maide Sûresi: 27; Âraf Sûresi: 11, 12, 19, 26, 27, 31, 35, 172; İsra Sûresi: 61; Secde Sûresi: 26, 33; Rahman Sûresi:14.


(3) Bakara sûresi: 213. (HBÇ' Meâli, c. I, sh. 57).


(4) Mehmed Vehbi Efendi, Hülasatü'l Beyan fi Tef'siri'I Kur'ân, İst.1966, c. I, sh. 364.


(5) İmam Burhanüddin ez-Zernuci, Ta'limü'I Mütealim, İst. 1980, sh. 2; ayrıca Hicret Gazetesi 22 Ekim 1979, Sayı 6, sh. 9.


(6) İmam Burhanüddin ez-Zernuci, a.g.e., sh. 2.


(7) A'râf sûresi:172.


(8) Molla Hüsrev, Mir'at el Usul fi Şerhi Mirkat el Vüsdl, İst.1307, c. I, sh. 591.


(9) İbn-i Hümam, Fethu'l Kadir, Beyrut: 1316, c. IV, sh. 417; aynca İmam-ı Kasani, el-Bedai, c. VI. sh. 196.


(10) Sava Paşa, İslâm Hukuku Nazariyatı Hakkında bir Eıüd, Ank.1956, c. II, sh. 339.


(11) Zebidî, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi ı,e Şerhi, Ank.1976 (4. bs c. IV, sh. 529, Had. No: 644; ayrıca Sahiiı-i Müslim, K.Kader, c. IX, sh.6854, Had. No.2658.


(12)Tekvin, bab:l, cümle:27, bab:2, cümle:21-23, bab:9, cümle:1-617.


(13)Gazzalî, Faysalu't Tefrika Beynel İslâm ve'z Zındıka, Mısr,1319, sh.27 vd.


(14)Ali b. Muhammed Kari el-Hirevi, Şerhu',s ,Sifa, İst.1309, c.II, sh.515.


(15)İsra sûresi: 70


(16)Ebu'1 Bereket en-Nesefi, Medarikü'l Tenzil, c. II, sh.322
AHD


AHD Lûgatta "bir şeyi korumak, hâlden hâle onu muhafaza etmek, vasiyet etmek ve ısmarlamak" gibi mânâlara gelir.(!) İslâmî ıstılâhta ahd-ü misak denilince, ruhlar âleminde Allahû Teâla (cc) ile insanlar arasında tahakkuk eden "mukavele"· akla gelir.(2) Bu ahd-ü misak sadece müslümanlarla değil, bütün insanlarla tahakkuk etmiştir.(3) Şimdi Ahd-ü Misak âyetlerine dikkat edelim: "Hani Rabb'in Âdem oğullarından, (insanlardan) onların sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp, kendilerini nefislerine şahid tutmuş: `Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?' (demişti). Onlar da: `Evet (Rabb'imizsin) şahid olduk' demişlerdi. (işte bu şahidlendirme) kıyamet günü: `bizim bundan haberimiz yoktu' dememeniz için."(4) "Yahûd, daha evvel ancak atalarımız (Allah'a) şirk koşmuştur. Biz de onların ardından gelen (izinden ayrılmayan) bir nesiliz. Şimdi, o bâtılı kuranların işlediği (günahlar) yüzünden bizi helâk mı edeceksin? dememeniz içindir."(5) Molla Hüsrev; "Ahd-ü misak" ayetiyle ilgili olarak şunları kaydetmektedir: "Bu âyet-i kerime'de iki husus vardır: Birincisi Allahû Teâla (cc)'nın ikrarıdır, ikincisi insanların kendi nefislerine şahid tutulmasıdır. Bu "Ahd-ü Misak'ın" tabii sonucu olarak insanların yerine getirmesi gereken vazifeler ortaya çıkmıştır."(6) "Ahd-ü Misak"ın tabii sonucu insanın emaneti yüklenmesidir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de, onlar bu emaneti yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan(a gelince, o tuttu) bunu sırtına yüklendi. Çünkü o çok zulümkâr ve çok câhildir."(7) buyurulmaktadır. Müfessirler, bu âyet-i kerimede zikrolunan emanet'in, tekalif-i ilâhiyye'nin cümlesi (ilâhi tekliflerin tamamı) olduğu hususunda müttefiktirler.(8) Usul-i Fıkıh'ta emanet; Allahû Teâla (cc)'nın gerek kendi hukuku, gerekse yaratılmışların hukuku ile ilgili bütün vazifelerine verilen isimdir.(9) Hz. Enes (ra)'den rivayet edilen bir hadis-i şerif'te Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Emanete riayeti olmayanın imanı da yoktur, ahde vefası olmayanın dini de yoktur"(10) buyurduğu bilinmektedir. Elbette emanet ve ahde vefâ; ruhlar âleminde tahakkuk eden "zimmet" ile de yakından alâkalıdır. . Devletler arasındaki "Muahede" fıkıh kitaplarından geniş şekilde izah edilmiştir. Bu ferdî değil, siyasî bir hadisedir.Umumi kaidelerden olan; "Kişi ikrarı ile muâheze olunur."(11) kaidesi ferdî bir hâdisedir ve ahd-e vefa ile yakından alâkalıdır. zira her söz ve taahhüd, sorumluluğu da beraberinde getirir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "...Bir de ahdi yerine getirin. Çünkü ahid (den cayanlar, riayet etmeyenler) sorumludur"(12)"Karşılıklı muahede yaptığınız vakit, Allah'ın ahdini yerine getirin. Sapasağlam ettiğiniz yeminleri bozmayın, (Nasıl olur ki) üzerinize Allah'ı kefil yapmıştınız. Şüphe yok ki, Allah ne yapacağınızı bilir"(13) buyurulmuştur. Siyasî mahiyetteki ahid (muahede-anlaşma), velâyet hukuku ile ilgilidir ve müslümanları bağlayıcıdır. İmam-ı Muhammed (rha), "Müslümanlar, müşriklerden bir kavimle anlaşsalar (ahid yapsalar), bu anlaşmadan dolayı mallarını almak müslümanlara caiz değildir. Meğer ki, gönül rızasıyla vereler. Çünkü, bu muahede sayesinde artık onların malları ve canları, tıpkı müslümanlarınki gibidir. Nasıl gönül rızasıyla vermeleri dışında, müslümanların mallarını almak caiz değilse, anlaşmalı müşriklerin mallarını almak ihanet ve ahde vefasızlıktır. Halbuki Rasûlüllah (sav) "Ahidlere vefalı olmak gerekir, gadretmek câiz değildir" buyuruyor" hükmünü zikrederler.(14) Ahde vefa'nın zıddı "gadr"dır. Tâgûtlara iman eden insanlar, ruhlar aleminde verdikleri ahdi bozmuşlardır. Bu gadr, en büyük zulümdür. Amelî olan ahde vefâsızlık ise haramdır.


KAYNAKLAR


(1) Diyanet Gazetesi, 30 Aralık 1970, Sayı:10, sh. 3.


(2) Abdülaziz el-Buhari, Keşfü'l Esrar, İst.1308, c. IV, sh. 238.


(3) Mülla Hüsrev, Mir'at el Usûl fi ,rerhü Mirkat el Vüsûl. ist.1307, c. I, sh.591.


(4) A'râf sûresi: 172, (HBÇ Meali, İst. 1959, c. I, sh.245.


(5) A'raf sûresi:173.


(6) Molla Hüsrev, a.g.e., c. I, sh. 591.


(7) Ahzab sûresi: 72.


(8) Mecnıuaıu't-Tefiısir, İst. 1979, c. V, sh. 142-143 (Haazin, İbn-i Abbas, Nesefî ve Kadi Beyzavi'nin "emanet" ile ilgili tefsirleri).


(9) Molla Hüsrev, a.g.e., c. I, sh. 591.


(10) Beyhakî, es-Sünenû'I Kübra, Beyrut, ty. c. IX, sh. 231.


(11) Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılâlıat-ı Fıkhiyye Kamusu, İst.1976, c. I, sh. 281. Mad. 79. Ayrıca, Ali Himmet Berki, Açıklamalı Mecelle, İst.1979 (2. bsk.) sh. 26.


(12) İsrâ sûresi: 34.


(13) Nahl sûresi: 91.


(14) İmam-ı Muhammed, Siyer-i Kebir (İslam Devletler Hukuku), İst.1980, sh.148.
AFV - İSTİĞFAR


AFV-İSTİĞFAR Arapça bir kelime olup, "Bir şeyin eserini gidermek, ortadan kaldırmak" manâsına gelir.(1) Afv kelimesi ile birlikte mütalaa edilmesi gereken bir ıstılâh da "istiğfar"dır. Bunu şu şekilde tarif etmek mümkündür. "Bir kimsenin Allahû Teâla (cc)'dan günahlarının bağışlanmasını istemesine istiğfar denir." Bu kelime ga-fe-re aslından gelir. Bir işi düzeltmek mânâsınadır. Aynı zamanda örtmek, bir nesneyi zarf içerisine koymak mânâlarını da içine alır. Esma-i Hüsna'dan birisi de "Gaffar"dır. Gaffar, "kullarının ayıplarını örtüp, günahlarını ve hatalarını bağışlayan" demektir.Allahû Teâla (cc)'nın emirlerine aykırı olarak yapılan her iş "günah"tır. Günah kelimesi Farsça'dır. Arapça'da lemen, seyyie, zenb ve kebire günah mânâsındadır. Arapça mütehassısları lemen ve seyyieyi küçük günah, zünûb ve kebair'i büyük günah olarak tarif etmişlerdir. Kur'ân-ı Kerim'de: "Eğer yasak edildiğiniz büyük (günah)lardan kaçınırsanız, sizin öbür kabahatlerinizi örteriz"(2) buyurulmuştur. Bu âyet-i kerimede büyük günah kebair, kabahatler de seyyie olarak alınmıştır.(3)Resûl-i Ekrem (sav)'in "Allahû Teâla (cc) affeden bir kulun, izzetini ve şerefini artırır"(4) buyurduğu bilinmektedir. Mü'minlerin birbirlerine karşı şefkatli olmaları zarûridir "Hukuku'1 ibad" diye isimlendirilen "kul hukuku" ancak karşılıklı rıza ve helâlleşme ile giderilebilir. Ayrıca "Her kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah (cc)'da, kıyamet gününde onun ayıplarını örter"(5) hadis-i şerifi; mü'minlerin birbirlerini afvetmelerinin lüzümuna işaret etmektedir.Allahû Teâla (cc)'nın emirlerini, nefsine uymak ve tembellik sebebiyle yerine getiremeyen her insan, "tevbe ve istiğfar" etmek durumundadır. Bunun neticesi, o fiilin tesiri ortadan kalkarsa, afvedilmiş olur. Ancak kat'i olarak bilinemiyeceği için mü'minler "ümid" ile "korku" arasında yaşamaya gayret ederler.Müslüman, Allahû Teâla (cc)'nın emirlerine teslim olan mânâsınadır. Allahû Teâla (cc)'nın dininin düşmanlarını kendine dost bilmez ve onlardan afv dilemez. Bilhassa küfür ahkâmının galip olduğu beldelerde, bu hususa azami dikkat gerekir.


KAYNAKLAR


(1) İbn-i Manzur, Lisanu'l Arab, Cevherî, es-Sıhah ve el-Müncid.


(2) Nisâ Sûresi: 31.


(3) İbn-i Kesir, Tefsiru'I Kur'ânil Azim, Beyrut, 1969. D. Ma'rife Yay. c. I, sh. 481.


(4) İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. II, sh. 386.


(5) Sünen-i İbni Mace, İst.1401, c. II, sh. 850, Hd.No:2547.
AHLÂK


AHLÂK İnsanların toplum içerisindeki davranışlarını ve birbirleriyle ilişkilerini düzenlemek gayesiyle ortaya konulan hükümlere ahlâk denilir. Dünyadaki bütün sistemlerin ve rejimlerin temelinde, ferdî ve toplumsal ahlâk anlayışını görmek mümkündür. Ahlâk kuralları, herhangi bir insanın toplumun diğer ferdlerine karşı vazifelerini gündeme getirir. Tarih boyunca; üzerinde en çok durulan konulardan birisi de ahlâk felsefesidir. Şimdi "ahlâk nedir?" sualine cevap arayalım.Ahlâk kelimesi Arapça olup, huy mânâsına gelen hulk (veya hulûk) kelimesinin çoğuludur. Hulk; din, tabiat ve seciye mânâlarına gelir. Nefs diye adlandırılan manevî ve bâtınî özellikleri de ifade eder. (1) Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de, Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: "Şüphesiz ki sen, yüce bir ahlâk (hulûkul aziym) üzere bulunmaktasın."(2) hükmü beyan buyurulmuştur.Ahlâkın çeşitli tarifleri vardır. İslâm âlimleri arasında yaygın olan tarifi şudur: "Ahlâk nefiste yerleşen bir melekedir ki, fiil ve davranışlar fikri bir zorlamaya ihtiyaç olmadan, bu meleke sayesinde kolaylıkla ortaya çıkar."(3) Ahmet Rıfat; tarifte geçen "nefıste yerleşen meleke" kısmını izah ederken: "Kâtibin birşey yazarken harf harf düşünmediği, saz çalan kimsenin çaldığı sazın ahengini nağme nağme düşünmediği gibi, ahlâki fıilin de, kendiliğinden meydana gelmesi icab eder."(4) demiştir. Dolayısıyla ahlâkın mühim bir özelliği, insan tabiatına iyice yerleşmiş olmasıdır.İslâmî ahlâkın temelinde vahiy vardır. Kur'ân-ı Kerim'deki her emir ve nehiy, bir vazifeyi gündeme getirir. Dolayısıyla İslâmî ahlâkı bir "vazife ahlâkı" olarak nitelemek mümkündür. Bunun dışında bütün fiillerin, salih bir niyet ve ihlasla edâ edilmesi esastır. Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Muhakkak ki, ameller niyetlere göredir."(5) buyurduğu bilinmektedir. Mesele bu açıdan ele alındığı zaman, İslâm ahlâkının diğer bir unsurun da niyet ve ihlâs olduğu kavranır.İslâm dinindeki iman ve ibadet esaslarıyla ahlâki emirleri, kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in nasıl bir ahlâka sahip olduğunu soran Hz. Urve b. Hişam a, Hz. Aişe (r.anha) validemiz şöyle cevap vermiştir: "Resûl-i Ekrem (sav)'in ahlâkı Kur'ân'dan ibaretti."(6) İnsanların toplum içerisindeki davranışları ve birbirleriyle münasebetleri hususunda, muhtaç olduğu ilimleri öğrenmeleri "farz-ı ayn" hükmündedir. İbn-i Abidin: "Kulun dinini icrâsı , Allah için amelinin ihlâsı ve kullan ile muaşereti hususunda muhtaç olduğu ilmi öğrenmesi İslâm'ın farzlarındandır."(7) diyerek, buna işaret etmiştir. Tahkiki mânâda iman etmiş olan bir mü'min, gerek Allahû Teâla (cc)'nın hukukuna, gerek insanların hukukuna, hassasiyetle riayet eder. Resûl-i Ekrem (sav): "Mü'minlerin iman yönünden en mükemmel olanı ahlâkı en güzel olanıdır."(8) buyurmuştur. İman ile ahlâkı birbirinden ayırmak mümkün değildir.Ahlâk ile birlikte ele alınması gereken bir kavram da edebdir. Edeb lafzı, edb kelimesinin ismidir. Edb ise, insanlar. ziyafete davet etmek mânâsınadır. Bu itibarla edeb, insanların davet olunduğu bütün hayır, fazilet ve mekârim-i ahlâkı içine alır. Seyyid Şerif Cürcani: "Edeb ma'ruftan ibarettir. İnsanı her türlü hata ve fenalıktan koruyan bir melekedir."(9) tarifini esas almıştır. Kamus mütercimi Asım Efendi ise, edeb maddesinde şunları zikreder. Edeb; nezâket, incelik ve usluluktur. İnsanlara karşı sözü ve hareketi ile yumuşak bir muamele ve güzel bir tavır üzere olmaktır. Bütün hatalı davranışlardan kendisiyle korunulan şeyleri bilmektir. Kişinin benliğinde (tabiatında, seciyesinde) yerleşmiş bir meleke olup; ona sahip olanları, kötülenmeyi ve ayıplanmayı gerektirecek şeylerden korur. Âriflerin deyimi ile edeb `Dinin tesbit ve tayin ettiği ahlâkî sınırları korumak ve saygı gösterilmesi gereken yola girmektir.' Bu ise insanın gönlünde yer etmiş olan güzel ahlâktan ibarettir. İnsanı hakka götüren yolların hepsi edebtir. Fıkıh âlimlerine göre; Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetine dayanan hareketler mânâsına gelir."Şair Mevlâna Celâleddün-i Rûmi: "İnsanın edebten nasibi yoksa, o insan değildir. İnsanla hayvanı birbirinden ayıran en bâriz fark edebtir. Kur'ân-ı Kerim'i iyice tetkik edersen, bütün âyetlerin mânâsının edeb olduğunrı görürsün" diyerek, edebin önemini veciz bir şekilde ortaya koymuştur.İnsanların toplum içerisindeki davranışlarını ve birbirleriyle münasebetlerini düzenlemek gayesiyle konulan hükümleri, tekrar gözden geçirmeliyiz!.. Bu hükümleri kim ve hangi yetkiye dayanarak koymuştur? Eğer tâgûtî güçlerin koyduğu veya çevre kültürünün getirdiği hükümlere göre insanlarla ilişkilerimizi düzenliyorsak, bu düpedüz ahlâksızlık ve edepsizliktir. İslâm dininin tesbit ve tayin ettiği ahlâki hükümlere göre ilişkilerimizi sürdürüyorsak, ruhlar âleminde verdiğimiz misak'a sadakat gösteriyoruz demektir. Gerek nefsimize, gerek ailemize ve gerek içinde yaşadığımız cemiyete karşı olan vazifelerimizi, İslâm'ın tayin ettiği ölçülere göre edâ etmek borcundayız. İnsanların hevâ ve heveslerinden kaynaklanan ahlâk anlayışı, başlı-başına bir faciadır ve sürekli değişir. Bu incelik asla unutulmamalıdır.


KAYNAKLAR


(1) İbn-i Manzur, Lisanû'I Araİı, Beyrut: 1355 c. XI, sh: 374 ("Hulûk" maddesi)


(2) Kalem Sûresi: 4.


(3) Kâtip Çelebi, Ke,sfu'z-Zunûıı, İst. 1947, c. 1, sh. 35. Ayrıca Seyyid Şerif Cürcani, eı-Tarifat, İst. ty. Kaynak Yay., sh.101


(4) Ahmed Rifat, Tasvir-i Ahlâk (Alılîık Sözlüğü) İst. ty. Tercüman 1001 Temel Eser, sh.129.


(5) Salıih-i Buhari, İst.1401, K. İman: 41 c. I, sh.19.


(6) Sahih-i Müslim, İst. 1401, Çağrı Yay., c. 1 sh. 512-513 K.Selâit'il Müsafirin:l8, Had. No:139 (746). (7) İbn-i Abidin, Reddü'l-Muhtar, İst. 1982, Şamil Yay., c. I, sh. 40


(8) Sünen-i Ebû Davud, İst. 1401, Çağrı Yay., K. Sünne:14.


(9) Seyyid Şerif Cürcani, a.g.e., sh.15.
AKIL EMNİYETİ


AKIL EMNİYETİ Önce "akıl nedir?" sualine cevap arayalım. Arapça'da "hayvanı bağlamak ve tutmak" gibi mânâlara gelir.(1) İnsanı zararlı fiillerden alıkoymak ve imsak mânâsına gelen akıl, ıstılâhi olarak "Bilmek, anlamak, şuurlu olmak" gibi mânâlar ifade eder.(2) Çoğulu "ukûl"dür. İnsanın zarûrî ve nazarî bütün ilimleri, akıl vasıtasıyla kavradığı inkâr edilemez. Dikkat edilirse günümüzde akıl, "beyin" denilen organın bir fonksiyonu gibi mütalaa edilmektedir. Halbuki İslâm uleması aklı: "Kalpte bulunan, hak ve batılı ayırt etmede vasıta olan nurdur" şeklinde tarif etmişlerdir. Bu tarif temelde, şu âyet-i kerimeye dayanır:"Andolsun ki, biz cin ve ins'ten bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, bununla idrak edemezler. Gözleri vardır, bunlarla göremezler. Kulakları vardır, bunlarla işitemezler. Onlar dört ayaklı hayvan gibidir, hatta daha sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir."(3) Bu âyet-i kerimede geçen yefkârûne biha ibaresi, kalple alâkalıdır. Yefkârûne, ince idrak ve keskin kavrayış mânâsına gelir. "Fıkıh" kelimesi de aynı mânâdadır.(4) Kâfirlerin ve müşriklerin kalplerinin bulunduğu, fakat bununla idrak edemediklerini esas alan İslâm ûleması "akıl kalpte bulunan bir nurdur" tarifini esas almıştır. İnsanın mükellef olması, akli melekelerinin sıhhatli olmasıyla yakından alâkalıdır (5) Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey iman edenler... İçki, kumar, (tapmaya muhsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır. Onun için bunlardan kaçının ki, muradınıza eresiniz"(6) buyurulmuştur.İmam-ı Gazzalî: "Hadd-i Şürb (içki cezası) insanların aklî melekelerini muhafaza içindir. İlâhî teklife muhatab olan akıl, ancak bununla muhafaza edilebilir"(7) hükmünü zikreder. Kumar'ın, tapmaya mahsus dikili taşların (brahman'ın heykeli vs. gibi) ve fal oklarının da, insanın akli melekelerini tahrip ettiği bilinmektedir. Çünkü bunlarla şeytanın kalbe vesvese verdiği, haber-i sadık'la sabittir. Âyet-i kerimede bunların tamamı, şeytana has ameller olarak nitelendirilmektedir. Akıl, kalpte bulunan bir nur olduğuna göre, şeytan bu vasıtalarla aklı perdelemeyi esas alıyor, demektir.Sihir, kehânet, ilm-i remil ve bunun gibi fiillerin haram kılınması da, akıl emniyetiyle yakından alâlakalıdır.(8) Bu noktada biraz kehânet üzerinde durmakta fayda vardır. Kehanet, kâinatın geleceğine ait haber vermek ve esrarı (gizli sırları) bazı vasıtalarla bildiğini iddia etmektir.İdeolojik sistemlerin tamamı, gaibten haber verme, geleceğe hükmetme ve istatistiklere dayanarak gizli sırlan çözmeye çok önem verirler. Son yıllarda "Masum imam ve her sırra vâkıf mahfuz şeyh" teorileri de, ümmet arasında yayılma temayülü göstermektedir. Bütün bunlar "akıl emniyetine" vurulan darbelerdir. Ayrıca filozofların ve ideologların "aklı putlaştırdığı" gerçeğini dikkate alarak, sırf onlara muhalefet niyetiyle, aklın fonksiyonlarını iptal eden mü'minlere de rastlanmaktadır. Unutmayalım ki "ifrat" ve "tefrit"; akıl emniyetine vurulmuş en büyük kelepçedir. Unutmayalım ki, akıl zaruri bir vasıtadır. Ancak yeterli değildir; vahye daima muhtaçtır.


KAYNAKLAR


(1) İbn-i Manzur, Lisânu'1 Arab, c. XI, sh. 458.


(2) Geniş Bilgi için bkz.: İbn-i Haldûn, Şifaı'sl Sail liTezbihi'l Mesail, Ist.1957, Prof. M. Tanci neşri, sh. ıs-24..


(3) A'râf sûresi:179.


(4) Mehmed Vehbi Efendi, Hülasatü'I Beyan fi Tefsirû'! Kur'ân, İst.1968, c. V, sh.1808.


(5) Geniş bilgi için bkz.: Sava Paşa, İslâm Hukuk,iı Nazariyatı Hakkında bir Etüd, Ank.1956, c. Il, sh. 319-350. (Ehliyeti tenkis ve mes'uliyeti tahfıf eden haller izah edilirken cinnet, hafııa zaafı, küçüklük [çocukluk] ve ateh [bunama] üzerinde dunılur. Aynca sekr hâli izah edilir. Bunların tamamı akılla ilgilidir.)


(6) Maide sûresi: 90.


(7) İmam-ı Gazzalî, el-Mustasfa min İlmu'I-Usûl, Beyrut,1937, c.I, sh.287 vd.


(8) Fukaha "Haram olan ilimleri"tasnif ederken, felsefe üzerinde hassasiyetle durnıuştur. İmam-ı Gazzalî elMunkız isimli meşhur eserinde, felsefenin mahiyetini ve ılozofların küfrünü isbata gayret etmiştir. İbn-i Abidin, Reddü'I-Muhtar isimli eserinde (İst. 1982, c. I, sh. 43 vd.) bıı konu üzerindedurur. Haram olan tefekkür değildir. Tevhidi reddedip, insanlar üzerine hüküm koymak suretiyle, sistem kurmaya çalışmak ve kat'i nassların zıddını isbat için demogaji yapmaktır. Günümüzdeki ideologların yaptıklan da budur. Tefekkür ile kanştınlmamalıdır.
ANAYASA


ANAYASA Bir cemiyetin siyasî, iktisadî, ictimaî çerçevesini ve iskeletini teşkil eden yazılı-yazısız bütün hukukî ilkelerine "anayasa adı verilir. (1) Anayasa kavramı Türkçe'de "esas teşkilât kanunu" ve Arapça'da "düstur" kelimeleri ile karşılanmıştır. Osmanlı döneminde "Kanun-i Esasi" tabiri revaçtadır. Cumhuriyet döneminde ise anayasa kavramı kitlelere malolmuştur.İslâm toplumlarında (dârû'1 İslâm'da) arasında bir sözleşme niteliği taşıyan yazılı hukuka pek itibar olunmamıştır. Zira insanların birbirleri üzerine hüküm koymaları esas alınmıştır. Aralarındaki münasebetlerin sınırlarını İslâm dini tayin eder. Nitekim: "Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir."(2) âyet-i kerimesi, hükmeden ve hükme muhatap olan insanlara ortak bir ölçüyü belirlemiştir. Hüküm sahipleri (iktidarlar) şeriatı esas almakla vazifelidirler. İbn-i Abbas (ra) bu âyet-i kerimenin tefsirinde: "Her kim Kur'ân-ı Kerim'i red ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sözünü inkâr ederek, Allah (cc)'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, kâfir olacağı sabittir." buyurmaktadır.(3) Âyet-i kerimenin yahudilerle ilgili olarak nazil olması, hükmünün umumi olmasına mani değildir.Anayasalar "otorite" ve "hürriyet" arasındaki dengeleri ortaya koyarlar. Yazılı anayasaların batılı toplumlarda sınıfların uzlaşmasını sağlayan bir âmil olduğu gerçeği gizlenemez. Batı toplumlarında, sanayi devriminden sonra, sınıflar arasındaki mücadele kanlı savaşlara dönüşmüştür. Zira bütün sanayi toplumları; ideolojik temelleri farklı bile olsa, üç özellikte, ortak bir yapıya sahiptirler: Birincisi: İş bölümü kaçınılmaz hale gelmiştir. İkincisi: Ferdler arasında itibar ve kudrete dayanan bir enginlik hiyerarşisi ortaya çıkmıştır. Üçüncüsü: Toplumun içinde oluşan ve menfaatleri birbirleriyle çatışan sosyal sınıfların sayısı artmıştır (4) İşte batı'daki anayasa hareketleri genel anlamda "Sınıflar arasında, bunların güçlerine göre, bir denge kurmaya yarar."(5) Osmanlı devleti'nde 1870'li yıllarda hızlanan kanun-i esasi (anayasa) tartışmaları, Büyük Fransız İhtilâli'nin etkisinde kalan aydınların meselesi olmuştur. Tabiî bu gizli tartışmaları Giampietri ve İbrahim Şinasi tarafından yönetilen "İttifak-ı Hamiyyet" isimli tedhiş örgütünün gündeme getirdiği gizlenemez (6) 7 Mart 1867 tarihinde, Sahib-i Saltanat Abdülaziz'e bir ültimatom veren Jön Türkler; kanun-i esasi ile her şeyin çözülüvereceği hayalindedirler.(7) Birinci Meşrutiyet'i 1876 yılında ilân edildiği 1877'nin başında kanun-i esasi çerçevesinde ilk Meclis-i Mebûsan'ın toplandığı ve kısa bir süre içinde gayrimüslim ve müslim gibi ayırımları reddettikleri dikkate alınırsa, mesele daha net kavranır. Çünkü kanun-i esasi isteği İngiltere'den gelmiştir ve Midhat Paşa İngilizlerin en büyük ümididir.(8) İhtilâl sözleşmesi olan (7 Kasım 1982 tarihinde kabul edilen) Türkiye Cumhuriyeti Anayasası da, "müslim" ve "gayrımüslim" ayırımlarını reddetmiştir. Nitekim birinci bölümde yer alan "Genel Esaslar"ın 10'ncu maddesi aynen şöyledir:"Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittirler." Bunun mânâsı sarihtir: Bir müslüman ile, yahudi, hıristiyan veya dinsiz eşit kabul edilmiştir. Bu hükmün; % 91 gibi, ezici bir nisbetle tasdik edildiği unutulmamalıdır. Elbette Türkiye dârû'l-İslam (Şer'i devlet) değildir. Demokratik-laik bir cumhuriyettir. Aksini iddia eden ve Ulû' lemr kavramını yozlaştıran bel'am kılıklı kimselere; 7 Kasım 1982 oylaması şiddetli bir şamar olmuştur.Konuya girerken "İslâm toplumlarında, insanlar arasında bir sözleşme niteliği taşıyan yazılı hukuka (anayasalara) pek itibar olunmamıştır" diyerek, bir inceliği gündeme getirmiştik. Şimdi bunun sebebi üzerinde duralım. Bunu genel olarak üç sebebe bağlamak mümkündür. Birincisi; Resûl-i Ekrem (sav)'in"İyi huylu, şahsiyet sahibi insanların haddler hariç, ufak tefek kusurlarını affediniz"(9) hadis-i şerifiyle yakından alâkalıdır. İslâm fıkhında "ta'zir" diye nitelendirilen cezalar, ferdin durumuna göre değişir.(10) İkinci sebep; "delâlet-i ve sûbuti zanni" olan hususlarda, ictihad yapılmış ve farklı mezhepler teşekkül etmiştir. Bu ictihadları tek bir hüküm etrafında birleştirmek mümkün değildir, esasen ihtiyaç da yoktur. Zira "Ümmetimin ihtilâfı rahmettir."(11) hadis-i Şerifi mucibince, bu ictihadlar, birer rahmet vesilesidir. Şimdi bir misâl üzerinde duralım:19'ncü yüzyılda hazırlanan Mecelle'de bazı çevrelerin "külli", bazılarının da "umumi" diye nitelendirdiği, kaideler mevcuddur. Ancak bunların bugünkü anlamda bir "anayasa" maddesi gibi tasavvur edilmesi imkansızdır. Bilindiği gibi genel kaidelerden biriside herhangi bir kanunun anayasaya aykırılığı tasavvur edilemez. Halbuki Mecelle'nin girişindeki kaideler, tamamen farklı bir durum arzeder. Mesela Mecelle'nin 21'nci maddesi: "Zaruretler, memnû olan şeyleri mübah kılar" şeklinde ifadesini bulmuştur. İslâmî ıstılâhta zarûret "insanı haram kılınan bir fiili işlemeye veya domuz eti, leş ve kan gibi "Haram li aynihi" olan maddeleri yemeye iten durum"(12) şeklinde tarif olunur. şimdi "ikrah-ı mülci" ile karşılaşan bir mü'min, diğer bir müslümanı öldürmeye zorlanırsa ne yapacaktır? "Zaruretler memnû şeyleri mübah kılar" deyip, bu fiili işleyebilir mi? Bu suale cevap aradığımızda, bütün müctehid imamların "Kesinlikle mübah olmaz" hükmüne rastlarız.(13) Eğer bu kaide, bir anayasa maddesi gibi mütalaa edilseydi, ikinci hüküm saçma derecesine düşerdi. Yine Mecelle'nin 1399-1403'ncü maddelerinde "şirket-i vücûh" üzerinde durulur.(14) Hanefı fıkhı esas alındığı için, bu şirket çeşidi mübah kabul edilmiştir. Halbûki Şafii Fûkahası'na göre "Şirket-i Vücûh" meşru değildir, haramdır. Zira şirketin teşekkülü için malın bulunması şarttır (15) Misâlleri daha da çoğaltmak mümkündür. Üçüncü sebebe gelince: Resûli Ekrem (sav)'in "Âlimler peygamberlerin vârisleridir."(16) buyurduğu bilinmektedir. Buradaki verasetin "Ümmet'in Velâyeti" olduğu hususunda tam bir ittifak vardır. Nitekim İbn-i Abidin: "Sahih olan kavle göre Allahû Teâla (cc)'nın: `Allah'a itaat edin! .. Resûlüne ve sizden olan ulû' lemr e de itaat edin.' (Nisâ sûresi: 59) âyet-i kerimesindeki ulû'lemrden murad ûlemadır" hükmünü zikreder.(17) Bu âyet-i kerimenin tefsirinde İbn-i Kesir: "Allah (cc)'ya itaatten murad: Kur'ân-ı Kerim'in hükümlerine uymaktır. Peygambere itaatten murad, sünnete riayet etmek ve ulû'lemr e itaat, ümmetin velâyetine sahip ûlemayı dinlemek ve emirlerini yerine getirmektir."(18) şeklinde izah eder.Resûl-i Ekrem (sav)'in Medine'ye hicretinden hemen sonra, orada bulunan farklı dinlerdeki insanlarla yapmış olduğu muahede'yi "ilk yazılı anayasa" olarak nitelendirenlerin varlığı inkâr edilemez.(19) Ancak bu nitelendirmede gözden kaçan bir husus vardır. Resûl-i Ekrem (sav)'in Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmettiği gerçeği inkâr edilemez. Nitekim Kur' ân-ı Kerim'de: "O halde aralarında, Allah'ın indirdiği ile hükmet!.. Sana gelen hakikatten (dönüp de) onların hevâ (ve heves)lerine uyma"(20) emri verilmiştir. Dolayısıyla dârîı'1-İslâm'da ikamet eden bir gayrimüslim de, ceza hukukunda İslâm fıkhına tâbidir.(21) Molla Hüsrev: "Gayrimüslim zimmi'nin, dârû'l-harp'te ikamet eden müs'temen müslümandan daha üstün olduğunu" beyanla: "Zira o bizim dârımız ehlindendir. Bundan dolayı müslüman, bir zimmîye karşılık "kısas" edilir, müs'temene karşılık "kısas" edilmez. Aksi yoktur."(22) buyurmaktadır. Dikkat edilirse buradaki üstünlük akaidle değil, tâbi olduğu hukukla ilgilidir. Zımmî, İslâm ahkâmının tatbik edilmesine razı olmuştur ve müslümanlarla aynı hükümlere muhataptır. Muâmelât ve ailevî münasebetlerinde, mensubu olduğu dinin hükümleriyle amel edebilir. Dârû'l-harp'te ikamet eden müs'temen (emanlı) müslüman ise kûfür ahkâmına tabidir. Üstünlük buradan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Medine'de gerçekleşen Muahede'ye, sırf çağdaş görünmek kaygısıyla "İlk yazılı Anayasa" demek isabetli bir tutum değildir. İslâm dini, bütün insanları doğuşta hür, eşit ve kanının masum olduğunu va'z etmiştir. Zimmet ve Emanet sebebiyle, her insan zaruriyyat mertebesindeki can, mal, nesil, akıl ve din emniyetine haizdir. Bunlar için ayrıca (sanki insanlar veriyormuş gibi) "Yazılı Anayasa" meydana getirmeye gerek yoktur. Fakat mü'minler, kitap sünnet ve icma ile sabit olan, genel haklarını tesbit için yazılı metin talebinde bulunabilirler. Bu mutlak surette sabit olan haklarının tasnifi hükmündedir. Buna anayasa demeye gerek yoktur.


KAYNAKLAR


(1) İslâmî Bigiler Ansiklopedisi, İst., Eylül 1981, c.I, sh. 218 ("Anayasa" mad.)


(2) Mâide sûresi: 44.


(3) İbn-i Kesir, Tefsiru'I Kur'âni'I Azim, Beyrut, 1969, Daru'1 Marife Yay. c. II, sh. 61 vd:


(4) Raymond Aron, Sanayi Toplumu, İst.1978, sh. 298.


(5) Geniş bilgi için bkz. Dr. Çetin Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimleri, İst.1974, c.II, sh.203 vd.


(6) Geniş bilgi için bkz. Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşla,cma, İst.1978, sh.269-274.


(7) Namık Kemal, Tcısvir Gazetesi'nin 11 Şubat 1283 tarihli ve 461 sayılı nüshasında bu ültümatomun Mustafa Fazıl Paşa tarafından kaleme alındığını iddia eder. Fakat daha sonra bizzat bunu tekzip etmiştir. Araştırmacılar bu ültimatomu Eflaklı (Romen) gazeteci, Gregory Ganaesco'nun hazırladığı kanaatindedirler. Geniş bilgi için bkz. Niyazi Berkes, a.g.e., sh. 275-276.


(8)Ahmed Cevdet Paşa, Ma'ruzât,1st.1980, sh.236.


(9)Sünen-i Ebû Davud, İst.1401, Çağn Yaytnı, c. IV, sh.540, Had. No: 4375, Ayrıca, Ahmed b. Hanbel,Müsnec c. VI, sh.181.


(10) Molla Hüsrev, Gurer ve Dürer Tercümesi, İst.1980,c. III, sh.35-40.


(11) Abdurrauf el-Münavî, Feyzû'I Kadir, Beyrut 1356, c. I, sh.209.


(12) İbn-i Manzur, Lisânû'I-Arab, Beyrut ty., c. IV, sh.483.


(13) İmam-ı Serahsî, el-Mrbsut, Beyrut, D. Ma'rife Yay.c. XXIV, sh.76.


(14) A. Himmet Berki, Açıklamalı Mecelle, İst.1981, sh.238.


(15) Dr.0sman Şekerci, İslâm Şirketler Hukuku, İst.1981, sh.238.


(16) Sünen-i Ebû Davud, İst.1401, c. IV, sh.58, Had.No.3641.


(17) İbn-i Abidin, Reddü'I-Muhtar, İst.1982, c. I, sh.40.


(18) İbn-i Kesir,a.g.e., c. I, sh.519.


(19) İsfâmî Bilgiler Ansiklopedisi, c. I, sh.218 vd.


(20) Mâide sûresi: 49.


(21) el-Cessas, el-Ahkâmu'l-Kur'an, Beyrut,1335, c. II,sh.442. Ayrıca bkz. İbn-i Nüceym, el-Bahru'r Raik,Kahire 1311, c. V sh.81.


(22) Molla Hüsrev, a.g.e., c. IV, sh.257.
ATALAR DİNİ


ATALAR DİNİ Tarih boyunca insanlar ya kendi nefislerine zulmetmiş, ya müstekbirlerin zulümlerine muhatap olmuşlardır. Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssalarda bu iki hâlin haber verildiği sabittir. Peygamberlerin tebliğine karşı direnen kavimlerin ilk sloganları şudur: "Biz atalarımızın yolundan ayrılmayız." Zulme ve şirke dayanan sistemlerini, bu slogan ile korumaya çalışmışlardır. Atalar dini, geçmişe karşı beslenen ölçüsüz saygı ve sevgi üzerine kurulan bir sistemdir. Kur'ân-ı Kerim'de; "Onlara: `Allah'ın indirdiği hükümlere uyun!' denildiğinde onlar `Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, hakikati de b`ulamamış idiyseler?" (Bakara sûresi:170) hükmü beyan buyurulmuş ve bu bâtıl dinin mahiyeti haber verilmiştir. Mekke müşriklerinin; "Günah işlediğimiz elbiselerle ibadet edemeyiz" diyerek, Kâbe-i muazzamayı çıplak bir vaziyette tavaf ettikleri sabittir.(l) O dönemde Kâbe-i muazzamanın içerisi ve çevresi heykellerle doludur. Haniflerin "çıplak olarak tavaf etmek doğru değildir. Elbiselerinizi giyiniz" şeklindeki teklifini kabul etmeyen ve "Biz atalarımızdan bu şekilde gördük. Allah emretmeseydi, onlar hiç çıplak olarak tavaf ederler miydi?" sualini soran müşrikler, bu ibadet şeklinde ısrar etmişlerdir.(2) Bunun üzerine; "Onlar (müşrikler) bir hayâsızlık yaptıkları zaman: `Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bize bunu (fuhuşla ameli) emretti' derler. O iman etmeyenlere söyle; Allah hiç bir zaman fahşâyı emretmez. Bilmeyeceğiniz şeyleri Allah'ın üzerine mi (atıp, iftira ederek) söylüyorsunuz." (A'râf sûresi: 28) ayet-i kerimesi inzal buyurulmuştur.Cahiliyye döneminde müşriklerin, Kâbe-i muazzamaya hürmet ettikleri, her yıl örtüsünü değiştirdikleri ve oraya ibadet niyetiyle gelenlere ikramda bulundukları malûmdur.(3) İbadeti ve duayı teşvik niyetiyle, birbirlerini alkışladıkları ve ıslık çaldıkları da nass ile sabittir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Onların (müşriklerin) Beytullahdaki duaları ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan (alkışlamaktan) başka birşey değildir. (Ey müşrikler) devam ede geldiğiniz o küfrünüzden dolayı, artık tadın azabı!" hükmü beyan buyurulmuştur. İmam Fahruddin-i Razi, bu ayet-i kerimenin tefsirinde: "Allahu Teâlâ (cc) kâfirler hakkında, `Onlar Beyt-i haramın sahipleri değildirler' buyurmuş, daha sonrada müşriklerin dualarının ancak el çırpmak ve ıslık çalmak olduğunu haber vermiştir (4) Keşşaf sahibi şöyle demektedir: `Âyette geçen muka kelimesi, fûal vezninde bir kelime olup ıslık çaldı manasına gelir (تصدی) Tasdiye kelimesine gelince, bu el çırpmak demektir."(5) diyerek meseleyi izah etmiştir. Abdullah ibn-i Abbas'dan (ra) gelen rivayette de Mekke müşriklerinin bu dua şekli üzerinde durulmuştur. Hevâya tâbi olmak, her türlü felaketi beraberinde getirebilir. Resûl-i Ekrem'in (sav): "Cennetin etrafı nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle, cehennemin etrafı da şehevî arzularla (hoşa giden şeylerle) çevrilmiştir"(6) mealindeki mübarek ikazını dikkate almak gerekir. Atalarını bahane ederek hevâlarına (nefs-i emmarelerine) uygun bir hayat yaşayanların mantığı ile günümüzdeki resmî ideolojinin dayandığı mantık arasında bir fark yoktur. Hesap gününe hazırlanan müminlerin, atalar dininin mensuplarına muhalefet etmeleri, alkıştan ve ıslık çalmaktan uzak durmaları zaruridir. Zira alkış ve ıslık çalma fiilleri, atalar dininin ibadet şekilleri ile ilgilidir. Heykeller önünde saygı duruşunda bulunmak, müşrik olan ehl-i kitabın hastalığıdır. Atalar dinine mensup olan çağdaş zâlimlerin ve müşriklerin âdetlerini taklid etmek caiz değildir. Resûl-i Ekrem in (sav): "Kim bir kavme benzerse, o da onlardandır."(7) mealindeki mübarek ikazına uymakta zaruret vardır.


KAYNAKLAR


(1) İmam-ı Alûsî, Ruhû'I-Meani, Beyrut 1985, c. VIII, sh. 109. Aynca, Ebıi 1-Hasan en-Nedvî, Dört Rükün, Konya 1969, sh. 299.


(2) Mecmuatû't-Tefâsir, İstanbul 1979, c. II, sh. 540 (Gadı Beyzavî bölümü).


(3) Geniş bilgi için bkz., M. Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, İstanbul 1984, c. II, sh.16 vd.


(4) Enfal sûresi: 35.


(5) Geniş bilgi için bkz., İmam Fahruddin-i Râzî, Tef sir-i Kebir (Mefatihu'l-Gayh), c. XI, sh. 309.


(6) Salıih-i Mü.slim, İstanbul 1401, K. Cennet: 1. Ayrıca Sünen-i Tirmizî, İstanbul 1401, K. Cennet: 21.


(7) İmam-ı Serahsî, e1-Mebsut, Beyrut ty., c X, sh. 5.
BAĞY






BAĞY Bağy kelimesi, müteaddi (geçişli) olarak kullanıldığı zaman "talep etmek ve talep hususunda ileri gitmek" mânâsına gelir. Dürri'l-Muhtar'da: "Bağy lûgatta talep (arzu, istek) mânâsınadır. Nitekim "İşte bizim talep ettiğimiz, istediğimiz bu idi" (Kehf Sûresi: 64) âyet-i kerimesinde bu mahiyette kullanılmıştır. Örfte ise, cevr ve zulüm gibi yapılması helâl olmayan bir şeyi istemek mânâsınadır"(1) hükmü kayıtlıdır. Bağy kelimesi lâzım (geçişsiz) olarak kullanıldığı zaman "sınır aşmak, hakkında razı olmayarak başkasının hukukuna tecavüz etmek, ihtirasla saldırmak" gibi mânâlara gelir.Kur'ân-ı Kerim'de bağy fiili geçişli olarak, bir çok âyet-i kerimede yer almıştır. Şimdi bir kısmını gündeme getirelim."De ki: `O, her şeyin Rabbi iken ben Allah'dan başka bir Rabb mi arayacağım? (اَبْغِى رَبًاّ) Herkesin kazanacağı kendisinden başkasına ait değildir. Günahkâr hiçbir nefis diğerinin (günah) yükünü taşımaz. Nihayet dönüşünüz ancak Rabbinizedir. Artık O, sizin hakkında ihtilafa düşmüş olduğunuz şeyleri haber verecektir."(2)"Şimdi onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? (yebguûne) Halbuki göklerde ve yerde ne varsa, (hepsi) ister istemez Allah'a boyun eğmiştir. Nihayet, O'na döndürülüp götürüleceksiniz?"(3)"Eğer içinizde, onlar da (münafıklar) savaşa çıksalardı aranızda şer ve fesadı artırmaktan başka bir şey yapmazlar, aranızda muhakkak ki fitne sokmak isteyerek (yebguûne'kumulfitneh) bozgunculuğa koşarlardı. İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allah o zâlimleri çok iyi bilendir."(4)"De ki: `Ey Kitab ehli!... Neden eğriliği (sapıklığı) arzulayarak (tebguûneha) iman edenleri Allah yolundan alıkoymaya çalışıyorsunuz?"(5)Bazı insanlar, İslâm dininin kendilerine verdiği hakları ve yetkileri az bularak, daha fazlasını talep ederler. Politik ihtirasların kaynağında liderlik arzusunu görmek mümkündür. İslâmî ıstılâhta: "Haksız ve yanlış bir tevil sonucunda; adil olan ulû'lmer'in (devlet başkanının) düşürülmesi için isyan eden kimseye baği denilir" şeklinde tarif edilmiştir. Fethû' l Kadir'de: "Buğat, baği'nin çoğuludur. Lâmı illetli olan her ism-i failin bu vezinde gelmesi kaidedir. Nitekim gâzi'nin cem'i (çoğulu) guzât, râmi'nin cemi rumat, kadı'nın cemi kudât şeklinde gelir."(6) denilmiştir. Malûm olduğu üzere, mü'minlerin emirine karşı isyan, tek kişinin gerçekleştirebileceği bir fiil değildir. Dolayısıyla, Bugat ehlinin bir topluluk olması zaruridir. İslâm uleması bu hakikati dikkate alarak: "Başlarında bulunan bir idarecinin çevresinde toplanıp, hadde (İslâmî sınırlara) tecavüz ederek ve velâyetin (yönetiminin, devlet idaresinin) kendilerine ait olmasının gerektiğini söyleyerek, âdil hükümdara (devlet başkanına) karşı savaşan topluluğa bugat ehli denilir" tarifini benimsemiştir. Dolayısıyla bağy suçunun teşekkül edebilmesi için, bu tarifteki bütün unsurların bulunması zaruridir. tâgûtî iktidarlara veya zalim yönetimlere karşı, sadece ve sadece Allahû Teâla (cc)'nın rızası için ayaklananlara mücahid denilir. Bu fiil, salih bir amel ve ibadettir.İslâm dininin temel hedefi, insanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetlerini sağlamak, haklarını ve hürriyetlerini garanti altına almaktır. İnsanlardan bir zümre veya sınıf, tekebbür ederek, diğer insanların haklarını ortadan kaldırmaya teşebbüs edebilir. Allahû Teâla (cc)'nın kendilerine verdiği hakka râzı olmayan ve ihtirasla başkalarının hukukuna tecavüz edenlerin cezalandırılması tabiidir ve zaruridir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülük (bir misilleme)dir. Fakat kim affeder, barışı sağlarsa mükâfatı Allahû Teâla (cc)'ya aittir. Şüphe yok ki Allah zâlimleri asla sevmez. Kim kendisine yapılan zulmün ardından herhalde hakkını alırsa, artık aleyhinde (mesuliyete) bir yol yoktur. Ancak o yol, insanlara zulüm etmekte ve yeryüzünde haksız olarak tegallübe kalkmakta (bağy etmekte-yebguûne fiyl'ard) olanlara karşıdır. İşte bunlar, (bağy suçunu işleyenler) yok mu? Bunların hakkı pek acıklı bir azaptır."(7) hükmü beyan buyurulmuştur. İslâm uleması, meşrû bir şekilde mü'minlerin velâyetine haiz olan ulû'lemr'e (İslâmî devletin liderine) karşı, haksız yere ayaklanan ve yanlış tevillerle politik ihtiraslarını tatmine çalışan zümrelerle savaşmanın caiz olduğunda ittifak etmiştir.Emmarelik vasfına haiz olan nefs (nefs-i emmare) bütün şiddetiyle kötülüğü emreder ve liderlik sevdasından asla vazgeçmez. Bağyin ortaya çıkmasında, gerek Allahû Teâla (cc)'nın hukukuna, gerek insanların haklarına tecavüz ön plandadır. Hevâya uymanın getirdiği zulüm, bağyin kâynağıdır.Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de biz mahiyet güzel bir mesele ile izah buyurulmuştur: "Allah sizi karada ve denizde gezdiren (sebeplerini izhar eden)dir. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz anlar; bunları güzel bir hava ile akar gibi götürdükleri (yolcular da) bununla sevindikleri zaman, ona (gemiye) şiddetli bir fırtına gelip çatar. Her taraftan dalgalar kendilerine hucûm eder. Sanırlar ki, onlar (yolcular) etraflarından sıkıca kuşatılmışlardır (kurtulmalarına imkân yoktur. (İşte bu esnada) Onlar, Allah'ın dinine hâlis ve samimi kimseler olarak O'na dua ederler: `Andolsun, (derler) eğer bizi bundan (bu felaketten) kurtarırsan, şeksiz ve şüphesiz şükür edenlerden olacağız. Fakat (Allah, dualarını kabul edip) onları selâmete erdirince, bakarsın ki yeryüzünde yine haksız yere taşkınlıkta (yebguûne fiyl'ard ) bulunuyorlar!.. Ey İnsanlar!... Sizin taşkınlığınız ancak kendinize karşıdır (innema bağyukum alâ enfûsikûm). Dünya hayatının (o fâni ve geçici) menfaati gibidir. Nihayet, dönüşünüz ancak bizedir. O vakit neler yapıyor olduğunuzu size biz haber vereceğiz.'(8)Allahû Teâla (cc)'nın farz kıldıklarını ihmal ve haram kıldıklarını irtikâp etmek, bağy fülinin oluşmasını (İslâmî hududlara tecavüz noktasından) sağlar. Ferdî planda ve gizli kalan bağy'in (isyanın) cezası, hesap gününe kalır. İslâmî bir yönetimi ortadan kaldırmak veya politik ihtiraslarâ kapılarak fesad çıkarmak şeklinde tezahür eden bağy'in cezası ise (İslâm'ın temel hedeflerini korumak farz olduğu için) bu dünyada verilir.Allahû Teâla (cc)'nın teklifleri karşısında sızlanmamak, sabretmek ve daima imtihan üzere olduğunu hatırda tutarak ihsan makamına ulaşmaya çalışmak, her mü'minin temel görevidir. Gerek ferdî planda ve gizli kalan bağy'den (isyan ve arzulardan), gerek cemaat planında fesad çıkarma şeklinde tezahür eden bağy'den, şiddetle kaçınmak zaruridir.


KAYNAKLAR


(1) Dürri'l-muhtar, İst.1984, Kahraman yay., c. IV, sh. 261, Ayrıca bkz.: Rağup el-Isfahani, el-Müf'redat fi Garaibi'I Kur'an, İst.1986 Kahraman Yay., sh. 72.


(2) En'am Sûresi:l64.


(3) A1-i İmrân sûresi: 83.(4) Tevbe Sûresi: 47.


(5) A1-i İmrân shuresi:99.


(6) İbn-i Hümam, Fethû'l Kadir, Beyrut: 1316, c. 1V, sh. 408.


(7) Şûra Sûresi: 40-42. (8) Yunus Sûresi: 22-23.s.â,'rıc. 59
BATIL


BÂTIL Tarih ilminin konusu, zaman içerisinde meydana gelen hadiselerdir. İbn-i Haldun Makaddime isimli eserinde: "Tarih , yaşanan zamanın ve hâlin aynasıdır. Tarihi hadiselere hâkim olan kanunlar hiçbir zaman değişmez. İçinde yaşadığımız hâl, maziyi aksettirir. Esasen yaşanan hayatın geçmişe intikal eden kısmına tarih denilmektedir. Onun için günlük hayatımızı, geçmişten tecrid edemeyiz. Tarihi ve geçmişi iyi öğrenmek, hal ve istikbal hakkında sağlam tesbitler ve doğru teşhisler yapılmasına imkân verir." diyerek, üzerinde iyi düşünülmesi gereken noktalara işaret etmektedir. Tarih sahasında tartışılmaz bir otorite olan el-Şehristani'nin meşhûr eserinin ismi el-Milel ve'n-Nihal'dir. Bilindiği gibi nihal "nıhle"nin çoğuludur. Nıhle ise, "kupkuru zan ve vehim" mânâsına gelir. Dolayısıyla "el-milel", vahye dayanan dinlerin (milletlerin) tarihi, "en-nihal" ise, vahye dayanmayan ideolojilerin ve sistemlerin tarihi mânâsınadır. Tarihi bu iki temele oturtmadığımız müddetçe, doğru sonuçlar elde etmemiz imkânsızdır. Zira Hz. Âdem (as) ile başlayan insanlık tarihi, hak ile bâtılın mücadelesine dayanır. Hz. Âdem (as)'den, Resûl-i Ekrem (sav)'e kadar devam eden dönem içerisinde bütün peygamberler, yeryüzü müstekbirlerine karşı cihad etmiş ve adâleti ayakta tutmaya çalışmışlardır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de "Andolsun ki, biz peygamberlerimizi açık açık belgelerle gönderdik ve insanların adâleti ayakta tutmaları için beraberinde kitabı ve mizanı da indirdik."(1) hükmü beyan buyurulmuştur. "Adaletin ayakta tutulabilmesinden" maksat, Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle amel edilmesidir. Zira insanların hevâ ve heveslerinden kaynaklanan kanunlar, kuvvetli olan zümrelerin hâkimiyetini ve zulmünü gündeme getirir. Mizân'dan murad ise, adâlet terazisidir ve kitaba bağlı olarak zikredilmiştir.(2) İmam-ı Şafii (rha): "Adâletten murad, Allahû Teâla (cc)'nın emrine uygun şekilde amelde bulunmaktır."(3) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Yine diğer bir âyet-i kerime'de: "Ey Davud!.. Biz seni yeryüzüne halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet!.. (Sakm) Hevâ ve hevese tâbi olma ki, bu seni Allah yolundan saptırır. Hesap gününü unuttukları için (heva ve hevese tâbi olanlara) çetin bir azap vardır."(4) buyurulmuştur. Bilindiği gibi peygamberler; akıllı, zeki ve kuvvetli rey sahibi olan kimselerdir. Buna, fetanet denilir. Allahû Teâla (cc) peygamberlere, tâğûtî güçlerin her türlü iddialarını ortadan kaldırabilmesi için, fetanet vasfını ihsan etmiştir. Dikkat edilirse âyet-i kerime'de; "hak ve adâletle hükmetmesi" emredilirken, hevâ ve hevesten sakınması da hatırlatılmaktadır. İbn-i Abidin: "Hukuk kelimesi, hak kelimesinin çoğuludur. Hak, lugâtte bâtılın zıddıdır, Mevcut olan demektir."(5) tarifini zikretmektedir. Şurası muhakkatır ki, bâtıl, hakkın ve hakikatin zıddıdır. Şimdi meselenin daha iyi kavranabilmesi için batıl kelimesini ve kavramını izaha gayret edelim. Bâtıl kelimesi Arapça olup Be-Ta-Le fiil kökündendir. Lûgatta "boşa gitmek, hükümsüz ve geçersiz olmak, yok olmak" gibi mânâlara gelir (6) Kur'ân-ı Kerîm'de 28 âyette geçen "bâtıl" kelimesi; "hak ve gerçek olmayan, hükümsüz, gayr-i meşrû ve yok olup giden" mânâlarında kullanılmıştır. (7) Şurası unutulmamalıdır ki; doğrudan doğruya (yalın olarak) bâtılı savunmak mümkün değildir. Ancak hak ile bâtılı birbirine karıştırıp, hakkı gizlemek, şüphe ve inkârı artırmak sözkonusu olabilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de kitap ehline hitaben: "Kendiniz bilip dururken (bile bile) hakkı bâtıla karıştırıp, hakikati gizlemeyin." (8) buyurulmuştur. Hak ile batılı birbirine karıştırmak ve hakkı gizlemek, kâfırlerin değişmez bir taktiğidir. Hatta tuzak kurmak niyetiyle (tıpkı "Mescid-i Dırar" hadisesinde olduğu gibi) ve gayet gizli olarak, mü'minlerin hoşuna gidecek amellerde bile bulunabilirler. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in tebliğe başladığı dönemde, Yahudiler gizli bir toplantı yaparak, şu kararı almışlardır: "Sabahleyin iman edelim. Hatta gidip müslümanlarla birlikte sabah namazını kılalım. Akşam olunca yine kendi dinimize (yahudiliğe) dönelim. Böylece bazı bilgisiz kimselerin kalbine şüphe tohumlarını ekmiş oluruz."(9) Dikkat edilirse tuzağı kuranlar gayet kurnazdırlar. Bu ve benzeri tuzaklar üzerine Allahû Teâla (cc); "Ey kitap ehli!... Siz bilip dururken niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyor (sentez yapıyor) ve hakkı gizliyorsunuz? Kitap ehlinden bir zümre dedi ki: `İman edenlere indirilene (Kur'ân-ı Kerîm'e) gündüzün evvelinde iman edin, günün sonunda (akşam vakti) inkar edin. Olur ki (müslümanlar da şüpheye düşerek dinlerinden) dönerler." (10) hükmünü indirmiş ve kurulan tuzağı bildirmiştir. . İdeolojiler, hakikati bulmanın değil, ancak birbirlerinin yanlışlarını tespit etmenin ve hakikatten mahrum kalmanın vasıtalarıdır. Hakikate tâlip olan her insan, mutlaka ve mutlaka vahye sarılmalıdır. Unutulmamalıdır ki; hak birdir, bâtıl ise sayısızdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan (zulûmattan) nura çıkarır. Küfredenlerin velisi ise tâğûttur. O da kendilerini nurdan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. Onlar, (tevağıt zümresi) cehennemin arkadaşlarıdır. Onlar orada, bir daha çıkmamak üzere ebedî kalıcıdırlar." (11) hükmü beyan buyurulmuştur. Fahrüddin-i Razi; bütün müfessirlerin "Nûr ile zulûmat kelimelerinden kasdın, iman ve küfür olduğunda ittifak ettikleri" üzerinde durmuştur.(12) İbn-i Kesir, önemli bir inceliğe işaret ederek, şöyle demektedir: "Allahû Teâla (cc) bu âyette nuru tekil, zûlumatı ise çoğul olarak zikretmiştir. Şüphesiz ki hak (nur) tektir. Küfrün çeşitleri ise, çoktur. Hepsi de bâtıldır." (13) Uluslararası küfür örgütleri (bâtılın askerleri), değişik vasıtalarla ve korkunç propaganda gücüyle; İslâm'a (Hakk'a) karşı mücadele vermektedirler. Bu bir propaganda savaşıdır. Propaganda "zihinleri hapsetme sanatı" olarak tarif edilir. İslâm topraklarında, zihinleri bâtıl tarafından kuşatılmış ve "çağdaş uygarlık" sloganıyla zehirlenmiş binlerce insan vardır. Tağutî güçlere karşı cihadı esas alan âlimleri yıpratabilmek için akla hayale gelmeyecek iftiraları gündeme getiren ve şeytânî tuzaklar kuran güçleri iyi tanımak şarttır. İdeolojiler bâtılın birer hücresi gibi çalışmakta ve faaliyetlerini "İslâmı tahrip etme" hedefine göre ayarlamaktadırlar. Günümüzdeki manzara budur ve batılın iktidarı söz konusudur. Uluslararası küfür örgütlerinin, bâtıla sahip çıkarak, İslâm'a karşı savaşmasında, şaşılacak bir durum yoktur. Bütün mesele müslümanların; Allahû Teâla (cc)'nın râzı olacağı amelleri ihlasla edâ etmeleri ve bu hususta sabırlı olmalarıdır. Sünen-i Darimi'de, Hz. Ömer (ra)'ın güzel bir tesbiti yer almıştır. Hz. Ömer diyor ki: "Muhakkak ki İslâm İslâm olamaz, cemaat olmadıkça!.. Ve cemaat cemaat olamaz, emiri olmadıkça!.. Ve emir de, emir olamaz, ona itaat olmadıkça!.." (14) Takva ve iyilik hususunda birbirleriyle yarışmayı arzu eden mü'minlerin, şikâyet ve sızlanma ile vakit geçirmeleri düşünülemez. Unutmayalım ki, şeytanın askerleri gece gündüz gayret içindedirler. Hesap gününü düşünenler sadece ve sadece Allahû Teâla (cc)'nın rızası için, bâtıla karşı cihad etmeyi ihmal etmemelidirler.


KAYNAKLAR


(1) Hadid Sûresi: 25.


(2) Mecmuatu't-Tefasir, İst. 1979, Çağrı Yay., c. VI, sh. 186. Ayrıca bkz.: İbn-i Kesir, Tefsirû'I Kuı-'îın'il Aziym, Beyrut:1969, c. IV, sh. 314-315.


(3)er-Risale, Kahire 1979 (2. bsm.), sh. 25, Madde: 71.


(4) Saad Sûresi: 26.


(5) İbn-i Abidin, Reddü'l-Mulıtar Ale'd-Dürri'1-Muhtar, İst.1984, c. XI, sh.167.


(6) Geniş bilgi için: Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat fI Gaı-ibi'I Kur'âıı, İst. 1986, Kahraman yay., sh. 66, Ayrıca bkz.: Seyyid Şerif Cürcani, et-Ta'rifat, İst. ty, Kaynak Yay., sh.42.


(7) Geniş bilgi için bkz.: ÂI-i İmrân Sûresi: 71, Bakara Sûresi: 42, Nisa sûresi: 29, Saad Sûresi: 27.


(8) Bakara Sûresi: 42.


(9) İbn-i Kesir, Tej:sirû'! Kuı-'îııı'il Aiını, Bcyrut 1969.c. I, sh. 373.


(10) Â1-i İmrân sûresi: 71-72.


(11) Bakara Sûresi: 257.


(12) Fahrüddin-i Râzi, Mefatilıû'l Gayb, İst. 1308, c. II, sh. 231.


(13) İbn-i Kesir, a.g.e., c. I, sh. 312.


(14) Sünen-i Darimi, İst. 1401, Çağrı Yay., Mukaddeme: 26, c. I, sh. 76.
BEL'AM


BEL'AM Arapça olmayan bu isim, bir başka lisandan (büyük ihtimalle İbranice'den) geçmiş bir kelimedir. İsm-i has olarak kullanılır. Bel'am bin Bâura'nın kıssasıdır. (1) Önce Bel'am ile ilgili ahkâmın istibat edildiği âyet-i kerimelere dikkat edelim: "(Ey Muhammed!) Onlara, o kimsenin haberini de oku ki, biz kendisine âyetlerimizi vermiştik de o, bunlardan sıyrılıp çıkmış, derken şeytan onu arkasına takmış, nihayet azgınlardan olmuştu. Eğer dileseydi, onu bu (âyetler)le yükseltirdik. Fakat o yere saplandı, hevâsına uydu. Artık onun sıfatı o köpeğin hâli gibidir ki, üstüne varsan dilini sarkıtıp solur, yahut kendi hâline bıraksan yine dilini uzatıp solur. İşte âyetlerimizi yalan sayanlar gürûhunun sıfatı budur. Artık sen (Ey Muhammed!) kıssayı onlara anlat. Belki iyice düşünürler." (2)Âyet-i kerimede kıssanın "onlara" anlatılması emrolunmuştur. Kadı Beyzavi "Onlardan murad, yahûdilerdir" hükmünü beyan ediyor. (3) Tefsir-i Mücahid'de de, Bel'am b. Bâura'nın ismine rastlıyoruz. (4) Müfessirlerin büyük çoğunluğu; Hz. Musa (as)'ya karşı mücadele veren bir âlimden söz etmektedirler. Tâbir-i câizse Allah (cc)'ın peygamberlerine karşı, Allah adına mücadele veren ve halk katındaki itibarını bahane ederek "tevhid" mücadelesine karşı direnen bir azgın!..(5) Bir kısım müfessirler, bu âyet-i kerime'nin, Ümeyye b. Ebü's-Salt hakkında nâzil olduğunu beyan etmişlerdir. Bu zâtın da; Hz. Muhammed (sav)'e nübüvvet görevi verilmeden önce "hanifler"den olduğu, Allahû Teâla (cc)'nın kısa bir süre içerisinde peygamber göndereceğini söyleyip durduğu halde, gurura kapılıp iman etmediği bilinmektedir. Bu iki rivayetin dışında, dört rivayet daha mevcuttur.(6) Ancak bütün rivayetlerdeki ortak yön; bir şahsı tariften çok, onun mahiyetini ortaya koyar.(7) Zira sebebinin hususi olması, hükmün umumî olmasına mani değildir.(8) Kıyamete kadar "bel'am" ve onun vazifesini yapan bütün şahısların keyfiyetleri ortaya konulmaktadır.Kitab-ı Mukaddes'te "Beor oğlu Bel'am"ın kıssası yer almaktadır. Hz. Musa (sa)'ya karşı "Allah (cc)'m dini adına" savaşan bu tip üzerinde ne kadar durulsa azdır. Çünkü insanları; "Allah (cc) adını kullanarak" aldatan, hevâ ve heveslerini tatmin için "tevhid akidesini" tahrip eden bel'am'ın etkisi korkunçtur. İslâm topraklarında, kâf'irlerin istilâsını hazırlayan güç, "bel'am"dr. Afganistan'da Babrak Karmal'ın kurduğu, "Ulemalar Yüksek Konseyi", bel'amın nasıl müesseseler haline geldiğini göstermiştir. Diğer İslâm topraklarında da durum bundan farklı değildir. Allah (cc)'ın indirdiği hükümlere karşı ayaklanan ve İslâm'a küfreden yönetimlerle, (yani tâğûtî güçlerle) din adına uzlaşan ve müslümanları da "Allah (cc) adını kullanarak" aldatan, (Kur'ân'daki ifadeyle) "köpek sıfatlı" kimselerin ortak ismi bel'amdır. Dikkat edilirse "kuduz" mikrobunun beyin üzerindeki etkisi, bütün vücudun ilgisini, uzuvlardan koparmaktı. Bu köpek sıfatlı kimseler de; Allah (cc)'ın indirdiği hükümlerin bir kısmını kabul, bir kısmını "zamanın değişmesi" gerekçesiyle sükûtla geçiştirirler. Günümüzde, başta resmî ideolojiyi kabul eden ve İslâm'ı o ideolojiye·hizmetçi kılmaya çalışan müesseseler olmak üzere, binlerce bel'am vardır. Bunlar "çok dindar" görünmekle birlikte, tâğûta itikad ve iman etme noktasında titizdirler. "Ulu'lemr" kavramını, İslâm'a karşı ayaklanan güçlere izafe ederek, mü'minleri yanıltırlar!..Mü'minler, bel'am'a karşı uyanık olmak zorundadırlar. Bel'am, "Allah (cc) admı kullanarak" insanları aldatanların ortak ismidir. Şahısperestlik hastalığı tedavi edilemediği müddetçe, bel'amların tuzakları ortadan kaldırılamaz.


KAYNAKLAR


(1) ·Dr. Abdullah Aydemir, Tefsir'de İsrailiyyat, Ank. 1979, sh. 237.


(2) Kur'ân-ı Kerim, A'raf Sûresi:174-176.


(3) Mecmuatu'ı-Tefasir, İst.1317, Matbaa-i Âmire baskısından tıpkı basım, Çağrı Yayını, c. II, sh. 666.


(4) Tefsir-i Mücahid, Katar,1396, c. I, İ. Ensari, sh. 250.


(5) İmam-ı Kurtubî, el-Camü li Ahkâmu'I-Kur'ân, Kahire,1967 (3. bsm.), c. VI, sh. 320.


(6) H. Tahsin Emiroğlu, Esbab-ı Nüzûl, Konya, 1971, c.V, sh.32.


(7) Mecmuatu't-Tefasir, a.g.e., c.II, sh. 667. Haazin böIürıSünde, Hz. Katade'den yapılan rivayette: "Bu âyetten murad, kendisine doğru yol gösterilip, onu kabul etmeyenler hakkında Allahû Teâla (cc)'nın beyan buyurduğu bir misâldir" denilmektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere; kıyamete kadar "bel'am" tipli kimselere rastlanacaktır.


(8) İmam-ı Suyûti, el-İtkan fı Ulûmü'I Kur'ân, Kahire, 1951, c. I, sh. 29.
BESMELE


BESMELE Kur'ân-ı Kerîm'in ilk nâzil olan âyet-i kerimesi "Yaratan Rabb'inin adıyla (besmele çekerek) oku!.."(1) mealinde olup emir sıgasıyla inzâl buyurulmuştur. Bu emir sadece Peygamber Efendimize değil, bütün mü'minleredir. Çünkü usûl-i tefsirde kaidelerden birisi de: "Sebebin hususî olması, hükmün umumî olmasına mâni değildir"(2) cümlesiyle ifade olunmuştur. Mü'minler meşrû (şer'i, mübah) bir işe başlarken "Besmele-Hamdele ve Salvele" getirmeyi ihmal etmezler. Çünkü bilirler ki, bu usûle riayet edilmeden başlanan herhangi bir işte, mutlaka bereketsizlik ortaya çıkar.(3) Kur'ân-ı Kerim okurken, hayvan keserken, abdest alırken, namaz kılarken ve av ile meşgul olurken besmeleyi ihmal etmezler. Kaldı ki hayvan keserken, ava silah atarken ve ava köpeği salarken besmele çekmenin kat'i delille (nassla) sabit olduğunun şuurundadırlar.(4) Aksi davranışın, yani besmeleyi kasten terk etmenin; elde ettikleri eti haram kılacağını bilirler (5)Kur'ân-ı Kerîm'de; Fir'avn kıssası haber verilirken, sihirbazların "Kaalû bi'izzeti Fir'avne" (Fir'avn'ın izzeti için) diyerek asalarını yere bıraktıkları beyan edilir (6) Bilindiği gibi Fir'avn kelimesi "RA ilâhının oğlu" anlamına gelen bir terkiptir. Fir'avn, Mısır ı "RA" ilâhı adına yönetirdi. Tabii bu, bugünkü çağdaş ideolojilerden farklı bir tutum değildi. Dikkat edilirse; sosyalist ülkelerin yöneticileri, başta Karl Marx olmak üzere, Lenin ve diğer teorisyenler adına sistemi sürdürürler. Kapitalizm'de de durum bundan farklı değildir. Genel olarak her ülkede, iktidar durumunda olan ideoloji, aynı metodlarla ayakta tutulur. Her işe başlarken, o ideolojinin kurucusunun adını anmak zarurettir. Dolayısıyle, Fir'avna bağlı olan sihirbazların kıssasında, bu hususun beyan edilmesi, sürekliliğinin bir belgesidir.Rahmân: Besmelede geçen Rahmân ve Rahîm kelimeleri kökte "rahmet"e dayanır. Rahmân kelimesi cumhura göre sıfat-ı müşebbehedir. Bazıları "fağlan" vezninden mübalağalı ism-i fail olduğunu söylemişlerdir. Rahmân, Rahîm'den bir harf ziyadedir. Halbuki rahmin sığası itibariyle mübalağalı ismi faildir. Rahmân, ondan fazlaya delalet eder. Zira Rahmaniyet; mü'min ve kâfir, herkese şâmildir. Bütün yarattıklarına rızk ve nimet verme durumunu izah eder. Rahimiyet ise yalnız mü'minlere mahsustur.(7) Dolayısıyla "dünyada mü'min ve kâfir ayırdetmeksizin herkesi rızıklandıran ve âhirette yalnız mü'minlere acıyan, Allahû Teâla (cc)'nın adıyla başlarım" demek, oldukça önemli bir vakıadır. Nitekim, cünüp bir kimsenin (zikri niyet etmeksizin) besmele çekmesi haramdır. Zira besmele Kur'ân-ı Kerim'den bir âyettir (8) Ayrıca haram liaynihi olan (domuz eti, şarap vs.) bir maddenin yenilmesi ve içilmesi halinde, kasden besmele çeken kimsenin küfrüne fetva verilmiştir.(9) Dolayısıyla mü'minler besmelenin şuuruna erdikleri gün, yeryüzünde hiçbir tâğûtî iktidar güçlerini muhafaza edemez. Çünkü besmeleyi duyan şeytan ve tâğût; çılgına döner, mahvolur.


KAYNAKLAR(1) Kur'ân-ı Kerim, Alâk sûresi: 1, (Geniş bilgi için bkz.: Mecmuat'u't-Tefasir, İst.1320, Mt. Amire baskısından tıpkıbasım Çağrı Yay. 1979 c. VI, sh. 539 (Kadı Beyzâvi ve Haazin bölümü)


(2) Celâlüddin Abdurrahman İbn-i Ebû Behir es-Suyuti, el-İtkan fi ûlumû'l Kur'ân, Kahire,1951, c. I, sh. 29.


(3) Ebû Abdullah b. Yezid b. Mace, Sünenû İbn-i Mace; İst.1401, Çağn Yay. c. I, sh. 610 Had. No:1894.


(4) Molla Hüsrev, Dürerû'l Hükkam fi Şerhû Gureru'1 Ahkâm, İst.1307, c. I, sh. 278. Ayrıca, Ebu Bekir elCessas, el-Ahkâmu'l-Kur'ân, Beyrut 1335 c. I, sh. 8.


(5) İmam-ı Merginani, el-Hidaye, Kahire, 1965, c. IV, sh. 63, Molla Hüsrev, a.g.e., c. I, sh. 278 (Not: İmam-ı Şafü'ye göre haram olmaz. İmam-ı Malik'e göre haram olur.)


(6) Kur'ân-ı Kerîm, Şuara Sûresi: 44. (Geniş bilgi için bkz.: İbn-i Kesir, Tefsirü'l Kur'ân'il Azim, Beyrut:1969, Daru'1 Ma'rife Yay. c. III, sh. 334).


(7) İbn-i Abidin, Reddü'l Muhtar Ale'd Dürrü'l Muhtar. (Mukaddime bölümü).


(8) Abduırahman el-Ceziri, Kitahû'l Fıkh Ale'l Mezahibi'1 Erbaa, Mısır 1970, c. I, sh. 47. Ayrıca, İmam-ı Kurtubi, e!-Camü li Ahkâmû'I Kur'ân, Kahire: 1976, c. XVII, sh. 225-226.


(9) Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, Feteva-ı Hindiyye, Beyrut: 1400, c. II, sh. 73. (Ayrıca haram li aynihi olan bir yiyeceği veya içeceği kullandıktan sonra, haram olduğunu bilerek ve kasden elhamdülillah diyen kimsenin cle küfre gireceği beyan edilmiştir. Çünkü istihza ve istihfaf, delalet-i subuti kat'i bir hükümde cereyan ederse, tıpkı inkâr gibidir.)
BEYAT


BEY'AT (SADÂKAT YEMİNİ) Arapça bir kelime olan bey'ât; "kabûl etmek, bir akitten (anlaşmadan) râzı olmak ve tasdik etmek" gibi mânâlara gelir. İslâmî ıstılâhta: "Bir mükellefin, ehil bir cemaat (ehl-i hal ve'l akd) tarafından tesbit edilen halifeye, (imama, ulü'l-emr'e) itaat edeceğine dair, söz vermesine bey'at denilir." Bu bir anlamda mükellefin, meşrû (şer'i) olan her emirde (hoşuna gitse de, gitmese de) itaat edeceğine dair sadakat yeminidir. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Müslümanlar, gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler. Bununla yükümlüdürler. Ancak günah işlemeleri emredilirse, itaat etmezler." (1) buyurduğu bilinmektedir. Yine diğer bir hadis-i şerifte "Allahû Teâla (cc)'ya isyan hususunda mahlûka itaat yoktur. İtaat ancak ma'rûftadır"(2) buyurulmuştur. Dolayısıyla bey'at sonucu ortaya çıkan itaat, İslâmî hükümlerle sınırlıdır. Şeriata ittiba esastır.Bey'at, kitap, sünnet ve sahabe-i kirâm'ın icmaı ile sabit olan, sâlih bir ameldir. Bazı çevreler, "bey'atın farz olabilmesi için, İslâmî bir yönetim (devlet) şarttır." iddialarını ileri sürmektedirler. Resûlullah (sav) ile mü'minlerin yaptıkları ilk bey'at; Akabe'de gerçekleşmiştir. Bu tevatür derecesindeki haber, bütün kaynaklarda yer almıştır. Bu bey'atın, Mekke tebliğ döneminin sonlarına rastladığı da bilinmektedir. Mekke dönemiyle ilgili olarak İmam-ı Serahsi: "O dönemde Mekke, İslâm ahkâmının tatbik olunmadığı bir dâru'ş-şirk idi"(3) hükmünü zikretmektedir. İbn-i Abbas (ra)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Medine'nin de aynı dönemde dâru',s-,sirk özelliği taşıdığı kaydedilmektedir. (4) Dolayısyla, ilk bey'atın gerçekleştiği dönemde, İslâm fıkhını esas alan bir devlet mevcut değildir. O şartlar altında; Resûl-i Ekrem (sav)'in bey'at alması, mü'minlerin her-halûkârda kendi içlerinden bir emir seçmelerinin zarûretini ortaya koymaktadır. Ayrıca "dünyanın ücra bir köşesinde bile olsa, üç kişinin içlerinden birini kendilerine emir tayin etmeden yaşamaları caiz olmaz"(5) hadis-i şerifinin hükmü umumîdir.Kur'ân-ı Kerîm'de: "Hakikat sana bey'at edenler, ancak Allah'a bey'at etmiş olur. Allah'ın eli, onların (bey'at edenlerin) elleri üstündedir. Şu halde kim (bu bağı, ahdi) çözerse, kendi aleyhine çözmüş olur. Kimde sözleştiği şeye vefa ederse (A1lah) ona büyük bir ecir verecektir."(6) hükmü beyan buyurulmuştur.Bilindiği gibi mü'minlerin, kendi içlerinden seçtikleri bir ulû'l-emr e itaat etmeleri, kat'i nassla farz kılınmıştır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, peygambere ve sizden olan emir sahiplerine (ulû'1-emri minkum) de itaat edin." (7) emri verilmiştir. Bu emir sahibi; mü'minlerin irade beyanı ve rızalarıyla tesbit edilir, zorbalıkla (kuvvet kullanılarak) değil!.. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Zorbalıkla başa geçen ve zulümle insanların başında bulunanları" lânetlemiştir.(8) Fukaha; zaruret halinde, zorbalıkla (kuvvet kullanarak) başa geçen, fakat İslâmî hükümleri tatbik eden kimselere itaat edilebileceğini zikretmiştir. Nitekim İbn-i Abidin de, "zaruretten dolayı zorbanın sultanlığı sahihtir. Bu ifadeden murad; söz sahipleri bey'at edip, seçmeden zorla iş başına geçendir. Velev ki yukarıdaki şartlar (imam'da bulunan vasıflar) kendisinde mevcut olsun. Şunu da ifade eder ki, hilâfet meselesinde asıl, tayindir (yani mü'minlerin seçmesi). Müsayire'de şöyle denilmiştir: İmamlık akdi ya halifenin kendi yerine birisini seçmesiyle olur. Nitekim Hz. Ebû Bekir (ra) böyle yapmıştır. Yahûd, ûlemadan ve söz sahiplerinden bir cemaatin bey'atiyle olur. İmam-ı Eş'ariye göre; şahidler huzurunda olmak şartıyla söz sahiplerinden meşhur bir âlimin bey'atı kâfıdir. Şahidler huzurunda olması, şayet inkâr vâki olursa onu def içindir. Mûtezile taifesi beş kişinin bey'atını, hanefilerden bazıları da, bir cemaatın bey'atını şart koşmuş, hususi sayıya itibar etmemişlerdir. Zaruretten maksad, fitneyi önlemektir. Bir de peygamber (sav): `Dinleyin ve itaat edin!.. Velev ki size burnu kesik Habeşli bir köle hükümdar olsun' buyurmuştur." (9) diyerek, konunun mahiyetini izah eder. Muhakkak ki; "zaruret" mefhumunun sınırları, oldukça nâziktir. Zâlimlerin, fâsıkların, delilerin ve çocukların sultanlığına, "fitne çıkmasın" gerekçesiyle, râzı olmanın faturasını ümmet çok ağır ödemiştir. Her mükellef (ister erkek, ister kadın olsun) bey'ata muhataptır. Resûlullah (sav)'ın, bülûga eren her çocuktan, derhal bey'at aldığı da bilinmektedir. İbn-i Hümam: "Mü'minlerin kendi içlerinden bir imam seçmelerinin sebebi;-İslâm'ın emirlerini hakkı ile edâ etmektir." (10) hükmünü zikretmektedir. Bu husustaki hassasiyet, İslâmî birçok hükmün, ancak imamın varlığı ile tatbik edilebilmesine dayanır. Nitekim imamet ile ilgili meseleler, "akaid" kitaplarına konu olmuştur. (Bkz: "Hilâfet" ve "Siyaset" maddeleri).


KAYNAKLAR


(1) Sahih-i Buhari, İst. 1401, c. VII, sh.105, Kitabu'IAhkâm.


(2) İbn-i Kesir, Tef'siı-û'I Kur'ân'il Azim, Beyrut: 1969, D.Marife Neşri c. I, sh. 518.


(3) İmam-ı Serahsi, el-Mebsut, Beynıt: ty. c. I4, sh. 47.


(4) Sünen-i Nesîıi, İst:1401, c. IIV, sh.l44-I45, K.Bey'a. Tefsiı-û'l Hicre.


(5) el-Müsned, İstanbul 1401, c. II, sh.177.


(6) Fetih Sîıresi:10.


(7) Nisa Sûresi:59.


(8) Mustafa Sabri Efendi, Mejkûfu'I-Beşer, Kahire 1356, sh. 26.


(9) İbn-i Abidin, Reddü'I Muhtar, İst. 1982, c. II, sh. 386.


(10) İbn-i Hümam, Kitabû'I-Müsayere, İst. 1979, Çağrı Yay., sh. 265.
BİD'AT


BİD'AT Resûl-i Ekrem (sav)'in devr-i saadetlerinde izledikleri yol ve Hülâfa-i Raşidin dönemindeki tatbikat "sünnet" kavramı ile açıklanabilir. Zira bizzat Resûl-i Ekrem (sav)'in "Benim ve raşid halifelerin sünnetine sarılın"(1) buyurduğu sabittir. Hûlefa-i Raşidin döneminden sonra İslâm'a sokulmaya çalışılan itikâdî ve siyasî doktrinler bid'at hükmündedirler. Bunların bir çoğunu bid'at-ı hasene olarak nitelendirmeye çalışanlar, Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Dinimizden olmayan herhangi bir şeyi uyduranın ortaya koyduğu merduttur. Her bid'at dalâlettir"(2) hükmünü dikkate almıyorlar, demektir.Halkı müslüman ülkelerin uğradığı felâketlerin temelinde bid'atler yatmaktadır. Çünkü, bid'at, sünnetin zıddıdır(3). Her bid'atın; mutlaka bir sünneti ortadan kaldırdığı dikkate alınırsa, işin vehameti daha kolay kavranır. Zira bid'at çıkarma arzusu; tam ve kâmil olan İslâm nizamında noksanlık veya fazlalık varmış vehmine dayanır. Bu vehim ise, "Bugün dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak müslümanlığı (verip ondan) hoşnut oldum"(4) âyet-i kerimesinden şüpheyi beraberinde getirir. Bunun itikâdi yönden insanı hangi noktaya getireceği basiret sahiplerince malûmdur. Kaldı ki, İslâm'da olmayan herhangi birşeyi, İslâm'a sokmaya çalışmak veya hükümlerin bir kısmının çıkarılmasını arzu etmek, küfrü beraberinde getirir. Ehl-i Sünnet'in bütün müctehid imamları: "Kur'ân-ı Kerim'den olduğu sabit olan herhangi bir harfi, bir kelimeyi veya bir âyeti inkâr eden kimsenin küfrü üzerinde" ittifak etmişlerdir(5). Ayrıca, "delâlet-i ve subûti kat'i olan mütevatir bir sünneti inkâr etmek de" insanı küfre sürükler(6). İmam-ı A'zam Ebû Hanife (rha)'nin "Bid'atçının arkasında namaz kılmayın"(7) buyurduğu dikkate alınırsa, mesele kolayca kavranır.Bu girişten sonra; .İslâm ûlemasının mezhepleri niçin ehl-i sünnet ve ehl-i bid'at diye taksim ettiğini kavramamak mümkün müdür? (8) Halk arasında "Dört Hak Mezhep" kavramı; ehl-i bid'atla mücadele veren İslâm ûlemasının gayretiyle yerleşmiştir. ancak "ehl-i kıble'nin tekfır edilemiyeceği"(9) yolundeki külli kaide ve ehl-i kıble ıstılâhı unutulunca; her önüne geleni tekfır eden, hâricî mantığı yeniden gündeme girmiştir. Tabii bu arada; ideolojik taarruzlar sonucu, "ehl-i sünnetin akaidi" ile hiçbir alâkası kalmayan tiplere de rastlamak mümkündür. Ancak bu tipler; "ehl-i sünnet akaidi"nin verasetle kendilerine geçtiği vehmine kapılmışlardır. Dikkat edilirse; kahir ekseriyeti "ehl-i sünnet" olduğu farzedilen İslâm topraklarında müstekbirlere ait ideolojik hareketler güç kazanmıştır. Bu durumu nasıl izah edebiliriz? Türkiye'de Latin harfleriyle yayınlanan birçok eserde bid'at-ı hasene kavramı ortaya atılmış ve müslümanların zihinleri bulandırılmıştır. Felsefi kelâmın öncüsü sayılan "Mutezile" mezhebine mensup müelliflerin eserlerinde bid'at-ı hasene kavramı mevcuddur(10). Mütercimler, tercüme ettikleri eserlerin kime ait olduğuna veya faydalandıkları kaynakların mahiyetlerine dikkat etmeden bid'at-ı hasene kavramının yaygınlaşmasına vesile olmuşlardır.Bu arada sünnet ile bid'at arasında "uzlaşma" ortamı meydana getirmeye gayret eden bazı tipler: "Başta uçak ve otobüs olmak üzere, bir çok nakil vasıtaları Resûl-i Ekrem (sav) zamanında yoktu. Bunlar da bid'attır, bunlar da mı reddedilecek?" gibi demagojilerle saf zihinleri bozmuşlardır. Bu mantığın ne kadar sefil olduğu şuradan bellidir ki; ilim ve teknik, Kur ân, sünnet ve icma ile övülmüş iki alandır. Mü'minlerin yerde ve gökte rızık aramaları, Allah (cc)'ın dinine düşman olan kâfırlere karşı hafif ve ağır bütün silâhları hazırlamaları farz-ı kifâye olan bir ibadettir. Eğer İslâm toprakları işgal edilirse, cihad farz-ı ayn hâle geleceği için, cihad vasıtalarının da imâli farz olur. Kaldı ki, uçak ve otobüs, dine sokulmuş vasıtalar değil ki, bid'at kavramı içine girsin!...Bid'at-ı hasene kavramını Hz. Ömer (ra)' in teravih namazı ile ilgili uygulamasına dayandıran ve bizzat onun dilinden "İşte en güzel bid'at" cümlesi ile tanımlayanlar, yanılmaktadırlar. İmam-ı Ebû Yusuf (rha) İmam-ı A'zam (rha)'a: "Teravih namazı için, Hz. Ömer (ra)'in yaptığı ictihadın hükmü nedir?" diye sorduğunda İmam-ı Â'zam (rha) "Teravih namazı sünnet-i müekkededir. Bu sebeple kimse bid'attır diyemez. Resûl-i Ekrem (sav) zamanında olan ve onun bizzat yaptığı işi, düzenli ve devamlı hâle getirmiştir" cevabını verir. Gerçekten Resûl-i Ekrem (sav)'in sahabe-i kirama imamlık yaparak teravih kıldırdığı sabittir(11). Kaldı ki; sahabe-i kiramın icmaını bid'at-ı hasene diye nitelendirmek, selim akıl sahiplerinin yapabileceği bir cinayet değildir.İmam-ı Gazzalî: "Bid'atı red ve ondan el çekmek, beğenilmiş sünnettir. Her bid'at mezmum (zem edilmiş) ve delâlettir"(12) ·buyurmaktadır. Ayrıca el-Mustasfa isimli usûl kitabında, din emniyetinin sağlanabilmesi için, bid'at ehlinin cezalandırılmasını şart koşmaktadır(13). Müceddid-i elfi sani İmam-ı Rabbani de Mektubat isimli ünlü eserinde "bid'atın hasenesi olmaz, hepsi mezmumdur"(14) buyuruyor. Bütün bu izahlardan sonra şunu söylemek mümkündür: Modernistlerin büyük bir çoğunluğu, hevâ ve heveslerine uyarak bid'at-ı hasene kavramını kullanmakta, ehl-i sünnet mü'minleri, müstevlîlerin esiri haline getirmektedirler. Bu tuzağa, feraset sahibi mü'minler düşmemelidirler.


KAYNAKLAR


(1) Sünen-i İbn-i Mace, İst:1401 Çağn Yay. c. I, sh.16, Had. No: 42. Ayrıca, Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, . c. IV, sh.126-127; Sünen-i Ddrimi, Mukaddime,16, c. I, sh. 45; Molla Hüsrev, Dürerû'! Hükkâm fi Şerhû'I Ahkdm, İst. 1307, c. I, sh. 119 (Gcırer ve Dürer Tercümesi, İst.1979, Eser Yay. c. I, sh. 206).


(2) Sahih-i Müslim, İst.1401, Çağn Yayını, c. , sh. 592,Had. No: 867 K. Cuma: 43. (Türkçe: Salıih-i Müslim Tercüme ve Şer·hi, İst. 1977, c. IV, sh. 2416 Had.IVo:43'e müracaat).


(3) İbn-i Manzur, Lisanû'! Arab, Beyrut: ty. c. VIII, sh. 6 vd; İsldm Ansiklopedisi, lst. 1979 (5. bsm) c. II,sh. 599.


(4) Kur'ân-ı Kerim, Maide Sûresi: 3.


(5) Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, el-Fetevd-ı Hindiyye, Beyrut:1400, c. II, sh. 266 vd; el-Heysemi, el-İ'lam bi Kavatı'il İsldm, b. Halebi Mtb.1951, c. II, sh. 42.


(6) Molla Husrev Serhi Mirkat el-Vüsul İst:1979, sh. 24.


(7) İmam-ı Â'zam, Fıkh-ı Ekber (Aliyyü'1 Kari Şerhi)


(8) Taftazani, Şerlıû'l Akaid, İst.1980, sh. 95.


(9) İmam-ı A'zam, Fıkh-ı Ekher·, (Aliyyü'1 Kari Şehri) İst:1979, sh. 424.


(10) el-Cahiz, el-Havavaıı, Kahire:1357, c. I, sh. 86 vd.


(11) İbn-i Abidin, Reddü'I Mulıtar Ale'd Dürri'l Muhtar, Mısır:1972 c. t, sh. 59ı.


(12) Gazzalî, el-Camû'I Avanı, İst:1978 (ikinci bab) sh. 78·


(13) İmam-ı Gazali, el-Musıasjiı nıin İlmû'I Usül, Beyrut:


(14) İmam ı Rabbani el-Mektubat, İst: 1978, Çağrı Yayını. c. I, sh. 121 Mektub No:186 (Mekıubaı-ı Rahhani, İst.1977, Çile Yayın. c.1, sh. 391). İmam-ı Rabbanî "bid'at-ı hasene" kavramına itirazla şunu kaydeor: "Ulemadan bazıları, namazda niyyet için kalben dileyerek, dille söylemeyi bid'at-ı hasene diye anlatmıştır. Bu bid'at, sünnet bir yana, farzı dahi kaldırmaktadır. Şundan ki, insanların pek çoğu bu durumda, niyyet işinde yalnız dille olanı ile yetinecektir. İşte o zaman dahi namazın farzlarından biri olan kalble niyet, tamamen bırakılacak, namaz dahi fesada girecektir. Kalan bid'atler dahi, anlatılan bu manâya göre kıyas edilebilir." buyurulmaktadır.
CAHİLİYYE






CAHİLİYYE Önce kelime üzerinde duralım. Arapça bir kelime olup müfredi cahili'dir(1) Lûgatta "bilgisizlik mânâsına gelir, ilmin zıddıdır. Beyinsizliği ve hamakatı da içine alır. Genellikle İslâm'ın hâkim olmasından önceki hayatı içine alır"(2) ifadesine rastlarız. Istılâh olarak: "Allah (cc)'ın indirdiği hükümleri ve bilgileri kabul etmeyip (bunlar yerine) insanlar tarafından konulan hükümlere, düşüncelere ve sistemlere iman etmektir." Kur'ân-ı Kerim'de genellikle, bu anlamda yer almıştır. Nitekim; "Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü arzu ediyorlar? Şüphesiz sâlih bir kanaate sahip olanlar için, hükmü Allahû Teâla (cc)'dan güzel olan kim olabilir?"(3) buyurulmuştur. Dikkat edilirse bu âyet-i kerime'de, iki hüküm ve bu hükümlerin mahiyetleri izah buyurulmaktadır. İnsanlar ya cahiliye hükmüne, ya da Allah (cc)'ın hükmüne boyun eğeceklerdir. Bu iki hükmün dışında, herhangi bir hükümden söz etmek imkansızdır "helâl" ve "haram" hududlarını dikkate alamayan bütün sistemler, "cahili sermayeye" dayanmak durumundadır. İnsanları; Allahû Teâla (cc)'nın dinine göre eğitmeyen bütün eğitim sistemleri de "cahili eğitim" durumundadır. Sünen-i Nesei'de; "Babû Tefsiri Hicre" babında Câbir b. Zeyd'den rivayet edilen bir hadis-i şerif meselemize ışık tutmaktadır. Burada İbn-i Abbas (ra)'ın, hicretten önce Medine'nin dâru',c-şirk durumunda olduğunu ve Akabe bey'atını izah ettiğini biliyoruz(4) imam-ı Serahsi'nin, hicretten önce Mekke'nin durumunu izah·ederken: "Mekke, İslâm hükümlerini uygulanmadığı bir dâru'ş-sirk idi."(5) hükmünü dikkate alırsak, cahiliyyenin zıddının İslâm olduğunu kavramamız kolaylaşır.Cahiliyye kavramı, hakka ve hakikate dayanmayan her türlü itikadi ve amelî unsurları içine alan bir kavramdır. Şimdi cahiliyye devrinin kanunları üzerinde duralım. Niçin "cahiliyye devrinin adâlet ve hukuk sistemi" demiyoruz? buradaki incelik şudur: Adâlet ve hukuk kelimeleri, İslâmî birer ıstılâhtır. Adâlet, Allahu Teâla nın (cc) emrine uygun şekilde amel etmektir. Buna riayet eden müslümana âdil, riayet etmeyene de fâsık denilir. Hukuk ise, hak kelimesinin çoğuludur ve lûgat mânası, bâtılın zıddıdır. Kanun mefhumu, İslâmî bir ıstılâh değildir. Cahiliyye devrinin kanunları, bâtıl şeriattan çıkarılmış birer kuraldan ibarettir.Cahiliyye devrinde gerek bedevî (göçebe), gerekse medenî (şehirli) hayat yaşayan Araplar arasında, yazılı metne dayanan bir kanun sistemi yoktur. Bu devirde Arap Yarımadası'nın her tarafında değişik kanunlar yürürlüktedir. Yemen bölgesinde kanunlar, hükümdarların emirleri ile sınırlıdır(6). Kuzeyde, Suriye ve Filistin çevresinde Roma Kanunları tatbik edilmiştir(7). Doğu ve Kuzey-doğu bölgelerinde ise Zerdüşt dini tesirindeki Sasani Kanunları mevcuttur. Öte yandan bu bölgede bulunan Hıristiyanlar, beşerî münasebetlerinde Roma Kanunları ile karışık kilise örf ve âdetlerini esas almışlardır. Hicaz bölgesine gelince, bu bölgedeki Yahudiler Tevrat ve şerhi Talmut hükümleriyle hareket etmişler, onlarla ihtilat halinde bulunan Araplar da Yahudi kanunlarına bağlı kalmışlardır(8). Yazılı olmayan ve bir usûle dayanmayan cahiliyye kanunları, atalarından gelen örf ve âdete istinat etmektedir(9). Nitekim, Mekke şehir devletinin kanunî müeyyideleri yazılı değildir. Tamamen örf ve âdete dayanan bir kanun devleti söz konusudur. Mekke de yaşayan bütün kabile ve aşiretleri bağlayıcı kanunların, Dâru'n-Nedve adı verilen ve Kâbe'nin tam karşısında bulunan meclisten çıkanldığı sabittir. Bu meclisin üyeleri, kırk yaşını doldurmuş ve kabilelerinin tasvibini almış kimselerden oluşuyordu. Her kabilenin bir tâgûtu vardı. Dâru'n-Nedve meclisinin ilk başkanı Kusayr, ondan sonra yerine geçen oğlu Abdü'dDar'dır(10). Cahiliyye devrinin siyasî rejimi, kabile ve aşiret esasına dayanan ilkel bir demokrasidir. Örf ve âdete dayanan kanunî müeyyideleri uygulama yetkisi tâgût denilen kabile reisine bırakılmıştır(11).Cahiliyye devrinde, ceza kanunları intikam esasına dayanmaktadır. Adam öldürme suçu, umumiyetle kan dâvalarını gündeme getirmiştir. Ölenin velisinin, öldürenden intikam almaya kalkışması ile başlayan fesad,·çoğu zaman kabileler arası savaşa dönüşmüştür. Bununla beraber, kasıtsız adam öldürmede başvurulan tatbikat, diyet usûlüdür(12). Eğer katil bulunamazsa, maktulün velisinin isteği üzerine kasame usûlüne başvurulur. Bu usûl, maktulün bulunduğu yer ahalisinden elli kişinin maktulü öldürmediklerine, öldüreni bilmediklerine dair yemin etmeleridir(13). Bazı kaynaklarda, cahiliyye döneminde Zu'1-Mecasidi l-Yeşkûri isimli birisinin, mirastan kız çocuğuna, erkek çocuğuna verdiği hissenin yansı kadar hisse verdiği belirtilmektedir(14). Aynca cahiliyye döneminde Kureyşliler, hırsızlık yapanın elini kestikleri ve yol kesenleri astıkları zikredilmektedir(15). Bu haberler, bizi önemli bir mesele ile karşı karşıya getirmektedir. Acaba daha önce zikrettiğimiz cahiliyye devrindeki diyet ve kasame uygulaması veya hırsızın elini kesme cezası münferit vak'alar mıdır? Yoksa örfî kanuna dahil bir tatbikat mıdır? Bir başka ifadeyle Allahu Teâla nın (cc) kitabı ve Hz. Peygamber'in (sav) tatbikatı ile teşri edilmiş olan(16) miras ve ceza hukukuna ait bu hükümleri, İslâm ibka mı etmiştir? Eğer ibka etti ise bunun kaynağı nedir?İslâm ahkâmına uygun olan (sözkonusu tatbikatlar) cahiliyye devrinde meydana gelen münferid hadiselerdir. Kitabu'lMuhabber'de miras tatbikatıyla ilgili haber; "Cahiliyyede kız çocuğuna ilk defa miras veren... ilk defa kız çocuğuna bir, erkeğe iki hisse takdir eden kimse..." şeklindedir. Bu ifadelerdeki "ilk defa" kaydı, üzerinde durulan miras tatbikatının dana öncelerden gelen köklü bir tatbikat olmadığını gösterir. Diğer taraftan Sahih-i Buhari de İbn-i Abbas'tan şöyle bir rivayet vardır: "Öteden beri, ölenin malı erkek çocuğun olur ve vasiyet ana-babaya yapılırdı. Allah bu tatbikatı, iradesine uygun bir şekilde neshetti. Erkek evlada kıza verilen hissenin iki katını... takdir etti." (17) İbn-i Abbas'ın bu haberi, Kitabu'l-Muhabber'de verilen malûmatı cerh etmektedir. Zira nesh, mutlak mânâda bir hükmün yürürlükten kaldırılıp yerine yeni bir hüküm getirilmesidir. Dikkat edilirse İbn-i Abbas, "Allahu Teâlâ (cc) bu tatbikatı, iradesine uygun bir şekilde neshetti. Erkek evlada kıza verilen hissenin iki katını takdir etti." demiştir. O halde cahiliyye devrinde, İslâmî hükme uygun olan tatbikat, münferit bir vakıa olarak kalır ve İslâm dininin bunları ibka etmesi diye bir şey sözkonusu olamaz. Nitekim Ebu Ca'feri't-Tahâvî: "Bir miras, İslâm'dan önceki devirde İslâmî hükümlere uygun olarak taksim edilmiş veya hırsızlık yapan bir kimseye âynı şekilde İslâmî esaslara uygun ceza verilmişse, mahiyeti itibariyle aynı bile olsalar, bunlar İslâmî hükümlere dahil edilemezler. Çünkü teşri kaynakları farklıdır." (18) diyerek bir inceliğe işaret etmiştir. Dolayısıyla "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ilkesine göre teşekkül eden meclislerin çıkardığı kanunları, İslâmî bir hüküm olarak değerlendiremeyiz. Cahiliyye kavramının, bu mahiyet içerisinde değerlendirilmesi gerekir.


KAYNAKLAR


(1) İslâm Ansiklopedisi, İst.1977, c. II, sh.11 ("Cahiliyye" mad.)


(2) el-Bustanî, Mıiııcidi!'t-TııNah, Beyrut I974. ( 18 bsm.) sh. 97.


(3) Mâide sûresi: 50.


(4) Sünen-i Neseî, İst.1401, Çağrı Yayını. c. VII, sh. 144-145, (Kitabu'1 Bey'a-13, Babû Tefsiri'1 Hicre).


(5) İmam-ı. Serahsî, el-Mebsut, Beyrut, D. İhya Neşri, c. XIV, sh. 57.


(6) Prof.Dr. N. Çağatay, İslâm Oncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, sh. 28.


(7) İslâm Ansiklopdesi, c. IV, sh. 615 (Fuat Köprülü, "fıkıh" mad.)


(8) Ahmed Emin, Fecru'l-%slâm, Beyrut 1969, sh. 227.


(9) Prof. Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Ç'ıkışı, Ankara 1963, sh.17.


(10) Mustafa Çelik, Cahiliyye Düıeninin Ruh Haritası, sh. 32-33.


(11) İbn-i Kayyım, İ'lâmu'I-Muvakkîn, Kahire 1955, c. I, sh. 52. Aynca Dr. H. İbrahim Hasan, Tarihu'l-İslâm, Kahire 1974, 8. bsm., c. I, sh. 51.


( 12) Ahmed Emin, a.g.e., sh. 225-226.


(13) İmam-ı Nevevî, Şerhu Müslim, Kahire ty. e. IV, sh. 227.


(14) İbn-i Habib, Kitabu'l-Muhabber, Beyrut ty., sh. 324.


(15) İmam-ı Kurtubî, el-Câmü li Ahkâmi'I-Kur'ân, Kahire 1967, c. VI, sh. 160.Ayrıca, İbn-i Habib, a.g.e., sh. 327, 328.


(16) Nisa sûresi:11; Maide sûresi: 38; Sahih-i Buharî, K. Hudud, c. VIII, sh. 15-16; Sahih-i Müslim, K. Hudud; Sünen-i Tirmizî, K. Tahâre 110:/272 r. 145; İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. II, sh.177.


(17) İbn-i Haceri`1-Askalânî, Fethu'I-Bâri, Kahire 1348, sh. 197. Ayrıca Bedrüddin-i Aynî, Umdetü'l-Kari, İstanbul 1308, c. VI, sh. 485; Sahih-i Buharî, K. Tefsir, c. V, sh.178.


(18) İmam-ı Tahavî, Şerh-i Meani'1-Asar, Haydarabad 1333, c. IV, sh. 245.
CAN EMNİYETİ






CAN EMNİYETİ Can emniyeti izah edebilmek için, insana verilen değer üzerinde durmak mecburiyetindeyiz. Bütün felsefı sistemler insanı; ya düşünen, ya konuşan hayvan şeklinde tarif etmişlerdi. Dr. Alexis Carrel; "Felsefî ve bilimsel ideolojiler, insanı tarif etmekten ve tanımaktan uzaktırlar" iddiası ile Nobel Tıp Ödülü nü kazanmıştır(1). Bu da göstermektedir ki; bilimsel ideolojilerin "ilkel insan" ve "karanlık çağ" teorileri, ciddi bir temele dayanmamaktadır.İslâm dinine göre bütün insanlâr; Hz. Âdem (as) ile Hz. Havva'nın çocuklarıdırlar. Resûl-i Ekrem (sav)'in "Ey insanlar! haberiniz olsun ki, Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Biliniz ki Arabın Arap olmayan üzerinde, Arap olmayanın da Arap üzerinde; kızıl derilinin siyah derili üzerinde, siyah derilinin de kızıl derili üzerinde, hiçbir üstünlüğü ve fazileti yoktur. (Hepiniz eşitsiniz) Üstünlük ve fazilet ancak takva sayesindedir... Tebliğ ettim mi?"(2) buyurduğu bilinmektedir. Ayrıca insan yeryüzünde; Allahû Teâla (cc)'nın halifesi hükmündedir ve bütün nimetler emrine verilmiştir.İnsanların can emniyetini sağlamak hususundaki titizlik, ona verilen değer ile yakından alâkalıdır. Siyasî bir otorite meydana getirilmeden "can emniyetinin" sağlanması mümkün değildir. Bu noktada karşımıza, İslâm fıkhının tab'a (bey'at ve ahid ehli), lâik hukukun vatandaş diye isimlendirdiği mahiyet çıkar. İslâm fıkhında mükellef olma noktasına gelen çocuk, mü'minlerin emirine (ulû'l-emr) bey'at ederek, lehindeki ve aleyhindeki bütün haklara sahip olur. Lâik hukukun sisteminde ise çocuk, daha doğar-doğmaz (herhangi bir irade belirtmeden) nüfûs kütüğüne kaydedilerek "vatandaş" ilan edilir. Tabiî olarak her iki halde, ferd, belirli bir siyasî otoriteye bağlı hale gelir. Hanefi fûkahası: "İnsan için asıl olan hürriyettir"(3) umumî kaidesini benimsemiş ve "kat'i nassla beyan edilmiş meşrû bir sebep olmadan, insanın kanını dökmek haramdır" hükmünde ittifak etmiştir. Dolayısıyle "can emniyeti" ve "hürriyet" isbata muhtaç değildir. Fıtri haklar cümlesindendir.Kur'ân-ı Kerim'de: "Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona (kasden öldürene) gâzab etmiştir, lânet etmiştir ve çok büyük bir azab hazırlamıştır."(4) hükmü beyan buyurulmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Allahû Teâla (cc)'nın indinde; dünyanın yok edilmesi, bir mü'mini öldürmekten daha ehven (hafif)dir"(5) hadisi, can emniyetinin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.Şurası muhakkaktır ki; meşrû bir sebep yokken bir insanı öldürmek, bütün insanların can emniyetini hiçe saymak demektir. Böyle bir fiilin en ağır şekilde cezalandırılması, insana değer verme açısından zaruridir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Maktüller (öldürenler) hakkında size kısas farz kılındı. Hür hür ile, köle köle ile, dişi dişi ile! Fakat kimin (hangi katilin) lehinde, maktulün kardeşi (velisi) tarafından cüz'i birşey affolunursa (kısas düşer). Artık örfe uymak, ona (maktulün velisine) güzellikle ödemek lâzımdır. Bu Rabbinizden bir hafifletme ve esirgemedir. O halde kim bu (afv ve edâdan sonra) tecavüzde bulunursa, onun için pek acıklı bir azab vardır. Ey selim akıl sahibleri!.. Kısasta sizin için umumi bir hayat vardır. Ta ki adam öldürmekten sakınasınız." (6) hükmü beyan buyurulmuştur. Kısas; yapılan bir fiilin, mislinin (aynısının) faile icra edilmesidir(7) Kısasta; bedel olma mahiyeti vardır. Bu sebeple, kasden adam öldürmede kısas, öldürmenin misli (aynı), ikinci öldürmedir. Yani öldürülene mukabil, katil (öldüren) öldürülür. Molla Hüsrev: "Allahû Teâla (cc)'nın kısasta sizin için umumi bir hayat vardır, âyeti; kasten adam öldürmede kısas cezasının tatbikine delalet eder. Zira tefsir ve meani kitaplarında zikredildiği gibi âyetin mânâsı: Bir kimse öldürdüğü takdirde, kendisinin de kısas yoluyla öldürüleceğini tefekkür , ister istemez öldürmekten kendisini meneder. Şayet öldürmezse, kendisi de öldürülmez. Bu durumda her ikisi de hayatta kalırlar. Bunun kasden öldürenlere mahsus olduğu açıktır. Çünkü hataen öldüren kimse öldürülmez, diyet vermekle kurtulur'(8) diyerek, konunun mahiyetini izah etmiştir.İslâmî yönetimde; "kısas" ve "diyet" sadece müslümanlarla ilgili bir hüküm değildir. Bir müslüman, kasden ve teammüden bir gayrımüslimi (zimmiyi) öldürürse, kendisine kısas tatbik edilir(9). Zira Resûl-i Ekrem (sav) zimmet ehlinden bir gayrımüslimi öldüren kimseye kısas cezasını tatbik etmiş ve; "Elbette ben zimmetim altında bulunanların hakkını almaya en lâyığım"(10) buyurmuştur. Hz. Ali (ra): "Zimmet ehlinin (gayrımüslimlerin) cizye vermesi, malları bizim mallarımız gibi, kanları bizim kanlarımız gibi olması içindir"(11) diyerek, hukukî duruma dikkati çekmiştir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kâfire karşılık mü'min öldürülmez" hadisi, zimmet akdi imzalamayan ve islâma karşı savaşan harbîlerle ilgilidir. Çünkü harbînin (İslâm'a karşı savaşan kâfirin) kanı masûm değildir. Müstemen dahi olsa harbîyi öldüren kimseye kısas cezası uygulanmaz(12). Bu sebeble, dârû'l-İslâm'da ikamet eden (gayrımüslim) zimmî, dârû'l-harp'te ikamet eden müstemen (emanlı) müslümandan, hukuk noktasından daha üstündür(13). Zira darû'l-harp'te ikamet eden müslümanı öldürdüğü için kısas cezası uygulanmaz. Fakat dârû'1-İslâm'da ikamet eden gayrimüslimi (zimmîyi) öldüren kimse, kısas edilerek öldürülür!..Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Hadd cezaları, darû'l harp'te tatbik edilmez"(14) hadisi; Hz. Mekhul (rha)'den rivayet edilmiştir. Bu bir anlamda, hadd cezalarının tatbik edilmediği toplumlarda, insanların birçok emniyetinin bulunmayacağına işarettir. İmameyn'nin (rha) dârû' l-İslâm ve dârû' l-harb tasnifinde; "İslâm ahkâmının tatbik edilip edilmemesini esas alması (bkz.: Dâr anlayışı) önemli bir hadisedir. Esasen Allahû Teâla (cc)'nin mülkünde; küfür ahkâmı ile hükmetmek ve insan haklarını ortadan kaldırmak, hiç kimseye verilmemiş bir yetkidir. İslâm ahkâmının tatbik edilmediği bir beldede, mü'minlerin emniyet içerisinde olduklarını iddia etmek mümkün değildir. Kaldı ki; eğer o beldede mü'minler güçlü olsalardı, Allahû Teâla (cc)'nm hükmünü tatbik hususunda, kat'iyyen zaafa düşmezlerdi. Başta ûkubat olmak üzere, muamelât ve ferâiz, kat'i nassalarla sabit olan hükümlerdir. Bunların kıyamete kadar bâki olduğu hususunda; tevatür ve sahabe-i kirâm'ın icması mevcuttur. Böyle bir hakikatten şüphe etmek; başta beş vakit namaz olmak üzere, helâl ve haram hududlarından şüphe etmek kadar tehlikelidir!.. Bu mahiyet dikkate alınarak, içinde bulunduğumuz hal iyi tefekkür edilmelidir.


KAYNAKLAR


(1) Dr. Alexis Carrel, İnsan Bu, Meçhûl, İst: 1971, sh. 23. vd.


(2) İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, İst:1401, Çağri yay. c. V, sh. 411.


(3) İmam-ı Merginani, el-Hidaye Şerhû Bidayetü'l Mühtedi, Kahire; 1965, c. II, sh.173. Ayrıca İmam-ı Kasani, el-Bedaiû's Senai, Beyrut: 1974 c. VI, sh. 196; Molla Hüsrev, Dürerû'l Hükkâm, İst: 1307 c. II, sh.129.


(4) Nisâ Sûresi:93.


(5) Şeyh Muhammed b. Süleyman, Mercmuaû'I Enhur (Şerhû Damad), İst: 1316 bsk. ofset: Beyrut: ty. D. İhya Yay. c. II, sh. 615.


(6) Bakara Sûresi:187-179.


(7) İmam-ı Kasani, a.g.e., c. VII, sh.241, Ayrıca İmam-ı Serahsi, el-Mebsuı, Beyrut: ty., c. XXVI, sh. 60.


(8) Molla Hüsrev, a.g.e., c. II, sh. 89.


(9) İmam-ı Merginani, a.g.e., c. IV, sh.160.


(10) Sahih-i Buhari, İst: 1401, c. VIII, sh. 42. K. Diyet: 22.


(11) Molla Hüsrev, a.g.e., c. V, sh. 91.


(12) İmam-ı Merginani, a.g.e., c. IV, sh..160. Ayrıca Şeyh Abdülgani el-Meydani, el-Lübah'I fi Şerhi'l Kitap, Beyrut: 1400 c. III, sh. 144; İbn-i Hümam, Fethû'I Kadir, Beyrut:1318, c. VIII, sh. 257 vd.


(13) Molla Hüsrev, a.g.e., c. II, sh. 363.


(14) İmam-ı Serahsi, a.g.e., c. IX, sh. 100. Ayrıca bkz. İmam-ı Merginani, a.g.e., c. II, sh.103.
CİHAD






CİHAD Hz. Âdem (as)'dan itibaren bütün peygamberler, insanları, Allahû Teâla (cc)'ya teslim olmaya ve yüklendikleri emâneti edâ etmeye dâvet etmişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerım'de: "Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan(a gelince, o tuttu) emâneti sırtına yüklendi." (1) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler bu âyette geçen emanetin, Allahû Teâla (cc)'nın tekliflerinin tamamına verilen bir isim olduğu hususunda ittifak etmişlerdir(2) İbn-i Abbas (ra)'dan gelen rivayette de, şu noktalar üzerinde durulmuştur: "Emânet Allahû Teâla (cc)'ya taattır, kulluktur. Hz. Âdem (as), Allah (cc)'a emânetin ne olduğunu sormuş, O da: "İyilik edersen mükâfat , kötülük edersen ceza görürsün" buyurmuştur. Hz. Âdem (as) kendi rızasıyla emâneti yüklenmiştir." (3) Fıkıh usûlünde emânet Allahû Teâla (cc)'nın gerek kendi hukuku, gerek yarattıklarının hukuku ile ilgili insanlara yüklendiği vazifelerin tamamına verilen bir isimdir (4) Emanetin tabiî sonucu olan cihad, salih bir amel ve ibadettir. Şimdi cihad kavramı üzerinde duralım.Cihad Arapça bir kelime olup, cehd veya cühd kökünden gelir. Lugatta: "Güç ve gayret sarfetmek, meşakkat, amelde mübalağa etmek ve zahmet (eziyyet)" gibi mânâlara gelir.5 İslâmî ıstılâhta "Allahû Teâla (cc)'nın dini için; can, mal, dil ve diğer vasıtalarla elden gelen güç ve gayreti sarfetmeye cihad denilir." (6) tarifi esas alınmıştır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: Müşriklerle, malınızla, canınızla ve dilinizle cihad ediniz(7) buyurduğu bilinmektedir.Cihad kelimesi (terim olarak); küffarla savaş sırasında gayret sarfetmek mânâsına kullanıldığı gibi, nefis, şeytan ve fasıklarla mücadele için de kullanılır. Şimdi bu nokta üzerinde kısaca duralım. Hz. Câbir (ra)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, nefisle cihadın enemi belirtilmiştir. Hadis-i şerif şudur: "Peygamber (sav) bir gazadan geldi de, `Hoş geldiniz!.. Ama küçük cihaddan büyüğe geldiniz' buyurdular. Ashab `Büyük cihad nedir?' diye sordu. Rasûlullah (sav): `Kulun hevâ ve hevesi ile mücadelesidir.' buyurdu." Mükellefin (teklife muhatab olan insanın) kendisini Allahû Teâla (cc)'ya ibadetten alıkoyan her şeyi terketmesine zühd denilmiştir. Hevâ ve heveslerini bir kenara bırakıp, ihlasla ibadet eden kimseye zâhid denilir. Abdullah İbn-i Mesûd (ra)'dan rivayet edilen şu hadis-i şerif, Resûl-i Ekrem (sav)'in dünya hayatını nasıl değerlendirdiğinin bir belgesidir: "Rasulullah (sav) bir hasır üzerinde uyumuşlardı. Uykudan kalktı, fakat hasır vücudunda iz bırakmıştı. Bunun üzerine `Ya Rasulullah!.. Size bir yatak tedarik etsek olmaz mı?' dediler. Rasulullah (sav): `Benim dünya ile ne işim var? Ben dünyada bir ağaç altında gölgenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim.' buyurdu." (9) Zühd ve takva hayatını esas alan her mü'minin; Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetine riayet etmesi ve cihadın bütün unsurlarını edâya çalışması şarttır. Nefisle cihadı; insanın hevâ ve hevesleriyle mücadelesi şeklinde vasıflandırmak mümkündür. 'Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Hep beraber sulhû selâma girin!.. (Sakın) şeytanın adımları ardına (itaat ederek, izine) düşmeyin. Çünkü o (şeytan) sizin apaçık bir düşmanınızdır." (10) buyurulmuştur. Dolayısıyla şeytanı açık bir düşman bilmek ve onun ordusuyla (hizbu'ş şeytanla) cihad etmek farzdır. Gerek nefisle, gerek şeytanla yapılacak cihad'da, kalbin ameli ön plandadır.Muttaki bir mü'min diliyle de cihad etmek durumundadır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a andolsun ki; siz ya iyiliği emredip, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız, ya Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz, fakat dualarınız kabul edilmez(11) buyurduğu bilinmektedir. Fukaha emr-i bi'I-ma'ruf ve nehyi ani'I-münker'in cihad olduğu hususunda müttefiktir. İhtilâf edilen husus; "iyiliklerin emredilmesi ve kötülüklerin yasaklanması ilim, kuvvet ve ihtisas isteyen bir konudur. Dolayısıyla bu hizmetin her mükellef tarafından yapılıp yapılamayacağı" meselesidir(12)İbn-i Abidin Reddü' l-Muhtar isimli eserinde: "Cihadın fazileti pek büyüktür. Nasıl büyük olmasın ki; bir müslüman bu sayede Allah'a yaklaşmak için onun uğrunda nefsine meşakkatlerin en ağırını yüklenmekte ve aziz varlığı olan canını fedâ etmektedir. Bununla beraber nefsini devamlı olmak üzere ibâdet ve taatlara hasreder, onu hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan men etmek cihaddan da güçtür."(13) diyerek, önemli bir inceliğe işaret etmiştir.Silâhlı mücadeleye (kıtal) gelince; muhakkak ki bu cihadın en üst şubesidir. Resûl-i Ekrem (sav) fiilen savaşa çıkmış ve küfrün önderlerinden Ubey b. Halefi mızrağıyla vurmuştur. Savaş meydanlarında yiğitliğin ve cesaretin mahiyetini ortaya koymuştur.Kelime-i Şehadet getiren her mü'min, hakimiyetin kayıtsız ve şartsız Allahû Teâla (cc)'ya ait olduğunu ikrar ve tasdik etmiştir. Bu ikrar ve tasdik, tabii olarak, ihlasla Allahû Teâla (cc)'ya ibadeti beraberinde getirir. Cihad da bir ibadettir.Kur'ân-ı Kerîmde: "Müşrikler sizinle nasıl topyekûn harp ediyorlarsa, siz de onlarla topyekûn harp ediniz." (14) hükmü beyan buyurulmuştur. İslâm ûleması: "Müşriklerle ve kâfirlerle yapılması emredilen cihad'ın sebebi, onların müslümanlara karşı savaş açmış olmalarıdır. Dolayısıyla cihad, kâfirlerin meydana getirdiği fesadı ortadan kaldırmak ve mukavemetlerini kırmak için meşrû kılınmıştır." (15) hükmünde ittifak etmiştir. Müslümanlar yeryüzünde haksız yere insan kanının dökülmesini ve fesadın yayılmasını kabul etmezler.Şurası muhakkaktır ki; Ömer Nasûhi Bilmen (rha)'in tâbiriyle "Din-i İslâm cihanşûmül bir dindir. Kendi müntesiplerinin tam bir istiklâl dairesinde yaşamalarını bir gaye bilir." (16) Mustevli kâfirlerle ve (kan içici) müstekbirlerle sürekli savaşı gündemde tutmak ve bunun farz-ı ayn olduğunu ilân etmek zaruridir. İmam-ı Serahsi: "Cihaddan maksad, müslümanların emniyet içerisinde bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme (edâ edebilme) imkânına kavuşmalarıdır"(17) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir.Allahû Teâla (cc)'nm indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hüküm icad eden tâğûtî güçlerle savaşmak bir ibadettir. Bu ibadeti terketmenin vehâmeti ve azabı ağırdır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Herhangi bir müslüman gaza yapmadan (savaşmadan) ve onu gönlünden geçirmeden ölürse, nifakın bir şubesi üzerine ölür." (18) buyurduğu bilinmektedir. Emperyalist ve müstevli kâfirlere karşı cihad farz-ı ayn dır. Bu asla unutulmamalıdır.


KAYNAKLAR


(1) Ahıab Sûresi: 72.


(2) Mecmuatu't-Tefasir, İst. 1979, c. V, sh. 142-143. Ayrıca bkz. İmaiıı Celâlüddin es-Suyuti, Tefsirû'! Kur'ân'il Azyim, Beyrut, ty., c. II, sh.113.


(3) İbn-i Kesir, Tefsirû'! Kur'ân'il Azym, Beyrut 1969, c. III, sh. 591


(4) Molla Hüsrev, Mer'at el-Usûl fi Şerhi'l Mirkat elVüsûl, İst.1307, c. I, sh. 590 vd.


(5) Râğıb el-Isfahani, Müfredat fi Garibi'1 Kur'ân, İst: 1986, Kahraman Yay., sh.142.


(6) İmam-ı Kasani, el-Bedaiû's-Senai fi Tertibi',r-Şerai, Beyrut:1974, c. VII, sh. 97. Ayrıca bkz. Râgıb el-Isfahani, a.g.e., sh.142; İbn-i Abidin, Reddü'!-Muhtar Ale'd-Dürri'!-Muhtar, İst.1983, c. VIII, sh. 369.


(7) Zebidî, Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank.1978, c. II, sh. 397.


(8) İbn-i Abidin, a.g.e., c. I, sh. 68.


(9) Sünen-i Tirmizi, İst:1401, Çağrı Yay., Kitabû'zZühd: 44, c. IV, sh. 588-589 Had. No: 2377. Aynca Muhyiddin-i Nedevi, Riyazü's-Salihin, Ank.1970, c. I, sh. 515 Had. No: 488.


(10) Bâkara Sûresi: 208.


(11) Sünen-i Tirmizi, İst.1401, c. IV, sh. 468 K. Fiten: 9 Had. No: 2169. Ayrıca İmam Ahmed b. Hanbel, elMüsned, c. V, sh. 388.


(12) Geniş Bilgi için/ Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, İst.1985, c. II, sh. 306-307.


(13) İbn-i Abidin, a.g.e., c. VIII, sh. 370.


(14) Tevbe Sûresi: 36.


(15) İbn-i Hümam, Fethû'l Kadir, Beyrut: 1316, c. IV, sb. 280. Aynca İmam-ı Kasani, a.g.e., c. VII, sh. 97.


(16) Ömer Nasûhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiyye ve Istıldhat-ı Fıkhiyye Kamusu, İst.1976, c. III, sh. 357 Madde: 234.


(17) İmam-ı Serahsi, el-Mebsuı, Beynıt: ty., c. X, sh. 3.


(18) Sahih-i Müslim, İst: 1410, Çağrı Yay. K. İmare: 47,c. II, sh. 1517, Had. No: 158. Aynca Sünen-i İbn-i Mace, Sünen-i Nesai, Sünen-i Darimi.
CİN






CİN VE CİNLER Kâinatta hayat sahibi olan varlıklar, yalnızca insanlar ile çeşitlerini dahi tam bilemediğimiz hayvanlardan ibaret değildir. Uzun yıllar scientisme'i (bilimciliği) savunan ve "gözümüzle görmediğimize inanmayız" diyen aydınlarda garip bir değişim başlamıştır. Son yıllarda, uzayda canlıların bulunduğunu savunmak ve "ufo"ların marifetlerini gündeme getirmek moda hâline gelmiştir: Televizyon kanalları "ufo" olduğu iddia edilen cisimleri yayınlamak için birbirleriyle yarışmaktadır. Bazıları da cinlerin fotoğraflarını çekmek için, sağa-sola koşmaya başlamıştır. Kendi mantıklarına göre "sınır-ötesi" ilân ettikleri ve hayrete düştükleri bir âlemi zorlamaktadırlar.Gözle görülmeyen varlıkların başında cinler gelir. Cinlerin varlığı kitap ve sünnet ile sabittir. Cinler de (tıpkı insanlar gibi) mükellef olup onlara da peygamberler gönderilmiştir: "Ey cin ve insan topluluğu; size içinizden, âyetlerimi anlatan, hesap gününün geleceğini haber veren ve sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?" (En' âm sûresi:130).Meseleyi kavrayabilmek için önce "cin" kelimesi üzerinde duralım. Cin (kökü cenne), bir şeyin histen gizlenmesi ve örtülmesi manâsınadır(1). Aynı kökten gelen cünne kalkan ve siper manâsına gelirken, cenin anne rahminde saklı olan çocuğa verilen isimdir. İslâmî literatürde; Allahu Teâla nın (cc) tekliflerine muhatap olan ve insanların gözle göremedikleri bazı varlıklara cin ismi verilmiştir. Allah'a ilk isyan eden İblis'in de, cinler taifesinden olduğu bilinmektedir(2)Cinlerin bir tek ferdine cinnî denir. Bazı kaynaklarda geçen cânn kelimesi cin ile eşanlamıdır. Ğul ve ifrit cinlerin değişik türleridir. İslâm âlimleri "cinler hava ile karışık alevli bir ateşten yaratılmıştır"(3) diyerek, insan ile madde bakımından farklarına dikkati çekmişlerdir. Cinlerin erkek ve dişi olanları vardır. Evlenirler, çoğalırlar, yerler, içerler. İhtiyarı, genci vardır. Ayrıca cinler de mükellef olup, tıpkı insanlar gibi Allah'ın emir ve yasaklarına muhatap olmuşlardır. Allahu Teâla nın (cc)"cinler ve insanları ancak ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyat sûresi: 56) buyurduğu malûmdur. Ayrıca cinlerin, insanlardan önce yaratıldıkları, kat'i naslar ile sabittirKur'ân-ı Kerim de cinlerin, ateşten yaratıldıkları haber verilir: "Cânnı da, daha önce çok zehirli ateşten yarattık." (Hicr sûresi: 27). Şeytan da cinlerdendir. Allahu Teâlâ (cc) kendisini Hz. Âdem e (as), tâzim ve hürmet için, secde etmekle mükellef tutmuş, şeytan ise "kendisini ateşten, Âdem in topraktan yaratıldığını" ileri sürerek secde etmemiştir. Şeytanların âmiri durumundaki varlığa İblis denilir. Şeytan, insanları azdırmak için çeşitli yollara başvurur. Ondan sakınmak gerekir: "Ey Âdemoğulları! Şeytana tapmayın. Çünkü o sizi Rabbinizden ayıran bir düşmandır, diye size emretmedim mi?" (Yâsîn sûresi: 60). Tarih boyunca, vahyi hafife alan, mücerred aklı hem gerekli, hem yeterli bulan (putlaştıran) kimseler, hevâlarına uyarak şeytanı veli edinmişlerdir. Bunlara evliyaûş şeytan denilir.Resûl-i Ekrem'in (sav), cinleri görüp görmediği konusunda muhaddisler farklı görüştedirler. Müslim'de, Abdullah İbn Mes'ud'dan (ra) rivayete göre, Resûl-i Ekrem (sav) cinnîlerin dâvetine icabet buyurmuş, onları görmüş ve irşâd etmiştir. Buharî ve Müslimin İbn-i Abbas'tan rivâyetlerine göre ise Resûl-i Ekrem (sav) ashabıyla Ukaz panayırına giderken Nahle'de sabah namazını kıldırmış, bir grup cin gelip Kur'ân dinlemiş ve müslüman olmuştur. Müfessir İmam Kurtubî, bu iki rivayeti şu şekilde yorumlamaktadır: "İbn-i Abbas'ın rivayetine göre, Hz. Peygamber o olayda cinni görmemiş, onların Kur'ân dinleyip müslüman olduklarını Cenab-ı Hakk daha sonra haber vermiştir. Fakat bu hâdise, İbn-i Mes'ûd'un rivayet ettiği hâdiseden farklıdır. Nitekim İbn Mes'ûd şöyle demiştir: Bir gece Resûl-i Ekrem ile beraberdik. Derken aramızdan kayboldu. Vâdilerde, dağlarda aradık, bulamadık. O geceyi hep endişe içinde geçirdik. Nihayet sabah olunca bir baktık ki Hîra tarafından geliyor. Yâ Rasûlallah dedik, sizi kaybettik. Aradık bulamadık. Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti. Bunun üzerine şöyle buyurdu: Bana cin(ler)den bir dâvetçi geldi. Onunla beraber gittim. Onlara Kur'ân okudum." (4)İnsanlarla cinler arasındaki münasebet süreklidir. Resûl-i Ekrem (sav) bu hakikati şöyle ifade buyurmuştur: "Allah sizden her biri için, bir cinni arkadaş kılmıştır." Ashab: "Siz de mi yâ Rasûlallah?" diye sorduğunda, Resûl-i Ekrem: "Bana da aynıdır. Ancak Allah ona karşı bana yardım etti de, o (cin) müslüman oldu, artık o bana ancak hayrı söylüyor."(5) Ehl-i sünnet akidesine göre, şeytan, insanın vücuduna da, aklına da zarar verebilir. Tarih boyunca, değişik sebeplerle, mecnun (cinlenmiş) diye vasıflandırılan ve aklî melekelerini kullanamayan insanlara rastlanmıştır.Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Kâinatta hayat sahibi olan varlıklar, insanlar ile hayvanlardan ibaret değildir. Gözle görülemeyen veya akıl ile idrak edilemeyen, gaybî varlıklar da vardır. Scientisme'in iflasından sonra, televizyon kanalları (medyumları ön plâna çıkararak) zûlme ve sömürüye vesile olmaya başlamışlardır. Vesvese boyutunu aşan bu macera, birçok aileyi perişan etmektedir.


KAYNAKLAR


(1) İbn-i Manzur, Lisanû'I-Arab, Beyrut 1955, c. XVI, sh. 248.


(2) İbn-i Kesir, Tefsirû'I-Kur'âni'I-Aziym, Beyrut 1969, c. III, sh. 88 vd.


(3) el-Münavî, Feyzu'l-Kadir, Kahire 1356, c. III, sh. 450.


(4) İmam-ı Kurtubî, el-Câmü 1i Ahkâmi'I-Kur'ân, Beyrut 1967, c. XIX, sh. 2 vd.


(5) Mahsur Ali Nâsıf, et-Tâc, c. V, sh. 233.
CUMA






CUMA NAMAZI Tarih boyunca mü'minlerin üzerinde hassasiyetle durdukları konulardan birisi de, cum'a namazıdır. İran da şahlık rejiminin yıkılıp, yerine İslâm cumhuriyetinin kurulmasından sonra, "Dünya Cum'a İmamları Kongresi" adı altında toplantılar düzenlemeye başlanmıştır. Bu arada; Tahran da milyonluk cum'a cemaatinin toplanması herkesin ilgisini çekmiştir. Bu ilgi; cum'a namazının edâsının şartlarını gündeme getirmiş ve ilmi seviyede tartışmalar başlamıştır. Şimdi bu konu üzerinde duralım.Cahiliye döneminde, haftanın günleri arasında "cum' a" diye bir gün yoktur. Araplarının arûbe adını verdikleri günün ismi (cum' a ile ilgili ayet-i kerime nazil olduktan sonra) "cum' a" ismiyle anılmaya başlanmıştır(1) Cum'a kelimesi; ictimadan alınma bir isimdir. İctima, bir araya toplanmak mânâsınadır. Gerçi cemaatle kılınan her namazda toplanma vardır. Fakat cum'a namazı; içlerinde cum'a kılınmayan mescidlerin (Maalesef bugün böyle bir durum yok) cemaatlerini de bir araya topladığı içiıı, adetâ cemaatlerin cemaatidir(2) Nitekim İbn-i Abidin:"Cuma günü büyük camiden başka şehirdeki bütün küçük mescidler kapanır. Tâ ki onlara cemaat toplanmasın. Bunu Sirâc'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. Büyük caminin (cum'a camü) açılması ise zaruridir. Zâhire bakılırsa cemaat toplanmasın diye cum'adan sonra büyük cami bile kapanır. Meğer ki şöyle denile; `âdet, cemaatın vaktinden evvelinde toplanmasıdır. Binaenaleyh cum'a kılınmayan sair mescidlerin kapanması, cemaat bu camiye gelmeye mecbur olsun diyedir bu izaha göre mescidler cum'a namazı kılınıncaya kadar kapanırlar. Lâkin cum'adan sonra açmaya bir sebeb kalmadığı için ikindiye kadar kapalı kalırlar. Sonra bütün bu söylenenler cum'â dan başka bir namaza gitmekten mübalağalı bir şekilde menetmek ve onun kuvvetli bir namaz olduğunu göstermek içindir"(3) diyerek, önemli bir noktaya işaret eder. Esasen cum'a namazı, bir şehirde, tek bir camide kılındığı zaman, asr-ı saadetteki tatbikat gerçekleşmiş olur.Cum'a namazı, kitap, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fûkaha ile sübût bulmuş muhkem bir farizadır. Aynı zamanda mü'minlerin itaat şuurunu ayakta tutan ve onları kâfirlerle uzlaşmaz bir noktaya getiren bir ibadettir. Ehl-i Sünnet'in akaid kitaplarında, imametin niçin zarûri olduğu izah edilirken, bu konu üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Cum'a namazının edâsının şartları, mükellefin dışında arandığı için, bütün mü'minler bu konuda hassas olmak durumundadırlar. O şartlardan herhangi birisi ortadan kalkarsa, bütün mü'minler o şartın tahakkuku için gayret sarf ederler. Kâfirlerin ve mürtedlerin istilâsı altında iken: "Efendim, ûlû'lemr'in izni ihtilâflı bir konudur..." diye söze girip mü'minleri küfür ahkâmına razı etmeye çalışmak, büyük bir cinnettir. Hiçbir ilim ehli, bu yola tevessül edemez. Günümüzde bu yola tevessül eden ve müslümanların "İslâm cemaatini kurmaları" hakkını savunmayan kimselere rastlanmaktadır. Cum'a (cemaat) namazı, cihad şuurunu ayakta tutan bir ibadettir. Hepimizin hatırladığı gibi; Fransızlar'ın Maraş'ı istilâsı sırasında "Cum'a şuuru" gündeme girmiş ve küfre karşı büyük bir kıyam gerçekleşmiştir. Cum'a günü; Maraş'ın ulu camisinde (ki ulu camiler, cum'a camidir) toplanan müslümanlara Rıdvan Hoca (rha) şöyle haykırmıştır: "Müslümanlar!... Bu akşam Maraş kalesinden bayrağımız indirilmiş yerine Fransız bayrağı çekilmiştir. Cum'a namazının bir insana farz olması için onun hür olması gerekir. Fransız bayrağı o kaleden indirilmediği müddetçe, bu beldede gayrı Cum'a kılınmaz." (4) Rıdvan Hoca (rha)'nın bu açık ve yiğit tavrı; Maraşlı müslümanları, kanları ve canları pahasına da olsa, İslâm topraklarının müşriklerden temizlenmesi gerektiği şuuruna erdirmiştir. Sütçü İmam'ın (rha) tavrı da, hepimizce malumdur. Cum'a namazının dârû'l-İslâm ve cihad şuurunu ayakta tuttuğunun en yakın misâllerinden birisi de; Cezayir müftüsünün, müstevli kâfirlerin izniyle cum'a kılınamayacağına dair fetvasıdır. Nitekim Cezayirli müslümanlar, binlerce şehid vererek, müstevli kâfirleri hezimete uğratmışlardır. Tabii bunlar hep güzel misaller!.. Afganistan'da; müstevli kâfirlerin maşası Babrak Karmal gibi bir komünisti, ulû'l-emr ilân eden Şeyh Bahaüddin Ağa gibi tiplerin varlığını da biliyoruz. Allahû Teâla (cc)'nın muhkem ayetlerini bir kenara itip, hevâ ve heveslerini esas alarak, kâfirlerin velâyetini kabul eden bu tiplerin sayısı hızla çoğalmıştır. İdeolojik eğitimlerin sonucunda, ibadet ile âdeti birbirine karıştıran, geniş bir kitlenin varlığı da malûmdur. Müşrik düzenlere midelerinden bağlı olan ve rızk endişesiyle kıvranan kimselerden, İslâm'ın temel hedeflerine hizmet etmelerini beklemek gülünç olur. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Cihad kıyamet gününe kadar devam edecektir"(5) buyurduğu malûmdur. Mü'minler; başta kötülüğü emreden nefisleri olmak üzere, yeryüzünde fitneden eser kalmayıncaya kadar cihad etmekle memurdurlar. Şimdi cum'a namazının mahiyeti üzerinde duralım.Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey iman edenler!.. Cum'a günü namaz için çağrıldığınız vakit, hemen Allah'ı zikretmeye gidin alış-verişi bırakın. Bu bilirseniz sizin için çok hayırlıdır."s hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyet-i kerime mücmeldir. Şöyle ki: (a) Âyette cum'a namazı zikredilmemiş, mutlak olarak namaz zikredilmiştir. (b) Cum'a günü; şer'i bir gün olduğuna göre, fecir vaktinden güneşin kavuşma zamanına kadar olan süre söz konusudur. Hangi vakitte çağrılacağımız da zikredilmemiştir. (c) Ayetin başında yer alan "ey iman edenler" hükmü, Arapça gramer kaidelerine göre umumi bir beyandır. Halbuki cum'a namazının kadınlara ve kölelere farz olmadığı hususunda icma vardır. Nitekim İmam-ı Münzir: "Kadınlara cum'a namazı farz değildir"(70) hükmünde müctehid imamların ittifak ettiğini, hiçbir ihtilafın olmadığını zikretmektedir. Dolayısıyle her mücmel emirde olduğu gibi, bu âyeti kerimeyi de Resûl-i Ekrem (sav) tefsir etmiştir. Müctehid imamlar; Resûl-i Ekrem (sav)'den gelen emirleri esas olanlara, cum'a namazının vücûbunun ve edâsının şartlarını açıklamışlardır. Hz. Câbir (ra)'den rivayet edilen bir hadiste Resûl-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur: "Allahû Teâla (cc)'ya ve âhiret gününe iman eden bir kimseye cum'a namazı farzdır. Ancak seferi halde bulunan kimseye, kadına, çocuğa, köleye ve hasta olana farz değildir. Kim bir takım eğlence veya ticarî işlerinden dolayı cum'a namazına gitmeyip, ondan kendini müstağni sayarsa, Allah (cc) da rahmetini ve mağfiretini ondan uzak tutar. Zira Allah (cc) kimseye muhtaç değildir. Resûl-i Ekrem (sav) her şeyden müstağnîdir, hep övülmeye lâyıktır." (8) Resûl-i Ekrem (sav)'in bu emirlerini esas alan hanefi fûkahası, bir kimseye cum'a namazının farz olması için, şu şartların bulunması gerektiğinde ittifak etmiştir: 1. Hür olmak 2. Erkek olmak, 3. Mûkim olmak, 4. Sıhhatli bulunmak. Bu dört şart Kâfi'de zikredilmiştir. 5. Yürümeye gücü yetmek. Bu şart Bahru'r Raik'te zikredilmiştir (9) Bir kimse: "Efendim, cum'a namazını emreden âyette `Ey iman edenler' diye başlanılmıştır. Dolayısıyle ben bu şartları kabul etmem" derse, kendisine "Cum'a namazının kaç rek'at olduğunu ve nasıl kılınacağını ayetle isbat et... Ayrıca ayette vakit tasrih olunmadığına göre hangi vakitte kılacaksın?" sualini sorarız!.. Bu bizim en tabii hakkımızdır. Maalesef son yıllarda, müctehid imamların hukukuna tecavüz hareketi büyük bir hız kazandı. Bunun değişik sebepleri vardır.Cum'a namazının vücûbunun şartları, namaz kılanda aranır. Ancak edâ edilmesiyle ilgili şartlar (yani edâsının şartları) mükellefte değil, onun dışında aranan şartlardır. Nitekim İbn-i Abidin: "Cum'a namazının sahih olması için yedi şart vardır. Bu hususta Nehir'de şöyle denilmiştir. "Cum'anın vücup ve edâsı için birtakım şartlar vardır. Bunların bazısı namaz kılanda, bazısı başkasında aranır. Şartları (edâsının) bulunmazsa edâ sahih olmaz. Fakat vücûbunun şartları bulunmazsa edâ sahih olur"(10) diyerek bu inceliği işaret etmiştir. Şimdi cum'a namazının edâsı için geçerli şartlar üzerinde duralım:Birinci Şart: Cum'a namazını kıldıracak kimse; mü'minlerin ulû'l-emri (sultanı, imamı, vs.) veya onun izin verdiği kimse olmalıdır. Hz. Câbir (ra)'den rivayet edilen hutbede Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Her kim benim hayatımda veya benden sonra, âdil veya câir bir imamı (ulû'l-emri) olduğu halde cum'a namazını, hafife alarak veya vücûbunu inkar ederek terk ederse, Allah (cc) onun dağınık işlerini toplamasın, iki yakasmı bir araya getirmesin"(11) buyurduğu malûmdur(12). Akaid kitaplarında, halife ile cuma namazı arasındaki münasebet izah edilmiştir. Bütün akaid kitapları hanefi fûkahası tarafından kaleme alınmadığına göre, bunun mezhebi bir tavır olarak nitelendirilmesi yanlıştır. Kaldı ki "Dört şey imâmın (ulû'l-emr'in) hakkıdır: Hadd cezalarını tatbik etmek, ganimetleri mücahidler arasında tatbik etmek, cum'a namazını kıldırmak ve zekâtı toplamak"(13) hadisinde de aynı muhteva mevcuttur. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafımdan yayınlanan Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi isimli eserde: "İmamı Azam Ebû Hanife (rha)'nin kavline göre devletin (Ulû'lmr'in) izni olmadıkça cum'a namazı sahih olmaz. İmam-ı Mâlik ve Şafi ve Ahmed'e göre, izinsiz kılmamak müstehap ise de kılmakta sıhhate mâni bir şey yoktur..." (14) denilerek, konunun bütün müctehidlerce gündeme getirildiğini kaydetmektedir.Bahsin devamında da ûlû'lemr'in izni konusunun sünnete dayandığı izah edilmiştir. Şimdi âdil ve câir imam kavramlarını izah edelim: Âdil imam; hem kendi nefsinde, hem de insanlar arasında, İslâmî hükümleri tatbik eden, bey'at sonucu müslümanlar üzerinde tasarrufu ammeye hak kazanan kimsedir. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (Allah kendilerinden razı olsun) âdil imama misâldir. Cair imam ise; gerek kendi nefsinde İslâmî yaşamaması, gerekse bey'at sonucu olmadan (kuvvet kullanarak) iktidara gelmesiyle tanınır. Zulmû ile meşhur olan sultanların hepsi câir imam durumundadır. Âdil ve câir bir imam yoksa durum ne olur? Mezahib-i Erbaa'da bu sualin cevabı şöyle verilmiş: "Eğer ulü l-emrin izni olmazsa, cum'a münâkid olmaz. İnsanlara öğle namazı farz olur."(15) Tabi bu hüküm, hanefi fukahasına tahsis edilen bölümde yer almıştır. Şimdi Türkiye'de cum'a namazının edâsı için ulû'lemrin izni mevcut mudur? sualine cevap arıyalım. Birinci Büyük Millet Meclisinde cum'a namazının edâsı konusu; hilâfetin ilgası sırasında gündeme gelmiştir. Seyyid Bey; bu konu ile ilgili bir kitap kaleme almış ve Hz. Ali (ra)'nin hilâfetinden sonra, krallığın gündeme girdiğini iddia etmiştir. Dolayısıyla krallıklar döneminde, cum'a namazının kılındığını hilafetle cum'anın ilgisi olmadığını, kendi uslûbuna göre izah etmiştir. Bu tartışmalar; 16 Şubat 1933 tarihli; Mustafa' Kemal'in emri ile; izin talebinde bulunan bütün cemaatlere (köy veya şehir) cum'a için müsaade edileceğinin tamim edilmesi üzerine kesilmiştir. O tarihten sonra 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1972 ve 12 Eylül 1980 askerî müdahaleleri (ki hepsi de cum'a gününe rastlamış ve sokağa çıkma yasağı yüzünden cum'a namazı kılınamamıştır) sonucunda; Mustafa Kemal'in vermiş olduğu izin kaldırılmamıştır. Şu anda milyonlarca cum'a cemaati, Mustafa Kemal'in izni ve onu takip eden yönetimlerin tasvibiyle toplanmaktadır. (16)Bazı çevreler ısrarla Mustafa Kemal'in:"Hilâfeti ilga ettiği ve şer'i kanunları kaldırıp, modem kanunları getirdiği için" İslâm'a inanmadığını (tabiî gizli olarak) savunmaktâdırlar. Ancak aynı çevreler;16 Şubat 1933 tarihinde Mûstafa Kemal Atatürk'ün emri ile verilen izinle cum'a namazını edâ etmektedirler. Firaset sahibi her insan kabul eder ki; bu çevrelerin iddiaları ile amelleri arasında korkunç bir tezat vardır. Eğer iddialarında samimi iseler, kendileri gibi düşünenler arasından "Cum'a imamı" seçerek, namazlarını edâ etmek zorundadırlar!.. Ancak tezatlarını iftira, dedikodu, yaygara ve imzasız (teksir edilmiş) ilmî (!) mütalaalarla gizleme yolunu seçmektedirler.İkinci Şart: Cum'a namazının edâsı için; mısr (şehir) veya civarinda mûkim olmak!.. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bir mükellefe ne cuma namazı, ne teşrik tekbiri, ne ramazan bayramı namazı, ne kurban bayramı namazı yoktur. Bunlar ancak toplayan şehirde (mûkim olanlara) vardır." (17) hadisini esas alan Hanefi fûkahası: "Cum'a namazı ancak şehirde (mısr) edâ edilir. Köylerde sahih olmaz" hükmünde müttefiktir. İmam-ı Merginanî: "Şehir öyle bir mevzidir ki, içinde haddleri ikâme eden ve hükümleri infaz eden bir emîri ve kadısı bulunur." (18) hükmünü zikreder. Bahsin devamında da; Kerhî'den ve Selcî'den gelen rivayetleri kaydeder. Feteva-ı Hindiyye'de "Zahirü'r rivayede şehir; kendisinde kadı ve müfti bulunup haddlerin ikâme edildiği ve binalarının da Mina binaları kadar olduğu yerdir. Feteva-ı Kadıhan'da da böyledir. Hülasa'da ise; "İtimad bu kavil üzeredir" denilmiştir. Tatarhaniye'de de böyledir. Haddleri ikame etmenin mânâsı, bunu yapmaya gücün yetmesi, yetki ve selâhiyetin bulunmasıdır. Giyasiye'de de böyledir"ı9 hükmü kayıtlıdır. Zayıf bir rivayet olarak, Selci'den gelen; nüfusla ilgili tarif (mukallid) bazıları tarafından "İslâmî hükümleri tatbikte gevşeklik zuhur etmiştir" gerekçesiyle tercih edilmiştir. Bazı fûkaha ise nüfus üzerinde durulmasını, haddlerin ikamesi için, belirli bir insan cemaatinin bir arada olmasına bağlamıştır. Usûl ûleması: "Zayıf kaville amel edilemiyeceği gibi, fetva da verilemez" hükmünde müttefiktir. Selâhiyetli bir ûlema heyeti tarafından hazırlanan Feteva-ı Hindiyye'deki hükümler, zayıf kavil sebebiyle terkedilmez. (Not: Bunu zikretmemizin sebebi; imzasız [iftira teksirinde] ilmî mütalaa(!) sahibinin vehimlerini ortadan kaldırmaktır.)Üçüncü Şart: Cum'a namazının edâsı için, cemaat şarttır. Ferdî olarak edâ edilemez. Hz. Abdullah b. Amr (ra)'dan rivayet edilen hadisi şerif'te: "Cum'a namazı her müslüman üzerine, cemaat halinde kılınmak üzere vacip olan bir haktır." hükmü beyan buyurulmuştur. Bu hadisi şerif; Beyhaki, Ebû Davud ve Hâkim'de yer almıştır. İmam-ı Merginani: "Cum'anın şartlarından birisi de cemaattir. Zira, cum'a kelimesi, ictima'dan (toplanmaktan) türemiştir. Cemaatin en azı İmam-ı Âzam Ebû Hanife (rha) katında; imamette bulunan kimsenin dışında üç kişidir. İmameyn'e göre imamdan başka iki kişidir"(20) hükmünü zikreder. İmam-ı Şafii (rha), cum'a cemaatinin en az kırk kişi olması gerektiğini beyan etmiştir. Otuz dokuz kişi olsa cum'a sahih olmaz. Buradaki ihtilâf, cemaat kavramına dayanır. İmam-ı Şafü (rha) ilk cum'a namazının kırk kişiyle kılındığını esas almıştır. Hanefi fûkahası ise, sayının değil, cemaati önemli olduğu üzerinde durur. Fakat bütün müctehid imamlar (sayıda ihtilâf etmiş olsa da) cum'a namazının cemaatle edâ edileceği üzerinde ittifak etmişlerdir. Yani ferdî olarak kılınamaz. (Not: İmzasız iftira teksirinde; ilmî mütalaa (!) sahibi, Hanefilerin bu konuda da yanıldıkları iddiasındadır. Diyor ki: "Hem bunca şart ileri sürülür, hem üç kişiyle olur mu?" Halbuki fetih sonucu bir belde ele geçirildiği zaman; o beldedeki zimmîler (gayrımüslimler) kılıçtan geçirilmez. Orada İslâmî hükümler tatbik edilince darû' l-İslâm vasfı ortaya çıkar. Velev ki mü'minlerin imamının görevlendirdiği üç kişiden başka, bütün ahali gayrımüslim olsun!.. İşte o üç kişi; fethedilen bu yeni beldede cum'a namazını edâ eder. Demek ki, yanılan Hanefi fûkahası değil, iftira sahibidir.)Dördüncü Şart: Cum'a namazının edâsının şartlarından birisi de, öğle vaktinde kılınmasıdır. Cum'a namazının olan âyet-i kerime'de, "Cum'a günü" tâbiri umumi bir beyandır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Güneş meylettiği zaman insanlara cum'a namazını kıldırınız"(21) hadisi mücmel olan zamanın tefsiri hükmündedir.Be,sinci Şart: Cum'a namazının edâsının şartlarından birisi de izn-i âm'dır. İzn-i âm; mü'minlerin emirinin (ulû'l-emrin) insanlar için umumi müsaade vermesidir.(22) Cum'a namazının edâ edildiği caminin kapısının herkese açık olması esastır. Feteva-ı Hindiyye'de: "Cemaat camiye toplanmış olsa ve caminin kapılarını üzerlerine kapatarak cum'a namazı kılmış olsalar, bu cum'a caiz olmaz"(23) hükmü kayıtlıdır.Altıncı Şart: Cum'a namazının şartlarından birisi de mü'minlerin emirinin veya görevlendirdiği kimsenin hutbe okumasıdır. Bir kimse mü'minlerin emirinin izni olmadan hutbe okursa ve cum'a namazını kıldırsa "âsi ve bağy" hükmünde olur (24) Çünkü bu fiilde, ümmetin velâyetine tecavüz vardır. Cum'a namazı için ulû'l-emr'in vermiş olduğu izin, aynı zamanda hutbe okuması için de izin sayılır. İbn-i Abidin: "İzin ancak mescid yapılırken şarttır: Bu sözün neticesi şudur: Sultanın izni ancak ışin başında bır defa şarttır. O cum'ayı kıldırmak için bır şahsa izin verdi mi, o şahıs da başkasına, o da başkasına izin verebilir maksad sultan (ulu'l emr) bir camide cum'a kılınmasına izin verdi mi, artık orada her şahıs ve her hâtib cum'a kıldırmaya mezûndur., (Sultanın yahut sultan tarafından mezûn olan kimsenin iznine hacet yoktur) demek değildir Buna İbn-ı Çürubaş'ın Bahır'da nakledilen şu ibaresi de delâlet etmektedir: `Bunu öğrendikten sonra anlarsınız ki, zamanımızdâ yapılanlar, bir cami de cuma kıldırmak için sultanın izni aranır. Ve sultanın cami sahibine orada cum'a kıldırmak için izin vermesi, cami sahibinin de tayin edeceği hatibe izin vermesini sahih kılar. Artık bu hatib de icabında yerine başkasını geçirmeye mezûndur. Bunun hülâsası şudur Cum'a kıldırmak ancak vasıtalı veya vasıtasız olarak sultan (ulû'l-emr) tarafından me'zûn kimseye caizdir izin yoksa caiz değildir."25 Bu metinde geçen hatıb ıstılâhı unutulmaya terkedilmiştir. "Hatıb", ıştılâhı; "Cum'a imamı" mânâsındadır Hutbeden kinayedir meselenin kavranması için Şafi` fûkahasından `İmam Ebû'l Hasan el Maverdî'nin Ahkâmû's Sultaniye isimli eserindeki şu hükümleri zikredelim. "Cum'a namazına imam tayin edilen kimse, beş vakit namazı kıldıramaz. Beş vakit namaza imam tayın edilen kimsenin cum'a namazını kıldırıp kıldıramıyacağı hakkında görüş ayrılığı vardır. Yalnız cum'a namazını başlıbaşına bır ibadet kabul edenlere göre, beş vakit namaza imam tayin `edilen, cum'a namazına imam olamaz Cum'a namazını, o günün öğle namazına sayanlar, beş vakit namâz için tayin edilen imamın, cum'a imamlıği caizdir, derler "26 Hanefi fûkahasına göre: cum'a namazı başlı başına bır ibadettir, öğle namazının bedeli değildir. bu sebeple Osmanlı döneminde, "mescid imamları" ile "hatipler" (cum'a imamları) ayrı ayrı tayin edilmişlerdir. Günümüzdeki "Hâtibogulları" tâbiride, bu maziyi hatırlatır!.. Cumhuriyet döneminde ise, bu iki görev birleştirilerek "imam-hatip" denilmiştir: Şimdi "filân caminin imam-hatibi" denilir. Cum'a namazının;edasının Şartları; meselenin ehemmiyeti sebebiyle, tarih boyunca titizlikle tartışılmıştır. Bir şehirde "tek bir yerde mi, yoksa müteaddid yerlerde mi kılınacağı" konusunda ihtilâf sebebiyle âhir-i zuhur (son öğle namazı) gündeme girmiştir(27). Bazı fûkaha;'bir şehirde `tek bîr camide kılınacağını esas almış' ve: "Müteaddid yerlerde cum'a namazını kılmanın caiz olduğunu sahabeden ve tabiatıdan hiç kimse söylememiştir" diyerek konunun ehemmiyetini ..işaret etmiştir: Hanefi fûkahası; istilâ altında dahi mü'minlerin kendi içlerinden bir emir seçerek cemaat haline gelmelerini, seçtikleri emîrin kadı ve cum'a imamı tayın suretiyle İslâm'ın hükümlerini yaşamalarını tavsiye etmiştir.27 Fakat hiçbir fakih; "müstevli kâfirlerin reislerine itaat ederek, küfür ahkâmına râzı olun ve rahatınıza bakın" dememiştir!.. Esasen böyle demesi de düşünülemez. Afganistan'ın istilâsından sonra, firaset sahibi mü'minlerin: "Babrak Karmal'ın ve onun gibî olanların izniyle cum'a namazı kılınmaz" demeleri, bazı çevreleri rahatsız etmiştir. Bu hiçbir zaman, o beldelerde ikamet eden müslümanların, cum'a namazını terketmelerini, teklif değildir. Aksine kendi içlerinden emir seçerek, müstevlilere karşı cihad etmelerinin gerektiğini hatırlatmaktır. "Azimet"'ve "ruhsat"`'hududlarını dikkate almayarak, aklî sebeplerle keyfî gerekçeler bulmak (dinde bid'at çıkarmak) büyük bir tehlikedir Müctehid seviyesinde ilme sahip olmayan bir mü'min; sırf ilmî kudreti olmadığı için, bir müctehide ittiba eder: Bu onun üzerine vaciptir. Mükellefi, ittiba ettiği müctehid hususunda (ilmî bir delile dayanmadan) şüpheye düşürmek, İslâm'a hizmet değildir Hele hele: "Efendim, ulû'l- emr'in izni meselesi sadece Hanefilerde var, diğerlerinde yok!.. Dolayısıyle cumhurun görüşü geçerlidir" gibi; usûl-i fıkıh açısından kabul edilemeyecek iddialar gülünçtür. Kaldı ki bu uslûp, ilmî kudrete haiz olmayan mukallid mü'minler tarafından benimsenirse, Kur'ân-ı Kerîm'in dışındaki bütün eserler (hadis mecmuaları da dahil) reddedilir. Bunun ortaya çıkaracağı vahim sonuçlar, biraz ilmi olan ihlâslı mü'minler tarafından kolayca tahmin edilebilir.


KAYNAKLAR


(1) Mehmed Zihni Efendi, Nimeı-i İslâm, Diyarbakır: 1339 M. İslâmî Yay. c. I, sh. 529 ("Cum'a namazı" bahsinin girişi). Ayrıca Islâm Ansiklopedisi, İst. 1977, c. III, sh. 227 ("Cum'a" Mad.)


(2) Sahih-i Müslim Tercümesi ve Şerhi, İst.1977, c. IV, sh. 2347 (459), Cum'a bahsinin girişi.


(3) İbn-i Abidin, Reddü'l Mııhtar Ale'd Dürri'I Muhtar, İst:1983. c. III, sh. 325.


(4) Kurtuln,s Dergisi, Şubat 1977 Yıl: 3, sh. 24 (Maraş Yüksek Tahsil Gençliği tarafından, Maraş'ın kurtuluş gününde çıkanlan dergi).


(5) İmam-ı Merginani, el-Hidaye Şerhû Bidayetü'l Mübıedi, Kahire:1965, c. II, sh.135.


(6) Cumâ Sûresi: 9.


(7) İbn-i Münzir, Kitabû'l-Icma, Ankara,1983, sh. 29.


(8) İmam-ı Kasani, el-Bedaiîı's Senai, Beyrut: 1974, c.I, sh. 258-259.


(9) Şeyh Nizamüddin ve Heyet, el-Feteva-ı Hindiyye, Beyrut:1400, c. I, sh.144.


(10) İbn-i Abidin, a.g.e., c. III, sh. 283.


(11) Sünen-i Ibn-i Mace, İst: 1401, Çağrı Yay. c. I, sh. 343, Had. No:1801.


(12) Geniş bilgi için bkz. Sadrüddin Taftazani, Şerhû'l Akaid. İst: 1980 sh. 326-327. Ayrıca Muslihuddin Mustafa Kesteli, Şerhû Akaidi'I Kesteli, İst: 1973, Salâh Bilici Yay., sh. 181-182; Metn-i Akaid'il Ömer Nesefi, sh.12 (Kesteli'nin sonunda).


(13) Siracüddin Ebû Hafs Ömer el-Gaznevi, el-Gurreti'l Münife, Kahire:l950, sh. 68. Ayrıca İbn-i Hümam, Fethû'I Kadir, Beyrut:1316, c. IV, sh.129.


(14) Abdüllâtif Zebidî, Sahih-i Bnhari Muhtasarı, Teerid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank: ty. Diyanet Yay. c. III, sh. 47 vd.


(15) Abdurrahman el-Ceziri, Kitabü'I-Fıkh ale'I-Mezahibi'I-Erbaa, Beyrut: 1969, 3. bsm., c. I, sh. 388 (Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, çev. Hasan Ege, Bahar Yayınlan, Ankara 1971 baskısında bu hüküm yer almamaktadır. Zuhül eseri atlanmış olsa gerek...)


(16) Bu iznin metni için bkı: A. Hamdi Akseki, İslâm Dini, Ank:1973 (27. bsk), sh.173.


( 17) İmam-ı Serahsi, el-Mebsut, Beyrut: ty., c. II, sh.121. Aynca İmam-ı Merginani, el-Hidaye Şerhû Bidayetü'I Mühıedi, Kahire: 1965, c. I, sh. 82; İbn-i Hümam, Feıhû'I Kadir, Beyrut:1315, c. I, sh. 409.


(18) İmam-ı Merginani, a.g.e., c. I, sh. 83.


(19) Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. I, sh.145.


(20) İmam-ı Merginani, a.g.e., c. I, sh. 83.


(21) İbn-i Hümam, a.g.e., c. I, sh. 413. Ayrıca İmam-ı Merginani, a.g.e., c. I, sh. 83.


(22) Molla Hüsrev, Dürerîı'I Nükkam fi Şerhû Gureri'l Ahkâm, İst.1307, c. I, sh.138.


(23) Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. I, sh.148.


(24) Şeyhülislânı Ali b. Muhammed (Zenbilli Ali Efendi) el-Feteva, İst: 1324, sh.ll, Fetva no: 32. Ayrıca Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. I, sh.145.


(25) İbn-i Abidin, a.g.e., c. III, sh. 290. "


(26) İmam Ebû'1-Hasen el-Maverdi, el-Ahkâmn's Sultaniye, İst:1976 Bedir Yay. sh.113 (Müt.: Ali Şafak).


(27) Geniş bilgi için bkz. İbıi-i Abidin, a.g.e., c. III, sh. 300.


(28) Geniş bilgi içirr bkz. İbn-i Nüceym, el-Bahrü'r-Raik Kahire: 1311 c. IV, sh. 298. İbn-i Hümam, a:g.e., c. VI, sh. 365 Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. I, sh.146, İbn-i Abidin, a.g.e., c. XII, .145.
CUMHURİYYET






CUMHURİYET İnsanların ortak ihtiyaçlarını karşılanması ve insanlığa faydalı olan işlerin yapılması devletin "varlık sebebi" olarak kabul edilmiştir. Mesele bu açıdan ele alındığı zaman "insanlığa hizmet" hadisesi gündeme girer. Dolayısıyla devleti şu şekilde tarif etmek mümkündür: İnsanların ortak ihtiyaçlarından doğan, birbirleriyle olan ilişkilerini sosyal sözleşme esaslarına göre düzenleyen, bir ülke üzerindeki siyasî ve hukukî iktidarın müessese mahiyetindeki görünümüne devlet denilir. Tariften de anlaşılacağı üzere devlet, müşahhas ve mücerred bir çok unsurun bir araya gelmesi sonucu ortaya çıkar. Bir devletin, siyasî, iktisadî, ictimai çerçevesini ve iskeletini teşkil eden yazılı-yazısız bütün hukukî ilkelerine "anayasa" adı verilir. Genellikle insanların ortak ihtiyaç ve iradelerini (sosyal sözleşme esaslarını) kabul ettikleri anayasalarında görmek mümkündür. Dolayısıyla Allahû Teâla (cc)'ya iman eden ve O'na ibadeti esas alan insanların, kendi aralarındaki sosyal sözleşmeleri, İslâm dinine dayanır. Nitekim İbn-i Hümam: "Mü'minlerin kendi içlerinden bir imam (devlet başkanı, ulû'lemr) seçmelerinin sebebi, İslâm dininin emirlerini hakkı ile edâ etmektir." diyerek, müslümanların sosyal sözleşmelerinin mahiyetini ortaya koymaktadır. Tağuta kulluğu esas alan insanlar sosyal sözleşmelerini kuvvet dengelerine göre tesbite gayret ederler. Hakimiyetin mahiyeti ve hükümet şekilleri tarih boyunca tartışılmıştır. "Cumhuriyet" kavramı, bu tartışmaların odak noktalarından birisidir. Şimdi bu nokta üzerinde duralım.Cumhuriyet Arapça bir kelimedir. el-Müncid isimli lûgatta şunlara yer verilmiştir: "Cemhere: Bir araya getirme, toplama. Cumhur: Kavmin cemaati, her şeyin büyüğü, kavmin büyükleri, eşrafı, ileri gelenleri. Cumhuriyet: İdarecileri belli bir dönem için seçilen ve idaresi tevarüse (babadan oğula, mirasa) dayanmayan, ümmetin cumhurunun seçimi ile belirlenen yönetim"(1) Şemseddin Sâmi Kâmus isimli eserinde cumhuriyeti şu şekilde tarif etmektedir: "seçilen bir reisin altındaki heyet."(2)İslâmî kaynaklarda, âlimlerin büyük çoğunluğunun bir fikir etrafında birleştiğini ifade etmek için "cumhurun kavli böyledir" denilir. Meselâ: "Sebep nedir?" sualine cevap verilirken:"Fâkihlerin cumhuruna göre sebep; hükmün varlığı için, Şâri (Hüküm koyucu) tarafından bir emâre olarak belirtilen mazbut ve açık bir şeydir."(3) tarifi yapılır. İslâm fıkhında icma, kat'i bir delil olduğu halde, cumhurun görüşü kat'i bir delil değildir: Ancak amel edilebilecek kuvvetli bir rivayettir.Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Benim ümmetim dalâlet (sapıklık) üzerinde ittifak etmez."(4) buyurduğu bilinmektedir. Bir diğer hadis-i şerifte, "Mü'minlerin güzel gördüğü şey, Allahû Teâla (cc) katında da güzeldir."(5) hükmü beyan buyurulmuştur. Bunlar, ümmetin çoğunluğu (cumhur) tarafından kabul edilen delil ile amel edilebileceğini göstermektedir.Cumhuriyeti bir hükümet şekli olarak ele almak mümkündür. Hz. Ebû Bekir (ra)'dan itibaren siyasi yönetim, mü'minlerin bey'ati ile vücûd bulmuştur. Hz. Ömer (ra)'nin tavsiye; istişare ve bey'at sonucu hilâfet makamına geçtiği bilinmektedir. Ayrıca Resûl-i Ekrem (sav)'in, kuvvetle ve zorbalıkla insanların başına geçenleri lanetlediği sabittir (6) Bunları dikkate alan bazı müellifler; İslâm dininin "saltanatı ve babadan oğula geçen siyasi iktidar fikrini" esas almadığını izah edebilmek için, hükümet şeklini "cumhuriyet" olarak nitelendirmişlerdir. Hatta "en iyi cumhuriyet şekli İslâm'dadır" sloganını kullanan müelliflere rastlamak mümkündür. bu iddia sahiplerine göre, insanların seçme ve seçilme haklarını kabul eden her devlet (ideolojisi ne olursa olsun) "cumhuriyet" vasfını kazanır. Başta Ebu'l-Alâ Mevdûdî olmak üzere,(7) Bediüzzaman Said-i Nursî İhvanı Müslimîn'in önde gelen âlimleri (Abdulkadir Udeh; M. Ebu Nasr, Ömer Tilmisanî vs.) bu kanaattedirler. Aynca tağutî şahlık rejimine karşı kıyam ederek, siyasî iktidarı ele geçiren şia-imamiye mezhebine mensup âyetullahlar "İran İslâm Cumhuriyetini" kurarak, aynı kanaati paylaşmışlardır.Cumhuriyeti bir hükümet şekli olarak değil, bir hâkimiyet tezi ve ideoloji şeklinde ele almak da mümkün müdür? "Ana Britannica" isimli ansiklopedide cumhuriyet ile ilgili olarak şunlar zikredilmektedir: "Cumhuriyet, halkın doğrudan, ya da seçtiği temsilciler aracılığı ile egemenliği elinde tuttuğu yönetim biçimi. Cumhuriyet sözcüğü Arapça'da toplu durumda bulunan kavim ya da ulus anlamına gelen `cumhur'a dayanır. `Cumhuri' cumhura, yani ulusa ilişkin demektir. Latincedeki `Respublica' (Res: şey, olay, olgu ve publica: halk, kamu) sözcüğü de, devletin kamu malı olmasını, en yüksek emir verme yetkisinin kamuya ait olmasını ifade eder. Dolayısıyla `cumhuri devlet' ya da yalnızca cumhuriyet egemenliğin halka ait olduğu hükümet biçimi demektir.(8) Dikkat edilirse; batıdaki respublica (cumhuriyet) kavramı, egemenliğin (hâkimiyetin) kayıtsız ve şartsız insana (halka) ait olmasını gündeme getirmektedir. Mesele bu açıdan ele alındığı zaman, islâm dini ile cumhuriyet ideolojisinin, taban tabana zıt olduğu kavranır. Zira Kur'an-ı Kerim'de, Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: "İnsanlar arasında Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmet!.. Sakın onların (insanların) hevâ ve heveslerine uyma!"(9) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyla hiç kimsenin; Allahû Teâla (cc)'nın hükümlerine mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hüküm icad etmesi caiz olmadığı gibi, küfür ahkâmına tâbi olması da caiz değildir.. Ayrıca Resûl-i Ekrem (sav)'in: Nefsim yed-i kudretinde olan Allahû Teâla (cc)'ya yemin olsun ki, arzusunu İslâm'a tâbi kılmayan kimse iman etmiş olmaz.(10) buyurduğu sabittir. Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız Allahû Teâla (cc)'ya aittir. Molla Hüsrev: Siyerû'l-Ecnas'ta kaydedildiğine göre bir kimse başkasına küfür (ahkâmı) ile emretmek için azmeylese, sırf bu azmi sebebiyle kâfir olur. ayet bu kimse kelime-i küfrü konuşsa ve bir cemaat de o konuşanın sözünü kabul eylese, o cemaatin hepsi kâfir olur"t ı diyerek, hâkimiyet noktasındaki inceliğe işaret etmiştir.Batı toplumlarındaki cumhuriyet (respuhlica) anlayışı, egemenliğin (hâkimiyetin) kayıtsız ve şartsız topluma ait olmasını gündeme getirir. Dolayısıyla ideolojik bir mahiyet arzeder.İnsanların seçme ve seçilme haklarını tanıyan her devlet (ideolojisi ne olursa olsun) cumhuriyet vasfını kazanabilir mi? Kelime mânâsı olarak buna "evet" demek mümkündür. Ancak Resûl-i Ekrem (sav)'den itibaren (Hulâfa-i Raşidîn dönemi dahil) "İslâm Cumhuriyeti" kavramı hiç kullanılmamıştır. Halbuki "cumhur" kelimesi Arapça'dır. Bati da gelişen "respublica" hareketinden sonra, bu kavram gündeme girmiştir. Bu incelik gözden kaçırılmamalıdır. Müslümanlar, halkın hâkimiyetini esas alan rejimleri değil, insanların rızâsına ve şeriata dayanan hilâfet sistemini savunurlar.


KAYNAKLAR


(1) el-Bustani, Müncid, Beyrut:1974, sh.102.


(2) Şemseddin Sâmi, Kâmus-u Türki, c. I, sh. 482.


(3) Muhammed Ebû Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi, Ankara 1979, sh. 53.


(4) Sünen-i İbn-i Mace, İst. I401, Çağrı Yay. c. II, sh. 1301, Had. no: 3950.


(5) İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, İst:1401, c. I, sh. 379.


(6) Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfû'!-BeŞer, Kahire 1352, sh. 26.


(7) Ebu'I-Alâ Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, Ank. 1983, Pınar Yay., c. I, sh. 203. Aynca Hilafet ve Saltanat, Ank.1972, Hilâl Yay., (Mevdûdî'nin tesbiti şudur: "Hz. Peygamber'den sonra, yeni doğan İslâm devletinin başına geçen Hulâfa-i Raşidîn demokratik bir rejimin temelini attılar. Hz. Muhammed (sav)'in mübarek sohbetinden kaptıkları bağımsızlık ve hürriyet fikrini her tarafa yaydılar. Halifeler bir yandan devletin temelini cumhuriyet, demokrasi, istişare, insan hak ve hüıriyetleri ilkeleri üzerine atarken, bir yandan da kendilerini diğer insanlarla eşit saydılar.") Bediüzzaman Saicl-i Nürsî (rha) hükümet biçimi olarak cumhuriyeti savunmuştur. Gertiş bilgi içirı bkz: Safa Mürsel, Bediüzzaman Said-i Nursî ve Devlet Felsefesi, İst. 1976, Yeni Asya Yay., sh. 263 vd..


(8) Ana Britannied, İst.1987, c. Vİ, sh. 251 ("Camhuriyet" maddesi).


(9) Maide sûresi: 49


(10) İbn-i Kesir, Tefsirû'l-Kur'ân'il-Aziym, Beyrut 1969,' c. III, sh. 490.


(11) Molla Hüsrev, Dürerû'l-Hükkâm fi Şerhi'I-Gûreri'lAhkâm, İst.1307, c. I, sh. 324.
DALALET






DALALET İnsanlar mizâç itibariyle birbirlerinden farklı oldukları gibi, kavrama ve öğrenme kabiliyetleri yönünden de oldukça farklıdırlar: Bir insanın aklı ile tesbit ettiği ve "tek kurtuluş yolu" olarak sunduğu teorileri, diğer bir insan; tamamen "saçma" olarak nitelendirebilir. Hatta insanın aklî muhakemesini işletmeyip, hakikati bulmada, iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırmada gaflete düşmesi de mümkündür. Bütün bu ihtimaller olmasaydı, aklı ile hareket eden ve "hakikati bulduğunu" ileri süren herkese inanmamız gerekirdi. Halbuki görünen odur ki, herkes kendi aklını beğenmekte, tesbit ettiğini ileri sürdüğü doğruların dışında kalan herşeyi reddetmektedir. Dolayısıyla sırat-ı mustakîmin (Doğru yolun ve hakikatin) ölçüsü insan aklı olamaz. İşte bu noktada karşımıza hidayet ve dalâlet kavramları çıkmaktadır. Allahû Teâla (cc); Hz. Âdem (as)'a ve Hz. Havva'yı yeryüzüne indirdiği zaman şöyle buyurmuştu: "Hepiniz oradan inin. Sonra size benden bir hüda gelir de; kim benim hüdâma tâbi olursa, artık onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun (üzüntülü) olacak değildirler."(1)Yeryüzünde insan için iki yol vardır. Birincisi: Allahû Teâla (cc)'ya iman etmek ve hayatını İslâm'a göre düzenlemek (hidayete tâbi olmak). İkincisi: Hevâ ve heveslere tâbi olup, dalâlet üzere yaşamak!.. Bu iki yolun dışında üçüncü bir yoldan söz etmek mümkün değildir.Arapça'da dalâl kelimesi; yolunu kaybetmek, doğru yoldan çıkmak ve insanı talep ettiği noktadan mahrum bırakmak gibi manâlara gelir. Dalâlete düşene dâl, dalâlete düşürene müdıl, dalâlete düşürmeye, azdırmaya da idlâl denilir.2 Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, yaratılışı inkâr edenlerin iddiası izah edilirken "dalâlnâ" kelimesi (kaybolmak mânâsında) kullanılmıştır: "Dediler ki; `Biz yerde çürüyüp kaybolduğumuz (dalâlnâ) vakit mi, gerçekten yeni bir yaratılışla mı yaratılacağız? Evet onlar Rabblerine kavuşmayı inkâr edicidirler."3 Yine başka bir ayet-i kerimede, yoldan çıkarmak, azdırmak mânâsında (adletüm) kullanılmıştır: "Rabbin) Onları da, Allah'tan gayri taptıklarını da (mahşerde) bir araya toplayıp: `Siz mi şu kullarımı saptırdınız (adleltüm), yoksa kendileri mi yollarını sapıttılar'diyeceği gün (görürsün ki) onlar (şöyle) demişlerdir: `Seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da başka veliler edinmek bize yakışmaz. Fakat sen gerek onlara, gerek atalarına geçimlik verdin de, zikri (şeriata tâbi olmayı) unuttular ve helâk (e mahkûm) bir kavm (topluluk) oldular."4Dalâlete düşmenin bir çok sebebi vardır. Dünyevî ihtirasa kapılmak ve ahireti unutmak, her türlü felâketin başlangıcıdır. Tagutî güçlere itaat etmek ve onların ideolojilerine tâbi olmak, dalâleti satın almaktır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "O gün yüzleri ateşte evrilip-çevrilirken: `Eyvah bize!.. Keşke Allah'a itaat etseydik; peygambere itaat etseydik' diyeceklerdir. (Onlara tâbi olanlar da o gün) `Ey Rabbimiz! Hakikat biz reislerimize (liderlerimize) ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar (fe'edallûne's-sebiyla)' diyeceklerdir. Ey Rabbimiz!.. Onlara (liderlerimize ve büyüklerimize) azâptan iki.katını ver. Onları büyük bir lâ'netle rahmetinden kov!.."5 buyurulmuş ve tuğyan eden güçlere itaatin getireceği manzara çizilmiştir.Kelime-i Şehadeti ikrar ve tasdik eden her mü'min; Allahû Teâla (cc)'nın sınırlarını çizdiği şeriata tâbi olmak durumundadır. Zira sırat-ı mustakîm (dosdoğru yol) budur. Malûm olduğu üzere; namaz ibadetini edâ edereken mutlaka Fatiha sûresini okuruz. Bu sûreyi okurken: "Yalnız sana ibadet (kulluk) ederiz. Yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, kendilerine ni'met verdiklerinin yoluna kavuştur. Gazaba uğrayanlarınkine, dalâlette olanlarınkine değil!.." diye yalvarır ve "âmin" deriz. Şimdi Muhammed Ali Sabunî'nin Ahkâm Tefsiri isimli eserinden ve led-dâlliyn ibaresinin mânâsını öğrenelim: "Dâllin den (sapıklardan) kasıt hristiyanlardır. Nitekim Cenabı Hak: "De ki: `Ey Kitap ehli!.. Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan evvel hakikaten hem kendileri sapmış hem bir çoğunu saptırmış ve (hâlâ da) doğru yoldan ayrılıp sapagelmiş bir kavmin hevâ ve (heve)sine uymayın."6 emri ile bize bunu bildirmektedir. İmam Fahruddin-i Razi, konuyla ilgili görüşünü şöyle ifade eder: Müfessirlerin bazısı gazaba uğrayanlardan maksadın; görünür amellerinde hata yapan her şahıs, sapıklardan muradın da, itikadında hata yapan herkes olduğu görüşünü tercih etmektedirler. Çünkü, gazâba uğrayanları yahudilere, sapıkları da hrıstiyanlara tahsis etmek esasa aykırıdır. Çünkü Allahû Teâla (cc)'yı inkâr etme, O'na bazı şahıs ve güçleri ortak etmek din olarak hrıstiyanlıktan ve yahudilikten daha çirkin, dolayısıyla onlardan konınmak daha evlâdır. Alûsî, Fahruddin-i Razi'nin bu görüşünü reddederek şöyle diyor: "Gazaba uğrayanlar" ile "sapıklar" sözlerinden açık olarak yahudi ve hırıstiyanların kasdedildiği, sahih hadisle rivayet edilmiştir. Bu rivayet varken, buna aykırı bir görüşe dönülemez. İmam-ı Kurtubi ise şöyle demektedir: Müfessirlerin bir çoğuna göre "gazaba uğrayanlar" ile yahudilere, "sapıklar" ile de hristiyanlara işaret edildiği, Hatem oğlu Adiyy'in müslüman oluşu sırasındaki hadiste tefsir edilmiştir. Ebu Hayyan'ın bu hadisle ilgili görüşü şöyledir: Eğer hadis-i şerif'in Resûl-i Ekrem (sav)'den nakli sahih ise, ona dönmek (onunla amel etmek) farz olur. Bana göre; Fahruddin-i Razi'nin görüşü, hadisi reddetmek anlamını taşımaz. Aksine onun hükmünü genelleştirerek, yahudilik, hıristiyanlık ve diğer tüm İslâm dışı inançları içine alan bir ifade ile bütün kâfir ve münafıkları âyetin şûmulüne almıştır Şurası muhakkaktır ki, hidayetten ayrılan bir kimse, mutlaka dalâlete düşmüştür. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Artık hakdan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan başka ne kalır?" (Femâzâ ba'delhakkı ille'd-dalâl)s buyurulmuştur. Mesele bu açıdan ele alındığı zaman dalâlete düşmenin, neleri beraberinde getireceği kolayca anlaşılır.İnsanın sadece aklî melekelerini kullanarak dalâletten kurtulması mümkün değildir. Vahye tâbi olmayan kimse hidâyet nimetine kavuşamaz. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de, Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: "İşte biz sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Halbuki (vahiyden evvel) kitap nedir, iman nedir? sen bilmezdin. Fakat onu biz bir nur yaptık. Bununla kullarımızdan kime dilersek, ona hidayet veririz. şüphesiz ki sen, doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun'(9) buyurulmuştur. Resûl-i Ekrem (sav) vahiy gelmeden önce, kitabın ve imanın mahiyetini bilmeyişi, mücerred aklın (bu noktada) sınırını çizmektedir. Bu sebeple akıl, vahyi kavramak için bir vasıtadır. Bu incelik unutulmamalıdır. Aklı putlaştıranlar, dalâlete düşerler.


KAYNAKLAR


(1) Bakara sûresi: 38.


(2) Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat fi Garibi'il Kur'ân, İst. 1986, Kahraman Yay., sh. 440. Aynca, Ömer Nasûhi Bilmen, Kur'ân-ı Kerîm'iıı Türkçe Meali Atisi ve TeJsiri, İst. 1963, c. II, sh. 11; Seyyid Şerif Clircani, et-Tarifat, İst. ty. Kaynak Yay., sh.137.


(3) Secde sûresi:10.


(4) Fûrkan sûresi:17-18.


(5) Ahzab sûresi: 66-68.


(6) Maide sûresi: 77


(7) Muhammed Ali Sabûni, Aiıkânı Tejsiri, İst. 1984, c. I, sh. 22-23.


(8) Yunus sûresi: 32.


(9) Şûra sûresi: 52
DAR ANLAYIŞI






DÂR ANLAYIŞI İçinde yaşadığımız toplumda vatan ve vatandaşlık tâbirlerini herkes bilir. Namaz kılan kimseler vatan-ı aslî, vatan-ı ikâmet ve vatan-ı sefer gibi kavramlara yabancı değildirler. Son yüzyılda vatan kavramı, fıkhî mahiyetinin dışında, yepyeni bir mânâ kazanmıştır. Bu yeni mahiyet, dâr mefhûmuna büyük bir darbe indirmiştir. Dâr, lûgatlarda; "Yerleşme mekânı, belde ve bir kavmin konakladığı, ikamet ettiği yer"I anlamında kullanılır. Nitekim Medine için Dâru's-Sünne terkibi meşhurdur.2 Bütün mûteber kaynaklarda; dâru'l-İslâm, dâru'ş-şirk, dâru'l-küfr, dâru'l-mütegallibe ve dâru'l-harp gibi terkiplere rastlamak mümkündür. Dikkat edilirse terkiplerde hep keyfiyet ön plândadır. Zira mü'min için, yeryüzünün doğusu da, batısı da Allahû Teâla (cc)'ya aittir. Bütün âlemlerin yaratıcısı ve onlar arasındaki nizamın sağlayıcısı kimdir? sualine her mü'min aynı cevabı verir: Elbette Allahû Teâla (cc)'dır.Kur'ân-ı Kerîm'de: "Bir mü'minin diğer bir mü'mini yanlışlık eseri olmayarak (kasten) öldürmesi yakışmaz. Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse mü'min bir köle azad etmesi ve (ölenin) ailesine teslim edilecek bir diyeti vermesi lâzımdır. Meğer ki onlar (o diyeti) sadaka olarak bağışlamış olsunlar. Eğer (öldürülen) mü'min olmakla beraber, size düşman olan bir kavimden ise, o zaman öldürenin mü'min bir köleyi azad etmesi lâzımdır. Şayed kendileriyle aranızda anlaşma (muahede, musalaha) olan bir kavimden ise, o vakit mirasçılarına bir diyet vermek ve bir mü'min köle azad etmek gerekir. Kim (bunları) bulamazsa, Allahû Teâla (cc) tarafından tevbesinin (kabulü) için, birbiri ardınca iki ay oruç tutması icab eder. Allah her şeyi bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir"3 hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Şafıi (rh.a) bu ayeti zikrettikten sonra şunları ifade eder: "Görüldüğü gibi Allahû Teâla (cc), hataen öldürülen bir mü'min için diyet ve bir kölenin azadını emretmiştir. Aramızda muahede bulunan (dârul-musâlaha) kanı, yurdu ve ahdi korunması gerekenlerin durumlarmı da beyan buyurmuştur. Kanı ve dâr ı masum olmayan, (dâru'l-harpte) yaşayan mümin için ise, diyet yoktur, keffaret vardır. Zira mü'minin kanı iman etmesi sebebiyle korunmuştur."Resûl-i Ekrem (sav)'ın sünnetinde de dâru'l-İslâm ve dâru'l-harp mefhumlarına rastlıyoruz. "Dârul -İslâm; içinde yaşayanı her türlü tecavüzden korur, dâru'l-harp ise içinde bulunanı mübah kılar"(5) hadisi, insanların zaruri emniyetlerini beyan eder. Dâru'l İslâm; her türlü tecavüzü yasakladığı için, orada bulunan insanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetleri mevcuttur. Dâru'l-harp'te ise, bu emniyetlerden söz etmek mümkün değildir. Resûl-i Ekrem (sav)'in dâru'l-harp'te haddler tatbik edilmez6 hadisi, bunun bâriz bir örneğidir. Yine Hz. Mekhûl (rh.a) gibi bir fakihten rivayet edilen: "Dâru'l-harp'te mü'minle harbî arasında faiz yoktur"(7) hadisi, mal emniyeti ve muamele açısından farklılaşmaya işaret etmektedir. Kur'an ve sünnetteki dâru'l-İslâm ve dârul-harp mefhûmlarının mahiyeti, fûkaha tarafından izah edilmiştir. Bilhassa "Siyer" ve "Cihad" bahislerinde mefhumların mahiyeti üzerinde hassasiyetle durulmuştur. İmam-ı Serahsi; "Dâr mefhumu, idare ve hakimiyete göre mahiyet kazanır. Müslümanların hakimiyeti altında olan ve İslâm ahkâmının tatbik edildiği beldeler dâru'1-İslâm; mü'minlerin imamının sultası (hâkimiyeti) altında ve İslâm ahkâmının yürürlükte olduğu beldedir. Dâru'1-harp ise; kâfirlerin reisinin emir ve idaresi altında olan, küfür ahkâmının yürürlükte olduğu ülkedir."(9) Hanefi fûkahası; bu tariflerde kesinlikle ittifak etmiştir. Tek bir ihtilâf dahi gösterilemez. Fakat "dâru'l-İslâm olan bir ülke, hangi şartlarla dâru'l-harbe dönüşür?" sualine cevap ararken; İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a) ile İmameyn (İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Yusuf) arasında farklı ictihadların bulunduğu bilinmektedir. Şimdi kısaca bunu izah edelim. Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle hükmedilen bir İslâm beldesi (dârû'1-İslâm) için üç tehlikeden söz edilebilir: Birincisi: Kâfirler işgal ve istilâ edebilirler. İkincisi: Bir şehir veya bölge halkı topluca irtidat ederek, dârû'l-İslâm ın içerisindeki bir beldeyi ele geçirebilir. Üçüncüsü: Mü'minlerin emîrine (ulû'lemr'e) zimmet akdi ile bağlı olan gayrımüslimler, bu anlaşmayı bozarak bulundukları beldeyi ele geçirebilir(10). Bu üç halde de bütün mü'minlerin üzerine cihad farz-ı ayn olur. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a)'ye göre; dârû'1-harbe dönüşebilmesi için şu üç şartın tahakkuku gerekir: Birincisi: İçerisinde şirk ahkâmı icrâ edilmelidir. İstilâ altındaki müslümanlar; kendi aralarında şeriat ahkâmından hiçbiri ile hükmedemez duruma gelmelidir. İkincisi: İçerisinde evvelki eman ile nefsi üzere (yani mü'minlerin bey'at, zımmilerin anlaşma sebebiyle) emin bir müslüman veya zımmî kalmamış olmalıdır(11). İmameyn'in kavline göre, küfür ahkâmının icrası ile birlikte; dârû'l-İslâm olan bir belde, dârû'1-harp haline gelir. Kıyas budur.l2 Ömer Nasûhi Bilmen, İmameyn'in kavlini zikrettikten sonra: "Binaenaleyh hükümdarı (yöneticisi) harbî olan herhangi bir ülke, bir darû'l-harb bulunmuş olur. Velev ki dârû'1-İslâm'a muttasıl olsun. Müftabih (kendisiyle fetva verilen) olanda budur"13 diyerek, ûlemanın tercihine işaret eder. İmam-ı Malik ve İmam-ı Ahmed b. Hanbel (Allah kendilerinden razı olsun) "Dârû'l-İslâm olan bir belde de, küfür ahkâmının açıktan tatbik edilmesiyle birlikte dârû'l-harb olur" hükmünde müttefiktir!.. İmam-ı Şafii (rh.a)'nin müftâbih kavline göre; dârû'1-İslâm olan bir belde, istilâ ile birlikte dârû'l- harbe dönüşmez. Zira müstevlilerle (ister kâfir, ister mürted olsun) son müslüman şehid düşünceye kadar cihad etmek farz-ı ayn'dır. Cihad devam ettiğine göre, eski hüküm bâki kalır. Çünkü sünnetle sabittir ki "İslâm üstündür, ona üstünlük olamaz!.."İmam-ı Kasani, İmam-ı Azam Ebû Hanife'nin koyduğu şartları izah ederken şunları zikreder: "Dâr ın İslâma veya küfre izafesinden maksad, bizzat İslâm'ın, küfrün kendisi değildir. Maksad; emniyet ve korkudur. Eğer bir beldede emniyet mutlak surette müslümanlara, korku da aynı şekilde kâfirlere ait ise orası dârû'l-İslâm'dır. Ancak emniyet (hakimiyetleri sebebiyle) mutlak surette küffâra, korku da müslümanlara ait ise o yer dârû'1-küfürdür, Ahkâmı tatbik etme; emniyet ve korkuya dayanan bir hâdisedir. Bu sebeble emniyet ve korkunun itibara alınması evlâdır."14Şimdi dârû'l-harb olan bir belde, hangi şartlarla dârû'1 İslâm'a dönüşür? sualine cevap arayalım. Hanefi fûkahası: "Dârû'l-harb tek bir şartla dârû'l-İslâm olur. Bu şart da o beldede, İslâm ahkâmının uygulanmasıdır"IS hükmünde müttefiktir, bu noktada hiçbir ihtilâf yoktur. Molla Hüsrev: "İçinde İslâm ahkâmının tatbik edildiği dâru'1-harp (olan belde) dâru'l-İslâm'a dönüşür. Cum'a ve bayram namazlarının kılınması gibi!.. Her ne kadar o beldenin (dârû'1-harbin) mûkim olan kâfirleri orada kalsalar da, o belde dâru'1-İslâm'a bitişik olmasa da, durum aynıdır"I6 hükmü zikreder. Bilindiği gibi Hanefi fûkahasına göre', "`Cum'a ve bayram namazlarının edâsı, İslâm ahkâmının tatbik edildiği şehirlerde, mü'minlerin ûlû'lemirlerinin izniyle edâ edilir. Bu hususta sünnet varid olmuştur" İslâm ahkâmı uygulanınca, o belde de, idare ve hakimiyetin mü'minlere geçtiği sabit olur!.. Bir beldede mü'minler, kendi seçtikleri cum'a imamının değil de, o beldedeki siyasî yönetimin tayin ettiği imamın arkasında cum'a namazı kılıyorlarsa, o siyasî yönetime karşı cihaddan söz edemezler. Zira her ibadet, edâsının şartlarına riayet edilerek kılınır. Cum'a ve bayram namazlarının edâsının şartları, mükellefin dışında aranan şartlardır. O şartların bulunması; idâre ve hakimiyete sahip olduklarının kat'i delilidir. Amelde Hanefi mezhebini taklid eden mü'minler bu hususta dikkatli olmalıdırlar! ..Türkiye'nin fıkhî duıumuna gelince!.. Osmanlı Devleti nin (saltanatının) yıkılışı ve cumhuriyet'in kuruluşu yıllarında, bu konu tartışılmıştır. Son Osmanlı Şeyhülislâmı Mustafa Sabri Efendi Kitabû'l-İlm ve'l-Akl ve'l-Mâkûl isimli eserinin girişinde: "Kanun bakımından dünya ikiye ayrılır: Dâru'l-İslâm ve dârû'l-harb!.. Dârû'l-İslâm da İslâm fıkhı hayata hâkimdir, bütün işler Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlere göre tanzim edilir. Orada mü'minler emniyet içerisindedirler ve hâkim durumdadırlar. Dârû'l-harp'te ise İslâm ahkâmı açıktan red olunur ve müslümanlar güvenliklerini yitirirler. Türkiye'de kurulan demokratik-laik cumhuriyet; medenî kanunu kabul etmek suretiyle, İslâm fıkhını yürürlükten kaldırmış ve diğer hususlarda da, Avrupâ dan getirilen kanunlarla hükmetmeye başlamıştır. Bu sebeple ikinci kısma (dârû'1-harbe) dahil olmuştur" diyerek bunun fetva olduğunu ilân etmiştir. Prof. Dr. Erol Güngör; Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi'nin, Türkiye Cumhuriyeti kurucularını beğenmediği için, "Türkiye dârû'1-harptir" dediği kanaatindedir.I Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşüncenin Tarihi isimli eserinde Mustafa Sabri Efendiyi, "sert kaideci bir tutumla" suçlamaktadır.15 Üniversite çevrelerinin bu tutumu, son yıllarda, demokrasi ve cumhuriyeti savunan dindar çevrelere de yansımıştır. Zaman zaman: "Efendim, Türkiye dârû'l-harptir diyorlar. Bunlar bozguncu taifedir. Cahillikleri yüzünden İslâm a zarar veriyorlar" gibi ilmî olmaktan ziyade hissî çıkışlara rastlanmaktadır. Bilhassa teksir ve küçük broşürler yoluyla yapılan (genellikle de imzasız olan) bu tür açıklamaların ilmî bir değeri yok. Fakat kitap ve sünnette yer alan "dâr" mefhumunun gündeme girmesinde önemi rol oynadıkları inkâr olunamaz.


KAYNAKLAR


(1) İbn-i Manzur, Lisaııû,l Aı-ab, Beyrut: 1955 c. IV, sh. 298.


(2) Dr. ,Subhi es-Salih, Hudis Ilinıleı-i ve Hadis Istılâhları, Ank.1971, sh. 6 (Müt: M. Yaşar Kandemir)


(3) Nisâ sıîresi: 98.


(4) İmam-ı Şafü, er-Risale, Kahire: 1972 (2. bsm) sh: 301-302 Madde: 837.


(5) İmam Ebu'I-Hasan el-Maverdi, el-Alıkâmu's Sultaniye, Kahire:1966, sh. 60.


(6) İmam-ı Serahsi, el-Mebsut, Beyrut: ty, c. IX, sh. 100. Ayrıca İmam-ı Merginani, el-Hidaye Şerhu Bidayetü'( Mühtedi, Kahire:1965 c. II, sh.103; Molla Hüsrev, Dürerû'l Hükkâm fı Şerhû Gureri'I Ahkâm, İst:1307 c. II, sh. 66; İbn-i Hümam, Fethû'I Kadir, Beyrut:1316, c. V sh. 300.


(7) İmam-ı Serahsi, a.g.e., c. XIV, sh. 56; İmam-ı Merginani, a.ge., c. III, sh. 66; Molla Hüsrev, a.g.e, c. II, sh.l89; İbn-i Hümam, a.g.e., c. V sh. 300.


(8) İmam Serahsi, a.g.e. c.XIV sh,56


(9) Kuhistâni, Câmiû'r-Rumuz, İst:1300, c. II, sh. 311.


(10) el-Feteva-ı Nindiyye, 1400, c. II, sh. 232; İmam-ıKasani, el-Bedaiû's Senai, Beyrut: 1974, c. VII, sh.131; İbn-i Abidin, Reddü'I Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar, İst:1983, c. VIII, sh. 452.


(11) İmam-ı Serahsî, a.g.e., c. VII, sh.114; İmam-ı Kasani, a.g.e., c. VII, sh. 130; Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. II, sh. 232; İbn-i Abidin, a.g.e., c. VIII, sh. 448.


(12) Şeyh Nizamüddin, a.g.e., c. II, sh. 232. (Türkçe nüsha: c. IV, sh. 249). İmam-ı Kasani, a.g.e., c. VIII sh. 452.


(13) Ömer Nasûhi Bilmen, Hukuk-u /slâmiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kanıusu, İst:1976, c. III, sh. 370, Madde: 281.


(14) İmam-ı Kasani, a.g.e., c. VII, sh.131.


(15) Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. II, sh. 232; Ömer Nasuhi Bilmen, a.g.e., c. III, sh. 369 Madde: 278; İmam-ı Kasani, a.g.e., c. VII, sh. 130; İbn-i Abidin, a.S.e., c. VIII, sh. 448.


(16) Molla Hüsrev, Dürerû? Hükkâm fi Şerhû Gureri'l Ahkâm, İst.1307, c. I, sh. 295.


(17) Prof.Dr. Erol Güngör, İslâmı'n Bügünki Meseleleri İst:1981, sh. 235.


(18) Ord.Prof. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağda,c Düşünce Tarihi, İst:1979, sh. 198.
DIRAR MESCİDİ


DIRAR MESCİDİ Kur'ân-ı Kerîm'de: "Bir de, müminlere zarar vermek küfrü kuvvetlendirmek, mü'minler arasına tefrika düşürmek için ve bundan evvel Allahû Teâla (cc) ve Resûl-i Ekrem (sav)'e savaş açan kimseyi beklemek maksadıyla bir mescit yaptılar. Ve "Biz bu mu mescidi ancak iyilik için bina ettik" diye yemin edeceklerdir. Allahû Teâla (cc) şahadet ederki, onlar yeminlerinde yalancıdırlar."(Tevbe 107) buyurulmaktadır. İbn-i Kesir bu âyet-i kerîmeyi tefsir ederken, cahiliyye döneminde ilmiyle şöhret bulan Ben-i Gunem kabilesinden Ebû Âmir'den söz eder. Bu kimse Hanif dininden ayrılmış, Tevrat ve İncil'in bütün hükümlerini ezberleyerek, halk arasında korkunç bir mevki elde etmiştir (1) Resûl-i Ekrem (sav)'in Medine'ye hicretinden sonra "ilmî itibarı zedelendiği" gerekçesiyle İslâm'a karşı savaş açmıştır. Ayet-i kerîmede geçen "Allahû Teâla (cc) ve Resûl-i Ekrem (sav)'e savaş açan kimseyi beklemek maksadıyla mescid yaptılar" hükmü; "Rahib Ebû Âmir' le" ilgilidir.(2) Zira Mescid yapmak fikrini ortaya atan ve bununla mü'minleri birbirine düşürmeyi plânlayan kimse, bu büyük âlimdir. İşin ilginç yönü Ebû Âmir; Uhûd sava'şında şehid olan ve melekler tarafından yıkanan Hz. Hanzele (ra)'in babasıdır. İşte kavmiyetçilerin bir türlü kavrayamıyacağı mahiyet bu olayda da berrak bir biçimde ortaya çıkmaktadır (3) Hz. Hanzele (r.a), Resûl-i Ekrem (sav)'in methettiği ve meleklerin yıkadığı bir sahabedir. Babası Ebû Âmir ise; Allahû Teâla (cc) tarafından lânetlenen ve Resûl-i Ekrem (sav)'in "el Fâsık" adını taktığı, bir mel'un!.. Baba ile oğul arasındaki bir uçurumu, "neseb" ile açıklayabilmek mümkün değildir.Bütün muteber tefsirlerde, dırar mescidini, Ebû Âmir'in emirinde olan on iki münafığın yaptırdığı kaydedilmektedir.(4) Münafık, akaid noktasından "kâfir hükmünde" olduğuna göre, mesele değişik bir mahiyet kazanmaktadır. Nitekim kur'ân-ı Kerim'de Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: "O mescid-i dırarda ebediyyen namaz kılma! "(Tevbe 108) emri verilmiştir. Usûli tefsirde genel olan kaidelerden birisi de; "Sebebin hususi olması, hükmün umumî olmasına mani değildir" şeklinde ifade olunmuştur. Nitekim İmam-ı Suyûti: "Bir sebebe bağlı olarak nâzil olan âyetlerin, sebeplerinin gayrisine de şamil olmasında ittifak edildi"(5) hükmünü zikreder. Bu durumda: "Kâfirler tarafından inşaa edilen, mü'minlere zarar vermek, tefrikayı artırmak ve ideolojilerini yayarak küfrü güçlendirmek niyetine mâtuf olan her mescid "Dırar" özelliğini taşır. Binaenaleyh "bir mescidin makbûl bir mabed-i İslâm olabilmesi için; helâl bir mal ile, sırf Allah rızası için inşâ edilmiş olması icabeder."(6) Ehl-i Sünnet'in bütün müctehid imamları, "kâfirlerin inşaa ettikleri mescidlerde namaz kılınmayacağı ve haram mal ile mabed yapılamayacağı, hususunda ittifak etmişlerdir.Resûl-i Ekrem (sav)'in, Sahabe-i Kiram'dan Ma'an b. Adi, Malik b. ed-Dahşemi, Amr b. Yeşküri ve Vahşi'yi thepsinden Allah râzı olsun) çağırıp: "Halkı zâlim olan şu mescide gidin, onu yıkın ve enkazını da ateşe verin!" buyurduğu bilinmektedir.(7) Günümüzde bile dırar mescidinin arsası, çöplük olarak kullanılmaktadır.Bütün müfessirler; mescidlerin temellerinin takvaya dayanması hususunda müttefiktirler.(8) Dünyevî hırs ve tamah içinde kıvranan insanların, mescid gibi maddî olan bir binanın, takva gibi manevî bir temele nasıl dayanacağını kavramaları oldukça güçtür"Dırar Mescidi" olayında ilgi çekici diğer bir yön gözden kaçırılmamalıdır. Bu mescidde namaz kıldıran, Hz. Mecmaa (ra) gibi genç bir sahabi vardır. Hz. Ömer (r.a)'in hilâfeti döneminde, mü'minler bir mescid inşaa ettirince, imam tayini için Hz. Mecmaa üzerinde dururlar. Hz. Ömer (r.a) "Hayır, o kimse evvelce mescid-i dırarın imamı değil miydi?" buyurur. Hz. Mecmaa (r.a) bu sözlere çok üzülür ve: "Ey Mü'minlerin Emiri!... Ben onların içlerinde gizledikleri nifakı ne bileyim!..." diyerek, özür beyan eder.(9) Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a), mü'minlerin isteğine uyarak Hz. Mecmaa'nın imametini tasdik etmiştir.Allahû Teâla (cc)'ın indirdiği hükümleri inkâr ettikleri beyyine ve ikrarla sabit olan kâfirlerin yaptırdıkları bütün mescidler, dırar mescidi hükmündedir. Çünkü kâfırler; tarih boyunca mü'minleri bu yolla aldatmayı maharet saymışlardır. Mü'minler mescid hususunda titiz olmalıdırlar. Günümüzde yapılan mescidler, kadının iznine dayanmadığı için "mescid-i takvâ" özelliğine sahip değildirler. Ancak İslâm'a zarar vermek gibi bâtıl bir niyet ile inşaa edilmedikleri için "mescid-i dırar" olarak da nitelendirilemezler. "Mescid-i meçhûl" demek mümkündür. İslâm cemaati ihya edilir ve şartlara uygun mescidler yapılırsa, problem çözülmüş olur.


KAYNAKLAR


(1) İbn-i Kesir, Tefsiru'l Kur'ân,'il Azim, Beyrut 1969, D. Ma'rife Yay. c. II, sh. 387.


(2) Mehmet Vehbi Efendi, Hulâsat'ül Beyan fi Tef'siru'l Kur'ân, İst:1968 c. VI, sh. 2l23


(3) H. Tahsin Emiroğlu, Esbah-ı Nüzûl, Konya 1971, c. V, sh. 366.


(4) Mecmuat'u't-Tefasir, İst: Mtb. Amire 1317 baskısından Çağrı Yayını, 1979, c. III, sh. 193, İ98 (İbn-i Abbas, Nesefi, Kadı Beyzavi ve Haazin'in ittifakı)


(5) Suyûtî, el-İıkan, Kahire:1951, c. I, sh. 29.


(6) Ömer Nasûhi Bilmen, Kur'ân-ı Kerim'in Tüı-kçeMeal-i Alisi ve Tefsir-i, İst:1964, c. III, sh. 1334.


(7) H. Tahsin Emiroğlu, a.g.e., c. V, sh. 367.


(8) İbn-i Kesir, Tefsiru'I-Kur'ân'il Azim, Beyrut 1969, D. Ma'rife Yay. c. II. sh. 391.


(9) H.Tahsin Emiroğlu, a.g.e., c. V, sh. 369.
EDEBİYAT






EDEBİYAT İnsanın mahiyetini, insan eşya ilişkilerini ve insanların birbirleriyle olan münasebetlerini izah edebilmek için "edebiyat"a ihtiyacımız var. Genellikle anlaşma maksadıyla kullanılan işaretler ve sesler sistemine "dil" denilmiştir.(1) Mü'minlerin, insanları neye dâvet ettikleri malûmdur. Ancak dâvet nasıl yapılmalıdır? suali üzerinde düşünülmelidir. Zira Kur'ân-ı Kerîm'de: "(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle dâvet et. Onlarla mücadeleni, en güzel yol hangisi ise onunla yap"(2) buyurulmaktadır. Müfessirler bu âyet-i kerîme'nin tefsirinde: "İnsanları, Allahû Teâla (cc)'nın dinine dâvet ederken, onların liyakat ve istidatlarını dikkate almak vaciptir. Zekâ yönünden üstün olan ve eşyanın hakikatini öğrenmek isteyenlere tebliğ, kat'i delillerle (hikmetle) yapılır. Selim fıtrat sahibi olanlara, mev' izey-i hasene (güzel vaazlar) yeterlidir. İnatçı, münazara ve münakaşadan hoşlananlara, adab-ı münazara ve birtakım ön bilgilerle tebliğ yapılır" hükmünü zikrederler.(3) Görüldüğü gibi, tebliğle, edebiyatı birbirinden ayırmak mümkün değildir. Meseleyi daha net olarak kavrayabilmek için "edebiyat" kelimesi üzerinde duralım. Kelimeyi ele aldığımızda, karşımıza, "Edeple ilgili olan ilimler" kendiliğinden çıkar. Peki edep nedir? Edep lafzı edb kelimesinden isimdir. Edb, İnsanı ziyafete dâvet etmektir. Davet olunan ziyafet yemeğine me'debe denir. İslâmî ıstılâhta; insanları hayra dâvet etmek, fazileti ve güzel ahlâkı yaymak, mânâsına kullanılmıştır.(4) Fıkıh'ta edebü' l-kadı denilince, insanlar arasında adâleti yaygınlaştırmak için gayret sarfeden kimsenin, dikkat edeceği hususlar anlaşılır.(5) Biz bu sohbetimizde, edebü' l-hahs denilen vakıa üzerinde duracağız. İnsanlara herhangi bir meseleyi sunmadan ve münazarada; dikkat edilecek hususları konu alan bu ilim, oldukça önemlidir. İster yazılı, ister sözlü olsun; insanlara bir meseleyi sunarken veya onlarla münazara ederken, nasıl bir dil kullanmalıyız? suali oldukça önemlidir.Resûl-i Ekrem (sav)'in, herkesin anlayabilecği bir dille açık ve seçik konuştuğu hususunda muteber hadis mecmualarında geniş bilgi vardır (6) Nitekim Hz. Âişe (r.anha)'dan rivayet edilen şu hadis-i şerif'ler meseleyi kavramamızı kolaylaştırmaktadır:"Resûl-i Ekrem (sav) sizin gibi basit konuşmazdı. O, konuştuğunda açık ve anlaşılır bir şekilde konuşurdu. Dinleyenler konuştuklarını kolayca anlar ve öğrenirlerdi. Yine Hz. Enes (r.a)'den rivayet edilen şu hadis-i şerif de meseleye açıklık getirmektedir. "Resûl-i Ekrem (sav) bir şey söylediği zaman, insanlar onu anlayıncaya kadar, üç defa tekrar ederdi.s Bütün bunlardan anlıyoruz ki, açık ve seçik konuşmak, sözü tekrar etmek ve kelimelerin hakkını vermek fiilî bir sünnettir.İnsanların şahsiyetlerinin teşekkülünde lisanın önemli payı vardır. Resûl-i Ekrem (sav)'in "Fasih ve beliğ olan sözde sihir vardır" buyurduğu bilinmektedir.9 Ayrıca, "Allah (cc) yolunda malınızla, canınızla ve dilinizle cihad ediniz"(10) emrini veren Resûl-i Ekrem (sav)'in, dilin muhafazasına çok önem verdiği bilinmektedir. Herhangi bir kavmin dilini bozmak, insanların birbirleriyle anlaşmasına mâni olacak gayretlere girmek, İslâm'ın reddettiği bir husustur. Edebiyatla meşgul olan her mü'minin, içinde yaşadığı toplumun fıkhî yapısını çok iyi bilmesi gerekir. Çünkü insanların şahsiyetleri; ya Allahû Teâla (cc)'ın indirdiği hükümlere göre, yada küfür ahkâmına göre teşekkül etmiştir. Tebliğde bu husus dikkate alınmazsa, söylenecek her söz havada kalmaya mahkûmdur. Ayrıca Hz. Âdem (a.s) ile başlayan tevhid mücadelesi ve bu mücadele karşısında tâgûtî güçlerin hileleri kavranmak zorundadır. Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssaları iyi tetkik etmeden "edebiyat" la uğraşmak oldukça güçtür. Çünkü kıssalar, bir "muhtıra" niteliğindedir."Peygamberlerin haberlerinden sana anlattığımız herşey, senin gönlünü pekiştirmemizi sağlar. Sana bununla gelen gerçek, inananlara bir öğüt ve hatırlatmadır."(11)Kıssalar sadece mahiyet noktasından değil, şekil noktasından da iyi tetkik edilmelidir. Çünkü İslâmî edebiyattan söz edilecekse, bunun edille-i şer'iyyeye dayanması mecburidir. Nitekim şiirin; hangi hallerde haram, hangi hallerde mübah ve hangi hallerde müstehab olduğu izah edilmiştir. İbn-i Abidin: "Erkekleri, hayatta olan muayyen bir kadını ve o kadına karşı şehveti artıracak şarkıları tasvir, bir müslümanı veya zımmîyi hicvetmek, haram olan şiir nevindendir"(12) buyuruyor. Çünkü bunlarda insanı harama teşvik ön plândadır. Ayrıca haysiyet ve şerefleri masum (dokunulmaz) olan insanları tahkir vardır. İbn-i Hümam, kimlerin şehadeti kabul edilmeyeceğini izah ederken, "İçinde fısk-ü fücûr bulunan ve insanları harama teşvik eden şiirleri kaleme alan kimselerin de şahidliğe ehil olmadığını" kaydeder.(13) Bunun yanında, Kureyş müşriklerini çok güzel bir tarzda hicveden Hassan b. Sabit (r.a) için "Hassan onları hicvetti, hem şifa verdi, hem şifa buldu"14 buyuran Resûl-i Ekrem (sav), edebiyatla uğraşanlara yol göstermektedir. Neyin, nasıl tebliğ edileceğini iyi kavramak için "edebiyat" la meşgul olmaya mecburuz. Edebiyatla meşgul olurken, şer'î hududları dikkate almak Kelime-i Şehadet'in tabiî bir sonucudur. Herhangi bir işle meşgul olan kimsenin, haramdan korunmak için, o iş dalı ile ilgili ilimleri öğrenmesi farz-ı ayndır. Elbette edebiyat da bu genel hükmün dışında değildir.


KAYNAKLAR


(1) Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İst. 1977 c. II, sh. 290.


(2) Nahl sûresi:125.


(3) Mecmuat'u't Tefasir, İst. 1979 Çağrı Yayını. c. III, sh. 656 vd. (Haazin ve Gadı Beyzavi den özet)


(4) Zebidi, Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank. 1975 (3. bsm) c. XII, sh.119.


(5) Feteva-ı Hindiyye, Beyrut:1400 (M.1980) c. III, sh. 306.


(6) Geniş bilgi için bkz.: Abdurrauf Munavi, Feyzû'l Kadir, Kahire,1356, c. V, sh. 81.


(7) İbn-i'Hacer Askalani, Fethû'I Bari fi Şerhi'I Sahih-i Buhari, Kahire:1959, c. VII, sh. 389-390.


(8) Mansur A1i Nasıf, Tac Tercemesi, İst. 1976 Eser Yayını, c. I, sh.108, Had. No:121.


(9) Zebidi, Sahih-i Buhari Muhtasarı Teerid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank. 1976 (4. bsm) c. IV, sh. 128, c. I. (Birinci dipnotta bu hadisin Buharî, Süneııi Ebû Davud ve Tirmizî de yer aldığı kaydedilmektedir).


(10) Yusuf Kerimoğlu Fıkhi Meseleler c.1 sh 299


(11) Hûd sûresi:120.


(12) İbn-i Abidin, Reddü'1 Muhtar, Kahire: 1972, c. I, sh. 33


(13) İbn-i Hümam, Fethû'l Kadir, Beyrut: 1317, D. Sadır Mtb. c. VI, sh. 4 vd.(14) Haccac b. Müslim el-Kureyşî En Nisabûrî, Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, İst. 199 Sönmez Yay. c. X sh. 6339-40, Hadis No:157 (2490)
FAHŞA






FAHŞA-FUHUŞ İslâm dininde her insan, ırk, renk, cins ve sınıf ayrımı olmaksızın meşrû haklara sahiptir. Çünkü insanların hepsi, aynı anne ve babadan gelirler. İslâm ûleması: "Âdemoğulları için asıl olan hürriyettir. Zira insanlar, müslümanların en hayırlıları olan Hz. Âdem (as) ile Hz. Havva'nın çocuklarıdırlar."(1) hükmünde ittifak etmiştir. Allahû Teâla (cc) insanları, fizikî ve ruhî yönden belirli bir fıtrat üzere yaratmıştır. Hayatlarını devam ettirebilmek için yeme, içme, cinsî temas, giyinme ve bunun gibi binlerce ihtiyaçlarını elde etmek mecburiyetindedirler. Bu durumda, gerek çevreleriyle (tabiat olarak), gerek birbirleriyle münasebetleri kaçınılmazdır. Birbirlerinin haklarını ve hürriyetlerini tahrip etmeleri, gayrımeşrû yollara sapmaları ve çirkin davranışlar içerisine girmeleri mümkündür. İşte bu noktada karşımıza fahşâ kavramı çıkar.Fahşâ Arapça bir kelime olup, Fe-Ha-Şe fiilinden masdardır. Lûgat mânâsı: "Sınır ve ölçünün dışına taşmak, pek çirkin sözlerde ve fiillerde bulunmak, gayrımeşrû ilişkilere girmektir."(2) Meselâ; alış verişte aşırı aldatma fiiline gabn-i fahiş denilir ki bu, bir mal için geçerli olan fiyat sınırının ve ölçüsünün aşılarak, değerinin çok üzerinde işleme tâbi tutulmasıdır.(3) İnsanlar birbirleriyle konuşurken, ölçüyü aşıp, kötü söz söyleyebilirler. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in: Kötü söz (fâhiş kelâm), girdiği meclisi kirletir, çirkin gösterir"(4) mealindeki hadisi, bu mahiyeti ifade eder. İftira, dedikodu ve gıybet, fahiş kelâm hükmündedir. İnsanlar elleriyle, dilleriyle ve diğer organlarıyla fahşâya yönelebilirler. Fakat unutulmamalıdır ki her insan, kendi ihtiyariyle işlediği amellerin karşılığını görecektir. Allame Teftazanî; "İnsanların sevap ve mükâfat almaya, ceza ve azap görmeye esas teşkil eden ihtiyarî fiilleri vardır"(5) diyerek, bu inceliğe işaret etmiştir. Fahşânın her türlüsü ve fuhuş haram kılınmıştır. Allahû Teâla (cc)'nın kitabı ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetiyle yasaklanan her fiile fahşâ, bu fiilleri irtikap eden kimselere de fahişe demek mümkündür. Ancak yaygın olarak kullanılan "fuhuş" ve "fahişe"kavramları; insanlar arasında gayrımeşrû şekilde cereyan eden cinsî ilişkilere tahsis edilmiştir.Kur'ân-ı Kerîm'de: "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyiniz. Ancak, (cahiliyye devrinde geçen) geçmiştir. Şüphe yok ki o bir fahşâ idi (innehû kâne fahişaten) ve (Allah'ın gazabına) hışmına sebepti. O ne kötü yoldur."(6) hükmü beyan buyurulmuştur. Bununla cahiliyye dönemindeki kötü bir âdet kaldırılmıştır. Yine diğer bir âyet-i kerimede: "Zinaya yaklaşmayınız!. Çünkü şüphesiz o bir fahşâdır (innehû kâne fahişeh). O kötü bir yoldur."(7) buyurulmuştur. Burada, erkek ile kadın arasında cereyan eden gayrımeşrû ilişkinin (zinanın) haramlığı sabittir. Hz. Lût (a.)'ın kıssasında "fahşâ" nın daha değişik bir boyutu izah edilmiştir: "Lût'u (gönderdik). Hani o kavmine: `Sizden evvel âlemlerden hiçbirinin yapmadığı hayasızlığı (fahi,set) mı yapıyorsunuz? Zira siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz. Meğer, siz haddi aşan bir kavim imişsiniz. demişti."(8) Bilindiği gibi, erkeğin erkekle cinsî ilişki kurmasına "Lûtîlik" denilir. Resûl-i Ekrem (sav): "Lût kavminin yaptığını yapanı görürseniz, fâili de mef'ûlü de öldürünüz!"(9) emrini vermiştir. Fahşânın ve fuhşun yayılması, değişik sebeplere dayanır.Tek bir sebeple izah etmek mümkün değildir. Çarşı putları ve çevre kültürü, insanları etki altına alır. Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssalar dikkatli bir şekilde incelenirse, mesele kolaylıkla kavranır. Peygamberlerin tebliğine karşı direnen kavimlerin ilk iddiaları: "Biz atalarımızın yolundan ayrılmayız" hükmü ile ifade edilmiştir. Fahşânın ve fuhşun sebebi, atalar kültürü olabilir. Nitekim bir âyet-i kerimede; "Onlar (müşrikler) bir hayasızlık yaptıkları zaman (ve izâ fa'alû fahişeten) derler ki: `Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah da bize bunu (fuhuşla ameli) emretti (fahşâ ile amel ederiz). O iman etmeyenlere söyle: Allah hiçbir zaman fahşâyı emretmez. Bilmeyeceğiniz şeyleri, Allah'ın üzerine mi (atıp, iftira ederek) söylüyorsunuz."(10) hükmü beyan buyurulmuştur. Mekke müşrikleri; "Günah işlediğimiz elbiselerle ibadet edemeyiz." diyerek, Kâbe-i Muazzama'yı çıplak bir şekilde tavaf ediyorlardı. O dönemde Kâbe'nin içerisi putlarla (heykellerle) doluydu. Çıplak bir vaziyette tavaf etmenin doğru olmadığını söyleyenlere karşı "Biz atalarımızdan bu şekilde gördük. Allah emretmeseydi onlar hiç çıplak bir vaziyette tavaf ederler miydi?" cevabını veriyorlardı. (11) Bu psikoloji sadece Mekke müşriklerine has değildir. Çarşı putları, genel kültür maskesi altında, insanların zihinlerini ve kalblerini etkisi altına alır. Fahşânın ve fuhşun, değişik gerekçelerle yayılmasını sağlar. Malûm olduğu üzere, insanları gayrımeşrû yollara çağıran ve fuhşa sürüklemeye gayret sarfeden şeytandır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Şeytan size kötülüğü, hayasızlığı (bi'sûi ve'l fah,sâi) ve Allah'a karşı bilmeyeceğiniz şeyleri söylemenizi emreder."(12) hükmü beyan buyurulmuştur. Şeytanın vesveseleri ile fuhşa meyleden insanların sayısı az değildir. Fahişelerin ve fuhuşla geçinen insanların velisi şeytandır.Cahiliyye döneminde fuhuş bir kazanç yoluydu. Muhammed Ali Sabûni, bu hususta şunları zikretmektedir: "Araplardan bazıları genç kız ve cariyeleri bir eve oturtarak zina yaptırırlardı. O evde fuhuş yapıldığının herkes tarafından bilinmesi için, kapıların üzerine bir bayrak asarlardı. Bu evlere mevahir adı verilirdi. Şayet bu evlerdeki kadınlardan birisi, bu rezaleti işlemeye yanaşmazsa, efendisi onu zorlayarak yaptırırdı."(13) Hz. Cabir b. Abdullah (ra)'dan rivayet edildiğine göre, münafıkların reislerinden Abdullah İbn-i Selül'ün Museykete ve Umeymete isimli iki cariyesi vardı. Bunları para karşılığında fuhşa zorluyordu. Bunlar durumu gidip Resûl-i Ekrem (sav)'e bildirdiler ve şikayette bulundular. Taberi, Mücahid'den şöyle rivayet eder: Araplar cahiliyye devrinde, genç cariyelerine zorla fuhuş yaptırırlardı. Kazandıkları parayı kendileri yerlerdi. Abdullah İbn-i Selül'ün de fuhuş yaptırdığı cariyeleri vardı.14Günümüzde beyaz kadın ticareti yapan çeteler ve genelevi patronları vardır. Tâgûtî iktidarlar "genelev sistemini" benimsemişlerdir. Fahşânın ve fuhşun yayılması, şeytanın velâyetini kabul eden iktidarlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla kötülüklerin önlenmesinin (nehy-i ani'l-münker) farz olduğuna inanan her insan, tâgûtî iktidarlara karşı mücadele vermek zorundadır. Fahşânın ve fuhşun başka türlü önlenmesi mümkün değildir. Her tâgûtî güç bir fahişedir. Bu hakikat asla unutulmamalıdır.


KAYNAKLAR


(1) Geniş bilgi için bkz. İmam-ı Kasani, el-Bedaiû'sSenai, Beyrut 1974, c. VI, sh.196-197. Ayrıca, İbn-i Hümam, Fethû'! Kadir, Beyrut 1316, c. IV, sh. 417, İbn-i Abidin, Reddü' I Mulıtar Ale'd Dürri'1 Muhtar İst.1983, c. IX, sh.lll.


(2) Râğıp el-Isfahani, el-Müfredat fi Garihi'1 Kur'ân, İst.1986, Kahraman Yay. sh. 562.


(3) İbn-i Abidin, a.g.e., c.XI, sh. 35-39.


(4) Sünen-i Tirmizi, İst. 1401, Çağrı yay., c. IV, sh. 349 K. Birr: 47


(5) Allame S. Taftazani, Şerh'I-Akaid, İst. 1980, Dergâh Yay., sh.196.


(6) Nisa sûresi: 22.


(7) İsrâ sûresi: 22.


(8) A'râf sûresi: 80-81.


(9) İmam-ı Meginani, el-Hidaye Şerhû Bidayetü'!-Mübtedi, Kahire 1965, c. II, sh.102. Ayrıca, el-Meydani, el-Lühah fı Şerhi'l Kitab, Beyrut 1400, sh.19I-192.


(10) A`râf sûresi: 28.


(11) Mecmuatu't-Tefasir, İst. 1979, Çağrı Yay. c. II, sh. 540 (Gadı Beyazavi).


(12) Bakara sûresi:l69.


(13) Muhammed Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, İst. 1984, Şamil Yay., c. II, sh. 203.


(14) İbn-i Kesir, Tefsirû'1 Kur'ân'il Aziynı, Beyrut 1969, c. III, sh. 289. Ayrıca M. Ali Sabuni, a.g.e., c. II, sh. 188; Mec'nıuatu't Tefasir, c. IV, sh. 395; Tefsir-i Müeahid, Katar 1396, sh. 442 (Not: Abdullah İbn-i Selül'ün zinaya zorladığı cariyelerin isimleri, bazı kaynaklarda "Mûaze" ve "Mesike" şeklinde geçmektedir. Ancak hâdisin mahiyeti aynıdır.)
FESAD






FESAD Önce kelime üzerinde duralım. Arapça olan fesad kelimesi, Fe-Se-De fiil kökünden gelir. Lûgatta: "Herhangi bir şeyin itidalden (faydalı ve âdil olmaktan) çıkması(1) mânâsınadır. Fahruddin-i Razi: "Fesad, bir şeyin faydalı olmaktan çıkmasıdır. Bunun zıddı ise,salâhtır."(2) şeklinde tarif etmiştir. Usûl-i fıkıh kitaplarının tamamında "maslahat" üzerinde hassasiyetle durulur. Genellikle maslahatlar; "zarûriyat, hâciyat ve tahsiniyat" kısımlarına ayrılmıştır.(3) Maslahat Arapça bir kelime olup Sa-Le-Ha fül kökünden gelmektedir. Bu fesadın zıddı olup, iyi olma, düzelme, menfaat ve iyiliğe vasıta olma gibi mânâlara gelir.(4) Zıddı ise, mefsedettir.İslâm dini insanların canlarını, mallarını, akıllarını, dinlerini ve nesillerini korumayı "zaruriyat" mertebesinde görmüştür. Bu sebeple dinî hükümler; maslahatı celb ve mefsedeti (fesadı) defetme esasına dayanır. Nitekim İslâm ûleması: "Had cezalarının tatbikinden maksad, insanlığı fitne ve fesaddan kurtarmaktır."(5) diyerek, bu inceliğe işaret etmişlerdir.Hevâ ve heveslerini ilâh edinen insanlar, yeryüzünde kendi keyiflerine göre bir sistem kurmayı arzu ederler. Dünyevî şehvetlerini ve hırslarını tatmin için her yola başvururlar. Hedeflerine varabilmek için hiç bir kaide ve kural tanımazlar. Diğer insanların haklarına ve hürriyetlerine tecavüz ederler. İşte yeryüzünde fesadın kaynağı budur. İbn-i Kaffâl (ra)'m "fesad" ile ilgili açıklamasında bu nokta sarihtir: "Allahû Teâla (cc)'ya açıkça isyan, yeryüzünü fesada vermek olarak kabul edilmiştir. Çünkü İslâmî hükümler; insanlar için va'az olunmuş bir takım kanunlardır. İnsanlar buna sımsıkı sarıldıkları zaman, düşmanlık ortadan kalkar ve herkes kendi ameliyle meşgul olur. Böylece hem yeryüzünün, hem de orada yaşayan insanların salâhı gerçekleşir. Ancak insanlar İslâm'a sımsıkı sarılmayı bırakıp, herkes kendi nefsinin arzuladığı şeyleri yapmaya başlarsa, o zaman fesad ortaya çıkar." Mesele bu açıdan ele alındığı zaman, yeryüzündeki fesadı ve fesadın kaynağını tesbit etmek kolaylaşır. Kâfirler ve münafıklar; gayrımeşrû amelleriyle fesadı gündeme getirirler. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman etmiş olmadıkları halde, `Allah'a ve ahiret gününe inandık derler. Halbuki onlar inanıcı (insan)lar değildir. Allah'ı da iman edenleri de (güya) aldatırlar. Halbuki onlar kendilerinden başkasını aldatmazlar da, yine farkına varmazlar. Kalplerinde bir maraz (hastalık) vardır onların. Allah'da marazlarmı (hastalıklarını) arttırmıştır!... Yalan söylemekte oldukları için de onlara açıklı bir azab vardır. Kendilerine `yeryüzünde fesad çıkarmayın' denildiği zaman `Biz ancak ıslâh edicileriz' derler. Gözünüzü açın!.. Onlar muhakkak ki fesadçıların (müfsidlerin) ta kendilerdir. Fakat şuurlarını işletemezler."(6) hükmü beyan buyurulmuştur. İnsanların toplum içerisindeki haklarını tesbit etmek ve cemiyet düzenini tesis etmek, siyasetle yakından alâkalıdır. Malûm olduğu üzere siyaset; "insanları dünya ve ahirette kurtulacakları yola irşad etmekle, onların salâh ve menfaatlerine çalışmak" şeklinde tarif edilmiştir(7) (bkz.: "Siyaset" mad.). İnsanların hevâ ve heveslerini tatmine yönelen "zâlim siyaset" fesadın yayılmasına vesile olur. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, onun dünya hayatına âid sözü hoşunuza gider. Ve o (kimse) kalbinde olana Allah'ı şahid tutar. Halbuki o düşmanların en amansızıdır. O iktidara (velâyete) geldiğinde, yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesilleri helâk etmeye koşar. Allah ise fesadı sevmez."(8) hükmü beyan buyurulmuştur. Fahruddin-i Râzi, bu âyet-i kerimeleri tefsir ederken şunları zikreder: "Fesad kelimesini `tahrip etme' mânâsına alan kimse şöyle demiştir: Allahû Teâla (cc) bu kelimeyi önce icmâlen (genel olarak) zikredip liyufside fiha (orada fesad çıkarmak için) buyurmuş, sonra da bunun tafsilatını anlatarak ve yuhlikel harse ve'n-nesl (ekini ve nesli helâk etmek için) buyurmuştur. İfsadı `şüphe uyandırmak' ile tefsir eden kimse şöyle demektedir: Hak din; birincisi ilim, ikincisi de amel olan iki şeyden meydana geldiği gibi, bâtıl din de birincisi şüpheler, ikincisi de çirkin fiiller olmak üzere iki şeyden meydana gelmektedir. İşte burada Allahû Teâla (cc), ilk önce bu insanın şüphelerle meşgul olmasından bahsetmiştir ki, li yûfside fihe (orada fesad çıkarmak için) sözünden murad da budur. Daha sonra Cenab-ı Hak, bu kimselerin çirkin fiillere yönelmesini zikretmiştir. Bu da Allahû Teâla (cc)'nin ve yuhlike'l-harse ven-nesl (ekini ve nesli helâk etmek için) buyruğu ile murad edilendir. Hiç şüphe yok ki bu açıklama daha uygundur."(9) Muhakkak ki zâlim siyasette; hem tahrip etme, hem şüphe uyandırma, geçerli birer usûldür. Günümüz müslümanları, düşmanın en amansızı olan zâlim politikacıları, daha yakından tanıma imkânma sahip olmuştur. Yeryüzünde fesad çıkaranlar (kâfirler ve münafıklar), kalben korkaktırlar ve hırs sebebiyle birbirleriyle yardımlaşırlar. Hatta birbirlerinin velâyeti noktasında çok hassastırlar. Bu hakikat, tarih boyunca hissedilmiş ve yaşanmıştır. Dolayısıyla mü'minlerin (muslihlerin), fesada ve müfsidlere karşı ortak bir cephe meydana getirmeye gayret etmeleri zaruridir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Kâfir olanlar bile birbirlerinin velisidirler. Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesad (fesâdun kehiyr) olur."(10) hükmü beyan buyurulmuştur. Günümüzde fitne ve fesadın iktidarı, bütün müesseseleriyle ayaktadır. Müslümanlar ise, birbirlerinin velâyetine râzı olmamanın ızdırabını yaşamaktadırlar.Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle hükmedilen dârul-İslâm'da fesad gündeme girebilir mi? Kur'ân-ı Kerîm'de:"Allah'a ve Rasûlüne (ve mü'minlere) harp açanların, yeryüzünde (yol kesmek sûretiyle) fesadçılığa koşanların (yes'avne fiyle ardı fesâden) cezası; ancak öldürülmeleri, ya asılmaları (idam edilmeleri) yahud (sağ) elleriyle (sol) ayaklarını çaprazvâri kesilmesi, yahud da (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Âhirette ise onlara pek büyük bir azab vardır. Şu kadar ki siz kendileri üzerine kadir olmazdan evvel, tevbe edenler müstesnadırlar. Biliniz ki şüphesiz Allah çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir."(11) hükmü beyan buyurulmuştur. Yeryüzünü fesada veren veya fesadı başka türlü izale edilemeyen kimselerin öldürülmesi caizdir.(12) Resûl-i Ekrem (sav)'in: Yol kesen kimse mal alırsa eli kesilir, öldürürse öldürülür, hem mal alır, hem öldürürse idam edilir.(13) buyurduğu sabittir. Şurası muhakkaktır ki fesad; dâru'I-İslâm'da da daima gündeme girebilir. Nitekim fûkaha "fesad ehli nasıl cezalandırılmalıdır?" sualine, şer'i şeriften delil getirerek cevap verıniştir.Hevâ ve heveslerini ilâh edinen zümreler; yeryüzünde, fesadın iktidarını sağlamış ve bunun devamı için müesseseler kurmuştur. Müslümanlara (muhlislere) düşen görev, şikayet ve sızlanmayı bir tarafa bırakıp, Allahû Teâla (cc)'nın râzı olacağı amelleri ihlâsla edâ etmeleridir. Bu gerçekleşmediği müddetçe, fesadm iktidarı devam eder. Zira sünnetullahta değişme olmaz. Firaset sahibi mü'minlerin, müfsidlere karşı sünnete uygun mücadele vermeleri zaruridir.


KAYNAKLAR


(1) Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat fi Carihi'il Kur'ân, İst. 1986 Kahraman Yay, sh. 571. Ayrıca Seyyid Şerif Cürcani, eı-Ta'rifat, İst. Kaynak Yay. sh.164.


(2) Fahrüddin-i Razi, Mefatihû'! Gayb (Tefsir-i Kebir), Ank.1988, c. II, sh. 39.


(3) Ömer Nasûhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılâmat-ı Fıkhiyye Kamusu, İst. 1976, c. I, sh. 199 vd. Madde: 506-516.


(4) Râğıb el-Isfahani, a.g.e., sh. 419- 420. Ayrıca M. Ma'ruf Devâlibi, el-Medhal, Şam 1985, sh. 301-302, Ömer Nasûhi Bilmen, a.g.e., c. I, sh.18.


(5) İmam-ı Merginani, el-Hidaye Şerhû Bıtlayetü'I Mübtedi, Kahire 1965, c. II, sh. 98. Ayrıca, İbn-i Abidin, Reddü'l-Muhtar Ale'd-Dürri'I-Mulıtar, İst. 11983, c. VI; Fetbû'! Kadir, Beyrut 1316, c. IV, sh. 129.


(6) Bakara sûresi: 8-12.


(7) İbn-i Abidin, a.g.e., c. VIII, sh.186.


(8) Bakara sûresi: 204-205.


(9) Fahrüddio-i Razi, a.g.e., c. V, sh.13.


(10) Enfal sûresi: 73.(11) Maide sûresi: 33-34.


(12) Geniş bilgi için bkz. İmam-ı Merginani, a.g.e., c. II, sh. 102. Ayrıca İbn-i Abidin, a.g.e., c. IV, sh. 156- 157.


(13) Molla Hüsrev, Düreri'! Hükkâm fi Şerhi'!-Gureri'IAhkâm, İst.1307, c. II, sh. 85.
FIKIH






FIKIH Lûgatta bilmek, anlamak veya ince anlayış sahibi olmak mânâlarma gelir. Fıkıh kelimesi İslâm Ansiklopedisi'nde "Anlayış inceliği ve bilgi" olarak kaydedilmektedir.(1) M. Ebû Zehra fıkhı, "söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde keskin ve derin anlayış" olarak târif etmektedir.(2)Kur'ân-ı Kerîm'de fıkıh kelimesi, ince ve derin anlayış olarak yer almıştır. Şimdi bunları gözden geçirelim: "Andolsun ki biz cin ve insden bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, bunlarla idrak edemezler; gözleri vardır, bunlarla göremezler; kulakları vardır, bunlarla işitemezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir."Fahrüddin-i Râzi, bu ayet-i kerimede geçen yefkahûne biha ibaresini tefsir ederken şunları kaydetmektedir: "Allahû Teâlâ ilim, fehim ve idrak mânâsına gelen fıkhı, kâfirlerin kalplerinden çıkarmıştır. Onların kalpleri vardır, bununla idrak edemezler."(3) Görüldüğü gibi bu âyet-i kerimedeki fıkıh tâbiri, ilim, fehim ve idrak mânâsınadır."Nerede olursanız olun, velev tahkim edilmiş yüksek kal'alarda bulunun, ölüm size çatıp yetişir. Eğer onlara bir iyilik dokunursa `Bu Allah katındandır' derler. Şayet onlara bir fenalık dokunursa `Bu senin katından (senin yüzünden)dır' derler: De ki: Hepsi Allah katındandır. Böyle iken onlara, o kavme ne oluyor ki, (kendilerine) söylenen hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar."(Nısa 78)Bu âyet-i kerîmede yefkahûne ibaresinin muhatapları müşrikler, münafıklar ve yahudilerdir. Hepsi de Arapça konuşmaktadırlar. Bu durumda; Kur'ân-ı Kerîm'in zâhirî mânâlarını anlıyor ve Resûl-i Ekrem (sav)'i dinliyorlardı (4) Peki anlamadıkları nedir? İşte bu noktada yefkahûne ibaresi karşımıza "ince anlayış ve keskin idrak" olarak çıkıyor. Tasavvuf ehli bu âyet-i kerîmeyi esas alarak: "Allah bir kavimden fıkhı (ince kavrayış ve ilmi) kaldırırsa, onlar zâhiri anlamakla beraber asıl mânâyı anlayamazlar" demektedirler. (5)Resûl-i Ekrem (sav)'in "Allah kime hayır murad ederse, onu dinde fakih kılar"(6) buyurduğu sabittir.Fıkıh kelimesinin sözlük mânâsını bu şekilde ortaya koyduktan sonra ıstılâhî durumunu gözden geçirelim: Fıkıh kelimesi ıstılâhta "Şer'i hükümleri delilleriyle birlikte tafsilî olarak bilmek" şeklinde tarif olunur.(7) İmam-ı Âzam Ebû Hanife (rh.a) fıkhı şu şekilde tarif ediyor: "Fıkıh ilmi, kişinin leh ve aleyhindeki hükümleri bilmesidir. İlim ancak amel etmek içindir. İlim ile amel etmek, âhiret saadeti için dünya meşguliyetlerini terkedip gönülden çıkarmaktır."(8) Hûlefa-i Raşidîn ve tabiûn döneminde fıkıh kelimesi "ilim" anlamında kullanılmıştır. Fıkh-ı ekber tâbiri akaid ve tevhid ilmini, fıkh-ı vicdanî tasavvuf ve ahlâk ilmini, sadece fıkıh tâbiri de amelî konuları belirtiyordu.(9)Usûl-i Fıkıh: Bu bir terkiptir. "Usûl" ve "fıkıh" kelimeleri ayrı ayrı olarak ele alınmadan mânâsı kavranamaz. Usûl, asl kelimesinin çoğuludur; asl "kök ve delil" mânâsına gelir.(10)Bu durumda usûl-i fıkıh; "kişinin lehinde ve aleyhindeki haklarını öğrenmesinde takip edeceği küllî kaide ve hakikatleri konu alan ilim dalıdır" şeklinde tarif olunabilir.


KAYNAKLAR


(1) İslam Ansiklopedisi, İst.1977, c. IV, sh. 601.


(2) Prof. Mııhammed Ebû Zehra, İslam Hukuku Meıodolojisi (Fıkıh Usûlü), Ank.1979 sh.13.


(3) Mehmet Vehbi, Hulâsaı'ül Beyan Ji Tefsiri'1 Kur'ân, İst.1968, c. V, sh.1808.


(4) Nisâ sûresi: 78.


(5) Omer Nasuhi Bilmen, Kur'ân-ı Kerim'in Türçe Meali Alisi ve Tefsiri, c. II, sh. 630


(6) eş-Şatibi, el-Muvafakat fi Ulunıi'ş Şeı-ia, c. II, sh. 382 vd.


(7) Zebidî, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank.1976, c. I, sh.77, Hadis No: 64.


(8) İmam Burhanüddin ez-Zernûcî, Ta'Iimü'l Müteallim, İst.1980, sh.27.


(9) Kelâbâzî, Doğu,s Devrinde Tasavvuf (Ta'arruf), İst. sh.235(dipnot, son paragraf).


(10) Prof. M. Ebû Zehra, a. g.e., sh.14.
FIRKA






FIRKA Demokratik-laik toplumlarda insanların şahsî kanaatleri ve ideolojik davranışları esas olarak kabul edilmiştir. Eğer bir toplumda, aynı ideoloji çevresinde teşkilatlanan insanlar, diğerlerinden nüfus olarak daha fazla ise, yönetim hakkı onlara ait kabul edilir. Temelde "hâkimiyet kayıtsız şartsız insana aittir" sloganı çevresinde anlaşma vardır. Bu sebeple, propaganda ve beyin yıkama, korkunç boyutlara varmıştır. Demokratik toplumların vazgeçilmez müesseseleri siyasî partiler (fırkalar) veya ideolojik gruplardır. Ayrıca her parti (fırka); kendisinin diğerlerinden farklı olduğunu ispatlamak ve iktidarı ele geçirmek için gayret sarfeder. Çevre kültürü "siyasî fırkaların vazgeçilmezliği" esasını telkin eder. Bu girişten sonra fırka kelimesi üzerinde duralım. Arapça'da Fe-Ra-Ka kökünden gelen fırka kelimesi: İki şeyi birbirinden ayırmak, ayrı olan özelliklerini, meziyetlerini ve imtiyazlarını ortaya koymakl mânâsına gelir. Hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur'ân-ı Kerîm'e Furkan ismi verilmiştir. Bu da aynı kökten (Fe-Ra-Ka kökünden) gelen fırka kelimesi: İki şeyi birbirinden ayırmak, ayrı olan özelliklerini, meziyetlerini ortaya koymak.(1)Hz. Musa (as)'m kıssası izah edilirken; "Hem hatırlayın o zamanı ki, sizin için denizi yarıp ( feraknâ) hepinizi kurtarmış, Fir'avun hanedanını ise sizin gözlerinizin önünde suda boğmuştuk."(2) hükmü beyan buyurulmuştur. Fahrüddin-i Razi Mefatihû; Gayb isimli tefsirinde bu âyetle ilgili olarak şunları zikretmektedir: "Bu Allahû Teâla (cc)'nın onlara ikinci bir nimetidir. Ayetteki feraknâ (yardık) kelimesi şu mânâya gelir. Biz denizi birbirinden ayırdık da, deniz içinde sizin için yollar meydana geldi. Bir kıraate göre ise bu kelime fassalnâ (ayırdık) mânâsına feraknâ beyne'şey'en denilir. Kur'ân-ı Kerîm'de ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetinde "fırka" kavramı, birbirinden tamamen ayrılanları ve farklı itikadlara sahip olanları ifade için kullanılır. Bu noktada şu sualler zihnimize takılabilir; "Müslümanlar birbirlerinden farklı itikadlara sahip olabilirler mi?" veya "inanılması zarurî olan hususlarda farklı anlayışlardan söz edilebilir mi?"Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Allah'tan nasıl korkmak lâzım ise öylece korkun. Sakın siz müslümanlar olmaktan başka (bir sıfatla) can vermeyin. Hepiniz Allah'ın ipine (hablûllah'a) sımsıkı sanlın. Parçalanıp fırkalara ayrılmayın!.."(3) hükmü beyan buyurulmuştur. Burada üzerinde hassasiyetle durmamız gereken iki husus vardır. Birincisi: Allahû Teâla (cc)'nın ipine (Hablûllah'a) sımsıkı sarılmaktan maksad nedir? Müfessirlerin bir kısmı; Allahû Teâla (cc)'nın ipinden maksadın Kur'ân ve sünnet olduğu üzerinde durmuştur. İmam Muhammed İbn-i Cerir et-Taberi ise; "Allahû Teâla (cc)'nın ipinden maksad İslâm cemaatidir"(4) diyerek, değişik bir bakış açısı getirmiştir. Zira âyet-i kerime Ey iman edenler!.. (nida-münada) şeklinde gelmiştir. İman eden bir kimsenin Kur'ân ve sünnete sımsıkı sarılması tabiidir. Dolayısıyla hahlûllah'dan murad, İslâm cemaatine sımsıkı sarılmaktır. Çünkü cemaat olmak farz kılınmıştır. İkincisi: "Parçalanıp, fırkalara ayrılmayınız"dan maksad nedir? Bu âyette geçen velâ teferrakû emri, fırkalaşmanın haramlığını beyan içindir. Dolayısıyla İslâm cemaatine sımsıkı sarılmak farz, fırkalara ayrılmak ise haramdır. Nitekim bir başka âyet-i kerimede; "Kendilerine açık belgeler (heyyinat) geldikten sonra fırkalara ayrılıp, ihtilâfa düşenler gibi olmayınız. (Kitap ehline benzemeyiniz). İşte onlar için büyük bir azap vardır."(5) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyet-i kerimenin tefsirinde İbn-i Abbas (r.a) şunları zikretmektedir: "Allahû Teâla (cc), mü'minlere cemaat olmayı farz kılmıştır. Onları dinde ihtilâf etmekten ve fırkalara ayrılmaktan nehyetmiştir. Ve onlara haber vermiştir ki; kendilerinden önce helâk edilenler, ancak Allahû Teâla (cc)'nın dininde münakaşa ve birbirine buğz etme (husûmet) sebebiyle helâk edildiler. Yine denildi ki; onlar birbirlerine adavet (düşmanlık) ve hevâlarına tâbi olmaları sebebiyle fırkalara ayrılmışlardır."(6)Şurası muhakkaktır ki; fırkalara ayrılmak, şucu veya bucu gibi sıfatları kabul etmek ve taassuba kapılmak cahilî bir gururdan ibarettir. Değişik kitapların veya şahısların çevresinde fırka haline gelenler, hesap günü şuurundan hızla uzaklaşırlar. Bu değişmeyen bir kaidedir. Allahû Teâla (cc) kitap ehlinin içinde bulunduğu durumu (sırf ibret alabilmemiz için) hatırlatmıştır; "İşlerini (dinlerini) aralannda parçalayıp, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her fırka kendi yanında bulunan (kitap, rey ve tavır) la sevinmektedir."(7) İmam-ı Kurtubî; bu âyet-i kerime'nin tefsirinde: "Denildi ki; onlardan her fırka veya hizip, kendilerine ait bir kitabın hükümlerine sımsıkı yapıştı ve ona iman etti. Sadece bununla kalmadılar. Ayrıca kendi kitaplarının dışındaki bütün kitapları inkâr ettiler."(8) diyerek, önemli bir hususa işaret etmektedir. Hesap gününe hazırlanan mü'minler; içinde bulundukları hâli ve toplumdaki gelişmeleri, bu açıdan tahlil etmelidirler. Günümüzde her fırkanın "insanüstü güçler vehmettiği bir liderleri veya okuya okuya bitiremediği bir kitabı" maalesef vardır. Bu noktada Resûl-i Ekrem (sav)'in: Kulacı kulacına, arşını arşınına ve karışı karışına sizden öncekilerin yoluna uyacaksınız. Hatta onlar keler deliğine girseler, siz de gireceksiniz.(9) mealindeki mübarek tesbitini hatırlamamak mümkün müdür? Evet!.. Kitap ehlinin birçok hastalığı, maalesef müslümanlarda da görülmektedir. Hatta fırka taassubuna kapılan ve muhaliflerini kötüleyebilmek için "iftira, yalan ve diğer haramları irtikap edebilen" tiplere dahi rastlamak mümkündür. İmam-ı Eş'ari (rh.a): "Fırkalar hakkında eser kaleme alanlar; muğalataya sapmışlar ve muhaliflerini kötüleyebilmek için kasden ilavelerde bulunmuşlardır."(10) diyerek, fırka taassubunun neleri beraberinde getirdiğine işaret etmiştir.Demokrasi rejiminin getirdiği "parti" kavramı, İslâmî kaynaklarda yer alan "fırka" veya "mezhep" ile açıklanabilir mi? Demokratik rejimin vazgeçilmez unsuru olan siyasî partiler, ulusun (halkın) egemenliği esasına, seküler/laik tercihlere ve dünyevî menfaatlerin elde edilmesine dayanan mücadelenin karargâhları durumundadırlar. İhtiras, hased ve ideoloji farklılığı sebebiyle, fırka özelliği taşırlar. Mezhep özelliği taşımazlar.Günümüzde hiçbir fırkaya tâbi olmayan ve "Ben şüphesiz müslümanlardanım!.. Benim dinim cemaati farz, fırkalara ayrılmayı haram kılmıştır" diyen, güzel sözlü kimseler suçlu duruma düşürülmüşlerdir. Aristo mantığının temel ilkelerine göre zihinlerini şartlandıran ve "iki hâl prensibini" putlaştıranların sloganı şudur: "Bir kimse; ya bizim fırkamıza dahil olur, ya olmaz!.. Bize dahil olanlar müslüman olduğuna göre, diğerleri kâfirdir. Üçüncü bir hâl yoktur." Fırka taassubuna kapılan ve nefislerinin hevâsına tâbi olanların, bu sloganlarını, duymak mümkündür. Tekfir hastalığının temelinde Aristo mantığı vardır.Kelime-i Şehadet getiren bir mükellef, Allahû Teâla (cc)'nın kitabında ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetinde yer alan her hükmün "Mutlak hakikat" olduğunu kabul etmek durumundadır. Aksini düşünmek, mükellefin ikrarından şüpheyi beraberinde getirir. Fırka taassubunu aşabilmek için "müslüman" vasfının dışındaki vasıflandırmaları kabul etmemek gerekir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "İnsanları Allah'a dâvet eden, salih ameller işleyen ve `Ben şüphesiz Müslümanlardanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir? Ne (her) iyilik, ne de (her) kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel yol (usûl, metod) ne ise, onunla önle!.. O zaman görürsün ki, seninle arâsında düşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın dostun olmuştur."(11) hükmü beyan buyurulmuştur. İnsanları İslâm'a dâvet eden, sâlih ameller işleyen ve "Ben şüphesiz müslümanlardanım" diyen güzel sözlü kimseler, İslam cemaatini kurmak ve korumak borcundadırlar. Bu gerçekleştiği zaman "fırkalara ayrılma hastalığı" önemli ölçüde tedavi edilecektir. Hakikatin şâhidi olan ümmet, bunu yapmaya mecburdur.


KAYNAKLAR


(1) Ahmed b. Faris, Mucemi'l-Mukcıyısı'l-Lugat, Beyrut. ty, c. IV, sh. 493.


(2) Bakara sûresi: 50.


(3) Â1-i İmran sûresi:102-103.


(4) Muhammed İbn-i Cerir et-Taberi, Camiû'l Beyan, Beyrut 1373 (1954), c. IV, sh. 30 vd.


(5) Â1-i İmran sûresi: 105.


(6) Mecmuatu't Tefasir, İst. 1979, c. I, sh. 561 (Haazin Bölümü).


(7) Mü'minûn sûresi:53


(8) İmam-ı Kurtubi, el-Camüi li Ahkâmi'I Kur'ân, Kahire 1937, c. XII, sh. 30.


(9) Süneıı-i Tiı-mizi, İst. 1401 K. Fiten: 30 Had. No: 2195.


(10) İmam-ı Eş'arî, Makallaıi'l İslamiyyin ve'l İhtilâfi'I Musallin, İst.1928, sh. 2.


(11) Fussilet sûresi: 33-34.
FISK - FASIK






FISK-FÂSIK İnsanın nefsini hesaba çekmesi sanıldığı kadar kolay değildir. Çevre kültürün baskısı altında kalan akıl ve daima kötülüğü emreden nefis, meşrû (İslâmî) olmayan amelleri gündeme getirir. Bir İslâm mütefekkiri: "Her günah tıpkı şarap gibi insanları sarhoş etseydi, yeryüzünde ayık gezen hiç kimseyi göremezdin." diyerek önemli bir noktaya işaret etmiştir. Sırat-ı mustakime riayet eden bir mü'min, değişik sebep ve saiklerin etkisi altında gayrımeşrû amellerde bulunabilir. İşte bu noktada karşımıza fısk kavramı çıkar. Şimdi bu kelimeyi ve kavramı izaha gayret edelim.Fısk Arapça olup; Fe-Se-Ka fiilinden masdardır. Cahiliyye döneminde, daha ziyade bitkiler ve hayvanlar için kullanılan bir sözcüktür. Kabuklu yemişler için "kabuğundan çıkmak" veya hayvanlar için "deliğinden çıkmak" şeklinde kullanılmıştır. Deliğinden çıkıp zarar verdiği için fareye füvevsik denilir. Çoğulu fevâsıktır.(1) Fahruddin-i Razi: "Fısk zararlı olan bir çıkıştır. Yaş hurma kabuğundan çıktığı zaman fesagati'r rutbetû'denilir. Şeriat dilinde (ıstılâh olarak) fısk, Allah'a itaat etmekten çıkıp Allah'a karşı isyan etme haline girmekten ibarettir."(2) diyerek, meseleyi izaha gayret eder. Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi isimli eserde: "Fısk lâfzı, hak yoldan çıkmak mânâsına, şer'i bir ıstılâhtır. Kehf Sûresi'nin 50. âyetinde (fesaka an emri rabbih) `Şeytan Rabbinin emrinden çıktı' kavl-i şerifine göre, hûrucun mahiyeti umûmidir."(3) hükmü kayıtlıdır. İbn-i Abidin Reddu'l-Muhtar isimli eserinde: "Fâsık, doğru yoldan çıkan mânâsınadır. İhtimal ondan murad; içki içen, zina eden ve faiz yiyen gibi, büyük günahları irtikap edendir. Bercendi de dahi böyle denilmiştir."(4) diyerek, fıskı "büyük günahları irtikap" olarak tarif etmiştir. Fûkahadan bazıları; "günahları küçük görmek ve onlarda ısrar etmek de fısktır" hükmünü benimsemişlerdir. Genel olarak fıskın üç mertebesi vardır:Birincisi: Günahı çirkin kabul etmekle beraber; yine de zaman zaman, şeytanın vesvesesine veya nefsine uyup günah işlemektir. İradesi zayıf olan insanlarda bu hâl tekerrür eder.İkincisi: Günah olduğunu kabul ve ikrar ettiği halde, sık sık aynı haramları işlemektir. İçki müptelâlarında veya kumar düşkünlerinde bu hâl görülür. Üçüncüsü: Haram olduğunu inkâr edip, ısrarla yâpmaktır. Bu üçüncü hâl, insanı küfre götüren fısktır. Fıskın birinci ve ikinci mertebelerinde bulunan mükellefin; günahı bırakması ve tevbe etmesi esastır. Üçüncü mertebede bulunan mükellefin ise, tecdid-i iman etmesi ve İslâm'a teslim olması şarttır. Bu izahtan sonra şunu söylemek mümkündür: Her fâsık kâfir değildir. Ancak her kâfir mutlaka fâsıktır. Firaset sahibi mü'minler, buradaki inceliği kolayca kavrayabilirler.Hâriciler ve Mu'tezile mezhebinin önde gelen liderleri "iman; kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve erkânıyla ameldir" diyerek, farklı bir yol ve anlayışa sahip olmuşlardır. Dürri'l-Muhtar da; hâricilerle ilgili olarak şu hükümler kayıtlıdır: "Bunlar kendilerince hak olan bir tevilden dolayı müslüman hükümdarın (Hz. Ali'nin) küfür ve bâtıl üzerinde bulunduğunu söyleyerek onunla savaşmanın vacip olduğunu iddia eden ve biz ehl-i sünnetin kanlarını, mallarını almayı ve kadınlarını esir etmeyi helâl gören, Peygamber efendimizin ashab-ı kiramını küfre nisbet eden, asker ve kuvvet sahibi bir taifedir." İbn-i Âbidin, bu metni izah ederken: "Bunlar vaktiyle Hz. Ali'ye karşı çıkan kimselerdir... `Bir tevilden dolayı...' Yani Hz. Ali (ra) ve ona tâbi olanlar harpte hakemin hükmüne râzı oldukları için kâfir olmuşlardır. Çünkü hüküm ancak Allah'a mahsustur, diye gerçeğe muhalif olarak tevil ettikleri bir delilden dolayı Hz. Ali nin ordusunda bulunan bir takım kimseler, ona karşı isyan etmişlerdir. Bunlara hâriciler adı verilmiştir. Bunların mezhebine göre, büyük günah işleyen kâfirdir. Hakem tayin etmek de büyük günahtır. `Peygamber efendimizin ashab-ı kiramını küfre nisbet eden...' Bu ifade hâriciliğin şartını beyan etmek için olmayıp, Hz. Ali'ye karşı çıkanları beyan etmek içindir. Yoksa Hâricilerin karşı çıktıkları hükümdarın küfrüne inanmaları kifayet eder"(5) diyerek, hâricilerin mantığını ortaya koymuştur. Hâricilerin bir kısmına göre "büyük günah işleyen herkes kafirdir", diğer bir kısmına göre ise, "ister büyük, ister küçük olsun, günah işleyen herkes kâfirdir." Bu anlayış günümüzde de değişik biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Mu'tezile mezhebinin liderleri ise: "Fâsık olan kimse, ne müslümandır, ne kâfirdir. İkisinin arasında bir menzili vardır (el-menzile beynel-menzileteyn). Fâsıkın hükmü budur" demişlerdir. Bunlar ehl-i sünnetin dışındaki fırkalardır.Şimdi fıskı zâhir olan kimselerin (fâsıkların) nasıl bir muameleye tâbi tutulacakları üzerinde duralım.Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Eğer bir fâsık, size bir haber getirirse, onu tahkik edin. (Aksi takdirde) bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz."(6) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Kurtubî: "Fâsık olduğu kat'i olarak tesbit olunan kimsenin haberleri geçersizdir. kabul edilemez. Çünkü haber emanettir. Fısk ise, haberin iptalinin (geçersiz olmasının) delilidir."(7) şeklinde tefsir etmiştir. Aynı konuda İmam-ı Cessâs'ın tesbiti şudur: "Âyette geçen tahkik edin, emri, fâsıkın şehadetinin kabul edilmemesinin delilidir. Çünkü şahidlik, bildiğini haber vermekten ibarettir. Fâsık olan kimsenin şahidliği kabul edilmediği gibi, diğer hususlardaki haberleri de kabul edilmez."(8)İslâm âlimleri "kimlerin şahidliğinin kabul edileceği veya edilmeyeceğini" izah ederken; fâsık üzerinde hassasiyetle durmuşlardır. Genellikle şahidlerde aranan adâlet şartı üzerinde durulmuş ve adâleti düşüren amellere ağırlık verilmiştir. Feteva-ı Hindiyye'de bu konuyla ilgili birçok tarif yapıldıktan sonra "Şehaddette adâletin izahı konusunda söylenen sözlerin en güzeli İmam-ı Yusuf'a aittir. Demiştir ki; `Şâhidlerin âdil olmasından murad, büyük günahları işlememesi ve küçük günahları işlemekte de ısrar etmemesidir.' Nihaye de de böyledir. Büyük günahların tasnifi ve mahiyeti konusunda da ihtilaf edilmiştir. Bunlar içerisinde en sahih olanı Şemsu'l-eimme Hulvânî'nin izahıdır. Hulvânî'ye göre: `Allahû Teâla (cc)'nın kat'i nasslarla haram kıldığı ve müslümanların indinde şen'i (çirkin ve kötü) görülen hususlar büyük günahlardandır. Kezâ mürüvveti ve keremi terketmek dahi, büyük günahlardandır. Ayrıca günah işlenmesine ve fısk-ı fücûra yardımcı olmak, insanları buna teşvik etmek de büyük günahlar arasındadır. Muhiyt"de de böyledir.."(9) hükmü, müftabih kavil kaydedilmiştir.Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür; fısk İslâmî hududları kabul etmekle birlikte, farzları terk veya haramları irtikap eden mükellefin içine düştüğü felâkettir. Kur'ân-ı Kerîm'de fâsıkların zemmedildiği ve azapla inzar edildiği malûmdur. Hesap gününü düşünen her mükellef, şer'i emirleri edâ etmek ve nehiylerden şiddetle kaçınmak sûretiyle, fısk hastalığından kurtulabilir. Fısk, ferdî bir hadisedir. Fâsıkların, bir araya gelmesi ve şer'i hududları kitle halinde tahrip etmesi, "fesâdı" gündeme getirir. Dolayısıyla fısk ile fesad arasında, böyle bir incelik vadır. Fâsıkların ve müfsidlerin çoğunluğu teşkil ettiği toplumlarda; tâgûtî güçlerin iktidar olması ve Hizbu'ş-şeytan'ın hızla gelişmesi kaçınılmazdır. Günümüzde bu hakikat, daha açık bir şekilde görülmektedir.


KAYNAKLAR


(1) Bkz., Râğıb el-Isfahani, e1-Müfredat fi Garib'il Kur'ân, İst.1986, Kahraman Yay, sh. 572.


(2) Fahrüddin-i Razi, Mefatihû'l Cayb (Tefsir-i Kebir), Ank.1988, Akçağ Yay. c. III, sh. 29.


(3) Zebidî, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank.1975, c. XII, sh.137.


(4) İbn-i Abidin, Reddü'I-Muhtar, İst. 1982, Şamil Yay, c. II, sh. 408.


(5) İbn-i Abidin, Reddü'I-Muhtar, İst. 1982, Şamil Yay, c. 11, sh 93-96


(6) Hucurât sûresi: 6.


(7) İmam-ı Kurtubi, el-Camü li Ahkâmi'l Kur'ân, Kahire I967, c. XVl, sh: 3l6.


(8) İmam-ı Cessas, el-Ahkâmû'I Kur'ân, Beyrut 1335, c. III, sh. 398.


(9) Şeyh Nizamüddin ve Heyet, el-Feteva-ı Hindiyye, Beyrut 1400, c. III, sh. 540 vd. (Türkçe nüsha: Ank. 1985 Akçağ Yay. c. VI, sh. 485-486).
FİTNE






FİTNE Arapça olan bu kelimenin aslı fetn dir. Altının kalite ve kalitesizliğini anlamak için ateşe sokulması demektir.(l) Genel olarak imtihan ve deneme mânâlarında kullanılır. Hâlisi ile sahtesini ayırmak için altını, gümüşü potada eritmeye fitne dendiği gibi, iyiliği-kötülüğü belli olsun diye insana tatbik edilen her muameleye de ıtlak olunur.(2) Kur'ân-ı Kerîm'de "Fitnenizi tadınız. İşte (dünyada) istical ettiğiniz azab bu idi"(3) buyurulmuştur. Buradaki "fitne" kelimesi, insanın ateşe atılmasını ve azâbı ortaya koymaktadır.(4) Bunun dışında Kur'ân-ı Kerîm'de, belâ ve musîbet mânâsına da kullanılmıştır.(5) Şiddet(6) ve imtihan(7) mânâsına kullanıldığı da sabittir. Fitneden eser kalmayıncaya kadar cihadı emreden âyet-i kerimedes "fitne", İslâm'ın dışındaki bütün sistemlerin ortak ismidir.İstılâhî mânâsı: "Allahû Teâla (cc)'dan imtihan için gelen belâ, musîbet, âzâb ve buna benzer nefsin hoşlanmadığı şeyler olduğu gibi, kullardan gelen zûlümlere de fitne denir"(8) şeklinde tarif etmek mümkündür.Resûl-i Ekrem (sav)'in hadîsi şeriflerinde mü'minler arasında bozgunculuk yapmak ve onları birbirlerine karşı kışkırtmak mânâlarına da kullanılmıştır. "Fitne uykudadır, onu uyandırmayın!"(9) hadis-i şerîfi bu mânâdadır."Mü'minlerin bey'atla, gayrımüslimlerin de zimmet akdi ile bütün emniyetlerinin sağlandığı dârû'l-İslâm'da bozgunculuk ve kışkırtıcılık yapmak büyük bir fitnedir. Ümmet-i Muhammed tarih boyunca bu tür fitneye karşı uyanık olmuştur. Ancak bu, zamanla bir şuur olmaktan çıkıp, bir âdet haline dönüşünce, müstevlilerin istilâsı ânında bile "Aman fitne çıkmasın" sloganı geçerliliğini korumuştur. Halbuki küfür, başlı-başına bir fitnedir. Küffar İslâm topraklarını işgal edince: "Aman fitne çıkmasın" demek Allahû Teâla (cc)'ya karşı savaş açmak olur. Fitnenin, aynı zamanda imtihan mânâsına geldiğini belirtmiştik. Muteber hadîs mecmualarında "Kitab-ı Fiten" veya "Bâb-ı Fiten" başlığı taşıyan bölümlere dikkat ettiğimizde, insanın çevresinin fitnelerle dolu olduğuna şâhit oluruz. Dünyaya, hiç ölmeyecekmiş gibi şehvetle bağlanmak bir fitnedir. Şer'i hududları aşan "mal sevgisi", "evlat sevgisi", "makam hırsı" ve bunun gibi hazlar birer fitne hükmündedir. Allah'ın indirdiği hükümlerin dışındaki hükümlerle, inanmayarak da olsa hükmetmek, bir fitnedir.Cahiliyyenin gâlip.geldiği, tâgûtî güçlerin insanları hor ve hakir kıldığı toplumlarda, onlarla uzlaşmayı esas alan her türlü düşünce bir fitnedir. İnsanlardan, şer'î hududların dışında tahsil edilen vergilerden maaş almak, bir fitnedir. Bütün bunların dışında deccal fitnesi, kabir fitnesi ve bel'am fitnesi... vardır.Hz. Âdem (a.s)'den itibaren bütün peygamberler insanlara tevhid akîdesini tebliğ etmişlerdir. "Allah'a iman edin ve tâgût'a kulluktan kaçının" tebliği, bütün peygamberlerde ortaktır.(10) Dolayısıyle Allahû Teâla (cc)'m indirdiği hükümlerle hükmedilmeyen bütün toplumlarda küfür ve fitne, siyasî iktidar durumuna gelmiş demektir. Bu vasıftaki bütün toplumlarda cihad, akıl-baliğ olan her mü'min üzerine, farz-ı ayrılır. Kim bu cihad'dan uzak kalırsa, fitnenin içine düşmüş demektir.


KAYNAKLAR


(1) Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İst. 1936, c. V, sh. 4530. Ayrıca Abdi'1 Latif ez-Zebidi, Sahih-i Buhari Mııhtasarı, Tecrid-i Sarih Terc'emesi ve Şerhi, Ank.1975 (3. bsm.) c. XII, sh. 290-291.


(2) Zebidî, a.g.e., Ank 1978 (5. bsm.) c. II, sh. 468; c. XII, sh. 290.


(3) Zâriyat sûresi: 14. Geniş bilgi için bkz. İbn-i Kesir, Tefsirû'! Kur'an'il Azim, Beyrut: 1939, D.Marife Yay. c. IV, sh. 232-233.


(4) Mehmet Vehbi Efendi, Hülâsatü'I Beyan fi Tefsirû'l Kur'ân, İst. 1969, c. XIII, sh. 5554. Ayrıca Ömer Nasuhi Bilmen, Kur'ân-ı Keı-im'in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri, İst. 1965, c. VII, sh. 3487 (Âhiret hayatını ve ölümden sonra tekrar dirilmeyi inkâr eden kâfirlerin ateşe atılması üzerinde durulur. "Fitnenizi tadın", zebanilerin kâfirlere hitabı olarak değerlendirilir.)


(5) Enfâl sûresi: 25: "Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o içinizden yalnız zûlmedenlere çatmaz (ammeye de sirayet ve hepsini perişan eder). Hem bilin ki, Allah azabı çetin olandır." Geniş bilgi için bkz. Beyzavî.


(6) Bakara sûresi: 102,191; Enfâl sûresi: 39.


(7) Enbiya sûresi: 35: "Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi şer ve hayırla tecrübe ediyoruz. Nihayet hepiniz bize rücû edeceksiniz." Bu ayet-i kerimede fitne, tecrübe ve imtihan manasınadır.


(8) Enfal Suresi 39 "Ortalıkta fitne kalmayıp, din tamamıyla Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse muhakkak ki, Allah yaptıklarını görür." Bu ayeti kerimedeki fitne İslam'ın dışında kalan bütün sistemlerdir.


(9) Hasan Basri Çantay, Kur'âıı-ı Hakim ve Meali Kerim, İst.1959, c. I, sh. 52, dipnot:134.


(10) Nahl sûresi: 36.
FÜTÜVVET






FÜTÜVVET Kur'ân-Kerim'de, kendilerine herhangi bir tebliğ ulaşmadığı halde, küfre ve zulme boyun eğmeyen Ashab-ı Kehf'in kıssasına yer verilmiştir. Allahû Teâla (cc)'ya isyan eden güçlere (tâgûtî iktidarlara) boyun eğmemek için kavimlerinden uzaklaşan ve bir dağın mağarasına gizlenen bu gençlerle ilgili olarak: "Şüphesiz ki onlar Allahû Teâla (cc)'ya iman eden genç yiğitlerdi (fityetûn). Biz de onların hidayetini artırmıştık."(1) buyurulmuştur. Bu âyette geçen fityetûn kelimesi, feta'nın çoğuludur. Şimdi bu kelime üzerinde duralım. Müfred olarak asâ vezninde fetâ, delikanlı, cüvan, sahi, kerim ve civanmert kimse; çoğulu fityan, ubuvva vezninde ise fütüvve şeklinde, kerem ve mürüvvet sahibi, civanmertlik mânâsına gelmektedir.(2) Nitekim kâfir ve zâlim Nemrut'un putlarını kıran Hz. İbrahim (a.s) için de Kur'ân-ı Kerîm'de feta denilmiştir; "Dediler: `İşittik ki İbrahim isimli bir genç yiğit (feta) onları (putlarımızı) diline doluyordu. "(3)İslâmî ıstılâhta fütüvvet; insanları, dünya ve ahirette, kendi nefsine tercih etmektir.(4) Bu, kelime-i şehadete dayanan ve toplumu ihya eden bir edebtir.İnsanların birbirleriyle olan münasebetlerinde dünya görüşlerinin ve inançlarının büyük rolü vardır. İslâm dini, kelime-i şehadet getiren her mükellefin, birbirleriyle kardeş olduğu esasını getirmiştir. Resûl-i Ekrem (sav)'in "Sizden hiçbiriniz kendi nefsi için istediğini, din kardeşi için de istemediği müddetçe (kâmil mânâda) iman etmiş olmaz"(5) buyurduğu bilinmektedir. Firaset sahibi mü'minler bu hadis-i şerif'teki muhtevayı tefekkür ettikleri zaman, hallerinden şüpheye düşerek titremişlerdir. Nitekim Seriyyu's-Sekati (rh.a) dostlarına: "İşlediğim bir hata sebebiyle tam otuz senedir tevbe etmekteyim" diye itirafta bulunmuştur. Dostlarından birisi merakla: "Bu hatanın mahiyeti nedir?" diye sorunca şu cevabı verir: "Bağdat çarşısı yanıyor diye bağırdılar. Heyecanla koştum ve benim dükkânımın yanmadığını görünce el-Hamdulillah dedim. Daha sonra kendi menfaatimi, diğer kardeşlerimin menfaati üzerine tercih ettiğimi hatırladım. Heyecanla söylediğim o söz sebebiyle tam otuz senedir. Rabbimden affetmesini ve o günahımı örtmesini dilemekteyim."Hesap gününü düşünen her mükellef, Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Nefsim yed-i kudretinde olan Allahû Teâla (cc)'ya yemin olsun ki, arzusunu İslâm'a tâbi kılmayan kimse iman etmiş olmaz."(6) mealindeki mübarek tesbiti üzerinde düşünmek mecburiyetindedir. Kardeşini, kendi öz nefsine tercih etmek (fütüvvet ahlâkı) Sahabe-i Kiram'ın temel vasfıdır. Şimdi Peygamber efendimizin (a.s) huzurunda cereyan eden bir hadiseyi naklederek, fütüvvet ahlâkının mahiyetini ortaya koymaya gayret edelim. Hz. Sabit b. Kays b. Şemmas (r.a) huzur-u saadete gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü!.. Açlıktan takatım kesildi" diyor ve içinde bulunduğu hâli ifade ediyor. bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) hanımlarına (hâne-i saadete) haber salar ve yiyecek birşeyler göndermelerini istirham eder. Fakat hâne-i saadette yiyecek bir şey yoktur. Durum anlaşılınca Resûl-i Ekrem (sav): Bu kardeşinizi misafir edip de Allahû Teâla (cc)'nın rahmetine mazhar olmak isteyen yok mu? sualini tevcih eder. Ensardan Ebû Talha (r.a) ayağa kalkarak "Ben hazırım ya Rasûlullah!" cevabını verir. Daha sonra doğruca evine gider ve hanımına:"Resûl-i Ekrem (sav)'in misafirine yemek hazırla!.. Sakın hiçbir şeyi gizleme" istirhamında bulunur. Hanımı "Vallahi çocukların yiyeceğinden başka birşey yok!.." diyerek, içinde bulundukları hâli ifade eder. Hz. Talha (ra): "Öyle ise çocukları oyala ve uyut!.. Ben misafiri getirince onu sofraya oturturuz ve yan odaya geçeriz. Bir şeyler yiyormuş gibi yaparız. Bu gece Rasulullah'ın misafirine ikram için, kendimiz aç yatarız." diyerek nasihatta bulunur. Nitekim ikram hadisesi Hz. Tallıa'nın çizdiği plan içerisinde gerçekleşir. Sabah olunca Hz. Talha (ra) misafiri Hz. Sâbit b. Kays b. Şemmas (ra) ile birlikte Resûl-i Ekrem (sav)'in huzuruna varır. Resûl-i Ekrem (sav); "Bu gece misafirinize yaptığınız muameleden Allahû Teâla (cc) râzı oldu ve şu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu: "Onlardan evvel (Medine'yi yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç (meyli) bulmazlar. Kendileri fakr-ü ihtiyaç içinde olsalar bile (onları, hicret edenleri öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte onlar muradlarına erenlerin ta kendileridir."(7)Şurası muhakkaktır ki, İslâm dininin getirdiği fütüvvet şuuru, Medine'de kurulan ideal devletin temelini teşkil etmiştir. Hicretten sonra, İslâm'ın temel hedeflerinin gerçekleşmesi için kardeşlik antlaşmasını kabul etmeleri ve muhacirleri öz nefislerinden üstün tutmaları, önemli bir hâdisedir. Resûl-i Ekrem (sav): "Bir kimse din kardeşinin ihtiyaçlarını görmek için ona yardım ettiği müddetçe, Allahû Teâla (cc) daimi bir şekilde ona yardım eder"(8) müjdesi sarihtir. Medine'de bu müjde gerçekleşmiştir. Fütüvvet şuuru İslâmî hareketin vazgeçilmez bir rüknüdür. Bu hakikat asla unutulmamalıdır.


KAYNAKLAR


(1) Kehf sûresi:13.


(2) Âsım Efendi, Kamûs Tercümesi, İst.1305("Fetâ" ve "Fütüvve" maddeleri).


(3) Enbiya sûresi: 60


(4) Seyyid Şerif Cürcani, et-Ta'rijiıt, İst. ty., Kaynak Yay., sh.165.


(5) Sahih-i Müslim, İst.1401, Çağrı Yay, c. sh.66, Had. No: 71.


(6) İbn-i Kesir, Tefsiı-û'l Kur'an'il Aziym, Beyrut 1969, c. III, sh.490.


(7) Haşr sûresi: 9(8) Sahih-i Buhari, K. Rikak: 7. Ayrıca, Sahih-i Müslim, K. Birr:15.
GAYB






GAYB Müminlerin bâriz vasıflarından birisi de gayba iman etmeleridir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Onlar (mü'minler) gayba iman ederler, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden de (İslâm için) harcarlar."(1) hükmü beyan buyurulmuştur. Âyette geçen gayb kelimesi Ga-Be fiilinin masdarıdır. Gözden kaybolan şeye gayb denildiği gibi, duyularla idrak edilemeyen ve insan bilgisinin dışında kalan şeye de gayb denilir. Herhangi bir şey, insana veya diğer canlılara nisbetle gayb olur. Allahû Teâla (cc)'ya nispetle gayb yoktur. Zîra O'nun ilminden hiçbir şey kaybolmaz.(2) Kur'ân-ı Kerîm'de iki ayrı âlemden söz edilmiştir. Birincisi: Görülüp idrak edilemeyen varlıklar âlemidir. Buna gayb âlemi denilir. İkincisi: Görülen, beş duyu vasıtasıyla bilinen ve idrak edilen varlıklar âlemidir. Buna şehadet âlemi ismi verilir. Manevî varlıklar gayb âlemindedir. Gayb âlemine ait varlıklar da iki kısımda mütalaa edilmiştir: a)Bir kısmının delili yoktur. Varlığını Allahû Teâla (cc)'dan başka kimse bilmez. Kâinatta, duyularımızdan saklı nice varlıklar mevcuttur ki, bunları ancak Allahû Teâla (cc) bilir. "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Kendinden başkası bunları bilmez."(3) âyeti, gaybın bu kısmına işaret etmektedir. Allahû Teâla (cc)'nın bilgisi, kaza ve kader hep bu kısım gayba dahildir. b) Bir kısım varlıklar da vardır ki, idrak edilemez, fakat mevcudiyetleri delil ile anlaşılabilir. Melekler, cinler, ahiret, cennet, cehennem bu tür gayba dahildir "İşte Onlar (mü'minler) gayba iman ederler" âyetiyle kasdedilen gayb budur. Yani mü'minler, görmedikleri halde Allahû Teâla (cc)'ya, O'nun meleklerine, Peygamberlere gelen kitabların Allahû Teâla (cc) tarafından vahyedildiğine, ahiret hayatına, cennete ve cehenneme inanırlar. Resûl-i Ekrem (sav)'i gören ashabın en büyük meziyetleri, onun bu hususlara ilişkin sözlerini kabul ve tasdik etmeleridir. Resûl-i Ekrem (sav)'i görmeyen diğer müslümanlar ise, (tabiûndan itibaren kıyamete kadar) bu meziyet yanında gıyaben (zira Resûl-i Ekrem (sav)'i de görmemişlerdir) iman etme şerefine haizdirler. Bu hususta kesin imâna sahip olmuş müslümanları, Resûl-i Ekrem (sav) övmüştür(5). Gayba iman etmek bazı insanlarda sezgi ve keşif yoluyla, bazılarında ise düşünce ve istidlal yoluyla hâsıl olur. Bazı insanlar "Biz gözümüzle görmediğimize inanmayız" diyerek gayb âlemini inkâr hastalığına tutulmuşlardır. Materyalist kültürün en kaba sloganı budur. Okuma-yazma bilmeyen ve ilimden haberi olmayan kimselerin dışında hiçbir ferd, bu kaba ve saçma slogana itibar edemez. Zira gözün (bir organ olarak) görme alanı sınırlıdır. Bu sınırın dışında kalan varlıkları reddetmek veya görünceye kadar kabul etmemek ahmaklıktır. Gayb âleminin bütün sırlarını sadece ve sadece Allahû Teâla (cc) bilir. Resûl-i Ekrem (sav)'in, Mekke müşriklerini zaman zaman bu konuda uyardığı nassla sabittir. Nitekim: "De ki `Size benim yanımda Allah'ın hazineleri var demiyorum. Ben gaybı bilmem. Size hakikat ben bir meleğim de demiyorum. Ben bana vahy, olunmakta olan (Kur'ân)dan başkasına uymam.' De ki: `Görmeyenle gören bir olur mu?' Hiç düşünmüyor musunuz?(6) âyetinde, bu husus sarihtir. Allahû Teâla (cc)'nın gayba ait bazı hususları, değişik sebep ve vesilelerle, peygamberlerine bildirmesi (vahy etmesi) söz konusudur. İslâm'a itiraz eden kitap ehlinin veya müşriklerin sualleri vesilesiyle, gayba ait bir çok bilgi vahyedilmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "(Rasûlüm!) Bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Meryem'i onlardan hangisi himayesine alacak diye kalemlerini atarken sen yanlarında değildin. (Bu hususta) Çekişirlerken de yine yanlarında yoktun."(7) hükmü beyan buyurulmuştur. Başta Ashab-ı Kehf'in mücadelesi olmak üzere; geçmişte yaşanan birçok tarihi hadise (ki bunlar gaybe ait haberlerdir) dosdoğru şekilde Resûl-i Ekrem (sav)'e vahyedilmiştir. Dolayısıyla gayba ait bilgi; sadece geleceğe ait değildir, geçmişte cereyan eden hadiseler de gayba girer. Muhakkak ki peygamberlerin bildiği gayb, Allahû Teâla (cc)'nın bildirdikleriyle sınırlıdır. Nitekim: "De ki (ey Muhammed!) `Tehdid edile geldiğiniz (azab)ın yakın mı, yoksa Rabbimin ona uzun bir müddet mi ta'yin etmiş olduğunu ben bilemem. Allah, bütün gaybı bilendir. Öyle ki gaybına kimseyi muttali' etmez. Meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola!.. (Onlar müstesnadır) Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözetleyiciler (muhafızlar) dizer"(8) âyetlerinde, bu husus sarihtir. Rasûller ve Nebiler; Allahû Teâla (cc)'nın vahiyle bildirdiği gayba ait hususları tebliğ edebilirler. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Ben de ancak fâni bir insanım (beşerim). Siz bana birçok davalar getiriyorsunuz. Sizlerden biri, diğer tarafa nazaran beni ikna etmede daha kabiliyetli ve muktedir olabilir (meselesini daha beliğ olarak savunabilir). Ben de ondan işittiğime (ve delillere) göre hüküm veririm. Bununla bir kimseye, hakikaten din kardeşine ait bir şeyi verecek olursam, o kimse (bunu) asla almasın. Zira benim ona şekilde vermiş olduğum şey, ancak ateşten bir parçadır."(9) buyurduğu bilinmektedir. Bazı rivayetlerde "Dilerse o ateşi alsın, dilerse bıraksın"ziyadesi vardır. Dikkat edilirse Resûl-i Ekrem (sav) getirilen delillerin esas alınmasını ve ona göre hüküm verilmesini tavsiye etmiştir. Ayrıca "Ben gaybı bilirim ve mutlaka her hakkı, hak sahibine veririm" dememiştir. Burdaki incelik iyi kavranmalıdır. Günümüzde; "şeyhlerinin gaybı bildiğini ve ona göre davrandığını" iddia eden, birçok bid'at ehline rastlanmaktadır. Dikkat edilmelidir. Hevâ ve heveslerini ilâh edinen kitleler "insanın dışında , insanı aşan herhangi bir hakikat yoktur" sloganını, sık sık tekrarlarlar. Bununla hem vahyi, hem gaybı inkâr hastalığına rastlamak mümkündür. Esasen din ile ideolojinin arasındaki temel fark, bu noktada yoğunlaşmaktadır. Kelime-i şehadeti ikrar ve tasdik eden bir insan, Allahû Teâla (cc)'nin kitabında ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetinde yer alan her hükmün mutlak hakikat olduğunu tasdik etmiş demektir. Zira bu sebeple "müslüman" (Allah'a teslim olan) vasfını elde eder. Unutulmamalıdır ki, gaybe iman etmek mü'minlerin temel vasıflarından birisidir.


KAYNAKLAR


(1) Bakara sûresi: 3.


(2) Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat li Garibi'l Kur'ân, İst. 1986, Kahraman Yay. sh. 552. (Gıybet de gayb den gelir. Bir mü'minin, hoşuna gitmeyecek bir ayıbını onun gıyabında anmaya gıybet denilir. Eğer o ayıp mevcut değilse, iftira gündeme girer. Hem gıybet, hem iftira haram kılınmıştır).


(3) En'am sûresi: 59.


(4) Geniş bilgi için bkz. Mecmuatû't Tefasir. İst. 1979 Çağrı Yay., c. I, sh. 42-43 (Gadı Beyzavi bölümü).


(5) İbn-i Kesir, Tefsirû'l Kur'an'il Aziym, Beyrut 1969, D. Marife Yay, c. I, sh. 40-41.


(6) En'am sûresi:50.


(7) ÂI-i İmran sûresi: 44.


(8) Cin sûresi: 25-27.


(9) Sahih-i Müslim. İst: 1401, Çağrı Yay, c.II, sh. 1337, K. Akdiye: 13. Ayrıca Sahih-i Buhari, İst. 1401, c.III, sh. 162; Sünen-i İhn-i Mace, İst. 1401, c. II, sh. 777, K. Ahkâm: 5 Had. No: 2317 2318; İmam-ı Mâlik, Muvatta, İst. 1401, c. II, sh. 719, K. Akdiye: 1.
GÜNAH






GÜNAH Farsça bir kelime olan günah, lûgatlarda; "Allahû Teâla (cc)'ın emirlerine aykırı olarak görülen iş, dinî suç" şeklinde izah olunur. (1)Bir kısım müellifler, Kur'ân-ı Kerîm'de geçen "günah" kelimesinin Farsça'dan geçtiğini iddia etmişlerse de, bu pek tutarlı değildir. Çünkü bu kelime, daha ziyade engel ve sorumluluk mânâlarına gelir. Kur'ân-ı Kerîmde isim, lemen, seyyie, zercb ve kebire günah mânâsınadır. Arapça mütehassısları lemen ve seyyie yi küçük günah, zünûb ve kebair i büyük günah olarak tarif etmişlerdir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Eğer yasak ettiğimiz büyük (günahlardan) kaçınırsanız sizin (öbür) kabahatlerinizi örteriz."(2) buyurulmuştur. Bu âyet-i kerîmede büyük günahlar "kebair" kabahatler de "seyyie" olarak alınmıştır.(3) Resûl-i Ekrem (sav)'in Buharî ve Müslim'de yer alan şu hâdisi şerîfinde, "yedi şeyden çekininiz" buyurmuştur:l. Allahû Teâla (cc)'a ortak koşmak.2. Haksız yere Allahû Teâla (cc)'ın haram kıldığı cana kıymak.3. Sihir, büyü yapmak.4. Tefecilikle meşgul olmak ve faiz yemek.(5).Yetimin malına el koymak.6. Düşmanla yüz yüze gelindiğinde kaçmak.7. İffetli mü'min kadınlara iftira etmek.(4)Hz. Ali (r.a)'den gelen rivayette, bunlara hırsızlık ve zina etmek de eklenmiştir.5 Müctehid imamlar; "Allahû Teâlâ nın (cc) ceza tayin ettiği ve açık olarak azabla tehdit ettiği her çeşit günah, büyüktür" hükmünde müttefiktirler. Demek ki, muhkem âyetlerle sabit olan, her günah büyüktür. "Büyük günah" sahibinin durumu, mezhepler arasında tartışma konusu olmuştur. İmam-ı Matûridî: "Günah işleyenler, günahları sebebiyle imandan çıkmazlar. Çünkü haberi mütevatirle sabit olan husus, büyük günahların bağışlanma ihtimalinin olduğudur. Büyüğü bağışlanınca küçüğünün bağışlanma ihtimali daha evlâdır" hükmünü zikreder.(6)Aliyyü'l Kâri, Fıkh-ı Ekber şerhinde: "Ne kadar büyük olursa olsun, herhangi bir günah sebebiyle, hiçbir müslümanı tekfir etmeyiz."(7) buyurur. Ehl-i sünnetin müctehid imamları ameli imandan bir cüz olarak kabul etmedikleri için, hiçbir günahkârı küfürle itham etmezler.


KAYNAKLAR


(1) Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ank.197' sh. 317.


(2) Nisâ sûresi: 31.


(3) Ömer Nasûhi Bilmen, Kur'ân-ı Kerim'in Türçe Meali Âfisi ve Tefsiri, İst.1961. c. II, sh. 582.


(4) İbn-i Kesir, Tefsirû'l Kur'dn'il Azim; Beyrut: 1969, D.Marife Yay. c. I, sh. 481.


(5) eı-Zemahşeri, Ke,r,caf, Beyrut: 1947 c.I, sh. 503 Not:l.


(6) İmam-ı Matûridi, Kitâbu't Tevhid, Beyrut: 1970, sh.320, (Türkçe Nüsha İst. 1981 Hicret Yay. sh. 499).


(7) İmam-ı Azam, Fıkh-ı Ekber, (Aliyyü'I Kari Şerhi) İst.1979, sh.176.
HALK






HALK İnsanın lehindeki ve aleyhindeki haklarına sahip olabilmesine ehliyet denilmiştir. Allahû Teâla (cc)'nın teklifleri bu ehliyete dayanır.(1) Teklife muhatap olan insana da mükellef vasfı verilir. Son bir asırdır, mükellef kavramı yerine "halk" kelimesi kullanılmaktadır. Hatta zaman zaman birçok İslâmî hakikat, halkın yanlış anlayabileceği zannı ile gizlenir hâle gelmiştir. "Aman bu hakikatleri halka söylemeyelim, sonra fitne çıkar" sloganı yaygınlaşmıştır. Bilindiği gibi mükellef ve halk kelimeleri Arapçadır. Farklı mahiyetleri ifade için kullanılırlar. Şimdi bu konuyu izaha gayret edelim.Halk kelimesi Ha-Le-Ka fül kökünden masdardır. Genel olarak "Bir şeyi yoktan var etmek (halketmek) düzenlemek, takdir etmek ve meydana getirmek" gibi manalarda kullanılır.(2) Türkçe'deki "yaratmak" kelimesinin karşılığıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de; dünyanın, insanın ve diğer varlıklaruı yaratılması beyan edilirken halk kelimesi kullanılmıştır. Nitekim; "Allah her hayvanı sudan (nutfeden) yarattı (halaka). İşte bunların kimi karnı üstünde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır (yahlûkullahû mâ ye,câ). Çünkü Allahû Teâla (cc) her şeye hakkı ile kâdirdir"(3) âyetinde bu durum sarihtir. Bunun dışında; Rûm Sûresi'nde, "halk" kelimesi fıtratla birlikte kullanılmıştır. Daha açık bir ifade ile "fıtrat", halkın bir vechesini ifade eder: "O halde sen yüzünü bir muvahhid olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki, O (Allah) insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın halkı (yaratışı) için değiştirme yoktur (lâtebdiylâ li'halkıllah). Bu dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler."(4)Arapça mütehassısları, "halk" kelimesini izah ederken ,bunun "insan topluluğu" mânâsında kullanıldığına işaret etmemişlerdir. Fakat Latince'deki populus kelimesi; Osmanlı aydınları tarafından halk (ahali) karşılığı kullanılınca, zihinler darmadağın olmuştur. Şöyle ki; Latince'deki populus kelimesi, sürü mânâsına gelen plebs ve plebejer de populus kelimesiyle akrabadır. Günümüzde kullanılan "popüler edebiyat" "halk adamı" ve "halk zevki" gibi tâbirler, hep Latince mahiyeti gündeme getirirler. Aristokratların gözünde halk orta ve aşağı bir sınıftır. Yani sürü!.. Demokrasilerde halkın hakemliği ve hüküm koyuculuğu esas alındığından, politikacılar, halka (ahaliye) dalkavukluk etmek için, birbirleriyle yarışırlar. Manzara ortadadır. Bütün bunlar, Latince bir kelimenin mükellef ıstılâhının yerine geçmesi ve zihinleri parça-parça etmesinin sonucudur. Halbuki ancak miroskoplarla görülebilen mikrop "halk edilmiş" (yaratılmış) olduğu gibi, ışığı binlerce yıl sonra bize ulaşabilen gökyüzü cisimleri halk edilmiştir.Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Allahû Teâla (cc)'nın tekliflerini hiçbir meşrû mazeret yokken, insanlardan gizlemek haramdır. "Aman bu hakikatleri halka, söylemeyelim, sonra fitne çıkar" diyenler, mükellef kavramının mahiyetini kavrayamayan ve âdil siyaseti bilmeyen kimselerdir. "Bu hakikatleri söylersek halk bize ne der?" endişesini taşıyanlar; halkın (yaratılmışların) rızasını esas alıp, Allahû Teâla (cc)'nın tayin ettiği maslahatları terkeden kimselerdir. Unutmayalım ki; tekliflerin yerine getirilebilmesi için; "mükellefe İslâm'ın dosdoğru tebliğ edilmesi" şarttır. "Mükellef ' ve "Halk" kavramlarını doğru olarak kullanalım.


KAYNAKLAR


(1) İmam-ı Serahsi, Temhidü'l Füsûl fi İlmû'l Usûl, Beyrut 1393, c. II, sh. 332.


(2) Geniş bilgi için bkz. Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat fi Garibi'l Kur'ân, İst. 1986, Kahraman yay. sh. 224-225.


(3) Nûr sûresi: 45.


(4) Rûm sûresi: 30.
HELAL - HARAM






HELÂL-HARAM İnsanın kendi nefsine karşı sorumluluklarını, insan eşya ilişkilerini ve insanın birbiri ile olan ilişkilerini izah edebilmek için, öncelikle teklif ve mükellef kavramlarını izah etmek durumundayız. Allahû Teâla (cc)'nın imtihan için beyan buyurduğu emir ve nehiylerin tamamına teklif adı verilmiştir. Malûm olduğu üzere, insanın lehindeki ve aleyhindeki haklarına sahip olabilmesine de "ehliyet" denilmiştir. Allah Teâla (cc)'nın tekliflerine muhatap olabilmek için ehliyet şarttır. İslâm'ın emir ve yasakları karşısında sorumlu olan insana (erkek veya kadın) mükellef denilir. Her mükellefin, yapmak veya yapmamak hususunda sorumlu tutulduğu amelleri ef al-i mükellefin (mükellef olan kimsenin fiilleri) şeklinde ifade etmek mümkündür. Bu noktada karşımıza hüküm vezen (hâkim) ve hükme muhatab olan (mahkûm) çıkar. Kelime-i şehadeti ikrar ve tasdik eden her insan, Allahû Teâla (cc)'nın Hakim-i Mutlak olduğunu ve O'nun her emrini "işittim ve itaat ettim" tavrıyla karşılayacağını taahhüt etmiştir. Dolayısıyla helâl ve haram hudutları, imtihan hayatının en önemli unsurlarıdır. Zira bir kimse; helâlin haram olduğuna veya haramın helâl olduğuna inanırsa kâfir olur. (1)Bu sebeple; her mükellefin; "helâl" ve "haram" hususunda ilim sahibi olması farz-ı ayndır. Bu girişten sonra meselemize geçebiliriz.Önce kelime üzerinde duralım. Helâl kelimesi; Halleyehıllû-hıllen-hâlen fiil kökünden masdardır. Lûgatte; düğümü çözmek, yükü indirnıek, borcu ödemek ve ağırlıktan kurtulmak gibi manâlara gelir.(2) İmam Fahrüddin-i Razi: "Helâl, kendisinden mahzurluk düğümü çözülen mübah demektir. Bu kelimenin aslı akd (düğümlemek) kelimesinin zıddı olan hall (çözmek) masdarıdır."(3) diyerek, meseleye açıklık getirmiştir. nitekim İslâm ümmetinin işlerini düzene koyan kimseler ehl-i hal ve'1- akd denilmiştir. İslâmî ıstılâhta "yapılması caiz olan bütün ameller ve yenilmesi-içilmesi mübah olan bütün nimetler" helâl kavramı ile açıklanmıştır.Kur'ân-ı Kerîm'de halle kelimesi, muhtelif âyetlerde geçmektedir. Şimdi birkaç misal verelim:"(Musa) Dedi ki: `Rabbim, benim göğsüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Dilimden şu düğümü çöz ki (ûhlûl) sözümü iyi anlasınlar."(4)"Allah'ın nimetlerine bedel (olarak) küfrü ihtiyar edenleri ve kavimlerini de helâk yurduna (cehenneme) indirip sokanları (ehallû) görmedin mi? onlar oraya gireceklerdir. Orası ne körü bir karargâhtır."(5)"Allah yeminlerimizin (keffaretle) çözülmesini (tehillete) size farz kılmıştır. Allah sizin velinizdir ve O, hakkı ile bilendir Tam hüküm ve hikmet sahibidir."(6)Bir padişahı veya sultanı tahtından indirmeye hall denilir. Türkçe'de kullanılan halletmek (meseleyi çözmek) aynı kökten gelmektedir. Günümüzde en çok kullanılan (ve sık sık başvurulan) ihtilâl kelimesi de halde fülinin ifti'âl babındandır. İktidarı (şöyle veya böyle) indirmek mânâsınadır. Yine hastahanelerde sık sık kullanılan tahlil (çözme, analiz etme) kelimesi aynı kökten gelir.Haram; Ha-Ra-Me kökünden gelir ve sebep ne olursa olsun, yapılması yasak olan şeydir. Bir kimsenin herhangi bir şeyden yoksun olmasına "mahrumiyet" denilmiştir. Hacc ve ûmre ibadeti esnasında giyilen özel kıyafete de ihram denilmiştir. Lûgatta ihram; "ayaklar altına alınmayan bir hürmete girdi" mânâsına gelen ahrame fiilinin masdarıdır.(7) Haram kelimesinde masdar olarak hürmet ve muhterem kelimeleri türetilmiştir. Bilindiği gibi insan, yeryüzünde Allahû Teâla (cc)'nın halifesi olması hasebiyle, hürmet edilmesi gereken bir varlıktır. İnsanı öldürmek veya haksız yere her hangi bir uzvuna zarar vermek "haram"dır. Dolayısıyla muhterem; "zarar verilmesi haram olan, saygı duyulması gereken" insan mânâsınadır.(8) İslâmî ıstılâhta: "Kat'i nasslarla işlenilmesi yasaklanan fiillere haram denilir" şeklinde tarif edilmiştir. Haramın sabit olması için, kat'i ve şüphesiz bir delil şarttır. Zira Kur'ân-ı Kerîm'de: "Dillerinizin yalan yere vasıflandıra geldiği şeyler için: `Şu helâldir bu haramdır demeyin. Çünkü (bu suretle) Allah'a karşı yalan düzmüş olursunuz. Allah'a yalan düzenler ise, şüphe yoktur ki, asla felâh bulamazlar."(9) hükmü beyan buyurulmuştur. Hesap gününü düşünen her mükellef; "helâl" ve "haram" kelimelerini kulanırken, mutlaka delile dayanmak durumundadır.Haram olan fiiller liaynihi ve li-gayrihi olmak üzere ikiye ayrılırlar. İnsanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetini tahrip eden füller li-aynihi haram sınıfına girer: Adam öldürmek, eşkiyalık (yol kesme) ve hırsızlık yapmak şarap içmek, domuz eti yemek zina etmek, mü'min ve muhsan kadınlara zina isnadında bulunmak... Li gayrihi haram ise; bizzat haram olmadığı halde, bir başka saik sebebiyle haram haline gelmektir. Mesela: Elma yemek haram değildir, helâldir. Ancak bir başkasına ait bahçeden, sahibinin izini olmaksızın alınan elmayı yemek haramdır.Yeryüzünde yaşayan bütün insanlar için "müşterek helâller" ve "müşterek haramlar" vardır. Esasen bir şeyin helâl veya haram olarak nitelendirilebilmesi için tek ölçü vahydir. Nitekim İbn-i Abidin: "Hiçbir şey akıl ile haram olmaz. Yani bir şeyin haram olduğuna akıl hüküm veremez. Bir şeyin haram olduğuna hüküm vermek ancak Allahû Teâlâ ya (cc) mahsustur (...) Bir şeyin güzel veya çirkin olduğunu isbat eden şeriattır. Akıl ise, güzellik ve çirkinliği idrak etmek için vasıtadır."(10) diyerek önemli bir inceliği gündeme getirmiştir.Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Allah'ın size helâl ettiği temiz ve güzel şeyleri (nefsinize) haram kılmayın. (Sakın) haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez." (11)hükmü beyan buyurulmuştur. İbn-i Abbas (ra), "haramı helâl etmek ne kadar tehlikeli ise, helâlin haram olduğunu söylemek de aynıdır" demiştir. Esasen helâl ve haram hududlarını, hevâ ve heveslerine göre tayin etmeye gayret edenlerle cihad etmek emredilmiştir."Kendilerine kitap verilenlerden ne Allah'a ne ahiret gününe inanınayan, Allah'm ve rasûlü'nün haram ettiği şeyleri haram tanımayan, İslâm dininini din olarak kabul etmeyen kimselerle zelil ve hakir olup, kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar muharebe (savaş) edin."(12)Dürri'l-Muhtâr'da, "Cizye, mülhidlerin dediği gibi, müslümanlarm kâfirlerin küfrüne râzı olmaları değildir. Bilâkis cizye, kâfirlerin küfürleri üzere kalmalarının cezasıdır. İmânâ davet etmek için kâfirlere cizyesiz mühlet vermek caiz olduğu takdirde, cizye ile mühlet vermek evveliyetle caizdir. Nitekim Allahû Teâla (cc)'nin "Kâfirlere, zelil ve hakir olarak kendi elleriyle cizye verecekleri zamânâ kadar onlarla muharebe ediniz" âyet-i kerimesi ve Peygamberi efendimizin Hacer mecûsiIerinden, Necran hıristiyanlarından cizye alıp kendilerini dinleri üzerinde bırakmaları da cizyenin caiz olduğunun delilidir."(13) hükmü kayıtlıdır. İnsanlardan bir zümrenin veya siyasî iktidarın "helâl" ve"haram" hududlarını değiştirmesi sözkonusu olamaz. Eğer bu fiil tahakkuk eder ve diğer insanlar râzı olurlarsa, Allahû Teâla (cc)'yı inkâr ederek yeni bir ilâha (tâgûta) inanmış olurlar. Sünen-i Tirmizi de kayıtlı olan şu hadis-i şerif meseleyi kavramamızı kolaylaştırmaktadır. Adiy b. Hatem (r.a)'den rivayet edilen hadis şudur: "Henüz İslâm'a girmeden önce, Resûl-i Ekrem (sav)'in: `Onlar Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i ilâhlar edindiler.' (14) âyetini okuduğunu işittim. Bunun üzerine: `Yâ Muhammed!.. Onlar, bunlara ibadet etmediler' şeklinde itirazda bulundum. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav); `Gerçi onlar bunlara ibadet etmiyorlardı. Fakat bunlar herhangi bir şeyi onlara (helâl) kıldıkları vakit, onu helâl kabul ediyorlar veya herhangi bir şeyi onlara (haram) kıldıkları vakit, onu haram kabul ediyorlardı.' buyurdu."Hevâ ve heveslerini ilah edinen ve keyiflerine göre helâl ve haram sınırlarını tesbit eden zümrelere itaat edenler büyük bir tehlike içerisindedirler. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Üzerlerine Allah'ın ismi anılmadan boğazlananlardan yemeyin. Çünkü bu muhakkak ki bir fısktır. Hakikaten şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için dostlarına (evliyalarına) mutlaka telkinde bulunurlar. Eğer, onlara (müşriklere) itaat ederseniz, şüphesiz siz de müşriklerden olursunuz."(16) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Kurtubî; "Müşrikler müslümanlarla mücadele ederek şöyle derlerdi: `Size ne oluyor ki, Allah'ın öldürdüğünü (eceliyle ölen, meyte) yemiyorsunuz, fakat bizzat sizin öldürdüğünüzü (kestiğinizi) yiyorsunuz?' diyorlı... Mücadele, delil göstermek sûretiyle ve kuvvetle bir sözü geri çevirmektir. Eğer onlara (müşriklere) meytenin yenmesinin heâl kılınması hususunda itaat ederseniz, siz de onlardan olursunuz."(17) diyerek, meselenin inceliğine işaret etmiştir. Allahû Teâla (cc)'nın haram kıldığı bir şeyi, helâl kılma konusunda gayret sarfeden ve delil ileri süren müşriklere itaat etmek, onlardan (müşriklerden) olmayı beraberinde getirmektedir.Şurası unutulmamaladır ki; haram ve helâl hudutları, kat'i nasslarla tesbit edilen sınırlardır. İnsanlardan bir zümre (bilginler, rahipler, şahlar, meclisler, vs.) insanlardan aldıklarını iddia ettikleri hak ve yetkilerle, bu hudutları değiştiremezler. Eğer de ğiştirnıeye kalkarlarsa, mü'minlere düşen vazife, meşrû her türlü vasıta ile cihad etmektir.


KAYNAKLAR


(1) Molla Hüsrev, Dürerû'l-Hükkam fi Şerhi'l Gûreri'I Ahkâm, İst. 1307, c. I, sh. 324; Feteva-ı Nindiyye, Beyrut,1400, c. II, sh. 272; Şerh-i Akaidi'l Kesteli, İst.1973, S. Bilici Yay. sh.191.


(2) el-Müfredat, İst.1986, Kahraman Yay sh.182.


(3) İmam Fahrüddin-i Razi, Tefsir-i Kebir (Mefatihû'l Gayb), Ank.1989, c. IV, sh.198


(4) Tâhâ sûresi: 25-28.


(5) İbrahim sûresi: 28


(6) Tahrim sîıresi: 2.


(7) Râğıb el-Isfahani,a.g.e., sh.164-165.


(8) Her müslüman muhteremdir. İslam'a karşı savaşanların (harbîlerin) canlarına ve mallarına karşı hürmet ortadan kalkar. Fûkaha; gasb fülinin teşekkülü için "malın mütekavvim ve muhterem olmasını" şart görmüştür. Meseleyi izah ederken, harbîlerin malının muhterem olmadığın beyan etmiştir.


(9) Nahl sûresi:116.


(10) İbn-i Abidin, Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'! Muhtar, İst.1983, Şamil Yay, c. VIII, sh. 212.


(11) Maide sûresi: 87.


(12) Tevbe sûresi: 29


(13) İbn-i Abidin, a.g.e., c. VIII, sh. 482.


(14) Tevbe sûresi: 31


(15) Sünen-i Tirmizi, İst. 1401, K. Tefsirû'1 Kur'ân: 10, (Türkçe Nüsha, İst. ty. Yunus Emre Yay. c. V, sh. 206 Had. No: 3292).


(16) En'âm sûresi:121.


(17) İmam-ı Kurtubi, el-Camü li Ahkâmi'I-Kur'ân, Kahire 1967, c. VII, sh. 77-78.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...