2/13/2010

halidiye

RİSÂLE-İ HÀLİDİYYE TERCÜMESİ MUKADDİME


MUKADDİME


Bismillâhir-rahmânir-rahîm.

Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn. Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.


Ashàb-ı bâtından, yâni içleri temiz ve kemâle ulaşan bahtiyarlardan ve enbiyâ aleyhimüs-salâtü ves-selâm hazretlerinden feyz alabilmek, iki veya üç şeye
bağlıdır. Bunlardan biri ihlâs, biri edeb, biri de ehlullaha muhabbet etmektir. Feyz ancak ehlullahın kalblerinden alınır. Onların kalbleri feyz ile doludur.


Bir müridin kalbi ihlâstan ârî, boş ve çıplak olursa, veyahut evliyâullah hakkında edebe mugayir hareketleri bulunursa, bu gibilere o velîlerden ne feyz
gelir, ne de onların gönülleri onlara meyleder.


Muhabbet, feyzin artmasına başlıca sebeptir. bir müridde bu üç şey ne kadar çok olursa, feyzin de o kadar artacağında hiç şüphe yoktur. Feyz alabilmenin
birinci unsuru, mürşide muhabbettir. Ancak, bu muhabbetin sun'î ve tekellüfsüz, yâni gösteriş veya zorlanmakla değil, sıdk ve yakîn üzere olması lâzımdır.


Zira muhabbet, müridin içinden mürşidin içine akan bir nehr-i mânevî ve derûnî bir akıştır. İşte bu mânevî muhabbet ve akışla, mürşidin içinden (bâtınından)
devamlı feyz alabilmek imkânı hàsıl olur. Bu nehr-i mânevînin genişliği ve feyzin çokluğu, müridde olan muhabbetin az veya çokluğuna göredir.


Bazan muhabbetin artması sebebiyle, müridin kalbi mürşid tarafına teveccüh eder ve belki muhabbetin galebesiyle, mürid şeyhinde fânî olup şeyhinin ahvâli
bir anda müridin kalbine akseder; aynaya geçen insanın aynada göründüğü gibi.


Muhabbet, edeb ve ihlâsı da müstelzimdir. Çünkü muhabbet eden kimse, sevdiği kimseye karşı edebe ve ihlâsa riayet edegelmiştir. Muhib olan kimsenin, sevdiğinde
ayıp ve noksan görmesine ihtimal yoktur. Aksi takdirde ihlâs ve yakîni mahvolur. Çünkü muhabbet, ihlâs ve edeb, hakîkatte Cenâb-ı Vâcibül-Vücud Hazretleri
tarafından gelir. Bu sebepledir ki, her makama göre münâsib bir edeb vardır. Tasavvuf ise tamâmen edebden ibarettir.


İmdi mürşid hakkında riayeti lâzım olan edeb birkaç vech üzeredir:
1. Niyyet edebidir.
2. Râbıta edebi ve hizmet-i şeyh edebidir.
3. Mürşid huzurunda bulunma edebidir.
4. Mürşid ile konuşma edebidir.
5. Şeyhine hizmet edebidir.
6. Feyz alabilmek için kalbini hazırlamak, ihlâs ve taleb edebidir.
7. Vird ve hatim edebidir.
8. Sülûk ve mücahede edebidir ki, aşağıda beyan edeceğiz.
NİYET EDEBİ


NİYET EDEBİ


Niyet, dinin usüllerinden büyük bir asıldır. Bütün ibadetlerin kökü mesâbesindedir. Buna,


(İnnemel-a'mâlü bin-niyyât) [Ameller niyetlere göredir.] hadis-i şerifi kuvvetli bir delildir. Amellerin makbul olması için niyet şarttır. Nitekim;


(Niyyetül-mü'mini hayrun min amelihî) [Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır.] hadis-i şerifi de bunu pek güzel izah etmektedir. Ve yine iki cihan serveri,
sevgili Peygamberimiz Efendimiz;


(Ve innemâ liküllimriin mâ nevâ, femen kânet hicretühû ilallàhi ve rasûlihî, fe hicretühû ilallàhi ve rasûlihî) [Muhakkak ki her kişi niyetlendiğini bulacaktır.
Kim Allah'a ve Rasûlüne hicret ederse, onun hicreti Allah ve Rasûlünedir.] buyurmuşlardır.


Buna göre bir işe başlarken, her şeyden önce niyet ve ihlâs şart ve mühimdir. Niyet hàlis olmadıkça o işten hayır beklemek boşunadır. Niyette ihlâs olmadan
kurbiyyet mümkün değildir. Zirâ ihlâs olmadan kurbiyyeti elde edeceğini zannedenlerin kazancı ancak Hak'tan uzaklaşma olur. Rızâ-yı Bârî'yi kazanayım derken,
ukûbete ve felâkete düşer. Nitekim mürâîlerin hali bu kàbildendir.


İhlâs her amelde vâcib olduğu gibi, bilhassa kalbe ait amellerde daha mühimdir. (El-amelül-kalbiyyü küllühû niyyetün) "Kalbin her ameli niyettir." buyrulmuştur.


İradesinde sadık olan mürid için niyetin edebi odur ki, vech-i kalbini şeyhi vasıtasıyla Cenâb-ı Zât-ı Akdes Hazretleri'ne tevcih ile, Zât-ı Bârî'yi kasd
eyleye... Yâni niyeti, dünyavî ve uhrevî garaz ve ivaz ve ahvâl-i bâtıniyye husûlü için; kurbiyyet, velîlik, kerâmet, ermişlik ve sâire gibi mâsivallah
olmaya... Tek şart şudur ki, o teveccüh edâ-yı ubûdiyetle, hàssaten Hazret-i Allah için ola...


Müridin Zât-ı Bârî'ye teveccühü anında sıfat-ı ilâhiyyeye teveccühü sahih olmaz demişlerdir. Zâte teveccüh künh ve hakîkat itibârıyla değildir. Zirâ künh
ve hakîkat itibarı haramdır. Bu teveccüh, muhabbet-i zâtiye sahibi olanlara mümkün olur. Çünkü onlar için kahır ve lütuf müsâvîdir. Nitekim, (Küllü mâ
sadere minel-habîbi habîbün)'dür [Sevgiliden sadır olan her şey sevgilidir.]


Ve şeyhi imtihan kasdıyla olmayıp, ancak rızâ-yı Bârî için olmalıdır. İmtihan kasdıyla yapanların hiç de iyi kimseler olmadıkları bildirilmiştir.


Ve keramet görmeyi de kasdetmemelidir. Zira velîlikte keramet şart kılınmadı ve keramet şeyhin efdal olmasına alâmet olmaz. Bazan da şeyh efendiye keramete
izin verilmemiştir. Şeyh efendi de keramet aramak, ona inanmamak ve teslim olmamak demektir. Yâhut, şeyh kerameti izhara lüzum görmemiştir de, onun için
izhâr-ı keramet etmez. Bir istikàmetin bin kerametten efdal olduğunu da hiç unutmamalıdır.


Cenâb-ı Hakk'ın kulunda başlıca istediği şey, istikàmettir. Cenâb-ı Hak cümlemizi istikàmetten ayırmasın, âmîn... Nitekim Cenâb-ı Hak da;
(Kulillàh, sümmestekım) [Allah de, sonra istikàmet üzere ol!] buyurmuştur.
RÂBITA EDEBİ


RÂBITA EDEBİ


Râbıta edebi, mürşidin ruhaniyetine ve onun hemen iki gözü arasına teveccüh etmektir. Çünkü, "Onun hayal hazinesi iki gözünün arasıdır." demişlerdir. Buradan
şeyhinin ruhàniyetine nazar etmektir. Orası menba-ı feyzdir. Mürid bu suretle tazarru ve niyaz ile tevessül ettiği halde, mürşidin ruhaniyetini iki gözü
arasına dahil ede ve oradan kalbe, kalbin derinliğine yavaş yavaş ine ve hayalinden gayb etmeye. Belki kendi nefsinden gàib ola. Zira kalbin derinliğinin
sonu yoktur ve seyr-i ilallah dâimâ kalben hàsıl olur. Maksad Zât-ı Bârî'dir. Râbıta ise seyr-i ilallaha vesîledir.


Râbıtaya delil çoktur. Kitab, sünnet ve kıyas ile sabittir:


(Vebteğû ileyhil-vesîlete) [Ona (Allah'a) yaklaşmaya vesîle arayın!] (Mâide: 35)


(Kul in küntüm tuhibbûnallàhe fettebiûnî) [Eğer siz Allah'ı seviyorsanız, bana (Rasûlüllah'a) itaat edin!] (Âl-i İmran: 31)


Hazret-i Hàlid'in [Mevlânâ Hàlid-i Bağdâdî] râbıtayı isbat sadedinde ayrı bir eseri vardır ki, yirmi kadar delil serdederek isbat etmiştir.


Hazret-i Sıddîk-ı Ekber RA, bir gün Hazret-i Rasûl-ü Ekrem SAS'e şikâyette bulunmuşlar, "Bihasebir-rûhàniyye helâda bile hayâlimden çıkmıyorsunuz." demişlerdir.
Mûmâileyh, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz Hazretleri'nden bu sebeple hayâ ederlerdi.


Memnu' olan râbıta, ancak nefs-i vesâili maksûdun biz-zât kılmaktır; yâni vasıtayı gàye sanmak, ona takılıp asıl maksadı unutmaktır. Lâkin meşrû râbıtada
hal hiç de böyle değildir. münkirler bunu temyiz ve tefrikten acizdirler.


Mürşidin hizmetine devam âdâbı birkaç nev' üzeredir:


1. Abdestli olmak,


2. Bütün günah ve kusurlarından ve gafletten 15 kere veya daha ziyade istiğfar etmek,


3. Fâtiha ve İhlâs-ı Şerif okuyup mürşidinin ruhàniyetine hediye etmektir. Bunu yola çıkmadan yapmak, yol esnasında kalbini mürşidin kalbine tam bağlamak,
ihlâs ve muhabbet üzere, gayet tazarru ve inkisâr-ı kalb ile olmasına dikkat ve riâyet eylemek; ve mürşidinin rûhàniyetinin kendisi ile beraber olduğuna
iman ve inancı tam olmaktır. Çünkü ruhàniyet için yakınlık ve uzaklık, madde ve müddet yoktur.


Binâen aleyh, ruhàniyetin huzuru, müridin huzur-u kalbi ile beraberdir ve ruhàniyet göz açıp kapayacak kadar zamandan daha sür'atlidir. Belki makbul bir
müridden, gerek yakaza ve gerek uyku halinde de ruhaniyyet-i mürşid devamlı olarak ayrılmaz. Mürşid maksûda vesîle olduğu için, "Mürid mürşidini, göz açıp
kapayacak kadar zaman miktarı hayalinden gayb etse, mürid olamaz!" denilmiştir. (Risâle-i Hàlidiyye, s. 8)


Peygamberimiz SAS Hazretleri'nin devâm-ı müşâhedesine sebep olan haslet budur. Zira fenâ fiş-şeyh olmak, Rasûlüllah SAS'de fânî olmaklığa ve bin-netice
fenâ fillâh'a mukaddimedir. Bu sebepten bazı erbâb-ı fakr demiştir ki:


"--Eğer Rasûlüllah SAS Hazretleri tarfet-i ayn miktarı [bir göz yumup açıncaya kadar] bizden muhtecib olsa, yâni görünmese, hicablı bulunsaydı, kendimizi
müslimler zümresinden addetmezdik."


Ne kadar mânâlı bir söz!


Rasûlüllah SAS'i her yerde ve her zaman mânâ gözünün önünden ayırmamalı ve onun en ufak bir sünnetini de ihmal etmemelidir. İşte o zaman müslümanlığın ne
demek olduğu anlaşılır ve lezzetine doyum olmaz ves-selâm.
MÜRŞİD İLE HUZURDA BULUNMA EDEBİ


MÜRŞİD İLE HUZURDA BULUNMA EDEBİ


Feyzin gelişi bunu bağlıdır. Bu da iki kısımdır; biri zàhiren, biri de bâtınendir.


Bihasebiz-zàhir huzur edebi odur ki, mürid mürşidinin yüzüne bakmayarak, huzurunda boynunu büküp şöyle durmalıdır: Sanki sultandan kaçan bir köle tutulup
sultanın huzuruna getirildiği vakitteki gibi. Ve o dâimâ huzû ve huşû üzere ola ve mürşidin emri ve izni olmadıkça oturmaya ve iktizà-yı şer'î veya tarîkatte
bir müşkülü olsa bile, mürşidin izni olmadıkça kendiliğinden söze başlamaya, cevap vermeye, kalkmaya ve huzur-u mürşidde hazır olanlarla tekellüm etmeye...
Her ne kadar ihtiyar ise de, tekellümden son derece sakına.


Vay vay bu ahir zaman dervişlerine! Ne edeb, ne de saygı var!.. Bazan ıslık çalacak kadar cür'etkârlarına rastlanıyor. Huzur-u şeyhte lâubâli konuşmalar,
seslerini yükseltmeler, tenkitler, gıybetler, hattâ tahakkümler de görülen hallerdendir. Aman yâ Rab!..


Aşık olan kimse mâşukunun gayriden müstağni olduğu halde nasıl durursa, öylece durup mecliste olanlara kat'iyyen iltifat etmeye... Zira müridin mürşidine
taaşşuk ve tâzimi, Hak Teàlâ için olduğundan, ona taaşşuk ve tâzim hakîkatte Hazret-i Allah Celle ve A'lâya'dır.


Ve dahi sâkit ve sâkin gözlerini yummak sûretiyle, feyz alabilmek için tazarrû ve niyazla, mürşidin bâtınına müteveccih ola... Vel-hàsıl mürşidini Rasûlüllah
SAS'in nâibi ve hükm ü tasarrufta sultan addeyleye ve mürşidine olan muamelesi Rasûlüllah SAS'e veya sultana, padişaha, reisicumhura olan muamelesi gibi
ola.


Heyhàt kendisini dervişim diye aldatan zavallılara!.. Zira hadis-i şeriflerde Efendimiz SAS:


(El-ulemâü veresetül-enbiyâ') [Alimler peygamberlerin varisleridir.]


(El-àlimü fî kavmihî ken-nebiyyi fî ümmetihî) [Alim kavmi içinde, ümmeti içindeki peygamber gibidir.]


(Ulemâü ümmetî ke-enbiyâi benî isrâil) [Ümmetimin alimleri Benî İsrâil'in peygamberleri gibidir.] buyurmuşlardır.


Ebâb-ı tahkîk indinde bu hadisin hakîkatı odur ki; ulemâ zâhir alimleri değil, ilmiyle âmil olan àrif-i billâhlardır. İlmiyle âmil olmayan alimleri ise,
kitap taşıyan merkeplere benzetmişlerdir. O halde âmil olan alim ile, âmil olmayan alim arasında çok büyük bir fark meydana çıkmaktadır. Bundan dolayı
ikincilerden arslandan kaçar gibi kaçmak lâzımdır. Bu hususta vârid olan hadis-i şerifler pek çoktur, pek de acıdır. Hattâ ehl-i cehennemin bunlardan Allah
Celle ve A'lâ'ya sığınacakları bildirilmiştir. Cenâb-ı Hak cümlemizi bu fenâ akıbete düşmekten emin buyursun... Âmîn, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm.


Ammâ bihasebil-bâtın huzur edebi odur ki; mürşid huzuruna vardıkta kalbi gàfil olmaya, veyahut kalbinde çeşitli hatıralar, vesveseler veya imtihan, itiraz,
nefsinde muhabbetsizlik gibi kerih bir şey bulunmaya... Zira bunlardan birisi veya hepsi, kalb-i mürşidin müridden nefretini mucib ve mürşid nazarından
sükûtunu, gözden düşmesini müntic olur. Çünkü her müridin mürşidin kalbinde yeri vardır. Ve dahi denilmiştir ki:


"--Mürşidin gözünden düşmek, yedi kat gökten yere düşmekten daha beterdir. Yâni gökten düşmek, mürşidin gözünden düşmekten daha hayırlıdır." denilmiştir.


Ehlullah nazarından sâkıt olmak, Hakk'ın gözünden düşmeğe sebep olur. Öyle ise huzur-u mürşidde gafletten uzak olarak, vukûf-u kalbîyi muhafaza ile bâtınından
feyzi tàlib olarak, kalbini mürşidinin kalbine muhabbet ve tazarru ile rabt edip, onun teveccüh ve iltifatına muntazır ola... Güneşin ziyasının bütün alemi
kapladığı gibi, mürşidin feyzinin de bütün ufku doldurduğuna yakînen itikad ederek, müridin talebine muntazır olduğunu idrak etmesi lâzımdır.


Her ne kadar feyzi idrak etmese dahi, yine itikadı bozulmaya. Zira şart olarak müridin mücerred itikadı ve vüsûl-ü feyze hüsn-ü zannı kâfîdir.


Ehl-i dünyanın huzur-u mürşidde dünyadan bahisleri müride zarar vermez. Huzur-u mürşidde oturmağı uzatmamalı; zira mürşidin kalbinde nefret ve usanç uyandırabilir.
(Eazenallàhu teàlâ an zâlik.)


Ve mürşidinin bâtınından gàfil olup, zâhiri ile meşgul olmaya... Çünkü mürşidin zâhiri ehl-i zâhir, bâtını da ehl-i bâtın içindir. Mürşidin başka kimselerle
meşgul olmasına bakıp da, "Benden gàfildir, benimle alâkalanmadı; ben ondan nasıl istifâde ve istifâza edebilirim?.." dememeli ve bunu hatırına bile getirmemelidir.
Çünkü mürşidin halk ile meşguliyeti, kendini Hak'tan alıkoymaz ve bütün müridleri onun kalbinde birer hardal misâlidir.


Ve şeyhini emsâlsiz bilip, "Şeyhim olmasa, beni Rabbime îsâl edecek yeryüzünde kimse bulunmaz!" demelidir. Kimsenin ta'n ve levminden korkmaya ve mürşidinden
son derece korku üzere ola... İnâyet ve himmetinden ümidini kesmeye.


Müridin mal ve evlâdından, hattâ ruhundan ziyade şeyhine muhabbet eylemesi lâzımdır. Kendi saadet ve selâmeti mürşidinin rızasında; şekàvet ve felâketi
de şeyhinin gadabından olduğunu bilmelidir. Ve hattâ mürşidini, mürşidinin şeyhi üzerine takdim etmelidir. Şeyhinin gözünden düşmek, şeyhinin şeyhinin...
de ve müteselsilen Rasûlüllah SAS'e kadar bütün sâdâtın gözünden düşmesini mûcib olur. Ve dolayısıyla Cenâb-ı Hakk'ın gözünden de düşmesine sebep olur.


Gerek mürşidinin huzurunda, gerek gıyabında, yâni olmadığı zamanda dahi, onun kahır ve satvetinden sakınmak ve uyanık bulunmak gerektir. Zira ehlullah,
cevâsîs-i kulûb'durlar; Hak Teàlâ onları müridlerinin bütün ef'al ve hareketlerine ve hatıralarına muttalî kılar. Gerçi müridlerine söylemeleri nâdir olur
ama, müridin her hali ona mâlûmdur.


Mürşidin gülmesine ve zâhirde hüsn-ü muamelede olmasına aldanmamalı ve kendisinden zâhir muamelesinin kesilmesini rica etmelidir ve mürşidden tâzim ve hürmet
beklememelidir. Zîrâ mürşidin tâzimi müride semm-i katildir, yâni çabuk öldüren bir zehirdir. Bu hal müridi yabancı bilmesinden ileri gelir.


Mürşidin müridi tahkiri, onu terbiye içindir; tahammül ve sabretmek gerektir. Zîrâ müridler bütün hallerinde imtihandan hàlî olmazlar. Hattâ hikâye olunur
ki, bir şeyh müridine yatak ve misafir odasını hazırlamasını ve kadınlar arasında bulunan filanca hanımı çağırıp, odada onları bir saat yalnız bırakmasını
ve kapıda bekleyip başkalarının girmesine mânî olmasını tenbih eder.


Bunun üzerine mürid hiç itiraz etmeden vazifesini yapmış, feyzine de hiçbir zarar gelmemiş; ve odadan çıktıkları zaman, o hanımın şeyhin kızkardeşi olduğunu
anlamıştır. Şeyh efendi müridine demiş ki:


"--Benim fiilimi gördün, bundan sonra sende bir şey kaldı mı?.."


Mürid cevap vermiş:


"--Evet, ben eskisi gibi feyz buluyorum ve itikad ederim ki, sizin fiiliniz hikmet ve maslahattan hâlî değildir ve buna her an şahidim vardır." demiş.


Müridin bu sebatını gören şeyh efendi, onu tahsin edip:


"--Aferin oğlum! Git o hanıma sor ki, bana bir karâbeti filân var mıdır?.." demiş.


Mürid kat'iyyen böyle bir şeye cesaret edemeyeceği ricasında bulunmuşsa da, şeyh efendi:


"--Hakîkatı bilmeniz için sormanız lâzımdır." deyince, mürid bil-mecbûriyye gidip hàtuna sormuş. O da:


"--Hazretin hemşiresiyim, uzaklardan ziyareti için geldim. İçeri girmeye fırsat bekliyordum." demiş ve hakîkat da meydana çıkmış.


İhvân-ı din, şeyhin kendisinde görülen bu gibi hàlâta hemen itiraz etmemeli, sû-i zan etmişse der-àkab tevbe ve istiğfar etmelidir. Zîrâ bu gibi havâtır
zehirdir.


Ehlullaha itiraz kapılarını açanların, sû-i hàtime ile ahirete göçtükleri erbâb-ı keşif ve ehl-i hakîkat tarafından bildirilmiştir.


Ehlullaha itiraz eden kimselerin muhakkak küfr üzerine ölecekleri bazı kitaplarda yazılmıştır Allah-u Teàlâ cümlemizi nefsin ve şeytanın şerlerinden emin
eylesin...


Eğer mürid şeyhinde zâhiren şeriata muhalif bazı şeyler görürse, Hazret-i Mûsâ AS ile Hızır AS arasında vâkî muameleyi hatırlaması gerektir; çocuğun katli
ve geminin delinmesi gibi. Bu onun ma'sıyetten kurtulmasına sebep olur. Çünkü velîlik için ma'sıyetten halâs şart değildir. İsmet ancak peygamberlerle
büyük velîlere mahsustur. Velîlikte ma'sûmiyyetin şart olmadığına delil, ashàb-ı kiramdan bazıları hakkında hudûd-u şer'iyyenin icrâ edildiği ve bâhusus,
ashàb-ı kiramın ednâsı dahi velîlerin a'lâsına fâik olduğudur.


Bâyezid-i Bestâmî Hazretleri'ne, "Şeyh zinâya giriftar olur mu?" diye sormuşlar da; "Evet." demiş. Yalnız günaha ısrardan mahfuzdurlar, derhal tevbe ve
istiğfar ederler. Ve bazan ma'sıyet sebebiyle çok tazarru ve niyâz edip nedâmet ve pişmanlıkla beraber çok ağlarlar. Bu sûrette hem ücub (kendi amellerini
beğenip güvenmek) felâketinden kurtulur, hem de derecelerini arttırırlar.


İbn-i Atâ, Hikem'de demiş ki:


(Ma'sıyyetün evreset züllen venkisâren hayrun min tàatin evreset izzen vestikbâren) "Zillet ve inkisâr-ı kalbe sebep olan bazı ma'sıyetler, izzet ve büyüklük
getiren tàatlerden hayırlıdır." Zîrâ:


(El-ucübü hicâbüt-tevfîk) "Kendini beğenme, gurur ve büyüklenme gibi haller, insanın tevfîkàt-ı ilâhiyyeye mazhariyetine mânî olur." buyrulmuştur. Bu sebepten,
tevbekâr velî ma'sum olan velîden efdaldir, eğer sıfat ve amellerde müsâvî olursa...


Lâkin bugün insanlar, sàhibüt-tasarruf olan ve âsârı dâimâ görülegelen bir mürşidi, leziz yemekler yediği, soğuk su ve şerbetler içtiği, güzel elbiseler
giydiği için, derhal itiraz edip inkâr yollarına saparlar. Ama bugünün mürşid geçinenleri, ekseriyetle şeyh taslakları kimseler olup, bunlar serap gibidir;
kendileri de, etrafına toplananlar da susuzluktan mahvolurlar.


Bunlar idrakten aciz oldukları için, kendi kendilerine şeyh oluverirler. Halbuki bu gibiler mürid bile olamazlarken, zaman bunları bu hale sokmuştur. Riya,
ücub, kibir ve gurur her taraflarını sarmış, kendilerinin bile tutacak tarafları kalmamıştır. Sırf çenelerinin kuvveti ve sözlerinin câzibesine kapılan
zavallılara ne demek lâzımdır, bilmem.


Kendileri bu halde olan kimseler şarâb-ı hakîkîyi nasıl verebilirler?..


Netice, hakîkî mürşide itiraz ve inkâr, kendi reyine itimaddan ve "Böyle velî olur mu?" diye aklıyla riyâzet sahibi velî icad etmekten neş'et eder. Halbuki
evliyâullahın avâma ve adete muhalif halleri olsa da zarar vermez. Belki günah ve yasakları terkedip, ferâizle iktifâsı velîliğine münâfî değildir. Zîrâ
İmam Müslim'in rivayet ettiği bir hadis-i Peygamberîde, Nu'man ibn-i Kavfel'in,


"--Menhiyattan ictinâb, yâni terk edilmesi lâzım olan şeyleri terk ile, ferâize iktısâr eylesem cennete dahil olur muyum?" diye sualine;


"--Evet, dahil olursun." buyurmuşlardır.


Ve yine Efendimiz SAS:


(İnnemâ ene beşerun mislüküm ağdabü kemâ yağdabül-beşer) [Ben de sizin gibi bir beşerim; beşerin kızdığı gibi ben de kızarım.] buyurmuştur. Ve bir hadîs-i
kudsîde:


(Evliyâî tahte kıbâbî lâ ya'rifühüm gayrî) [Evliyâlarım benim kubbelerimin altındadır, onları başkası bilmez.] buyrulur. Burdaki (kıbâb) lafzından murad,
bazılarına göre ancak sıfât-ı beşeriyyedir.


"Bir velîde tasarruf görüldükten sonra, sünnetlerden bir sünneti terk eylediğinden nâşi, veya bir mubah-ı şer'îyi, yâni şer'an mubah olan, yemesinde, giymesinde
yasak olmayan bir şeyi işlediği için itiraz etmek cahillikten neş'et eder." demişlerdir. Mübaha itiraz ise, adet-i câhileyyedendir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
Kur'an-ı Kerim'inde cahillerin adetlerinden bahsedip, İsâ AS hakkında ve dolayısıyla bütün peygamberler hakkında da cârî olan bir ayet-i celîlede:


(Mâli hâzer-rasûli ye'külüt-taàme ve yemşî fil-esvâk) buyurur. Yâni o zamanki cahil insanlar, peygamberlerine karşı: "Bu nasıl peygamber? Hem yemek yer,
hem de sokak ve çarşılarda gezer; böyle peygamber olur mu?" demek isterler. (Furkan: 7) Halbuki gerek peygamber ve gerek evliyâ, hepsi de beşerdirler;
tabiat-ı beşeriyye onlarda da carîdir.


Mürid mürşidiyle yemek yemeye; esvabını giymeye; ona mahsus olan kâseden su içmeye; hayvanına binmeye, yerine oturmaya; meğer ki bunların herbirine izin
vermiş ola.


Mürşidin cemî ahvâlini taklid etmeye... Bazı muhakkıkîn, "Taklid, zındıklığı mûcib olur." demişlerdir. Zira ehlullahta bazı haller, işler olur ki, mahz-ı
kudretten neş'et eder. Bu da sekr-i mânevî ve mağlubiyet hasebiyledir. Onlarda bazı fiiller vardır ki, hüküm ve maslahat icabı olmuştur. Nitekim, Mansur
ve Bâyezid-i Bistâmî (kaddesallàhu sirrahümâ)'da görülen haller sekr-i mânevîdendir. Hızır AS'ın çocuğu öldürmesi, hikmet ve maslahat icabıdır. Eğer bunların
fiillerini bir kimse taklid ederse, mülhidlerden ve helâk olanlardan olur.


Mürşidin tekdir ve tehdidini ve azarlamasını kötü görmeyip, belki lütuf ve maslahat addeyleye... Ve çok tevbe ve istiğfar eyleye. mürşidinin vefatından
sonra zevcesini almaya. Mürşidi hayvanına binmeden kendi hayvanına binmeye. Mürşidi inmeden evvel inip, ona yardım ede.


Mürşidin hizmetinde ise, ondan evvel uyumaya. Helâya giderken yakınında durmaya ve onun helâsına girmeye. Velhàsıl mürşidinin kullandığı hiçbir şeyi kullanmaya.


Mürşidine tâzimen, her ne sorarsa saklamayıp doğru söyleye, hattâ günahı ve kabahati olsa dahi... Kalbinde olan şeyleri de gerek mürşidi, gerek tarikatı
hakkında, tevbe ve istiğfar ile gideremediği takdirde, onların def'i için mürşidinden başkasına söylemeye ve ancak mürşidine söyleye... O hatıra kalbinde
oldukça feyiz kapıları kapanır. İç hallerini de yalnız mürşidine söyleye.


Mürşidinin sevdiğini seve, sevmediğini sevmeye... Eh-i bid'atten ve erbâb-ı gafletten ve tarikatı inkâr edenlerden son derece kaçına... Müridlerin ecnebîlerden,
yâni tarikat aleyhdarlarından ve şeriata aykırı giden ve muhalefet edenlerden, arslandan kaçar gibi kaçmaları ve ateşten sakınır gibi sakınmaları lüzumu
rivayet olunmuştur. Zira bunların kalblerindeki kasvet, derhal müridin kalbine akseder ve hali perişan olur; gaflet, kasâvet, zikirde atàlet, tenbellik
ve batàlet-i kalbe sebep olur. Ve bazan kalbi büsbütün zikirden men eder.


Ve dahi tarikatı inkâr edenin taamından yemeye. (Ya dini inkâr eden ehl-i fesadın yemeği yenir mi dersiniz?) Ehl-i inkârın yemeği, kırk gün feyiz kapılarını
kapar. Ve ihlâs sahibinin yemeğini yiye. Lâkin onları pişirenlerin de tàhir ve abdestli olmaları lâzımdır. Ehl-i huzur olursa, daha efdaldir. Ve bu zikrolunanlar,
o yemeklerin helâl ve şüpheden uzak olması suretindedir.


Yemekte ve içmekte bir lokma dahi olsa, israftan ve hırs ile yemek yemekten ve kalbi gàfil iken yemekten çok sakınmak lâzımdır. Zîrâ, "Gaflet lokması gaflet
getirir, huzur ile yenen de huzur getirir." demişler.


Ve dahi nefsini gadab ve gülmeden muhafaza eyleye... Çünkü bunlar nisbet nurunu söndürür ve kalbi öldürmekte suyun ateşi söndürmesinden daha sür'atlidir.
Böyle gülme ve gadab etme hallerinde, derhal bulunduğu yerden uzaklaşmalıdır.


Menhiyattan fazla olarak her mâlâya'nîyi, yâni bir işe yaramaz faydasız sözleri ve işleri terk ede... Çünkü bunların hepsi kıyamet gününde huzur-u Hakk'a
arzolunur. Zîrâ ömür aziz, vakit cevher-i nefîs, fırsat ganimettir. Melik-i Cebbâr'dan bir daha mühlet verilmesi mümkün olmadığını düşünerek, her lahzayı
ondan enfes olan zikrullaha ve Hak ile huzura sarf eyleye... Belki nefsini kefeni üzerinde meyyit halinde ve mezara girmiş addedip, haline merhameten zikrullah
ile meşgul olup dura... Nitekim Peygamberimiz SAS Hazretleri, mürşidimiz, pîrimiz Ebûbekir RA (ruhum ona fedâ olsun) hakkında:


(Men erâde en yenzura ilâ meyyitin yemşî alâ vechil-ardı felyenzur ilâ ebî bekrinis-sıddîk) "Yeryüzünde yürüyen bir ölü görmek isteyen, Ebûbekir'e baksın!"
buyurmuşlardır. Ve dahi:


(Kün fid-dünyâ bibedenike ve bikalbike fil-âhireti) [Bedeninle dünyada ol, kalbinle ahirette...] buyurmuşlar. Ve bu mânâya işareti zımnında üç kere buyurmuşlar
ki:


(Kün fid-dünyâ keenneke garîbün ev âbiru sebîlin ve udde nefseke min ashàbil-kubûri) [Dünyada bir garip gibi veya bir yolcu gibi ol ve kendini kabirdekilerden
say!]


Hak Celle ve A'lâ Hazretleri ise:


(İnneke meyyitün ve innehüm meyyitûne) [Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler!] buyurmuştur. (Zümer: 30)


Mürşid ile huzurda bulunma bahsinde kayda değer bir edebi de not olarak zikretmekte fayda gördük. Bu edeb şudur:


Bilhassa toplantı ve sohbetlerde hazır olan ihvânın, üçer beşer guruplara ayrılarak mâlâya'nî nevinden konuşmalara dalmaları, toplantının esas gàyesine
uygun düşmüyor, aynı zamanda edebe de mugàyir oluyor. Bu gibi sohbetleri ganimet bilip, büyükler tarafından yapılan irşadı beklemelidir. Şayet bir konuşma
yapılmıyorsa bile, sükût ve huzur içinde feyz-i ilâhînin gelişine intizarla oturmak gerektir. Zamanı, vakti, hattâ kalbi lüzumsuz konuşmalarla öldürmemek
lâzımdır. Bu edebe muhalefet edenleri uyarmak ve sükûte davet etmek de, orada bulunanların vazifelerindendir.
MÜRŞİD İLE KONUŞMA EDEBİ


MÜRŞİD İLE KONUŞMA EDEBİ


Müridin mürşid ile konuşacağı zaman, evvelâ usûlü vechile izin istemesi ve huzurunda hoşa gitmeyecek şeylerden sakınması, sesini gayetle yavaş ve hafif
olarak çıkartması, yüksek sesle kat'iyyen konuşmaması gerekir. Hattâ köle ve uşakların efendilerinin huzurunda konuştukları gibi konuşa... Tekellümde edebe
riayetle,


(Lâ terfaû esvâteküm) [Sesinizi yükseltmeyin!] (Hucurat: 2) emr-i celîline riayet eyleye... Mürşidin sözünü kalb ve lisanıyla tasdik edip, gerek lafzan
ve gerek kalben, "Neden? Niçin? Hayır öyle değil, böyledir." gibi sözlerle mukabele etmeye... Zîrâ erbâb-ı tahkîk, mürşidine bu gibi mukabelede bulunan
müridlerin ebediyyen felâh bulamayacağını bildirmişlerdir.


Ehlullahta bazı ümûr vardır ki, hassaten kudret-i Hak'tan neş'et eder ve bazı ümur da hikmete mebnîdir. Onun için, mürşidin işlediği işten ve sebeb-i hikmetinden
sual etmek edebe muhaliftir.


Mürşid ile konuşmak mutlaka caiz değildir, meğer ki bir müşkülünü halle veyahut halini arza mecburiyyet-i kat'iyye ola. Rüyasını ve keşfini söyleyip cevabını
beklemeye ve istemeye... Mugayyebattan, yâni gaibden sormaya... İzhara ya me'zundur veya değildir, veya başka bir maslahata mebnî karışmamak lâzımdır.


Mürid olan kimsenin mürşidine inanması ve ondan sadır olan ef'alin hepsini tasdik eylemesi vacibdir. Ve dahi keramet efdaliyete sebep değildir. Efdaliyet
ancak kuvvet-i yakîn ve irfandadır. Kerametin suduru ekseriya zâhidlerden ve muhiblerdendir. Arifler ise keramete itibar etmeyip, hayz-ı ricalden addederler.


Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri buyurur ki:


"--Su üzerinde yürüyen kimseler vardır, amma onlardan çok yüksek ve efdal olan bahtiyarlar, susuzluktan ahirete göçmüşlerdir."


Bunların hepsi Mebsûtât'ta mufassal yazılıdır.


Ve mürid yapacağı her işte mürşidinden izin isteye... Bunda bereket vardır. Cenaze, yıkayana nasıl teslim olursa, öylece mürşidine teslim olup kendi ihtiyarını
ve isteğini terk eyleye ve mürşidinden hiçbir hal va malını saklamaya.


Bir yere gideceği zaman izin isteye ve gittiği yerden dönünce, mürşidinin evinin önünde durup yine onun izniyle evine döne.


Eğer mürşidi onun evine uğramışsa, tâzimde kusur etmeyip tekrar tekrar gelmesini rica ede... Onu teşyîde, yâni uğurlamada, o "Dön!" deyinceye kadar arkası
sıra gidip, gözden kayboluncaya kadar orada durmalı, sonra evine dönmeli! Vel-hàsıl mürşidine, sultanlara lâyık bir tâzim ile tâzim eyleye.


Bu edebi bilenlerden sorup öğrenmeli!..
MÜRŞİDE HİZMET EDEBİ


MÜRŞİDE HİZMET EDEBİ


Bu hizmet ya beden veya mal ile olur. Beden ile hizmet odur ki, mürşide hizmet Rasûlüllah SAS'e ve belki Allah Celle ve A'lâ'ya râcî olduğuna itikad edip,
o hizmeti kendisine Cenâb-ı Hak'tan bir nimet bilmeli; ve bu tevfîka mazhar ve o hizmete muhtas kılındığına memnun ve müteşekkir olmalı! Kalbinde bu hizmetten
nâşi mürşidine, "Ben sana şöyle hizmet ediyorum!" diye imtinân etmemeli, yâni söylememelidir. Çünkü bu başa kakmak gibidir ve zehirdir, ecrini zâyî eder;
bunu bilmeli ve inanmalıdır.


Hizmet edebi odur ki, mürşidin emrettiği nesneyi aslâ tehir etmeye, velev ki başının kesilmesi bahasına dahi olsa... Yalnız şeriat işleri müstesnâ.


Eğer bir şeye söz vermişse, helâk olacak olsa bile sözünden dönmeye... Kendi işleri üzerine mürşidin hizmetini takdim eyleye ve mürşidine hizmeti bir lahza
bile tehir etmeye. Bile ki, mürşidin himmet ve mededi o hizmete imdad edip, onunla vücuda gelir. Ve hizmetinden hemen hàdim ve mümtesil, yâni hizmete memur
olmaktan başka bir şey kasdı olmaya... Eğer kendisinde bir gönül hoşluğu veya velâyet ve sâire gibi bir garaz olursa, derhal tevbe ve istiğfar eyleye...
Ve daha doğrusu bu ki, Hak Teàlâ kendisini sanki mürşidine hizmet için halk ettiğine itikad eyleye... Hattâ nefsini bile mevcud görmeyip, hizmeti ona nisbet
eylemeye.


Mürşidin meclisinde oturmaya, yanında yeyip içmeye... Huzurunda başını açmaya ve uyumaya... Ve huzurunda namaza durmaya... Eğer mürşid namazda ise veya
mescidde ise beis yoktur. Zaruret-i şer'iyye olursa da zararı yoktur. Meselâ; başka namaz kılacak yer yoksa, veyahut namaz vaktinin geçmek korkusu varsa...
gibi.


Kendisini mürşidin hizmetine lâyık görmeye... Memur olduğu hizmetten nefsini aciz ve noksan bile.


Şeyhin muhtaç olduğu mesàlihi ve işleri, söylemesine hacet bırakmadan ve hatırına gelmeden yapıvermeğe gayret ve sa'y etmelidir. Zîrâ bu suretle şeyhini
rahatlandırmış olacağından, mükâfâtı da o nisbette çok olur. Şeyhinin gönlünü fethetmeğe sebep olur ve belki müridin (hàdimin) mürşidinin kalbinin ortasında
yer almasını mucib olur. Bu suretle de mürşidin bâtını müridin kalbine aksedip, feyizde ziyade devam hasıl olur. Mürşidin hizmetini gàyet sürur ve beşaretle,
sevinçle eda etmelidir.


Hoca Abdullah Herevî'nin KS, hizmette bu evsaf ile muttasıf olup mürşidine hizmeti sebebiyle, tarifi mümkün olmayacak derecede sevgi ve makbuliyete eriştiği
görülmüştür. Bütün halifeler buna gıpta edip, etraf ve civardan herkes emrine mutî ve münkàd olmuşlardır.


Mürşide mal ile hizmet edebi oldur ki; Cenâb-ı Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın kendisine verdiği cemî mal ve evlâdın, alem-i ezelde mürşidin ruhaniyeti bereketine
olduğuna itikad eyleye... Her ne kadar bu alemde sonradan zuhur etti ise de, bunların hepsi mürşidin olup, kendisi onun memlûkü, kölesi; yediği ve giydiğinin
mürşidin kereminden ve zıll-ı inâyetinden olduğunu bilmesi gerektir.


Mürşidine bir şey ikram ederken de, ona mahcub olacak yerde vermeye... İkram ve nimetini mürşidine izharı kasd etmeye... ve bizzat mürşidine vermeyip, hàdimi
veya posta vasıtasıyla gönderip, kabulünü rica ede... Zàhiren ve bâtınen Cenâb-ı hakk'a tazarru ve istinad ile mürşidine iltica ede.


Bir nesneyi mürşidine nezreylese, kabul yönünden akvâ ve riyadan uzak olur. Verilen şey malının ziyade temizinden ola; kabulünü kendisine minnet ve nimet
saya, ve Hak Teàlâ'ya şükreyleye.


Hikâye olunur ki: Bir mürid bazı ihtiyaçları sebebiyle şeyhine mühim bir ikramda bulunmuş Fakat şeyh efendi bu müridi arkadaşları arasında medhedince, mürid
şeyhine:


"--Ben o meblağı annemin rızası olmadan size vermiştim, vâlidem şimdi onu geri istiyor; vermenizi rica ederim!" demiş.


Şeyh efendi de getirip vermiş. Müridler de bu işe taaccüb etmişler. Lâkin akşamdan sonra herkes dağılınca, mürid o aldığı bin altını yanına alıp, şeyhine
varmış:


"--Efendim, beni arkadaşlarımın arasında medh ve senâ buyurmanızı ve halk arasında bununla memnûniyetinizi bildirmenizi arzu etmedim. Bu sebepten nefsimi
horlamak ve arkadaşlarımın arasında arasında kıymetimin olmamasını sağlamak için böyle yaptım. Kusurumun affını ve aynı meblağın kabulünü rica ederim!"
demiş.


Şeyh de müridin bu halini tahsin edip, çok beğenip, edal-i makbûlînden kılmış.


Nitekim hadis-i şerifte:


(İnnemel-a'mâlü bin-niyyât, ve innemâ liküllimriin mâ nevâ) [Ameller niyetlere göredir. Muhakkak her kişi niyetlendiğini bulacaktır.] buyrulmuştur.
İHLÂS, FEYZ ALMAK İÇİN KALBİ HAZIRLAMA


İHLÂS, FEYZ ALMAK İÇİN KALBİ HAZIRLAMA


İhlâs-ı mürid şol keyfiyette olmalıdır: Mürşidi Rasûlüllah SAS'in nâibi, vekili, halifesi ve zıllullah fil-àlem olduğunu bilip; mürşid kendisini reddederse,
Allah-u Teàlâ ve Rasûlünün de reddeylemesine; ve kabul eylerse, Allah ve Rasûlünün de kabul buyurmasına vesile olacağı itikadında olması gerektir. Bir
müridi eğer şeyhi reddecek olsa, şeyhinin şeyhi dahi kabul etmeyip, ta Rasûlüllah'a kadar hiçbiri kabul etmez.


Mürşidde bir ruhaniyet vardır ki, hiçbir halde müridden ayrılmaz. Bazı müridler bu ruhaniyeti üzerlerinde gördükleri için, uyku zamanlarında bile ayaklarını
uzatmağa cesaret edemezlermiş. Bu hali her müridin görmesi mümkün olmasa dahi, görür gibi itikad etmelidir. Bu itikad sayesinde, görmüş olan mürid ile
feyzde müsâvi olur.


Ruhaniyyet-i mürşid hâlet-i nezi'de, yâni can verirken ve kabirdeki süâl zamanında, müridin yanında hazır olup, sual meleklerinin cevaplarına yardım ederek
teselli verir ve korkusunu teskîn eder. Şeytan ise mürşid-i kâmili görünce hemen kaçar, Hazret-i Ömer RA'dan kaçtığı gibi.


Ruhaniyyette hicâb ve perde gibi mânî olacak şey, madde ve müddet yoktur. Ve dahi ihvanlarımızdan bazıları bu hâli müşâhade ettiklerini de beyan etmişlerdir.
Bu hâl kudret-i ilâhiyyeye râcîdir. Ve kudret-i Hakk'a iman etmek gerektir ki, erkân-ı imandandır. Bu gibi şeylerde aklın tasarrufu yoktur. Hemen böylece
itikad lâzımdır. Hak Teàlâ mürşidlere, gıyablarında yâni hazır olmadıkları zamanda vâkî olan işleri görecek göz ve işitecek kulak verdiğine itikad eyleye...
Her ne kadar mürşid kendisine bildirmezse de, öylece itikad etmek gerektir. Şu hadîs-i kudsîde:


(Lâ yezâlül-abdü yetekarrebü ileyye bi'n-nevâfili hattâ uhibbehû, fe izâ ahbebtühû küntü sem'ahüllezî yesmeu bihî ve basarahüllezî yebsuru bihî) [Kul nâfilelerle
bana durmadan yaklaşır, nihayet onu severim. Bir kere de onu sevdim mi, artık o kulumun işiteceği kulağı olurum, göreceği gözü olurum.] buyruldu. Başka
bir rivâyette; (Febî yesmeu ve bî yebsuru ve bî yebtışu ve bî yemşî ve bî yentıku) vârid oldu.


Hak Teàlâ'nın;


(Ve mâ rameyte iz rameyte ve lâkinnallàhe ramâ) [Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı.] (Enfal: 17) kavl-i şerifi bu mânâya işarettir. Eğer böyle itikad
ederse, mürşidin feyzi şarktan garba, (doğudan batıya) kadar her tarafı doldurur. Güneşin ziyâsının her tarafı doldurduğu gibi.


Mürîd her nerede olursa olsun, feyz dalgalarına dahil olduğunu bilmesi gerektir. Çünkü feyz alabilmenin anahtarı bu inanca bağlıdır. Ve dahî ehl-i keşf
olan mürid, mürşidin nurunun şark ve garbı ihâta ettiğini görür. Eğer mürid bundan noksan görürse, noksanlık ve zaaf mürşidin nisbetinde değil, onun keşfindedir.
Kezâ mürşidinin uykusunun, kendisinin gece sabaha kadar ibadetinden, yemesinin ise kendi orucundan efdal olduğuna inanmalıdır. Ve mürşidinin bir nefeste
terakkisi, kendisinin bütün ömründe, riyâzat ve sülûkündeki terâkkîsi kadar olduğunu kabul etmelidir.


Mürşidi kendinde olan kudret-i kudsiyye ile bir kimseye nazar etse, Cünyed-i Bağdâdî ve Bâyezid-i Bistâmî (kuddise sirruhümâ) makamına îsâl eder. Bu nazara
uğrayan veya nâil olan kimse, ne kadar kötü ve fâsık dahî olsa, makàm-ı âlîye vâsıl olur, ancak bu nazarı aramak ve gözlemek lâımdır.


(El-mü'minü yenzuru binûrillâhi) [Mü'min Allah'ın nuruyla bakar.] buyrulmuştur.


(Vallàhu alâ külli şey'in kadîr.) [Allah her şeye kàdirdir.] (Bakara: 284)


Feyzi taleb şöyle olmalıdır ki; Mevlâyı tâ içinden samimi olarak istemelidir, ve bu istek hakîkî muhabbetle olmalıdır. Öyle ki, o taleb onu, mâl, câh, mansıb,
ehl ü iyâl ve bütün mâli oluğu şeylere, hattâ vücudana dahî iltifattan fânî kıla. Çünkü Allâh-ü Teàlâ, hizmetleri âli ve yüksek olan kimseleri sever. ve
talebine, ameline güvenmeyip ancak allah'ın fazlına güvene, çünü ameli güzel dahî olsa, fazl-ı ilâhi ile bir olamaz. Ve kezâ, ebediyyen bir lahza ve bir
an dahî Hak Teàlâ'yı talebden gàfil olmaya. Ve taleinde Hakk'ın rızasından başka bir şey istemeye ki Hak'tan uzaklaşmış olmasın. Zîrâ Hak Teàlâ hiç bir
şeyde ortaklı kabul etmez. (Risâle-i Halidiyye Tercümesi, sayfa 27)


Talebinde kat'iyyen duraklama yapmaya. Çünkü bunda tehlike vardır. Bu hususta;


(Men istevâ yevmâhü fehüve mağbûnün) buyrulmuştur. Yâni, "Bir kimsenin iki günlük ameli birbirine müsâvî olursa, yâni ikinci günkü ameli evvelki günden
ziyade olmazsa, o kimse ehl-i hüsrandır, zarar ve ziyandadır."


Yine Efendimiz SAS:


(Allàhümme innî eûzü bike minel-hûri ba'del-kûr) [Ey Allahım, ziyadelikten sonra noksanlıktan sana sığınırım!] buyurmuştur. Buradaki hûr noksan, kûr de
ziyade demektir. Hakkı talebde duraklama iki sebepten hâlî olmaz: Biri, kişi bilmeden gönlünün başka şeylere teveccüh etmesidir. Biri de günah işlemesidir.
Bunun için derhal tevbe ve istiğfara devam etmeli ve yanlış yolları ve günahları terk etmelidir. Çünkü günahlar terk edilmedikçe, istiğfar fayda vermez.


Ammâ (li-eclil-istifâze) kalbi hazırlama keyfiyyeti şöyle olmalıdır: Hayal ve havâssını dünya ve ahiretten ve cemi' ahvâl-i bâtıneden, belki kendi varlğından
kat' edip cümle mâsivâyı unutur gibi ola... Ve mürşidin kalbinden feyz-i ilâhîyi talib olduğu halde, nazarını, basîretini iç gözünü kalbinin derinliğine
eriştirip, kalbini mürşidin kalbine muttal ve feyzin gönlüne akışını mülâhaza kıla. Bir vechile ki, Zât-ı Mukaddes Celle Şânühû'dan hiç bir vechile gàfil
olmayarak ve gâyet içi yanarak tazarrû, niyaz ve muhabbetle muntazır ola ve şöyle itikad ede ki: Kalb feth oldukta feyz-i ilâhî denizler misâli kalbe tevccüh
eyledi; ve kendisini her ne kadar idrâk etmese de yine öylece itikad eyleye; çünkü idrâk vüsûle şart değildir; belki şartı istemek, hemen vüsûle inanmamaktır.
VİRD, HATİM VE ZİYARET EDEBİ


VİRD, HATİM VE ZİYARET EDEBİ


a. Dersini yapmak edebi:


Mürid evvelâ abdest alıp, kimsesiz tenhâ bir yerde Kıble'ye karşı, sağ incikleri üzerine oturur, ayaklarını sol tarfından çıkarır. Bütün his ve düşüncelerini
bırakıp, 5 veyâ 15 veyâ 25 kere istiğfar eder. Sonra zelil ve miskin bir halde îtiraf-ı kusur ile birlikte, kabul için ve zikre tevfîk, sünnetlere ittibâ
ve hüsn-ü hâtime için dua eder.


Târikatımızın piri olan Bahâeddîn-i Nakşıbend KS Hazretleri'nin ruhuna, bir Fâtiha, üç İhlâs okuyup hediye eyler.


Sonra gözlerini yumup, kendisini yatakta yatar vaziyette gözünün önüne getirir. Ve bu yatışının son yatış olduğunu mülâhaza ederek, bir korku içinde iken
imdâd-ı ilâhî erişip, "Eşhedü en lâ ilâhe illallàh, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû" dediğini; o sırada da Hazret-i Azrâil AS'ın canını almış
olduğunu, ahiretteki yerlerini gösterip başının ucuna bıraktığını düşünür.


Bu arada cenaze yıkayanla komşuların gelip soyduklarını ve teneşir tahtasına konup yıkanarak temizlendiğini, abdestlenip kefene sarılarak tabuta konduğunu,
komşuların gelip götürdüklerini, musallâda namazını kılıp duadan sonra ahiret evine teslim ettiklerini; dua ve telkinden sonra herkesin evine dönüşüyle,
orada yapa yalnız kaldığını ve bu karanlık yerde hiç kimseden bir yardım olmadığını; huzûr-u Bârî'de korku ve dehşet içinde, son derece zillet ve meskenet
içerisinde dururken, iki sorgu meleği gelip:


(Men rabbüke ve men nebiyyüke ve mâ dinüke ve kitâbüke ve mâ kıbletük?) [Rabbin kim? Peygamberin kim?.. Dinin ne? Kitabın ne?.. Kıblen neresi?..] diye kendisine
sorulduğunu tahayyül ve tahattur eder.


Bunun üzerine, "Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Muhammed Mustafa SAS, kitabım Kur'an-ı Azîmüş-şân ve kıblem Kâbe-i Şerif'tir." diye cevap vermeyi,
Mevlâ cümle ümmet-i Muhammed'e ve bizlere de nasîb ve müyesser eyleye... Âmîn!


Bu cevâba mukabil melekler de, "Allah senin yerini sana mübarek etsin!" derler, giderler. İnşâallah Cenâb-ı Hak kabirlerimizi ravza-i cînân eyler... Pirlerimiz
de imdâdımıza yetişip, ruhen ve mânen onlarla birlikte, ahiret âleminde Cenâb-ı Hakk'ın zikriyle meşgul oluruz. Cesed kalır orada.


Mürid, bu mülâhazaya hiç olmasa 15 dakika kadar devam ede. Buna râbıta-i mevt derler. Hergün dersten evvel güzelce ve canlıca bunu tekrarlayıp, düşünmelidir.


Sonra mürşidine tevessül edip, onun karşısında imiş gibi, onun iki gözü arasına bakar olduğunu tahayyül eyleye; zîrâ burası mahall-i feyzdir. Ve mürşidinden
gözünü kat'iyyen ayırmaya... Bu râbıtanın bizzat gönlün içine girdğini mülâhaza ile, yine 15 dakika kadar bu hâli muhafaza eyleye.


Eğer zikir vaktinde mürşidin vech-i şerîfini kalbine karşı ve nefsini nefsine karşı, ona bakar olduğunu mülâhaza etse, bu da dalgınlıktan ve gafletten kurtrır.
Buna da râbıta-i şerif denir. Bu tahayyül ve râbıta, çok büyük faydası olan iksîr-i âzamdır. Nefsi öldürür, şeytanı kaçırır. Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri'nden
feyz-i hakîkî ve feyz-i ilâhîye kavuşmağa vasıtadır ve Hak Celle ve A'lâ'ya vusûle götürür. Bazı muhakkıkîn, "Rabıta zikirden hayırlıdır." demişler ki,
bazı mübtedîlerin haline nisbetle demektir.


Müridin itikâdı şu vechile olmalıdır: "Mürşidim beni kabul ederse, indallah, yâni Allah-u Teàlâ yanında kabul olunurum. Eğer Hal Teàlâ'nın dergâhından koğulsam,
mürşidim beni kabul eylemekten gayri bana kurtuluş yoktur." diye inana... Ve kezâ meded, himmet ve kabul için devamlı olarak mürşidine tazarru ve ilticâ
gerektir.


Eğer râbıtayı kalbine indirirse, câizdir. Ve râbıtadan sonra,


(İlâhi ente maksûdî ve rıdàke matlûbî, a'tınî mahabbeteke ve ma'rifeteke) [Allahım, maksudum sensin ve ben senin rızanı istiyorum; bana senin muhabbetini
ve ma'rifetini ihsan eyle!] diye... Fakat mânâsını kemâliyle mülâhaza eylediği halde, üç kere söyleye. Ve bunda sıdkını, doğru söylediğini konrol edip
araştıra. Eğer sıdkı, dürüstlüğü yoksa, çokça müteessir olup tevbe ve istiğfara devam ede. Ondan sonra vukûf-u kalbî ile iştigâl ede...


Vukûf-u kalbî odur ki, havâssı (duyguları) bütün meşgalelerden, düşünce, vesvese ve hayâlâttan âzâde olarak, (Allàhu ehad) lafz-ı şerîfinden murad olan
Zât-ı Ecell-ü A'lâ Hazretleri'ne bütün kalbiyle, toplu olarak mütevvcih ola... Kalbine yönele; bütün nazar-ı dikkatini kalbine toplayıp, kalbin ortasına
ve derinliğine teveccüh ede.


Bu mülâhazada yine 15 dakika veya daha fazla durmağa çalışmalıdır. Bu hal ile müstağrak ola, gece günüz hiç bu hâleti kaybetmeye... O vakit şahıstan, belirli
sayarak zikretme mükellefiyeti kalkar. Çünkü zâten zikirden murad adetler değil, bizzat mezkûrdur.


Vukûf-u kalbî tarikatın rüknü, belki de esas binasıdır. Her taatte, kıyâm, okuma, oturma, secde hallerinde, hattâ yatakta, hattâ helâya giderken, vel-hàsıl
her zaman ve her yerde lâzımdır.


Eğer zikir ve tâat vukûf-u kalbîden hàlî ve àrî, yâni boş olsa, ruhsuz sûret gibidir ve mûteber sayılmaz. Vukûf-u kalbîden sonra lafza-i celâl, yâni Allah
ism-i şerifini ana... Kalbinden cereyan eder mülâhazasıyla, zikr-i kalbîyi suyun aktığı gibi akıta ve bütün cevârihi, a'zâları sakin olup, belki bütün
ihtiyar ve iradesini de yok ederek, ölü gibi ola... Ve sadece hıfz ve hesap için nazarı zikrine hasretmekle beraber, kalbini serbest bıraka ki, kalb bizzat
ihtiyar eylediği husus ile meşgul olabilsin.


Eğer kalb, Zât-ı Mukaddes CC mülâhazasına müstağrak olsa, dalsa, kaybolsa, kendinden geçse, kâfî olup Allah ism-i şerifini zikreylemese de yine ahsen ve
akvâdır, yâni güzeldir. Zîrâ zikirden murad, zikrolunandır. O da râbıtada hasıl olmuştur. O halde iken kalbi zikre döndürmek câiz olmaz. Zîrâ zikir dahi
gayrıdır.


Eğer virdini yapacak mikdarı o hal, o gaybûbet, dalgınlık ve kendinden geçme devam ederse, yâni müstağrak bil-hàl olsa, virdini, dersini eda etmiş olur.


Ve kalbi binefsihî müştegıl olup, cemî mâsivallahtan gaybet hàsıl olunca, mezkûr ile meşgul eyleye... Halbuki kalb, ikrah ile ellibin sene meşgul olsa,
mürid vâsıl olamaz ve bir hal sahibi de olamaz.


Eğer kalb her zaman Zât-ı Ecell-ü A'lâ Hazretleri'ni bilâ misil mülâhazaya meşgul olup da, sonra bazı hayalât ve vesvese arız olmasıyla huzura devam edemezse,
zikre avdet eyleye... Yâni mülâhazadan zikre döne... Ve tekrar gaybet eseri zuhur etse, o yokluğa, gaybete teslim olup zikrini bıraka ve buna devam eyleye...


Ve her yüzde bir kere, vesvese anında,"İlâhî ente maksûdî ve rıdàke matlûbî, a'tınî mahabbeteke ve ma'rifeteke" diye... Eğer vesvese gitmezse, mürşidinin
ayağını kalbine koya. Ve râbıtaya tevesül eyleyip, mülâhaza ile zikrine meşgul ola. Vesvese gidinceye kadar, mânâyı düşünerek mütemâdiyen istiğfar eyleye...


Râbıtanın vechi kendi kalbine karşı olduğu halde mülâhaza kıla... Ve eğer inkıbaz devam ederse gusl eyleye... Ve her bir gaflet ve hatâsından, mürebbîsi
ve mürşidi hakkındaki sû-i edebden nâşi 25 kere istiğfar eyleye ve iki rekât tevbe namazı kıla... Kalbiyle, "Yâ Fa'àl!" ism-i şerifinin mânâsını da mülâhaza
ede. Bir rivayete göre de:


(Sübhànallàhil-melikil-hallâk: İn yeşe' yüzhibküm ve ye'ti bihalkın cedîd. Ve mâ zâlike alellàhi biazîz.) [Melîk ve Hallâk olan Allah'ı tesbih ederim: "O
dilerse sizi yok eder, yeniden başkalarını yaratır. Bu Allah'a göre zor değildir." (Fâtır: 16-17)] demek gerektir.


Akar sular, rüzgârlar, değirmen sesleri tabii bir zikirdir bunlar da gafleti gidermeğe sebep olabilir. Ve bâhusus kalb kırıklığı ve ağlamalar da Allah-u
Teàlâ'nın zikrine ve Hak Teàlâ'ya vusûle sebep olur. Bu haller zâkirin mahbûbiyyetine de alâmettir. Hak Teàlâ, "Benim rahmetim, kalbleri kırık olan kullarımadır."
buyurmuştur.


Mürid nefsine hitab edip:


"--Taleb olunan şey aziz, maksadlar da gàyet nefis... Ben bu halimle, aziz olan şeyi istemeğe hiç de lâyık değilim! Ve lâkin, onların kapısı önünde oturur,
o hakîkî taliblerin hallerine özenerek onlara benzemeğe ve mürşidimin emrine imtisâlen yapmağa çalışırım. Her ne kadar ben onlardan olmasam ve olamasam
dahi, bana onlara benzeme devlet ve saadeti yeter." demelidir.


Cenâb-ı Hakk'ın müride ihsan ve takdir ettiği feyzi mülâhaza ederek, "Dostunun bütün işleri dostun mahbubudur. Dost dostundan gelen her şeyi sever; eğer
gül ve eğer diken... Benim hiçbir dileğim ve muradım yoktur; ancak dostumun arzusu, isteği, muradı, benim de arzum, isteğim ve muradımdır. Benden her ne
murad edersen, o benim ayn-ı muradımdır." deyince, hemen o saatte bütün zararlar ondan gider. İşte latîfe-i kalb zikri budur. Ol latîfenin nuru omuzun
hizasından yükselip çıktıkça, zikir latîfe-i ruha ve sırasıyla diğer latîfelere de nakil ve telkin olunur.


Ruh'un yeri, sağ memenin iki parmak altı; sırr'ın yeri, sol memenin iki parmak üstü; hafî'nin yeri, sağ memenin iki parmak üstünde; ahfâ ise göğsün ortasındadır.
Latîfe-i nefs; bu da iki gözün arasıdır.


Zikir sonra latîfe-i cesed'e naklolunur. Böylece cemî eczâsında zikrolunur. Cemî eczâda zikirden yakaza, uyanıklık ve uyanma hasıl oldukta, buna sultàn-ı
ezkâr tesmiye olunur. Bundan sonra tevhid'e ve nefy ü isbat zikirlerine ve murakabelere geçilir. Lâkin bunları kitaplardan öğrenmek sûretiyle öğrenip,
kendi kendine yapmak mümkün olmaz. Yapılsa da tesiri olmaz.


Zikrin en az miktarı beşbin olup, çoğuna nihayet yoktur. Bir oturmada yaparsa, tesiri daha çok olur. Fakat müteaddit oturumlarda da caizdir. (Bu zikirlerde
vukûf-u kalbî dâimîdir. Her ne kadar diğer latîfelerin yerleri ayrı ayrı ise de.) Sâlikler için yirmidört saatte en azı yirmibeşbindir.


Bundan sonra müride nefy ü isbat telkin olunur: Vukûf-u tam için evvelâ cemî-i şuurunu ve idrakini kalbinin derinliğine indire... Ve sonra bütün hàtıra
ve vesveselerini çıkarmak kasdıyla nefesini unf ile, şiddetle sonuna kadar ihrac ede... Lâkin bu ihrac vukuf kuvvetiyle ola... Zîrâ vukuf kuvvetinin, her
zaman bütün hatarâtı def etmekte pek büyük faydası vardır.


Sonra nefesini içine çekip göbeğinde saklaya... Ve (Lâ) lafzını mânâsıyla birlikte mülâhaza ile göbeğinden dimağın üstüne kadar uzata... Ve (ilâhe) kelimesini
sağ omuzuna indire ve hayalinde hıfz ede... Ve (illâ) kelimesini sağ omuzundan kalbin üzerine doğru uzatıp, (Allah) kelimesini kalbin derinliğine gayet
şiddetle indire... Ve tek adet olmasına dikkat ede. Meselâ, 5, 7, 9, 11, 13, 15, 17... ilâ âhirih gibi, nefesinin kudreti miktarı yapıp 21'de tamam ede.
Ve 21'de veya nefesinin bittiği tek adette, (muhammedür-rasûlüllàh) diye.


İki nefes arasında da, (İlâhî ente maksûdî ve rıdàke matlûbî) diye. Ve lâkin bütün zikir esnasında vukûf-u kalbîye dikkat ve ihtimam son derece lâzımdır.
Mutlaka 21 yapacağım diye, huzuru bozacak şekilde nefesi saklamaya, habsetmeye. Dünya işleri ile kalbin meşguliyeti, feyz kapılarının kapanmasına sebep
olur.


Zikir şu şartlarla olur: Niyet, vukuf-u kalbî, mülâhaza-i kelime-i (Muhammedür-rasûlüllàh. İlâhî ente maksûdî ve rıdàke matlûbî.); tek adede riayet ederek.


Böylece (Lâ)'yı göbekten dimağa uzatmak; (ilâhe)'yi sağ omuzda, (illâ)'yı kalbe doğru uzatmak; (illallah) kelime-i tayyibesini sertçe kalbe indirmek. Zikri
aç karnına yapmak. "Çok açlık ve çok tokluk feyze mânîdir." demişlerdir.


Bütün bunları, mutlak bir üstâz-ı kâmilden ders alarak yapmak kendi kendine yapmağa çalışmakla, vaktin ve ömrün ziyâından başka bir şey elde edilmez; tıbbın,
kimyânın kitaptan öğrenilmesi mümkün olmadığı gibi... Böyle kâmil ve mükemmil bir üstâzı bulmak için de doğuyu, batıyı gezip bulmağa çalışmak gerektir.


Nasıl ki demirin yumuşaması için, ateşin içine girmesi ve orada yumuşayıncaya kadar durması lâzımsa; hallerin de böylece erbâbına lâyık ve kâmil bir hizmet
neticesinde elde edileceği şüpheden âzâdedir.


Bundan sonra sâlike ehadiyyet, maiyyet ve sâir murâkabeler öğretilir. Daha sonra velâyet-i suğrâ ve velâyet-i kübrâ vardır ki, Allah-u Teàlâ'nın lütuf,
kerem ve inâyetine bağlıdır. Mertebe-i nübüvvet, SAS Efendimiz'in ahirete teşrifleri ile tamam olmuştur; fakat mertebe-i velâyet cârîdir. Bazı zevât-ı
kirâm Rasûlüllah SAS'e ittibâ edip, âsâr-ı şerifine uyduklarından, hàssaten Rasûlüllah SAS Hazretleri'nin nurundan iktibas ederler.


(Zâlike fadlullàhi yü'tîhi men yeşâ', vallàhu vâsiun alîm.) [Bu Allah'ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir.] (Mâide: 54) buyrulmuştur.


Şu muhakkak bilinmelidir ki, maksûdun, yâni muradın ve gàyen hakîkatte ma'bûdundur. O halde insanın evvelâ içini bütün boş maksatlardan ve cemî mâsivallahtan,
yâni Allah'ın rızasından gayri her hatıradan temizlemesive boşaltması gerektir. Çünkü dolu kaba, içindekini boşaltmadıkça bir şey koymak nasıl mümkün değilse,
gönülleri de Hak rızasından gayri dünya emellerinden ve maksatlarından boşaltmadıkça, oraya nûr-u ilâhi giremez! Kötü huy ve ahlâktan temizlenmeyen insanda,
iyi huy ve ahlâkların belirmesine imkân olamayacağı mâlûmdur.


Ve yine diyorlar ki, bir kimsenin maksudu Hak Celle va a'lâ'dan gayri olsa, İslâm-ı hakîkî mertebesine vâsıl olamaz. Yâni, kâmil ve olgun bir müslüman olamaz.


(El-mü'minü kel-bünyân) [Mü'min bir binâ gibidir.]


(El-müslimü men selimel-müslimûne min lisânihî ve yedihî) [Müslüman o kimsedir ki, bütün müslümanlar onun elinden, dilinden selâmettedir.]


(El-müslimûne kel-cesedil-vâhid) [Müslümanlar bir vücud gibidir.]


Bu mertebelere ulaşmak ancak hakîkî müslümanlıkla olur.


b. Hatm-i Hàcegân'ın Tarifi


Evvelâ 25 kere istiğfar olunur. Bu 5 veya 15 de olur. Sonra gözlerini yumar, rabıta-i şerifle beraber kalbine nazar eder. Sağdan 7 kişi Fâtiha-i Şerife
okur. 100 salevât-ı şerife, 79 Elem neşrah leke Sûresini okuduktan sonra, 1001 İhlâs-ı Şerif okunup, bu kere soldan 7 kişi Fâtiha-i Şerife okur. 100 salevât-ı
şerife ile bir de aşr-ı şerif okunarak duası yapılır.


Vukûf-u kalbîye her zaman dikkat etmek lâzımdır. Zîrâ avâmın kıraati lafızdadır. Havâssınki ise, kıraat-i elfâz ile tedebbür-ü mânâdır; yâni mânâsını düşünmektir.
Havâssül-havâssınki ise, intizâr-ı feyz-i ilâhî ve hatim bitinceye kadar feyzin kalbine nüzûlünü itikad ile beraber, Zât-ı Akdes Celle ve A'lâ'ya teveccüh-ü
tam ile teveccühtür.


Hatmin sonunda ruhàniyyet-i meşâyih-ı mezkûrînden teveccüh ve feyz iltimas edip, hatimde onların da ruhàniyetlerinin bulunduğunu itikad etmek, hatmin âdâbındandır.


c. Gerek Hayatta Olan ve Gerek Ahirete Göçen Meşâyihın Ziyareti Âdâbı


Evvelâ niyeti hàlis ede; şöyle ki, "O zât evliyâullahtan bir velîdir." diye itikad eyleye. Müridlerin ziyaretinde ise, yalnız Hakk'ın rızasını kasdedip,
dünyevî ve uhrevî başka bir kasd ve niyeti olmaya... Gezme veya imtihan için de bir niyeti olmaya... Kerâmet görmek gibi bir kasdı da olmaya... Zîrâ imtihan
kasd edenlerin mel'unluğu beyan olunmuştur. Ve bu gibilerin netice itibarıyla helâke uğradıkları, İbn-i Hàcer-i Mekkî'nin Fetevâ hàtimesinde mezkûrdur.


Keramet ise velâyet ve efdaliyette şart değildir. Lâzım olan kuvvet-i irfâniyye ve yakîniyyedir. Bazan da meşâyih müridini imtihan için câhilâne ve bilmez
görünür. Belki müridleri, şeyhlerin imtihanından hiçbir an hàlî kalmazlar, dâimâ imtihan içindedirler.


İkincisi, abdestli ve gusüllü olmak lâzımdır. Üçüncüsü, mürşidine râbıtayla bir Fâtiha, üç İhlâs ile yürümeğe başlaya... Asîlere de şefî olmasını mülâhaza
eyleye. Bütün günahlardan, amellerinden ve zühd ü takvâsından bir kaç kere istiğfar ile, nefsini àsî bilip, amellerden de müflis bile... Ve bir şey bilmeyen
cahil addede... Huzur-u ilâhîde imiş gibi, kendisinden bir şey demeye.


Mürşidin müridleri imtihanı için, Hazret-i Mûsâ AS ve Hazret-i Hızır AS arasında vâkî olan kıssayı hatırlaya. Yol esnasında yorgunluk ve meşakkatten ezâlanmayıp,
belki Hak Celle ve A'lâ'nın fazl, in'am ve ihsânı bile... Zîrâ mürşidini kasdeden kimse, Hak Celle ve A'lâ'yı kasdeder. Sıdk u muhabbetin alâmeti ise,
dostu tarafına vüsûl için gittiği yolda müteezzî olmamaktır.


Ve dahi mürşidinden feyz ve inâyet-i bâtıniyyeden başka bir şey taleb etmeye. Muamele-i zâhirede kendi ile mükâleme ve konuşma ummaya... Zîrâ ehlullah,
muhabbet ettiği kimse ile zâhir muamelesi yapmazlar. Ve ziyaret ettiği kimsenin ilim ve ameline, bâtınına kemâliyle itikad edip, gördüğü hareketleri hikmet
ve maslahata te'vil ede. Ve hakkında olan havâtırdan istiğfar eyleye.


Dördüncüsü; ziyaret kasdettiği zât ister hayatta ve ister ahirette olsun, hizmetine giderken feyz almak için kalbini onun kalbine, vukûf-u kalbî üzere rabt
edip, hizmetine eriştikte dahi aynı minval üzere dura. Bu dört şartta diri ve ölü birdir.


Beşincisi; kapılarından her bir kapıdan geçtikçe, (Esselâmü aleyküm, tahiyyeten minnî ileyküm) deyip, Fâtiha ve İhlâs okuya.


Altıncısı; ziyaret ettiği ölü ise, arkasını kıbleye çevirip, yüzünü ölüye karşı ve ayağı ucuna yakın dura... Ayakta selâm verip, Fâtiha ve İhlâs-ı Şerif
okuya ve sonra oturup aşr-ı şerif kıraat eyleye. Sonra ol velînin kalbini kendi kalbine yapıştırdığı halde, kalbinden istifâza eyleye ve kendi kalbini
ölünün kalbinden bir miktar aşağıda bulundura. Vukuftan gaflet etmeye. Gàyet tazarru ve inkisâr ile istifâzaya ve kesret-i feyze ve ondan kalbine feyz
vusûlüne hüsnüzan eyleye... Zîrâ feyzin vusûlüne medâr olan, vusûle itikad ve ona hüsn-ü zandır; rü'yet ve idrak değildir.


Dikkat; sonra dua eyleye. Mürşidini eğer başka ise, mezardakine şefî ve vesîle edip, mürşidine de o mezardaki velîyi şefî kılıp mürşidiyle ona tevessül
eyleye. Tâ ki, ol velînin lütfu kendi ile beraber ve hakkında nazarı ziyâde ola...


Yedincisi; Fâtiha ve İhlâs veya aşr-ı şerif okuyup, (Esselâmü aleyküm tahiyyeten minnî ileyküm etevesselü biküm fî teshîl-i umûrid-dünyeviyyeti vel-uhreviyye)
diye... Okuyarak girdiği gibi, yine okuyarak çıka... Münasebetsiz hallerden son derece sakına... İki tarafına bakmaya.


Ziyaret usûlünün en güzeli budur.
SÜLÛK VE MÜCÂHEDE EDEBİ


SÜLÛK VE MÜCÂHEDE EDEBİ


Sülûk ve mücâhede edebi bir kaç nevi üzeredir.


1. (Ve mâ halaktül-cinne vel-inse illâ liya'budûn) [Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.] (Zâriyât: 56) nass-ı sübhànîsine
imtisâlen, kulluktan gayri bütün garazlardan niyyetini tasfiye etmektir. Gerek umûr-u dünyeviyyeden ve gerekse umûr-u uhreviyyeden ve hattâ kalb açıklığı
veya velîlik ve kerametlere erişmek gibi bütün gàyelerden ve maksatlardan âzâde, basar u basîretini sırf rızâ-yı Bârî için, her bir tahayyülâttan münezzeh
olan Zât-ı Ecell-ü A'lâ Hazretleri'ne nasb eyleye. Bir vech ile ki, Zât-ı Bârî'yi yine Zât-ı Ecel için murad ede. Yâni aslâ garaz ve ivaz için değil! Ve
kendisine bunlardan bir şey ârız olsa, tevbe ve istiğfar eyleye...


2. Cemî günahlardan tevbe guslüyle gusl edip, nefsini ölü addede. Ve iki rek'at namaz kılıp, tekar dünyaya gelmekten ümidi kese. Zîrâ tekrar çıkacağını
ümîd eden kimse mânen hâriçtir, girmemiştir, halvete dâhil değildir.


Nefesinden her nefesi son nefes addedip salevâtta, halka-i zikirde ve sülûkte ve hiçbir nefeste gàfil olmaya ki, Mevlâsından gafleti esnâsında ruh bedenden
huruc etmeye. Zirâ medâr-ı bâtınadır.


(İnnemel-a'mâlü bin-niyyât) [Ameller niyetlere göredir.] buyrulmuştur.


3. Abdeste devâmdır.


4. Gece ve gündüz zikre devamdır.


5. Vukûf-ı kalbîdir, velev ki helâda olsa.


6. Def-i hâtırâdır, velev ki ahiret hatıraları dahî olsa.


7. Her anda kalbe devâm-ı talebdir.


8. Kalbini mürşidin kalbine rabta devâm edip, istifâza için mürşidin kalbinden ayırmamaktır.


9. Mûcib-i şer'înin gayrı kelâmı yapmamaktır. Yâni zarûriyât-ı dîniyyeden gayri söz söylememektir.


10. Yemeği azaltmaktır ve hayvânî gıdaları yememek evlâdır.


11. Uykuyu azaltmaktır. Huzûr-u Bârî'yi (CC) müşâhededen, teeddüben ayak uzatmaksızın uyumak gerektir ve evlâdır.


12. Cemî-i nâstan ve enâmdan, hattâ mürîd-i gàfilden uzletir, kaçmaktır. Zîrâ gàfilin gafleti kalbine mün'akis olup, gaflet, vesvese ve tefrika îrâs eder;
kaçınmak ve sakınmak evlâdır.


13. İhlâslı bir kimsenin veyâ gàfil olmayan temiz bir mürîdin pişirdiği bir çorba-yı helâl ü tâhirden yemektir ve yerken huzur ile yemeğe dikkat etmektir.
Gafletten çok sakınmalıdır. Zîrâ gaflet lokması gaflet getirir; huzur lokması da huzur îrâs eder. Yemek yerken rabıta-i şerîfle beraber silsile-i şerifi
de kırâet ve nefs-i emmârenin mahv ü perîşanlığı için, sâdâta tevessül ve kendilerinden istimdâd müstehabdır.


14. Murad ve maksadları terk ve himmeti muhafaza etmektir. Şol vechile ki, menfaatlerin husûlü ve mazarratların def'i için himmet etmeyip, teslimiyet ve
tevekkül kapısına baş koyup, Hakk'a teslîm-i tâm ile teslîm olmaktır. Zîrâ denilmiştir ki, ibadetten ubûdiyyete erişmekten gayrı şey murad olunmaz.


15. Mübah ve mesnun ve vâcib olan amellerin herbir cüzünde ittibâa niyet etmektir. Akşam ile yatsı arasıda, güneş doğarken ve şafakta teheccüd, duhâ, işrak
ve evvâbin namazlarını ihyâ etmeli, kılmalı ve yatarken muhakkak abdesti tazeleyerek şükür namazı kılmalıdır.


16. Nefy-i vücuddur. Zîrâ, (Vücûdüke zenbün lâ yükâsü bihî zenbün âhar) [Senin vücudun günahtır, onunla birlikte başka bir günah giyinme!] denilmiştir.
Bunda akvâ olan, mevti temennî, nefsi kırmak ve horlamak ve ümidini kesmek için nefeslerden her nefeste ölüme muhabbet etmektir. Yoksa, kat'iyyen dünya
sevgisi kalbdan gitmez. Ve dünya sevgisi de her hatanın başıdır. Belki insanın vücudu dahi kezâlik dünyasıdır. Zîrâ, (Dünyâke mâ elhâke an mevlâke) denildi.
Yâni, "Dünya, seni Mevlâ'dan alıkoyan şeydir." demektir.


17. Nefsini sâlik addetmeyip, belki bir kelb-i akûr, yâni kudurmuş köpek sayıp, insanlar ondan mutazarrır olmasın diye hapsi vacib olmuş görmektir.


18. Vücudundan ve amellerinden me'yus olmaktır, ümid kesmektir.


19. Hak Celle ve A'lâ Hazretleri'ne gayetle hüsn-i zan ile, yalnız fazlına yapışmaktır.


20. Mekrullahtan ziyadesiyle korkmak, havf ve haşyet etmektir. Çünkü mekrullah, gizli bir kahr-ı ilâhîdir. (El-iyâzü billâhi teàlâ an zâlik) [Bu konuda
Allah'a sığınmalı!]


21. Mürşidine muhabbet ve ihlâsı çok olmaktır. Bir vechile ki, mürşidini kendisine ferîd itikad ede... Ve rızasını saadet, adem-i rızasını şekâvet bile;
hattâ şeyhinin şeyhine takdim ede... Yâni, "Şeyhim beni reddederse, bilâ fark şeyhimin şeyhi de reddeder. Ve eğer kabul ederse, şeyhimin şeyhi de kabul
eder." diye itikad ede. Böylece Rasûlüllah SAS ve Hak CC Hazretleri'ne müteselsil olduğu halde, şeyhinin reddini red, kabulünü kabul bile.


Ve şöyle itikad ede ki: Şeyhi o hüsn-ü nazar ile bir kimseye nazar etse, Bâyezid-i Bestâmî ve Cüneyd-i Bağdâdî (kuddise sirruhumâ) Hazretleri'nin derecâtına
eriştirir. Ol nazarı uma ve araya.


Ve dahi Tercüme-i Avârif sahibi zikreder ki, şeyhi tefrid vacibdir ve adem-i tefridde bir şey hàsıl değildir. Ve hafî olmaya ki, bu tefrid meşâyih-i mutasarrifîn
haklarında lâzım olup, müteşeyyihîn ü mütearrifîn haklarında caiz değildir. Yâni uydurma şeyhler, mütearrifîn, ilm ü irfan taslakları, tasavvuftan haberi
olmayan, kendilerinde ve tuttukları yollarda tasavvuf kokusu bulunmayan, hatta şer-i şerife bile umadıkları halde sofuluktan dem vuran ve etraflarına derviş
toplamağa meraklı, benliklerine mağrur, kimseyi beğenmez, kendini herkesten üstün gören zavallılar herhalde değil.


Bu şartlardan haberi olmayan, fakat haberdarmış gibi görünen cahillere intisab ve tearruf eden, tevehhüm eder.


22. Şeyhinden zikrinin tebdilini ve rüyasının tabirini istemeye... Ahvâlinden idrak ettiği şeyi ve kendine hoş gelen rüyasını ketm etmeye... Ve şeyhinin
kendisini hoş görmediği vakitte yanına gitmeye... O vakit karîne ile mâlûm olur.


Mürşidinden gayriye halini arzetmeye... Hal sahibi olamadığından naşî himmetinde kusur etmeye... (El-hûru ba'del-kûri) mânâsınca, kemâlden sonra noksanlığa
düşmek, noksana ve muâhezeye delâlet eder. Ve ahvâlin zuhurunda şükreyleye... Bu fazl-ı ilâhîye ve inâyet-i nâmütenâhiye alâmettir.


Bil ki âdâbın hududu yoktur. Her makamın ve mekânın kendine göre bir edebi vardır ki, bu da uyanıklık ve Hakk'ın ilhamı ile olur. Şol edeb ki, makama muvafık
olmaya; sû-i edeb ve pişmanlığa ve levme münkalib ve müncer olur.


Edeb makama göre olmak lâzım olduğu gibi, edeblerden bazısı, edeb meşreblerine göre de değişir ve birbirinden farklıdırlar. Zîrâ tarikat şeyhleri (kaddesallàhu
esrâharüm), sahabe-i kirâm (rıdvânullàhi aleyhim ecmaîn) hazretlerinin ikdamı üzere sülûk ederler. Sahabe-i kirâmın meşrebleri ise gayetle değişiktir.
Çünkü onların bazısı, cemî malını infakta hiç tereddüt etmemiştir; Hazret-i Ebûbekir RA gibi. Ve bazısı yarı malını vermiştir; Hazret-i Ömer RA gibi. Bazısı
şakayı, mizâhı sever; Nu'man RA gibi ki, onun mizahları çok ve acîbdir. Bazısı da mizaha hiç meyletmez; Hazret-i Osman RA gibi. Bunların hallerini bilenler,
meşreblerinin değişik olduğunu da bilirler.


Meşâyih-ı kirâm hazerâtının meşrebleri de böyledir Ve ekseriyâ bir şeyhin edebi, aynı işte bir diğerine uymaz. Esâsen böyle olması da iktizâ eder. Ehlullahın
şu sözü bu mânâya işarettir:


(Etturûku ilallàhi biadedi enfâsil-halâik) [Allah'a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.] Meşrebler de bunun gibi çoktur.


Allah-u Teàlâ Hazretleri din, dünya ve ahirette af ve inayetle beraber, zikr-i ilâhiye tazarru, meskenet ve inkisâr-ı hal ile devamı nasîb ü müyesser eyleye...
Sıdk ve ihlâsta, niyyetlerde ve sâir hususlarda kemâl ihsân eyleye ve cümlemize istikàmet ve hüsn-ü hàtimeler nasîb eyleye, âmin... Bihürmetin-nebiyyil-arabiyyil-kureyşiyyil-muhtâr
SAS, âmîn, yâ mucîbes-sâilîn...


Hatm-i hàcegânla beraber sâdât-ı turûk-u âliyye ve Nakşıbendiyye ervâhından istimdad ile hatm-i kelâm olunur. Okuyuculardan, vâkî olan kusurların affını
da ayrıca ricâ ederiz. Ve nusallî alâ seyyidil-enâmi ve âlihil-beraratil-kirâmi ecmaîn.
2 VE ÂDÂB-I ZİKİR RİSÂLESİ ÖNSÖZ


ÖNSÖZ


Bismillâhir-rahmânir-rahîm.


Allàhümme lâ uhsî senâen aleyke, ente kemâ esneyte alâ nefsik. Elhamdü lillâhi hamden kâmilen, ves-salâtü ves-selâmü alâ şefîinâ muhammedin ve alâ âlihî
ve ashàbihî ecmaîn.


Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh ve kemâl sıfatlarıyla muttasıf olan Cenâb-ı Vâcibül-Vücud ve Sàhibül-Keremi vel-Cûd Hazretleri, mü'minleri insanlar
arasında;


(İnnemel-mü'minûhellezîne izâ zükirallàhu vecilet kulûbühüm) [Mü'minler o kimselerdir ki, Allah zikredildiği zaman kalbleri titrer.] (Enfal: 2) ayet-i kerimesiyle
mümtaz kılmış; bir çok ayet-i kerimelerle zâkirlerin kadr ü kıymetlerini de yüceltmiştir. İnsanın yaratılışından maksad-ı aslî olan devâm-ı ubûdiyyet ve
ma'rifet-i ilâhiyye olduğundan,


(Tehallekû bihulkıllâh!) [Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanın!] sırrının zuhuru;


(Eddebenî rabbî feahsene te'dîbî.) [Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel eyledi.] hadis-i şerifinin mazmunu üzerine terbiyenin lüzûmunu ve ehemmiyetini
beyan buyurmuşlardır.


Ashàb-ı kirâm-ı zevil-ihtirâm hazretleri ise;


(Ashàbî ken-nücûmi bieyyihim ıktedeytüm ihtedeytüm) [Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine iktidâ ederseniz, doğru yolu bulursunuz.] hadis-i şerifiyle, evliyâ-yı
àrifînin öncüleri ve reisleri olmağa salâhiyetli ve;


(Hayrul-kurûni karnî) [Devirlerin en hayırlısı benim devrimdir.] mantûk-u âlîsince Rasûlüllah SAS Hazretleri'nin sevgili ve emsalsiz dostları olmuşlardır.


Temiz düşünceli, kıymetli her ferde gizli değildir ki, Hak Celle ve A'lâ'nın zikri insanları, bâhusus mü'min ve müvahhidleri Hakk'a ulaştırıcı en kısa ve
büyük yoldur. Lâkin sâdât-ı sûfiyye KS hazretleri, maksada ulaşabilmek için bazı âdâb-ı lâzimeye riayeti şart kılmışlardır. Zîrâ,


(Etturûku küllühâ edebün) [Tarikatların hepsi edebden ibarettir.] sözüne göre edeblere riayet lâzımdır.


Edebleri terk etmek, sâliki maksuda vusûlden men eder ve mahrum kılar.


(Men terekel-usûl, harume aleyhil-vusûl.) [Kim usûlü terkederse, ona vusül haram kılınır.] demişlerdir. Hatta Hàdim Şeyh KS Hazretleri,


(Feveylün lil-kàsıyeti kulûbühüm min zikrillâh) [Allah'ı anmak hususunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!] (Zümer: 22) ayet-i kerimesinin tefsirinde,
"Bazı kimseler vardır ki, nefisleri muktezâsınca gafletle ve edebe riayet etmeksizin zikrederler ve böyle zikirlerden kendilerine kasvet-i kalb hàsıl olur."
buyurmuşlardır.


Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Mesnevî-yi Şerif'inde, edebi terkin mûcib-i felâket olduğunu herkese beyan buyurmuşlardır. Bu hususta bu tarikatın ricâli,
zikir hakkında 20 âdâb beyan etmişlerdir.


Bu edebler her ne kadar dervişlere ve tàliblere mürşidleri tarafından bildirilir ve söylenirse de, bunlar ekseriya hep sözde kalıp, ne demek olduğunu ve
her bir edebin ne yolda icrası lâzım geldiğini hakkıyla öğrenemediklerinden, Tarîkat-ı Âliyyeden tam mânâsıyla istifade ve istifâza edemedikleri cihetle,
âdâb-ı mezkûrenin bilmeyen ihvâna öğretilmesi, üstazım tarafından emir buyrulmuştur.


Emirlerine imtisâlen bitevfîkıllàhi teàlâ, âdâb-ı mezkûrenin sâlik-i mübtedî için beyânı zımnında, işbu risâle-i muhtasara bir mukaddime, üç fasıl ve bir
hàtime üzerine tahrir ve itmâm ile, "Hediyyetül-İhvân fî Adâbi Zikril-Mennân" adı verilmiştir.
MUKADDİME


MUKADDİME


Tarikat-ı Nakşıbendiyye'nin akreb-i turûk ilallah olduğu beyanındadır:


Mâlûm ola ki, sâliki Cenâb-ı Vâhid-i Hakîkî'ye îsâl eden yollar, (Etturûku illalàhi biadedi enfâsil-halâik) [Allah'a giden yollar, mahlûkatın nefesleri
sayısıncadır.] mazmununca pek çoktur. Kendisinde nefse muhalefet fazla olmayana nisbetle akreb-i turuk, en kestirme ve en kısa yol, âşikâr ve şüphesiz
ki Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'dir. Her işte muhalefeti iltizâm ile nefse hakim olmak, onu yok etmek ve zararsız hale getirmek usülleri, bütün tarikatlardan
ziyade Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşıbendiyye'de mevcud olduğu cümlece mâlûmdur. Zîrâ sâdât-ı Nakşıbendiyye KS hazerâtı, azîmetle ameli ihtiyar edip, ruhsattan
son derece kaçınmışlardır. Bu sebeple Tarîkat-ı Nakşıbendiyye, müridin derecât-ı tevhîde vusûlü için, diğer tarikatların akreb ve esheli, yâni hem kolayı
hem de kestirmesidir.


Bu tarîkatın sâdâtının şanları âlî olması ve kendilerine mahsus eltàf-ı ilâhiyyenin zuhur etmesi, zâhiren ve bâtınen, kalben ve kàliben kitap ve sünnete
ittibâ ve âsâr-ı selef-i sàlihîne itktidâları ve bid'atlardan ictinab edip kaçınmaları sebebiyledir. İşte bu yol sahabe-i güzînin yollarıdır. Bu tarîk-ı
âlîde matlab, reîsüt-tarîka ve gavsül-halîka Nakşıbend Muhammed Bahâeddin KS Hazretleri'nin, "Bizim kısmet-i mâneviyyemiz mâsivallàhı nefiydir." diye buyurdukları
vech üzere cemî harekât, âdât, ibâdât ve muàmelâtta yokluk tarîkı üzere huzur billâh ve ubûdiyyete devamdan ibarettir.


Allâme Şehâbeddîn ibn-i Hacer el-Mekkî (Rh.A) dahi, Hàtime-i Fetvâ'sında, (Ettarîkatül âliyyetüs-sâlimetü min kudûrâti ceheletis-sûfiyyeti hiye tarîkatün-nakşıbendiyyeh)
diye, bid'atçı ve cahil s™fîlerin çirkin ve bozucu hareketlerinden sâlim ve mahfuz kalan tarîkatın, hemen yalnız Tarîkat-ı Nakşıbendiyye olduğunu beyan
etmiştir.


Abdurrahmân-ı Câmî Hazretleri de, Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'nin akreb-i turûk olup, sâlikîni kâbe-i maksuduna bilâ mânî vâsıl eder olduğunu, şu ebyât-ı meşhûreleriyle
beyan buyurmuşlardır ki, teberrüken iki beyti yazılmıştır:


Nakşıbendiyye aceb kàfile sâlârânend,
Ki bered ez reh-i pinhân be-Harem kàfile-râ.


"Tarîkat-ı Nakşıbendiyye meşâyih-ı kirâmı, hûb ve aceb kafile reisleri ve serdarlarıdır ki, kafile-i ehl-i sülûku yâr ve ağyârdan gizli bir yoldan kâbe-i
maksûda eriştirirler."


Ez dil-i sâlik-i reh câzibe-i sohbetişân,
Mî-bered vesvese-i halvet ü fikr-i çile-râ.


"Bu zâtların câzibe-i sohbetlerinin tesiri, sâlikin kalbinden halvet vesvesesini ve çile çekmek fikrini kesip atar ve bir nazarla kalb-i sâliki, huzur billâh
derecesine vâsıl eder."


Turûk-u sâirede muhalefet-i nefs riyâzâta ve açlığa maksurdur, yâni açlıkla olur. Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'de ise;


(Race'nâ minel-cihâdil-asgari ilel-cihâdil-ekber) hadis-i şerifi mûcebince, mücâhede ile hàsıl olur. Mücâhede lügatte, muharebe demektir. Sûfiyye dilinde,
nefs-i emmâre ile muharebeye denir ki, nefse hoş gelmeyen ve meşakkatli görünen işleri o nefse yüklemektir. Bu tarîkatta mücâhede olup riyâzât olmamasından,
yemede içmede ortayı ve îtidali tecâvüzün câiz olduğu anlaşılmasın! Mâlûmdur ki, taamda îtidali tecâvüz, şerîatte ve tarîkatta mezmumdur, kötüdür. Nakşıbendî
kitaplarında taamın nev'inin bir veya iki, nihayet üçten fazla olmaması tenbih olunmuştur Üçün ise, ancak ya misafir, veya bir ihtiyaç anına hasredilmesi
muvâfıktır.


Dikkat edilmesi lâzımdır ki, fazla açlık da ya ibadette tenbellik ve atâleti mûcib olur, veyahut bir takım hayâlât-ı fâside ve evhamı celb eder. Onun için
Peygamber SAS'ın meddâhı olan İmam Busîrî (Rh.A) Hazretleri Kasîdei Bür'e'de:


Vahşed-desâise min cûin ve min şibain,
Ferubbe mahmesatin, şerrün minet-tühemi.


"Açlığın ve tokluğun hilelerinden haşyet ile kork; çünkü ekseriya çok şiddetli açlık, tokluktan daha şerlidir." diyerek açlık perhizinden men etmiştir.


Açlığa alışmak mümkündür. Vücut alıştığı şekilde hareket edebilir. Hattâ bazı hristiyan doktorların ve Hint fakirlerinin 40-50 gün kadar yalnız su ile iktifa
ederek, açlık perhizine bazı sebeplerden nâşi devam edegeldikleri görülmüştür.


Hüner hiçbir zaman açlıkta değildir. Kemâl derecesinin Hakk'ın rızasına muvafık amel, ilim ve hareketlerle ve nefsin gayr-i meşrû arzularına tam muhalefetle
elde edilebileceği şüphesizdir. Nefsi açlıkla değil, belki tam bir mücahede ile ıslah mümkündür. İstilâya uğramış memleketlerin kurtarılabilmesi nasıl
açlıkla mümkün değilse, nefsi yenmek de ancak tam mânâsıyla mücâhedelere ve bu mücâhedelerdeki azim ve gayrete bağlıdır. Azimsiz mücâhedenin de tam muvaffakıyet
sağlamayacağı cümlenin ma'lûmudur.


Onun için sâdât-ı Nakşıbendiyye hazarâtı açlığı değil mücâhedeyi iltizâm etmişlerdir. Fakat bu, çok yensin mânâsına değildir. Bil'akis, îtidali elden bırakmamak
esastır.


Efendimiz SAS Hazretleri'nin buyurdukları gibi, bir gün aç olup tazarru ve niyaz, bir gün de tok olup Hakk'a şükretmek en evlâ ve güzel bir yoldur.


Yiyecek, içecek ve giyeceklerde nefse muhalefet ve onun arzusunun hilâfına hareket ve amel ile beraber;


(Nefsüke matıyyetüke ferfak bihâ) "Nefsin senin yolculukta üzerine bindiğin bineğin gibidir; ona yumuşak davran!" muktezâsınca îtidâle, muhafaza-i nisbete
devâma, sünnet-i şerîfelere riâyete, gece ibadetlerini ihyâya, sükût ve uzlete, yalnızlığa da riâyet etmelisin.


Sâdât-ı kirâm hazarâtı;


RE. 243/8 (Bihasebil-mer'i mineş-şerri en yüşâra ileyhi bil-esàbii fî dînin ev dünyâ illâ men asamehullàh.) [Kişiye gerek dünya cihetinden, gerek ahiret
cihetinden parmakla işaret edilmesi şer olarak kâfîdir; meğer ki Allah koruya.] hadis-i şerif mûcebince avam nazarında büyük ve kıymetli görünen ve halkın
kabulünü ve beynen-nâs şöhreti mûcib olan riyâzât ve uzletlerden, âfâtı mutazammın olmasından nâşi ziyâde ihtiraz etmişler ve sakınmışlardır.


İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, "Ziyâde açlık, yemekteki hadd-i îtidâle riayetten daha kolaydır." demişlerdir.


"Çok şiddetli açlıklarla olan riyâzâttan, orta hale riayetle olan riyâzât daha ekmeldir." denilmiştir.


Bundan anlaşılan, Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'de nefse muhalefetin daha ziyade bulunduğu ile, akreb-i turuk olduğudur. Bu beyan, umum ve ekseriyet üzerinedir.
Nitekim sâir tarikatlarda da nâdiren bazı zevât zuhur eder ki, ekmel olur. Ve yine Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'nin efradı arasında bazı kimseler bulunur ki,
kabiliyet ve istîdâdı gayet az olduğundan, derece-i kemâle vâsıl olamaz.


Kaldı ki Nakşîliğe nisbet iddia edip, mücahede olduğunu bilmeyen, veya bilip de yapmayan ve hilâf-ı usülde bulunan, yâni tarikatın usül ve âdâbına riayet
etmeyen ve tarîkat-ı âliyyeyi şeriatın gayrı sayan, cahil sofîlerin bir kaç sözüyle vakitlerini geçirip zâyî eden ve şeriata da uymayan kimseler bahsimizden
hariçtirler.


Şimdiki zamanda ise şeyhlik, sülûk ile mürşid-i kâmilden me'zuniyete münhasır olmayıp, ekseriya babadan miras kalıyor, veya bazı açıkgözler, tasavvuf kitaplarından
öğrendikleri bir miktar zâhirî mâlûmatla ve merasimlerde icrâ edilegen usülleri bilmekle, işi oldu bittiye getiriyor. Çenesinin sayesinde ve gösterişli
giyiniş, sakal, sarık ve sâire kıyafetlerle ortaya çıkan bu misillü eşhas ki, bunlara müteşeyyih denir; yâni yalancı şeyh, uydurma şeyh demektir. Her ne
kadar salâh-ı hal sahibi gibi görünürlerse de, öyle değillerdir.


Kemâl-i insâniyyet ve ahlâkan olgunluk, öyle elbise ve bilgi ile olsaydı, ne âlâ! O zaman her bilen kemâl sahibi olabilirdi. Fakat hiç de öyle değildir.
Bunlar hep erbâbına hizmete, hizmetteki muvaffakıyetlere ve Hakk'ın ihsân ve ikrâmına bağlıdır. Öyle bilgi sahipleri vardır ki, nefislerinin esiri oldukları
için çok çirkin, çok fenâ ve çok fesad işleri ya bilfiil kendileri işler, veya bu fenâ ve fesad işlere alet olurlar. Bunlar her zaman ve her yerde görülmektedir.
Ehl-i sünnet mezhebinin dışındaki mezheb alimlerini de bunlara katabilirsiniz. O zaman iş daha açıkça anlaşılır.


Allah Celle ve A'lâ cümlemizi kötü ve fenâ yollara sapmaktan, kötü arkadaş ve refîklerden muhafaza buyursun, âmîn...
ÂDÂB-I ZÀHİRE


Birinci Fasıl


ÂDÂB-I ZÀHİRE


Allah Celle ve A'lâ'yı zikretmenin yirmi âdâbı vardır ki, bunlardan şu yedisine âdâb-ı zàhire adı verilmiştir:


1. Abdestli olmak.


2. Yalnız bir yerde Kıble'ye karşı oturmak.


3. Sağ inciğin üzerine oturup, ayak uçlarını sol taraftan çıkartmak.


4. İstiğfar etmek.


5. Bir Fâtiha, üç İhlâs okuyup, sevabını Nakşıbendiyye silsilesinin ruhlarına hediye etmek.


6. Ervâh-ı silsileden istimdâd etmek.


7. Gözleri yummaktır.


1. Zikir Esnasında Abdestli Olmak


Zîrâ, tâat ve ibadette, nefis ve şeytanın vereceği kötü hatıraları def'e çalışmak iktizâ edecektir. Mü'minin ise şeytan ile cihadda en birinci silâhı abdestli
olmaktır. Zikrullah efdal-i ibâdât olduğundan, yâni nafile ibadetlerin en faziletlisi bilindiğinden, nefis ve şeytanın tasallut edeceği pek âşikâr bir
şeydir.


Abdestin ibadetlerden başka, korkulan an ve mahallerde dahi çok büyük faydaları vardır. Ashàb-ı kiramdan bir zât, evine bir haham uğradığı zaman, hemen
ev halkına abdest almalarını emretmiş. Tabii, bu sırada kapıyı da biraz geç açmış. Sebebi sorulunca:


"--Cenâb-ı Hakk'ın Mûsâ AS'a, 'Korktuğun zaman abdest al ve ehline de abdest aldır; o zaman benim ahd ü emânımda olursun!' buyurması sebebiyle, ben de sizin
devlet tarafından gönderildiğinizi görünce, içime korku geldi ve derhal abdest alarak Cenâb-ı Hakk'ın himayesine iltica ettim. Senden emin olarak namaz
kıldık, sonra kapıyı açtık." demiştir.


Bundan anlaşılıyor ki, eski ümmetlere de abdestli olmak tavsiye edilmiştir.


Abdest, mü'minin gerek şeytan üzerinde ve gerek sâir korkulacak yerlerde mânevî silâhıdır. Onun için dâimâ abdestli olmak lâzımdır. Hattâ tàlib-i Hak olan
kişiye üç şeyi lâzım görmüşlerdir. Bunları terke müsaade yoktur:


a. Dâimâ abdestli olmak,


b. Nisbeti muhafaza etmek,


c. Lokmada ihtiyat etmektir. Hem helâl lokma yemek, hem de fazla tokluk olmamasına dikkat gerektir.


İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin dediği gibi, "Az ye, az iç, az uyu; ten mezbelesinden vaz geç!" mısraı ne kadar yerinde bir sözdür.


Abdestin âdâb-ı zàhiresi ve ve bâtınesi vardır. Âdâb-ı zàhiresinden bazıları:


1) Evvelâ helâda avret yerlerini güzelce yıkayıp, taharet bezleri ile güzelce kurulamak ve yaşlık bitinceye kadar beklemek.


2) Abdest suyunu israf etmemek, üstüne başına sıçratmamak ve yıkamayı üçten fazla yapmamak.


3) Kıbleye karşı sümkürmemek.


4) Kıbleye karşı oturarak abdest almak.


5) Abdest alırken huzura dikkat edip konuşmamak.


6) Abdestin arkasından iki rekât şükür namazı kılmak.


Abdestin âdâb-ı bâtınesinin mühimleri üçtür:


1) Biri, abdest alırken huzur-u kalbdir. "Esnâ-yı vudûda huzur-u kalb bulunursa, namazda da huzur bulunur. Yoksa, namazda sehv olur." demişlerdir.


2) İkincisi, abdest alan kimse tâzim ile alıp, bununla Rabbül-àlemîn'in huzurunu murad etmektir.


3) Üçüncüsü de, bütün günahlardan tevbe etmektir.


Böyle alınan abdestler, iç ve dış temizliği için pek lâzımdır ve mûcib-i terakkîdir.


2. Hàlî Bir Yerde Kıbleye Karşı Oturmak


Şol sebebdendir ki, farz ibadetlerden gayrisinin efdal olanı gizli olanıdır. Esâsen Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'de her halde gizli olmak efdaldir ve bu tarikatın
adına Tarîk-ı Hafiyye derler. Zàhirleri halk ile, bâtınları, yâni içleri de Hak ile muamelededir. Tac ve hırka giymezler, ulemâ kisvesindedirler. Kendilerinin
ehl-i tarîk oldukları ve meşâyıhtan bulundukları belli değildir. Hàrika ve keramet göstermeyi kat'iyyen arzu etmezler. Ahvâl ve amellerini dâimâ halktan
saklarlar. Bu da ancak uzlet ve kimsesiz yerlerde mümkündür.


Uzletin de ibadet olduğu Efendimiz SAS Hazretleri'nin:


(Elkanâatü râhatün vel-uzletü ibâdetün) hadisleriyle bildirilmiştir ki, "Kanâat ehl-i tevhide rahat; ve halktan uzlet de ibadettir." demektir.


Hazret-i Ali KV, Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri'nden, en kolay ve ind-i ilâhîde en yakın yola ve akreb tâate delâlet buyurmalarını rica ve istirhamda bulunduklarında:


(Yâ aliy, aleyke bimüdâvemeti zikrillâhi fil-halevât) "Yâ Ali, halvetlerde zikrullaha devam eyle!" buyurmuşlardır.


Zîrâ uzlet, halvet ve vahdetin en güzeli, insanların bilemeyeceği ve bulamayacağı bir yerin olması lâzımdır ve bundan kimsenin haberi olmaması gerektir.
Yoksa insanların bildikleri yerlerde şöhrete vesîle olacak halvetler, uzletler, vahdetler ibadet değil, herbiri bir kabahat ve bir afet olur.


(Eş-şühretü àfetün) [Şöhret afettir.]


Bu halvet yerinin karanlıkça olması da güzel olur. Cemiyyet-i ihvân halvete mânî değildir. Onların bulunduğu yer, mekân-ı hafî demektir.


İstikbâl-i kıble; kıbleye yönelmek de bir ibadettir ve bununla da memuruz.


3. Aks-i Teverrük Tarzında Oturmak


Yâni, kadınların tahiyyatta oturduklarının aksine, sağ inciğin üzerine oturup, ayaklarını sol taraftan çıkarmaktır. Bu oturuşta ashàb-ı güzîn (Rıdvânullàhi
aleyhim ecmaîn) hazarâtına müşâbehet ve hem de sûret-i meskenet vardır. Sahabe-i güzîne müşâbehetle olan ibadetin memduh ve muteber olacağı şüpheden ârîdir.


Feteşebbehû in lem tekûnû mislehüm,
İnnet-teşebbühe bil-kirâmi felâhun.


Beytin mânâsı: "Ashàb-ı kirâmı ve evliyâ-yı izâm hazarâtı gibi olamadı iseniz de, taklid etmeli, kendinizi onlara benzetmelisiniz. Zîrâ böyle büyükleri
taklid mûcib-i necât ve felâhtır."


(Men teşebbehe bikavmin fehüve minhüm) "Her kim kendini hangi kavme benzetirse, o onlardandır." Onlar iyiler ise, ne âlâ... Eğer kötü kimselere benzetir
ve onların yolundan giderse maazallah kötü bir âkıbete sürüklenir.


4. İstiğfar Etmek


İstiğfar, Cenâb-ı Hak'tan mağfiret talebidir ve üç mertebesi vardır. A'lâsı 25, ortası 15, ednâsı 5 keredir. Mağfiret talebi, günahlardan tevbe ve rücûa
ve üzerinde haklar varsa onları ödemeye ve hasımlarıyla, hak sahipleriyle helâlleşmeye ve onları razı etmeğe bağlıdır. Yoksa, kalben fısk ve fücûra rağbetle
beraber, hakları ödemedikçe ve onları razı etmedikçe, lisânen istiğfar bile bir fayda vermez ve kat'iyyen makbul olmaz. Zîrâ tevbe, bütün ibadetlerin kökü
ve esasıdır. Esas olmadıkça, bina vücut bulmaz.


Tevbenin farz-ı ayın olduğu ayât-ı beyyinât ile sabittir. Ezcümle:


(Tûbû ilallàhi cemîan eyyühel-mü'minûne lealleküm tüflihûn.) [Ey mü'minler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.] (Nur: 31)


(Yâ eyyühellezîne âmenû tûbû ilallàhi tevbeten nasûhâ, asâ rabbüküm en yükeffira anküm seyyiâtiküm ve yüdhıleküm cennâtin tecrî min tahtihel-enhâr) [Ey
iman edenler! samîmî bir tevbe ile Allah'a dönün! Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter ve sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar.] (Tahrim:
8)


(Ve zerû zàhirel-ismi ve bâtınehû) [Günahın açığını da, gizlisini de bırakın!] (En'am: 120) âyât-ı kerîmeleri tevbenin farzıyyetine sarih delildir. Beşerden
hiçbir ferd bundan müstağni olamaz. Hattâ Rasûl-ü Ekrem Efendimiz bile günde 75 kere takarrüb ve ta'lim cihetiyle istiğfar ederlerdi.


"Meàsîden tevbe ise, rücû ve hakları yerlerine vermeğe ve hasımları razı etmeğe mütevakkıftır." diye izah buyurmuşlardır.


Meàsî, bir farzın terki ile hasıl olmuş değilse ve kulların mezâlim ve haklarına taallûk etmezse, veya içki içmek, çalgı çalmak, nâmahreme bakmak, abdestsiz
Mushàf-ı Şerif'i ele almak ve bid'atlere itikad etmek gibi olursa; onlardan tevbe etmek nedâmet, pişmanlık, istiğfar, tahassür ve özür dilemekle olur.
Velâkin ferâizden bir farzın edâsı lâzımdır. Eğer ma'sıyetler kullara zulme taalluk ederse, onun tevbesi zulmettiğine veya onun evlâtlarına veya mirasçılarına
haklarını vermesi ve helâllaşması ile olur. Vârisi mâlûm olmazsa, iş müşkül olmakla beraber hak sahibi nâmına fukarâ-i müslimîne tasadduk eder.


Hazret-i Ali KV, "Sıddîk-ı Ekber RA'dan işittim ki, Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri şöyle buyurdu:


(Mâ min abdin eznebe zenben fekàme fetevaddaa ve sallâ, vestağferallàhe min zenbihî illâ kâne hakkan alellàhi en yağfira lehû; liennehû yekûlü azze ve celle
fî kitâbihî: Ve men ya'mel sûen ev yazlim nefsehû sümme yestağfirillàhe yecidillàhe gafûran rahîmâ.)" demiştir.


Mânâsı: "Hiçbir kul yoktur ki, bir günah işlediğinde hemen kalkar, abdest alır, namaz kılar, o günahından dolayı Allah'tan mağfiret dilerse, Allah-u Teàlâ
onu mutlaka affeder. Çünkü Allah-u Teàlâ Kur'an-ı Kerim'inde, 'Kim bir kötülük işler, yahut kendine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Cenâb-ı
Hakk'ı çok affedici ve çok merhametli bulur.' (Nisâ: 110) buyurmuştur."


Diğer bir hadis-i şerifte:


(Men eznebe zenben sümme nedime aleyhi fehüve keffâratühû.) "Kim bir günah işler de, sonra nâdim ve pişman olursa, bu hàlet o günahın kefareti olur." buyrulmuştur.


Hazret-i Lokman oğluna vasiyetinde: "Ey oğul, tevbeyi yarına bırakma! Zîrâ ölüm sana ansızın geliverir." buyurdular.


Hazret-i Mücâhid: "Her gün sabah ve akşam tevbe etmeyen kimse zalimlerdendir." buyurdu.


Abdullah ibn-i Mübârek (Rh.A): "Haramdan bir altını sahibine vermek, yüz altın tasadduk etmekten efdaldir." buyurmuşlardır.


Mü'min bir kişi mûcib-i küfür bir iş işlemedikçe, tevbelerinin kabulünden ümid kesmemelidir. Asîlerin tevbelerinin tâ ölüm anına kadar kabulü muhakkaktır.
Bunda vaad vardır. Selef;


(Hàsibû enfüseküm kable en tühàsebû!) [Hesaba çekilmeden evvel nefislerinizi hesaba çekiniz!] hadis-i şerifi hükmünce, gece uykudan evvel, akvâl ve ef'àlini,
harekât ve sekenâtını düşünüp, kusurlarından nedâmet ve istiğfar ederek, iyi ve hayırlı amelleri için Cenâb-ı Hakk'a şükrederlerdi.


Şeyh-i Ekber Hazretleri, kalbine gelen hàtıraları ve niyetlerini de muhàsebe edermiş.


İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de, "Uyumadan önce yüz kere tesbih, tahmid ve tekbir eylemek, nefsin muhasebesi hükmündedir." buyurmuşlardır. "Bu sûretle, tevbenin
anahtarı mesâbesinde olan tesbihi tekrar eylemek sebebiyle, kendi seyyiat ve taksîrâtından özür dilemiş ve hem tevbeyi, hem de muhasebesini yapmış olur."
denilmiştir.


5. Ervâh-ı Silsile-i Nakşıbendiyye'ye Bir Fâtiha, Üç İhlâs Kıraati


Silsilede bulunan eizze-i kirâm hazarâtından istimdâd edileceği cihetle, o kıraatin ecrini evvelce hediye edip, kendini onlara sevdirmektir. Silsileden
murad, mürşidinden menba-ı sıdk u safâ Hazret-i Peygamber SAS'e varıncaya kadar olan vasıtalardır; sadece Nakşıbendiyye sâdâtı değildir.


6. Ervâh-ı Silsileden İstimdâd


Huzur ve mevâcîdi tahsilde, zikredilen muhterem zevâtın ervâh-ı şeriflerinin yardımları olsun içindir. Zîrâ, tarîk-ı sûfiyyede öyle berzahlar vardır ki,
onlardan geçmek ve nefsin, şeytanın ve hevânın hatarâtından ve tehlikelerinden kurtulmak pek müşkildir. Bu gibi müşkil işlerde evliyâullahtan istimdâd
etmek ve yardım istemek;


(İzâ tehayyertüm fil-umûri festaînû min ehlil-kubûri) mantûk-u celîlince lâzımdır.


Nisbet-i sahîha ile teveccüh ve telkin sonucu silsile-i kavme dahil ve muttasıl ve merbut olan mürid, meşâyihını yad edip, tahrik-i silsile ve istimdâd
eyledikte, mürşidinden ta Rasûlüllah'a varıncaya kadar olan ruhaniyyet-i evliyâ ve asfiyâ birer birer ona isabet edip, ihlâs ve muhabbetine göre mütenâsib
bir ruhaniyetle ifâzâ ve imdad ederler.


İşte mürşidin müride teveccüh ve telkın-ı zikir eylemesinde tarikın sırrı budur ki, mürşid müridin kalbini teveccüh ile kendi kalbinden ta Rasûl-ü Ekrem
SAS Hazretleri'ne kadar müteselsil ve muttasıl ve merbut kalblere îsal ve rabt eder.


Dikkat: O kimse ki, nisbet-i sahîha ile bit-teveccüh vet-telkın silsile-i kavme dahil ve muttasıl ve merbut olmaya, yahut olup da sonradan terk etmiş ve
münkatı ola; vech-i mezbur üzere muamele eylese, ona kimse cevap vermez. Zîrâ o kimse, onların taallûkàtından değildir.


7. Göz Yummak


Bu da sünnet-i seniyyedendir ki, Hazret-i Ali KV ve RA, Efendimiz SAS Hazretleri'nden zikrin nasıl yapılacağından sual buyurduklarında, Efendimiz Hazretleri:


(Gammiz ayneyke vesma' minnî selâse merrâtin sümme kul ente ve ene esmau) [Gözünü yum, benden üç kere işit; sonra sen söyle, ben dinleyeyim!] buyurmaları
üzerine, gözlerini kapamış oldukları halde seslerini çıkararak yüksek sesle üç kere "Lâ ilâhe illallah" diye tâlim-i zikir eyledikleri rivayet-i sahîha
ile sabittir.


Bu sebepten meşâyih-ı kirâm esnâ-yı zikirde ve her istifâza mahalinde göz yummayı, pek mühim bir rükün ve esas addettiler Çünkü maksad-ı aslîye vusûle mânî
ve emrâz-ı kalbiyyenin en şiddetlisi, taallûka giriftarlıktır ve mâsivânın giderilmesi esbâbından birisi mâsivâyı gözden gidermektir. Göz gördükçe onlarla
meşgul olacağı cihetle, her halde gözlerin kapatılması gerektir.


Gözün yumdu temâşâ-i cihandan,
Ferâgat kıldı gavga-i zamandan.


mısraları fehvâsınca, gözler yumulunca hatıralar kolaylıkla kalbe giremez.
ÂDÂB-I BÂTINE


İkinci Fasıl


ÂDÂB-I BÂTINE


Yirmi âdâbın ikinci yedisine de âdâb-ı bâtıne derler. Bunlar:


1. Tezekkür-ü mevt,


2. Râbıta,


3. Huzur,


4. Vukûf-u kalbî,


5. Vukûf-u zikrî,


6. Vukûf-u adedî,


7. Bâz geşt.


1. Tezekkür-ü Mevt


Ölümü hatırlamaktır. Sâlik olan kimsenin, güyâ sekerât-ı mevti, yâni canın bedenden çıkma zamanını ve yıkayıcının gasil ve tekfin hizmetini, tabuta konup
namazının kılınmasını, götürüp kabre bırakmalarını; yalnız başına orda kalıp Münker ve Nekir denilen iki meleğin gelip sorgu sormalarını ve bu sûretle
ehvâl-i kıyametten kurtulamyacağını tefekkür ve teyakkun ile;


(Udde nefseke min ehlil-kubûr) [Nefsini kabir ehlinden, ölülerden say!] hadis-i şerifince, kendisinin ölülerden olduğunu ve bulunduğu yerin kabir olduğunu
düşünmesidir. İşte bu tefekkür ve tahayyül, lâyıkıyla icrâ eden sâlikin nefsinin kırılması ve hevâ vü hevesinin kesilmesine en iyi bir yoldur.


Peygamberimiz SAS Hazretleri de:


(Eksirû zikra hâzımil-lezzâti) buyurmuşlardır ki, "Lezzetleri sizden kesip alan ölümü çok düşünün!" demektir.


2. Râbıta


Mürşidi şahsen tahayyül etmektir. Yâni hayalinde zabt ve muhafaza etmektir. Bunun yolu, tevâzu ve meskenetle mürşidin şemâilini tahattur edip, gûyâ alnını
alnına mukabil olarak hazine-i feyz olan iki kaşı arasına nazar ile ondan feyz taleb etmektir. İki kaş arası nûr-u Muhammedî'nin (SAS) durduğu yerdir.
Orası mevzi-i feyz ve mehbıt-ı nurdur. Bu râbıta ve tahayyül sebebiyle, kalb zikre istidat kesbeder. Râbıtanın şer'an câiz ve lâzım olduğuna dair birçok
edille olduğu gibi, Hazret-i Hàlid-i Bağdâdî Rahimehullah'ın bu hususta ayrıca bir eseri de vardır. Burada bu delillerden birkaçını zikr ile iktifa edeceğiz.


Mâlûm ola ki, kemâl-i şühûda vusûlün husûlü, nûr-u telkîn ve keynûnet-i maas-sàdıkîn iledir. Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Keriminde, estaîzü billâh:


(Ve kûnû maas-sàdıkîn) [Sàdıklarla beraber olun!] buyurmuştur. Bu ise iki türlü olur; yâ sûrî, veya mânevî... Sûrî olan, ehl-i sıdk ile beraber ve onların
meclisine devamla olur. Mânevî ise, münâsebet-i mâneviyye ile olur. Bundan kasd, kemâl-i muhabbettir. Muhabbet ise, kişinin sevdiği mahbubunu dâimâ gözünün
önünde tahayyül etmesini, hatırında tutmasını iktizâ eder.


(El-mer'ü mea men ehabbe) buna işarettir. Yâni, "Kişi dâimâ sevdiği kimse ile beraberdir." Feyz alma ve bereketlerin husûlü muhabbet miktarıncadır.


Râbıta tarikatta şeyhine refik olmaktır. Çünkü,


(Er-refîk sümmet-tarîk) [Önce arkadaş, sonra yol.] denilmiştir. Meşâyih-ı kirâmın da dedikleri gibi, sâlikteki sevgi bütün güç ve kuvvetiyle ve tam bir
meyil ile olmalıdır. O şeyhini nefsi, ehl ü iyâli, mal ve mülkü ve her şeyi üzerine tercih ve ihtiyar ile, gizli ve âşikâr her hususta bütün emirlerine
bilâ itiraz itaat edip ve yine de lâyıkıyla sevemedim diye af ve özür dilemelidir denilmiştir. (Meylüke ileş-şey'i bikülliyyetike sümme îsâruke alâ nefsike
ve ehlike ve mâlike sümme müvâfakatüke fis-sirri vel-cehri sümme i'tizâruke bitaksîrike) İhyâ-i Ulûm ve Tercüme-i Mevâhib-i Ledünniyye kitaplarının muhabbetle
ilgili bahislerinde târif budur.


Bu tarîkatta râbıtasız sülûk çok müşkildir. Hak Sübhànehû ve Teàlâ;


(Vebteğû ileyhil-vesîlete) [Allah'a yaklaşmaya vesîle arayın!] (Mâide: 35) buyurmuştur. Padişahlar huzuruna bile vasıtasız girmek müşkül olunca, Cenâb-ı
Hakk'ın huzuruna girmek için vesîle biz-zarûre lâzımdır.


Makàm-ı müşâhedeye varmış, sıfât-ı zâtiyye ile tahallûk eylemiş olan şeyhi kâmile mürîdin kalbindeki râbıta, zikre istîdat peyda eder.


İhyâ-i Ulûm'un namaz bahsinde, namaz kılan kimse "Esselâmü aleyke eyyühen-nebiyyü ve rahmetullàhi ve berekâtühû" derken, kalbine Efendimiz SAS Hazretleri'nin
şemâilini getirip, ona hitâben huşû ile demek lâzım olduğu bildirilmiştir ki, bu da Nebî AS'a râbıta demektir.


Hazret-i İbn-i Abbas RA'ın, Peygamberimiz SAS'in aynasına baktığı zaman, aynada kendini değil de Rasûlüllah SAS Efendimiz'i görmesi de bir rabıtadır ki,
buna da râbıta-i fenâ denir. Her hal ve zamanda onun gözünün önünden Rasûl-ü Ekrem'in şemâilinin ayrılmaması, onda kendini yok (fânî) etmesiyle olur. Bu
halin hepimizde de böyle olması iktizâ eder. Heyhat!..


Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri de: "Râbıta, şeyhin sûretini Tarîkat-ı Aliyye'ce ma'lûm ve muayyen vech üzere hıfz etmekten ibarettir." demişlerdir.


Zikir her ne kadar zâtında şerâfet ve fazl sahibi ise de, râbıta yolu mübtedîye zikirden ziyâde nâfîdir, faydalıdır. Zîrâ, mübtedî mürid alem-i süflîye
mübtelâdır. Alem-i ulvî ile münasebeti yoktur. Feyz ve berekâtı vasıtasız olamaz. Onun için vasıtaya, vesîleye muhtaçtır. O vasıta öyle bir kâmil zâttır
ki, alem-i ulvîden hisseyâb olmuş ve dâvet-i halk ve irşad için alem-i süflîye gönderilmiş ve indirilmiş ola. Bu münasebetle, alem-i gaybdan füyûzât alarak,
alem-i süflî ile münasebeti dolayısıyla o füyûzâtı müsteid olan kimselere ve müridlerine îsâl eyleye...


Seyyid Şerif KS, Şerh-i Mevâkıf'ında, evliyânın sûretlerinin müridlerine zuhur ve onlar da ol sûretten feyz ve nur aldıklarını beyan ile râbıtaya işaret
buyurmuşlardır.


Hàdimî Hazretleri de, Risâle-i Nakşıbendiyye'de, "Sâlik ya şemâil-i Nebî SAS'i veya şeyhinin sûretini tahayyül eylemelidir." diye tasrih eylemiştir.


Sâlik-i mübtedî için bir mürşide taallûk mühimdir. Zîrâ mürşid Allah'ın emirlerini ve hakîkatleri bildirdiği için ve bu sıfatlarla muttasıf olduğundan,
ona teveccüh etmek fenâ ve ve cezbeyi celb eder. Tasavvufta ise hakîkat-ı terk cezbesiz olmaz. Onun için mübtedî olan, mürşide taallûku nefyedip cezbe
peşine düşer ve mürşidine muhabbet ve teveccühü terk eylerse, sülûkundan düşüp ifnâ ve terk zevkine vâsıl olamaz.


Râbıtanın evveli tekellüfle elde edilir. Muhabbetteki aşkı ile, sonra da kendisinde fenâ fiş-şeyh hàsıl olur ki, bu fenâ fir-rasûl ve nihâyet fenâ fillâh'ın
başlangıcıdır. Fenâ fillâhın zuhuru mümkün değildir ve olsa da çok müşküldür Bu sebeple müride lâzımdır ki, kendi iradesini şeyhinin iradesine tâbî kılıp,
kendisini tamâmiyle ona ısmarlayıp, onun sohbetinde gassâlin elindeki ölü gibi ola... Bu hal her tarikatta lâzımdır. Bâhusus Nakşıbendiyye Tarikatı'nda
ifâza ve istifâza, yâni feyz vermek ve feyz almak, aynanın yaptığı akis gibidir ve esası sohbet üzeredir. Binâen aleyh, şeyhle münasebet ne kadar çok olursa,
te'sîr-i sohbet ve fâide de o kadardır.


Eğer bir kimse Uveysî olup da, pîr-i zâhire muhtaç olmayarak inâyet-i ilâhiyye ile ehl-i kemâl olur ve bir şeyhte fenâ olmadan Hak'ta fânî olması mümkünse
de, bunlar kibrît-i ahmer gibi pek nâdirattandır. (En-nâdiru kel-ma'dûm) dedikleri gibi yok hükmündedir.


Nisbet-i râbıta ki, hıfz-ı sûret-i şeyhtir; mürîde zikirden ziyâre nâfîdir. Bunun galebe ve devamı, mürîde nîmet-i uzmâdır ki, gûyâ dâimâ huzurdadır ve
şeyhinden kolaylıkla feyz alabilir. Bu da mürşid ile münâsebet-i tâmmeyi temin eder. Bununla beraber mürşidin huzuru başka şekillerde de olabilir. Kemâle
ulaşamayan müridlere râbıta ve huzur-u mürşid lâzım ve muteberdir ve çaresiz sohbet lâzımdır, terk olunmaz. Müridin yalnız râbıta ile iktifâ etmesi hatâdır.


Ashàb-ı güzîn --rıdvânullàhi aleyhim ecmaîn-- hazerâtı, muhabbet ve huzur-u Rasûlüllah'ta bulunmaları devleti ile ashab oldular ve derecât-ı âliyyeye eriştiler.
Uveys-i Karânî Hazretleri, her ne kadar mânen Rasûlüllah'tan ahz-ı feyz eyledi ise de, şeref-i sohbet ile müşerref olamadığı için, ashab zümresine dahil
olamayıp zümre-i tabiînden oldu.


Sûret-i şeyh ayn-ı şeyh değildir ve şeyhten müstağni eylemez. Sohbet-i şeyhte olan feyz, sûretinde yoktur. Her ne kadar şeyhten uzaklık mânevî yakınlığa
mânî değilse de, imdi zâkir olan sâlikin kötü ve fenâ hatıralardan ve tabiatı iktizası çirkin huylardan halâs olmasının en kolay tarafı ve faydalısı, şeyhinin
himmet-i bâtınesinden istimdâd edip, onu teveccühüne kıble kılmasıdır. Zîrâ kendisini Hak Sübhànehû ve Teàlâ'ya teveccühten aciz bilip, mürşidini vesîle-i
teveccüh eylemek, netice husûlüne daha yakındır. Eğer şeyhin sûreti esnâ-yı zikirde tekellüfsüz zâhir olursa, onu da kalbinde hıfzettiği halde zikre devam
edilmesi, hale münasib olur. Eğer râbıta esnasında mürîde bir sekir ve gaybûbet, yâni kendinden geçme gibi bir hal olursa, o zaman sûrete iltifatı terkedip,
bütün kuvvetiyle ve varlığıyla o hale müteveccih ola. Bu gibi mâsivâdan gaybûbet zamanına, vüsûl ve şühûd tâbir ederler.


Sâlikin şeyhine olan râbıtasına münasebet peydâ etmesi, şeyhine muhabbet ve hizmetle, zâhiren ve bâtınen onun âdâbına riâyetle olur. Nisbet-i râbıta galebe
eylediğinde, kendini şeyhin aynı ve onun libâs ve sıfatı ile mevsuf bulur. Her neye baksa, sûret-i şeyhi görür. Bu hususta en büyük ve en mühim şart, şeyhinin
kâmil ve mükemmil olmasıdır.


Sâlikteki fütur, tenbellik ve gevşekliğin en ziyâdesi, sülûk ve cezbeyi tamam etmeden şeyhlik makamına oturan şeyh-i nâkıstan izin almaktır ki, tàlibine
onun sohbeti semm,i katildir. Bu vücudu değil ruhu öldüren bir zehirdir. Ruhsuz vücudun ne demek olduğu herkesçe mâlûmdur ve tàlibin istîdadını söndüren
bir maraz-ı mühliktir.


3. Huzur


Mâsivâyı terktir. Husûsiyle mâsivâ cümlesinden olan dünya muhabbeti, efrâd-ı mü'minînden her birinin kalbinden çıkmış olmalıdır. Zîrâ,


(Hubbüd-dünyâ re'sü külli hatîetin) [Dünya sevgisi bütün hataların başıdır.] vârid olmuştur. Sülûke gelince, bütün mâsivâyı terk etmek iktizâ eder. Tâ ki,
kendisinde fenâ-yı kalb hàsıl ola...


Fenâ-yı kalb tâbir ettikleri şol şeydir ki, Hak Celle ve A'lâ'dan gayrisini dil ve gönülden selb ede, öyle ki eğer tekellüf ile Hak'dan gayrisini hatırlatmağa
çalışsa, kat'iyyen hatırına gelmeye... Bu hal etvâr-ı velâyette ilk adımdır ve bu huzur ihsân ile mûteberdir. İhsân kelimesini;


(El-ihsânü en ta'büdallàhe keenneke terâhü, fein lem tekin terâhü feinnehû yerâke) hadis-i şerifi açıklamaktadır. Mânâsı: "İhsân, Allah-u Teàlâ'yı görür
gibi ibadet etmendir. Sen her ne kadar Cenâb-ı Hakk'ı görmezsen de, Allah-u Teàlâ seni görür." demek olur. İşte Cenâb-ı Hakk'ın gördüğünü tefekkürle huşû
ve hudû üzere bulunmalıdır ki, huzur odur.


Mâlûm ola ki, din ile dünyanın cem'i, zıtların cem'i kàbilindendir. Yâni birbirine zıttır. İki zıddın ictimâı ise mümkün değildir. Ateşle su, ateşle barut
gibi. Bu sebepten ahirete tàlib olana dünyayı terk muhakkak lâzımdır. Lâkin zamanımızda, dünyayı terk pek de kolay değildir. Bizzarûre hükmen terk iktizâ
etmektedir.


Hükmen terk demek, dünya işlerinde şeriat-i garrânın hükmü muktezâsınca hareket edip, yeme, içme, giyme ve meskende hudûd-u şer'iyyeye riâyet etmek demektir.
O hududu tecâvüze tecviz ve müsaade edilmeye... Malının zekâtına ve sâir hukûkullah ve hukûk-u nâsa riayet edile... Ahkâm-ı şer'iyye ile amel olundukta,
mazarrat-ı dünyadan kurtulunur, ahiret nimetleriyle cem olunur. Ahkâm-ı şer'iyyeye riayet edilmezse, bahsimizden hariçtir, münafık hükmündedir. Sûretâ
iman ahirette ona faydalı olmaz.


Nakşıbend Muhammed Bahâeddîn Hazretleri'nin, "Bizim kısmetimiz mâsivâyı nefy etmektir." buyurmaları, mâsivâ ile taallûku ve onun maksudiyetini, ve belki
mâsivâya olan şuhûd ve şuuru nefiydir. Tarîk-ı Nakşıbendiyye'de şart olan fenâ ve tevhîd-i şuhûdînin hàsılı budur. Mâsivâ hakîkaten gerek mevcut olsun
veya olmasın, nefy-i vücûd-u mâsivha eylemek için tevhîd-i vücûdî, yâni vahdet-i vücud hiç lâzım değildir. Zîrâ bu tarîk ekâbîrinin nefy,i vücud ile işi
yoktur. Tevhîd-i şuhûdî lâzımdır ki, menâzil-i kurbe vâsıl olmak ona kâfîdir. Gerektir ki, sâlikin basîretinde mâsivâdan nam ve nişan kalmaya ve mâsivâya
olan taallûk-u ilmî ve hubbî yok olup, Bârîgâh-ı Kudse, Hakk'a yol bula...


4. Vukûf-u Kalbî


Meşâyih-ı kirâm bunu, her biri bir türlü tâbir etmişlerdir ki, ekseri sâlik-i müntehî kârıdır. Mübtedîye göre vukûf-u kalbî; sâlik cemî havvasıyla müteveccih
olup, her türlü eşya mülâhazasından ve hatırından çıkmış olduğu halde, nazar-i ilâhî kendisini her cihetten muhit olduğunu düşünerek, kendini de nazar-ı
ilâhîde muhât kılmak ve bu mülâhaza üzerine müstemir olmaktır. Zîrâ bu mülâhazada devam, nazar-ı ilâhî tahtında kendini o derece ufaltır ki, tedricen vücudundan
eser kalmaz. O halde;


(Küllü şey'in hâlikün illâ vecheh) [O'nun zâtından başka her şey yok olacaktır.] (Kasas: 88) ayet-i kerimesinin sırrı zuhur eder. Bu surette vücud-u imkânîsi
fenâ bularak, gerek vücudunda ve gerek sâir eşyada vücûd-u Hak'tan gayriyi, yâni Hak'tan başkasını müşâhede edemeyip, maksad-ı aksâ ve matlab-ı a'lâya;
yâni:


(Mûtû kable en temûtû) "Ölmezden evvel ölünüz!" sırrına vâsıl olur. Böylece nefsini kırma, hevâsını yok etme sûretiyle cihad-ı ekber ederek, yâni nefsiyle
büyük mücâdele ederek, Ölmezden evvel ölünüz!" sırrına vâsıl olanlar, estaizü billâh:


(Ve lâ tahsebennellezîne kutilû fî sebîlillâhi emvâtâ, bel ahyâün inde rabbihim yürzekûn.) [Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilakis onlar
diridirler, Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar.] (Âl-i İmran: 169) ayet-i kerimesi mûcebince, erzâk-ı mâneviyye --ki, maarif ve hakàyık nurlarının
parlayışı ve ind-i ilâhîdeki yakınlık ve keramettir-- ile merzuk ve ferah içerisinde oldukları halde, ebedî hayata nâil olurlar.


Tarîkat-ı Aliyye'de vukûf-u kalbî böyle büyük bir esas olduğu için, sâdât-ı kiramdan bazıları, eğer sâlik, yânı zâkir Hakk'ı zikirden müteessir olmazsa,
onu mücerred ve yalnız vukûf-u kalbî ile memur ederlerdi. Çünkü gönül sahibi kendi kalbine müteveccih oldukta, gûyâ kalbinin etrafına o teveccühten gayet
kuvvetli bir kale peydâ olup, alemin haberlerinin ve vesveselerinin kalbe vusûlüne mânî olur. Bu sırada gönül maksad-ı aksâya, yâni asıl maksad olan Hakk'a
bağlanır. Zîrâ kalb, hiçbir vakitte meşguliyetsiz kalmaz. Ne zaman ki meşguliyettenmen oluna, ozaman maksada, yâni Hakk'a teveccühten başka çaresi yoktur.


Kalb gerçi şurette bir et parçası ise de, lâkin bu et parçası nâçiz, itibarsız ve kıymetsiz maddî bir uzuv olduğundan, hayalinde sûret,i kalbe yer verilmeye
ki, maksud olan kalble teveccühtür, kalbin sûretini tasvir değildir. kalb bir cevher-i nefîstir ki, alem-i halkın esrar hazineleri ve alem-i emrin incelik
ve gizlilikleri onda saklıdır. Alem-i halk, bulunduğumuz alemdir. Alem-i emr ise, melekût ve ceberût alemleridir.


Bu vukûf-u kalbîde hiç olmazsa 15 dakika miktarı durulmalıdır. Bu müddet ne kadar uzatılırsa, o kadar yakınlık ve istidat hasıl olur.


Tarikat-ı Aliyye-i Nakşıbendiyye'de bu vukuf her taatte lâzımdır. belki her bir halde iktizâ eder. Ayakta, otururken, yatarken, hattâ helâya gittikte ve
hattâ münâsebet-i cinsiyyede dahi terk edilmemelidir.


(Ellezîne yezkürûnallàhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cünûbihim) [Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzere yatarken (her vakit) Allah'ı zikrederler.]
(Âl-i İmran: 191) ayet-i kerimesi buna işarettir.


Vukûf-u kalbînin asıl Türkçesi, gönül Hak Sübhànehû ve Teàlâ'dan âgâh ve uyanık olmaktan ibarettir. Esnâ-i zikirde mezkûrdan, yâni zikrolunandan âgâh olup,
gönlü mezkûra bağlamak şarttır. Zîrâ, zâhirde vücudun kıblesi Kâbe olduğu gibi, can ve gönlün kıblesi de kalbdir.


5. Vukûf-u Zikrî


Zikre vâkıf olmaktır ki, mâsivâdan hâlî olduğu halde kalbine ism-i celâli, yâni "Allah" lafzını nakşedip; mânâ cihetinden zikir, zikrolunanı hatırlamaya
vesîle olduğundan, isimden müsemmâya, yâni Allah'ın isminden Allah'a rücû ve intikal ederek, zâtının benzeri, nâziri ve eşi olmadığnı, noksan sıfatlardan
münezzeh ve müberrâ olduğunu tefekkür ile zikretmektir.


Zîrâ kalbinde mâsivâ (Hak'tan gayri şeyler) olduğu halde zikreden zâkirin hasmı Allah'tır.


(Men kàlellàhe ve fî kalbihî allàh, femuînühû fid-dâreyni allàh; ve men kàlellàhe ve fî kalbihî gayrullàh, fehasmühû fid-dâreyni Allàh.) "Her kim diliyle
Allah der de, kalbinde de Allah bulunursa, onun iki cihanda yardımcısı Allah'tır. Yine her kim lishanıyla Allah der de, kalbinde Allah'tan gayri bulunursa,
iki cihanda onun hasmı Allah'tır." Yâni kalbi Allah'ın rızasından gayri şeylerle meşgul ise, onun diliyle yaptığı zikrin bir faydası olamaz.


Zikr-i kalbîye çok devam edilmelidir. Bu şartla huzur edebinde anlatıldığı gibi, zikir ve huzur gönle öyle meleke olur ki, onu gönülden zorla çıkarmak bile
mümkün olmaz.


Mâsivâ denilen, Allah'tan gayri ve onun rızasına muhalif olan her şey gönülden çıkarıla ve orada Hak Sübhànehû'dan gayri hiç murad ve maksud kalmaya...
Allah lafz-ı mübârekinin mânâsını mülâhazada hiçbir sıfatı ona munzam kılınmaya, yâni ona karıştırılmaya ve eklenmeye... Hiçbir sıfat denilmesinden maksad,
Esmâ-i Hüsnâ'da mâlûm olan diğer sıfatları da, Allah ism-i şerifiyle birlikte bulundurmaya... Yalnız Allah diye ve ondan başka bir şeyle meşgul olmaya...
Onda dura, onun hàzır ve nâzır olmasını dahi mülâhaza eylemeye ve düşünmeye...


6. Vukûf-u Adedî


Esnâ-i zikirde zikrin sayısından haberdar olmaktır. bu da yalnız havâtırı toplamak içindir ki, sâlikin zâkirin tereddüdü yalnız zikrin sayısında kalıp,
sâir meşguliyetlerden halâs ola... Namazdaki tesbihlerde 33 adedine riâyet bu sebepten mesnundur.


7. Bâz Geşt


Zikir esnasında,


(İlâhî ente maksûdî ve rıdàke matlûbî) demek de lâzımdır. Mânâsı: "Ey benim Allahım! Maksudum sensin ve matlubum senin rızâ-yı şerifindir." demektir. Bundan
maksad, tashîh-i niyyettir. Yalnız dil ile söylemek kâfî değildir; kalben ve ceseden başka talebi olmayıp, ancak rızâ-yı ilâhîye rağbetli olmaktır. Zîrâ
sülûktan, tarikata girmekten ve zikirden maksad ve matlab, ancak rızâ-yı ilâhîdir.


Hazret-i Gavs-i A'zam Abdülkàdir-i Geylânî KS'nun,


Elâ fezhed anil-ekvâni feksıd,
Rıdà rabbil-verâ mevlel-mevâlî


buyurmaları buna nâzırdır ki, rızâ-yı Rabbânî ancak kevnden, yâni mâsivâdan (Hak'tan gayrisinden) i'raz ve zühd olduğunu beyandır. Zîrâ sûfîye sülûk esnasında
zuhur eden haller, cezbeler, ilimler ve irfanlar maksad-ı aslîden değildir. Belki evham ve hayâlâttır ki, tarikattaki çocuklar, yâni mübtedîler bunlarla
terbiye olunurlar.


Bunların hepsinden geçip, makàmât-ı sülûk ve cezbenin nihayeti olan ihlhasın tahsilinden başka bir şey değildir. Efkârı kısa olanlar ef'al, ahvâl ve mevâcidi
maksaddan addederler. müşâhedeleri ve tecelliyatlarına bakıp, matlab işte budur zannederler. Şüphesiz bunlar vehim ve hayâlat zindanlarına giriftar olup,
kemâl-i şeriatten mahrum olurlar.
ÂDÂB-I SÂİRE


Üçüncü Fasıl


ÂDÂB-I SÂİRE


(DİĞER EDEBLER)


Yirmi âdâbın geri kalan altısından ikisi tesirdir ki, biri zikrin tesiri, diğeri de râbıtanın tesiridir. Yirmi âdâbdan en son dördü; şerîat, tarîkat, hakîkat
ve ma'rifettir.


1. Zikrin Tesiri


Zikrin tesiri, verilen bir lezzet-i aşktır ki, dil ile târifi mümkün değildir. Şu kadar denilebilir ki, muhabbet-i ilâhiyye vücuduna hülûl eder ve aşk-ı
ilâhî vücud bulur. Yâni muhabbetin ifratı ile aşk meydana gelir. Vücud bu aşkın hararetinden mütelezziz olur. Bu halden zevk alarak zikretmektir.


2. Râbıtanın Tesiri


Amma râbıtanın tesiri şeyhe kemâl-i muhabbetten, esnâ-yı râbıtada ondan feyz aldığını bilerek zevkyâb olmaktır. Bu halde sâlikin üşür gibi tüyleri ürperir
ve bazan da taş gibi vücuda hareket gelir. Bazan vücudu taş gibi his ve hareketten alı kor. Bazan gayet yumuşak olur ve daha daha nice haller zuhur eder
olduğu halde zikretmektir. Böyle bir eser zuhur edinceye kadar, râbıtada tefekkür etmek lâzımdır.


3. Şerîat


Şerîat, evâmîr-i ilâhiyyeye devam ve nevâhîden, yâni yasaklardan ictinâb ve uzak kalmaktır. Üzerinde kazaya kalmış namaz varsa kılmaktır. Nisaba mâlik ise
zekâtını vermektir. Mâlen ve bedenen gücü yeterse hacca gitmektir. Borçları varsa ödemektir. Sünnet ve müstehabları tamâmen edâdır.


Mâlûm ola ki, şeriatsız tarîkat, hakîkat ve ma'rifet olmaz. Zîrâ şerîat kurtuluş yoludur. Bunsuz nefsin hilelerinden ve dalâletten kurtulmak muhal ve bâtıldır.


Eğer iki şeyde istikàmet-i tam mevcut ise, hallerin ve cezbelerin olmaması gam değildir: Birisi Sàhib-i Şerîat SAS'e ittibâ; biri de şeyh-i muktedâya muhabbettir.
Bu ikisine sahip bir sâlik, rahmet dalgalarından nasipsiz kalmayıp, bu feyzlere nâil olur. Eğer zikrolunan iki şeyin birisinden noksanlık varsa, ahvâl
ve mevâcid olsa dahi, harabî ve husrandan gayri bir nasibi olamaz.


Mâlûm ola ki, şerîat-i garrâya muvafık olan her amel, isterse alışveriş olsun zikre dahildir. Yâni zikirden sayılır. Anca sâlik bütün harekât ve sekenâtında
ahkâm-ı şer'iyyeye riayetkâr ola ki, bütün vakitleri zikr-i ilâhîye masruf ve mahsûb ola... Şurası dahi gizli kalmaya ki, şeriatın hem sûreti, hem de hakîkati
vardır.


Şerîatın sûreti; nefs-i emmârenin münâzaası ve onun cibilliyetinde ve tabiatında mevcud olan serkeşlik, tuğyan, inkâr gibi halleri var iken, Allah-u Teàlâ'ya
ve Rasûlüne ve Cenâb-ı Hak'tan tebliğ olunan, bildirilen şeylere iman edip, ahkâm-ı şer'iyyenin yapılmasından ibarettir.


Zîrâ nefis --ki, insan vücudunun esası ve her kişinin ben demesiyle işaret olunandır-- kendi küfür ve inkârı üzeredir. O halde bu nefisten hakîkî sàlih
ameller tasavvur olunamaz. Eğer nefsi mutmeinnelik derecesine eriştirip de küfür ve inkârdan halâs kılarsa, o zaman şerîatin hakîkatına ermiş bir iman
olur ve yapılan şer'î hükümler dahi hakîkat-ı İslâmiyye olur.


Cenâb-ı Hakk'ın sadece sûreti kabûlü ve mahall-i rızası olan cennete duhül ile beşareti ve asl-ı imanda, tasdîk-i kalb ile iktifa buyurarak ve iz'an-ı nefsi
teklif buyurmaması, mahz-ı rahmet ve ihsân-ı ilâhîsindendir. Bu sûret-i şeriat istikamet şartıyla mûcib-i felâh olacağı gibi, ahiret kurtuluşunu da müstelsimdir.
Çünkü şeriatın sureti dürüst olursa, velâyet-i âmme hasıl olur. Yâni, umûmî veliler arasına girilir. Estaizü billâh:


(Allàhu veliyyüllezîne âmenû) "Allah iman edenlerin velîsidir." buyrulmuştur. (Bakara: 257)


Bu iman sâliki istidatlı bir hale getirip, tarikata geçmesine ve dolayısıyla husûsî velîlerden olmasına da vesile olur; nefsi emmârelikten tedrîcen mutmeinneliğe
yükseltir. Bu Tarîkat-ı Aliyye'yede esas olan zikr-i ilâhî, şeriat-ı garrânın emirlerindendir. Mürşid-i aramak dahi şeriatın emridir. Estaizü billâh:


(Vebteğû ileyhil-vesîlete) [Allah'a yaklaşmaya yol arayın!] buyrulmuştur. (Mâide: 35)


Şeriat üç kısımdır: Bunlar ilim, amel ve ihlâstır. Bu üçün her biri tahakkuk etmezse, şeriat da tahakkuk eylemez. Çünkü şeriat ne zaman tahakkuk ederse,
rızâ-yı Hak Sübhànehû ve Teàlâ hasıl olur ki, gerek dünyevî ve gerek uhrevî bütün saadetlere kefildir. Hiçbir istek kalmaz ki, onda şeriatın ötesine ihtiyaç
ola... Tarikat ve hakîkatın her cüzü, üçüncü olan ihlâsın hadimlerindendir. Her birini tahsilden maksud, şeriatı ikmaldir ve şeriatın dışında bir şey değildir.


4. Tarîkat


Ammâ tarîkat, tezhîb-i ahlâk eylemek ve mürşidinin gösterdiği şeriat-ı garrânın efdaliyyeti yolunda sa'y ile gayeye erişmektir. Yoksa şeriat-i garrâ ki,
asla şek ve şüphe olunmak mümkün olmayan vahiy ile sabittir; onun ahkâmı içinde asla nesh ve tebdil yoktur. Yâni hükümlerde değişme olmaz, ta kıyamete
kadar bu hükümler bâkîdir ve onun muktezası üzere amel etmek avam ve havassın, cahil ve bilginin ve olgunluk davasında bulunanların hepsine şâmildir. Tarikat
hiçbir zaman şeriatın hükümlerini kaldırmaz, şeriatın dışına da çıkarmaz.


Ehl-i sünnet vel-cemaatin kat'î kaidelerindendir ki, hiçbir kul şeriat-ı garrânın tekliflerinden sâkıt olacak dereceye erişmez. Her kim ki bunun hilâfına
itikad eder ve inanırsa, daire-i İslâm'dan uzaktır; yâni İslâm'dan çıkar. Şu halde İslâm'dan çıkanın tarikat neresinde kalır?..


Sâlikin kendisinde zuhur eden halleri, vecdleri saklaması, şeriatın iktizasındandır. Bir aziz rüyasında Rasûlüllah'ı görmüş ve tasavvuftan sormuş, "Tasavvuf
nedir yâ Rasûlallah?" demiş.


Efendimiz SAS buyurmuşlar ki:


(Et-tasavvufü terküd-deàvî ve kitmânül-maànî) "Tasavvuf dâvâların terki ve mânâların ketmidir." buyurmuşlar.


Velîliğin başlangıcı tarikattır. O makamda nefy-i mâsivâ matlubdur. Yâni Hak'tan gayrisinin gönle girmesine mânî olmak maksuddur. Zîrâ şeriatta tevhid,
bir deyip Hakk'ı birlemektir. Amma tarikatta, gönlü Hak'tan gayriden ayırmaktır.


Vaktâ ki, Allah-u Teàlâ'nın fazlı ile mâsivâ tamamen nazardan silinip ağyârdan nam ve nişan kalmaz; fenâ hasıl olup makàm-ı tarikat böylece tamam olur ve
seyr-i ilallah da tamam olur. Burada sâlikin kârı Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz'in sözlerine ve amellerine ittibâdır ki, bâtına taallûk eder. Tezhîb-i ahlâk,
def,i rezâil, sıfat,ı emrâz-ı bâtına ve mânevî illetlerin izâlesi; bunlar hep makàm-ı tarikata mütealliktir. Rasûle ittibânın bu derecesi, tarîk-ı sûfiyyeyi
şeyh-i muktedâdan alıp, seyr ilallah yollarını kat eden erbâbı sülûke mahsustur.


5. Hakîkat


Hakîkat'e gelince, kemâlât-ı insaniyyenin tahsilidir ve cümle kemâlâttan birisi aşk ve hubb-u ilâhînin kulu istilâsıdır. Nitekim, alem-i mecazda hiç kimseye
nefsinden ziyade sevdiği bir şey yoktur. zirâ mal, kadın ve çocuklardan her hangisini sevse, kendi nefsi için sever. Alem-i hakîkatte ise mahbûb-u hakîkî,
kendi nefsinden ziyade mahbubdur. Nefsine sa'y, mahbûb-u hakîkînin ubûdiyyetinde devam içindir. Bu sebeple fenâ, bu muhabbetin eseri oldu.


Ve dahi, Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz'e muhabbet de bu kabildendir. Hadis-i şerifte:


RE. 482/11 (Lâ yü'minü ehadüküm hattâ ekûne ehabbe ileyhi min nefsihî ve ehlihî ven-nâsi ecmaîn.) [Sizden hiç biriniz lâyıkıyla iman etmiş olmaz; beni çocuğundan,
anasından, babasından ve bütün insanlardan fazla sevmedikçe...] buyrulmuştur. Tarikatın şeyhi dahi Rasûlüllah SAS Efendimiz'in vekili olup, füyûzât-ı ilâhiyyenin
sâlike akmasına vesîle olduğundan, onun muhabbeti de bu şekil üzerine, yâni Rasûlüllah SAS Efendimiz'e olan muhabbet gibi olması lâzımdır.


Mâlûm ola ki, şeriat ve hakikat birbirlerinin aynıdır; istidlâl ve keşiftir, gayb ve şehadettir. Şeriatla bildirilen ve mâlûm olan ahkâm ve ulûm, hakkal-yakînin
hakîkatı ile tahakkukundan sonra, yine aynı ile o ahkâm ve ulûm kendisine keşf olup, gaybetten şehâdete gelirler; tekellüf ve buna benzer ameller ortadan
kalkar.


Hakîkat, hakkal-yakîne vusûlün alâmeti ve o makamın ulûm ve maarif-i şer'iyyeye mutabakatıdır. Mâdem ki muhalefet vardır, o zaman hakîkatlere vusül olmadığının
delilidir. Şeriata muhalif olan her şey ki, meşâyih-i tarîkatten birinde ilim ve amelde vâkî olmuştur, o hal sekir vaktine mebnîdir. Sekir vakti ise ancak
yolda olanlarda olur. Sona vâsıl olan müntehi sahıvdadır, yâni uyanıklık halindedir. Vakit onlara mağlubdur, hal ve makam onların kemâline tâbîdir.


Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri Mesnevî-yi Şerifinde buyurmuşlar ki:


Sûfî ibnül-vakt âmed der misâl,
Lîk sûfî fâriğest ez vakt ü hâl.


Mânâsı: "Sûfîye vaktin oğlu demişlerse de, asıl Sûfînin vakit ve halden âzâde olması lâzımdır."


O zaman, şeriata muhalif söz ve ameller, sahiplerinin hakîkata ulaşamadıklarının alâmetidir. Ve makàm-ı isbat, yâni illallah tâbiri, seyr fillâh ile bildirilmiş
bekà makamıdır ve hakîkat durağıdır. Velîlikten maksad da budur. Nefs-i emmâre bu makamda mutmeinne olup, kendi küfür ve inkârından vaz geçip, Allah Celle
ve A'lâ'dan razı; Mevlâ da ondan razı olur.


Vaktâ ki Allah Sübhanehû ve Teàlâ'nın nefsi makàm-ı mutmeinneye îsâl ve hükm-ü ilâhîye mutî kılması hasıl olunca, hakîkî Müslümanlık kendisine müyesser
olur ve hakîkat-i iman da sûret bulur. Her ne zaman ve her hangi bir ameli işlerse, şeriatın hakîkatıdır. Eğer namaz kılarsa namazı, oruç tutarsa orucu,
hac yaparsa haccı hakîkattır. Sâir ahkâm-ı şer'iyye de bunlara kıyas olunur. Öyle ise, tarikat şeriatın sûretiyle hakîkatı arasına vasıta oldu. Tâ velâyet-i
hassa ile müşerref olmadıkça, İslâm-ı mecâzîden İslâm-ı hakîkîye ulaşılamaz.


Ehl-i hakîkat, Efendimiz SAS Hazretleri'nin hal, zevk ve mevâcidine ittibâ eder ki, bunlar hassaten makàm-ı velâyete taallûk ederler. Bu da meczûb-u sâlik
veyahut sâlik-i meczub olan velâyet erbabına mahsustur.


6. Ma'rifet


Ma'rifet, zikr-i Hakk'ın sâlikin kalbini istilâsıdır ve zikirde istiğrak ve istihlâkidir ki, başka bir düşünce ona yol bulamaz. Gerek hak olsun, gerek bâtıl,
Allah'tan başkasını düşünemez. İstiğrak ile istihlâk da, denizin içinde olan balığın sudan başka bir şey bilmemesi gibi. Bu halde hàsıl olan dereceye de
bekà billâh denir. Bu makamda kendinin gelip gideceği yeri ve yaptığı kulluklarını ve Hakk'ın rabliğini ve ma'budiyetini anlar olur.


İnsanın yaratılışından maksad, estaizü billâh:


(Ve mâ halaktül-cinne vel-inse illâ liya'budûn.) [Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.] (Zâriyât: 56) ayet-i celîlesinde
bildirilen, bütün büyük müfessirlerin ictihadıyla ma'rifet-i Hak Celle ve A'lâ'yı tahsildir. Ya'budûn'u, yâni ibadet kelimesini ma'rifet ile, ma'rifetin
tahsilidir diye açıklamışlardır.


Ma'rifet makamı büyük ve hakîkî alimlerin makamıdır. Hakîkî alimler kitap ve sünnette olan benzer ayetlerin te'villerinde ve Kur'an-ı Kerim'in sûre başlarında
olan harflerin esrarını bilmekte nasibi olan zatlardır. Müteşabih ayetlerin te'vili gizli esrâr cümlesindendir. Elin kudret ile, yüzün zat ile te'vil olunması
ilm-i zâhirdir; esrardan değildir. Bununla beraber ma'rifet, şeriatın dışında bir makam değildir, yâni şeriat dairesinin dışında değildir.


Hattâ bir kimse Nakşıbend KS'den, "Sülûktan maksad nedir?" diye sorunca; "Ma'rifet-i icmâlî ve tafsîlî olup istidlâlinin keşfî olmasıdır." buyurmuşlardır.
Yoksa, "Şeriat irfanlarından ziyade bir ma'rifet hâsıl ola." buyurmadılar.


Sâlik ibtidâ-ı hâlinde, her ne kadar ma'rifetten habersiz ise de, onun talebinde kendisine durgunluk ve gevşeme vermeye ve bundan dolayı ızdıraba düşe...
Zîrâ, tasavvuf ızdırabdır denilmiştir. Çünkü sükûn geldiği zaman tasavvuf kalmaz. Muhibbin mahbubsuz kararı yoktur ve hiçbir gün ondan başkasıyla üns ve
ülfet edemez. İşte sülûkten ve tarikata girmekten en yüksek maksad ma'rifettir ki, idrakten aczini bilip, (Lâ ya'rifullàhe illallah) "Allah'ı Allah'tan
başkası bilmez." mânâsı sâlike mâlûm ola...


Bunu şu beyit ne güzel ifade eder:


İdrâk-i maàlî bu küçük akla gerekmez;
Zîrâ, bu terâzi o kadar sıkleti çekmez.


Ma'rifetten insanın terkibinde zâhir olan, insanın kendi değildir; belki insan bir aynadır. Ona Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın suver-i ilmiyyesi aksetmiştir.
Fakat bu kadar acz insanın ma'rifetine münâfî değildir. Bazıları ma'rifetten acz cehil ola zanneylemişler ki, bu da bâtıldır.


Efendimiz SAS'in:


(Sübhàneke mâ arafnâke hakka ma'rifetike yâ ma'rûf) buyurduğu ve Ebûbekr-i Sıddîk RA Efendimiz'in:


(El-aczü derkil-idrâki idrâkün) buyurmaları ve sûfiyyûn büyüklerinin de:


(Sübhàne men lem yec'alil-halkı ileyhi sebîle illâ bil-aczi an ma'rifetihî) sözleri buna işarettir.


Tenbih:


Zikrolunan âdâba riayet etmek, sâlikin vazifelerine müstenidendir. Eğer bazısında kusur vâkî olursa, onu kendi kusuru bilip istenilen vech üzere âdâba riayet
etmeğe sa'y ve gayret göstermelidir ve kusurunu itiraf edip, sa'y ü gayreti yine elden bırakmamalıdır. Eğer âdâba riayet etmez, kendi kusurunu da bilmezse,
--neûzü billâhi teàlâ-- sâdât-ı kirâmın berâtından uzak ve mahrum, nefsinin hileleri içinde mahv ü perişan olur.


Bu yirmi âdâb, tarîkatın esas ve hulâsâdır. bunların içinde daha birçok âdâb vardır ki, sâlik-i tarîkat olan muhterem kimseler hâle göre, yâni o vaktin
hâl durumu neyi icab ediyorsa ona göre hareket etmeleri lâzımdır. Bu da ancak Cenâb-ı Hakk'ın te'dib ve terbiyesine vâbeste, zevk ve vicdân-ı vehbî ile
mâlûm olur. Yâni Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın o kuluna olan lütuf ve ihsânına bağlıdır. Bu edeblere riayetle berâber, bir sâlik şeyh-i kâmil ve mükemmilden
izin almak şartıyla zikrine devam etmelidir. Eğer bu şartlar olmazsa, ekseriyâ evrad kàbilinden olur ki neticesi sevaptır, derece-i kurb değildir. Buna
dikkat lâzımdır.


Ammâ bazan Cenâb-ı Hak, şeyhin vasıtası olmadan da zikr-i kesîr sayesinde mukarrebînden kılar. Bazan da, kulun zikri tekrarı dahi bulunmadan yakınlık mertebeleriyle
müşerref kılınması mümkün ve vâkîdir.


Zikrolunan şartlar ekseriyet itibariyle hikmet ve adet kaidesincedir. Bu tarikat hakkında Nakşıbend Hazretleri, "Bizim tarîkımız sohbet üzerinedir. Halvette
şöhret, şöhrette ise âfet vardır." buyurmuşlardır. Sohbetten murad, tarikatta birbirleriyle uyuşanların sohbetidir. Yoksa tariklerdeki muhaliflerle olan
sohbet değildir; dikkat edile...


Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'de zikr-i cehrî yoktur. Zîrâ, Nakşıbend Hazretleri yapmamışlar ve yapanları da men etmişlerdir.
HÀTİME


HÀTİME


Sâlikin mürşid hakkında îfâ eylemesi muktezî olan [gereken] âdâb beyanındadır:


Mâlûm ola ki, tàlibe lâzımdır ki kendi gönlünü bütün cihetlerden, işlerden, düşüncelerden boşaltıp şeyhine müteveccih kıla... Şeyhin bulunduğu yerde ondan
izinsiz farz ve sünnetten başka namazlar ve zikirlerle meşgul olmaya ve onun huzurunda ondan başkasına iltifat etmeye... Başkalarının elini öpmek, hatır
sormak ve buna benzer konuşma yapmak doğru değildir.


Bütün varlığıyla kendini şeyhine müteveccih kılıp otura ve öyle bir yerde oturmalıdır ki, gölgesi bile şeyhinin esvabının üzerine düşmeye...


Seccâdesinde namaz kılmaya ve seccâdesi üzerine ayak basmaya... (Vay zamâne dervişlerine vay!..) Abdest aldığı yerde abdest almaya, yâni taharethànesine
girmeye... Ona mahsus olan kalem, kâğıt, bıçak, kaşık, tabak ve sâire gibi şeyleri kullanmaya...


Mürşidi yokken bile, onun olduğu tarafa ayaklarını uzatmaya ve o tarafa tükürmeye... Çünkü onun adetâ kıblesidir. (Dikkat!)


Şeyhten her ne sadır olursa, zuhur ederse --bu görünüşte hatâ bile olsa-- onu doğru bile... Zîrâ mürşidin hareketleri ilhamdan neş'et eder, hatâsı da hatâ-yı
ilhâmîdir. Hatâ-yı ictihâdî gibi ki, ona levm ve itiraz caiz görülmemiştir.


Vaktâ ki bu usül üzere muhabbet hasıl oldukta, sevdiğinden her ne sadır olursa, sevenin gözünde mahbub görünür ve sevilir, itiraza meydan kalmaz. Az ve
ufacık bir itiraz vâkî olsa, felâket ve helâkini, mahv ve perişanlığını mûcib olur. (Ah ah, dik dik konuşmalar, bağıra bağıra şiddet ve hiddetler, ve şeyh
yanına sık sık girmenin ve orada lâubâli oturmanın ne demek olduğu, bilmem acabâ anlaşılır mı?..)


Şeyhten hiçbir zaman havârık-ı âdât, keramet ve geleceğe ait şeyleri ne sormalı, ne de beklemelidir. Bazı hususlarda kendisine şüphe ârız olursa, hemen
arz etmeli, fakat cevap beklememelidir. Müşkülünü hallederse, ne âlâ; o zaman susar, bir şey demezse, kendi taksîrinden bilmelidir.


Bazı mühim rüyalarını arz eder, fakat yine tâbirinde ısrar etmez. Kendine münkeşif olan tâbiri de arz eder.


Gerek sevabını ve gerek hatâsını araştırıp tecessüs etmeye ve kendi keşfine itimad etmeye, güvenmeye... Zarûret olmadıkça, izinsiz ondan ayrılmaya...


Şeyhinden başkasını onun üzerine tercih etmeye... Bu tercih ve arzu, iradelere münâfîdir, yâni yakışmaz ve doğru değildir.


Sonra kendi sesini onun sesinden daha fazla çıkarmaya... Şeyhe seslenirken yüksek sesle çağırmak edebe mugàyirdir.


Her ne gibi feyz ve fütûhâta, devlet ve saadete nâil olursa olsun, onun şeyhinin tavassutu ile olduğunu zan ve tasavvur eyleye... Eğer başka bir şeyh vasıtasıyla
olduğunu vâkıada görürse, yine onu kendi şeyhinden bile...


Şeyhinin gerek işlerinde, gerek sözlerinde ve gerek hallerinde saklanması lâzım olan bir hali görse veya vâkıf olsa dahi, onu başkalarına nakil ve hikâyeden
sakınmalı; bir başkası söylese, onu da duymazlıktan gelip susmalıdır. Sakın şeyhimi medhedeceğim diye veya kendisinin yakını olurum zannıyla, iftihar kasdederek
kendini helâk etmeye...


Şeyhinde her gördüğünü, ben de yapayım demeye... Yalnız şeyhinin dedikleri ile meşgul ola ve izinsiz bu gibi şeyleri yapmaya... Şeyhinin emrine mutî olup,
halife ve müridlerden kendi üzerine takdim ettiği kimselere de itiraz etmeyip, emirlerine itaat ede...


Efendimiz SAS Hazretleri'nin emir gösterdiği kimseye, ondan daha üstün ve âlâ olanlar itiraz etmeyip itaat ederlerdi. Bunların zâhiren her ne kadar amelleri
az olsa dahi, yine ihtiram ve tâzim lâzımdır.


Ahvâl ve akvâlinden, sual ve cevaplardan uzun, derin, ince ve buna benzer sohbetler yapmaya... Zîrâ bu muameleler, müridin kalbinden şeyhinin ihtişam, vakar
ve heybetini izâle eder, giderir. Bunlardan son derece sakınmak ve korunmak lâzımdır. Zîrâ feyizden mahrum kalır. Eğer şeyh tarafından haddinden fazla
müsamaha ve serbestlik verilirse, bundan da son derece korkmak ve sakınmak gerektir. Şâyet ki mekr etmiş ola...


Eğer dînî veya dünyevî bir şey soracak olursa, onun hoş vaktini gözlemek ve şeyhinin haline bakıp, sözlerini dinlemeğe vaktinin müsait olup olmadığını,
yemek ve istirahat vakitlerini, ders ve murakabe hallerini düşünerek, sözleri onu rahatsız etmeyecekse arz eder, sözü de uzatmaz. Yoksa hiç düşünmeden
ve mülâhaza etmeden, ağzına geleni söylemekle arîz ve amîk konuşmaya...


Şeyhinin sözlerini gayet dikkatle dinleyip, işaret ve inceliklerine ehemmiyetle kulak vermeli ve icabını derhal yapmalıdır. Aksi halde fütûhattan ve feyizlerden
mahrum olur. Maksad ve merâmından me'yus olup, söylediği hacetlerden nâdim ve pişman olur. Çok kere de tekdire müstehak, feyz ve derece-i muhabbetten uzak
düşmesine sebep olur.


Eğer şeyhten uzakta bulunursa, hiç olmazsa ayda bir veya iki kere kendisinin iç ve dış halini mektupla bildire...


Sâlik tamâmen kendi ihtiyarını şeyhin ihtiyarında mahvedip, bütün muradlarından nehyolunduğu halde, gayret ve himmetini onun hizmetine arz ede... Her ne
emrederlerse saadet bilip, onu yapmağa can ü gönülden sa'y ve gayret eyleye... Eğer iktidâ ettiği şeyh zikri münâsib görürse, onu emreder. Şeyhin sohbeti
mevcud oldukta, hiçbir şart ile zikre ihtiyaç yoktur Şeyh tàlibin haline her neyi münasib görürse, onu emreder. Eğer bazı şerâit-i tarîkatta taksîr, yâni
noksanlık vâkî olursa, şeyhin sohbeti onu telâfî eder ve teveccühü onun noksanını ıslah eder.


Müridin, kâmil ve mükemmil bir pîre yapışmadıkça hali müşküldür. İnâbe eylediği şeyh nâkıs olmaya... Zîrâ nâkıs olan şeyh, hevâ ve hevesle meşgul olacağından
şâyân-ı ittibâ değildir. Şâyet onun yoluna ittibâ olunsa, kendisi vâsıl olmadığından mürîdi îsâl edemez. Tarîklerin arasını ve sâliklerin çeşitli istidatlarını
ayıramayan şeyh, sâlikini zulmet içinde bırakır.


İmdi bir mürşid gerektir ki, devlet-i cezbe ve sülûk ile müşerref, saadet-i fenâ ve bekà ile müsteid ve seyr ilallah, seyr billâh, seyr anillâh dairelerine
vusûl bulmuş ola... Tàlib bu tarzda bir mürşid-i kâmil ve mükemmile nâil olursa, vücûd-u şerifini ganimet bilip, kendini tamâmen ona şipariş ede... Ve
saadetini onun rızasında, şekâvetini de onun rızasının hilâfında bilip, bilcümle kendi hevâsını onun rızasına tâbî kıla... Ve bütün varlığından geçip,
cümle tâat, ibadet, ilim ve ma'rifetini yokluk deryasına ata... Gönlünü Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın inâyetine bağlayarak, kendine ayna edindiği şeyhinin
reddini red, kabûlünü de kabul bile... Zîrâ sâlikin yolunu kapayan kendiliğidir; yâni kendisinin ilm-i cüz'îsinden geçememesi, ilm-i küllîye vusûlüne mânîdir.
Diğerleri de buna kıyas oluna...
AHİDNÂME SÛRETİ


TEMMET


AHİDNÂME SÛRETİ


Elhamdü lillâhillezî menne aleynâ biitmâmi risâletil-âdâbi fî tarîkatin-nakşibendiyyeh... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin hayril-beriyyeh...
Ve alâ âlihî ve abhàbihî ecmaîn.


Mir'atül-Makàsıd fî Def'il-Mefâsid kitabının 302. sahifesindeki ahidnâme sûretidir:


Bismillâhir-rahmânir-rahîm.


Enbiyâ-yı kirâm ve rusül-i izâm ve melâike-i fihâm salevâtullàhi teàlâ alâ nebiyyinâ ve aleyhim ves-selâm... Ve âl, evlâd, ezvâc, ashàb ve etbâ-ı rasûl-i
rabbil-enâm ve evliyâ-i zevil-ihtirâm, rahimehümül-melikül-allâm hazerâtı haklarında yakışmayan ve lâyıksız kelimeler ve noksanı icab eden tâbirler ve
kötü sözlerden ziyadesiyle sakınmak; ulemâ-i àmilîn, meşâyih-i kâmilîn, eimme-i dîn, müfessirîn, müctehidîn rahmetullàhi aleyhim ecmaîn hazerâtına yalan,
hatâ, hîle, riyâ isnad etmemek ve haklarında sû-i zanna müncer olacak sözlere düşmemek; ve mezheb reislerine ve kavmin sevilenlerine seb ve şetmi, kadh
ve zemmi, teşni' ve ta'nı, tezyîf ve lâ'nı, itâle-i lisânı, iftirâyı ve bühtanı bırakmak gerektir.


Efraddan hiçbir kimseyi istihzâ, tahcîl (utandırmak), tahkîr, terzîl, tahmîk, techîl, tadlîl, tekfîr, ta'zîr, ta'yîb, tekzib, zem ve kadh, şetm, ta'n, lâ'n
ve teşni'i mümkün olduğu kadar yapmamağa çalışmaktır. Bir adamı tekdir ve ta'zir yerine, sürurla hatırını hoş etmek; terzîl, techîl, tahcîl yerine nasâyıh-ı
lâzıme tertib etmek; tahkîr, tahmîk, tezyîf yerine taltif etmek; elem, hüzün ve teessüf yerine meserretini artıracak hareketlerde ve sözlerde bulunmak;
taz'if, tekzib yerine tevcihte bulunmak; küfrü mûcib olan şeyleri te'vil etmek; ta'n ve teşni' ve ayıplama yerine hayır dua etmek; tebzîl-i kibir ve azamet
yerine tevazu ve tenezzülde bulunmak; gadab ve hiddet yerine sabır ve tahammül etmek; zulüm ve ezâ yerine afv ve atâda bulunmak; zem ve kadh yerine medh
ve senâda bulunmak; zor ve cebir yerine ricâ ve niyazda bulunmak...


Ve dahi her halde hilim ve sükûnet. maldan cömertlik ve sehâvet, sözde sebat ve sıhhat, çehrede beşâşet, sîrette (hal ve tavırda) kerâmet, itikadda selâmet,
ictihadda ihtiyata riayet, ifadede halâvet (tatlılık ve yumuşaklık), irade ve adâlet, gidip gelmede îtidal; hulâsa her zaman hüsn-ü hal ibraz etmek, yâni
göstermek...


Kimseye zulüm, ezâ, cevr ü cefâ, bed-dua, hased, iftira, mânâsız dalkavukluk, yakışıksız muamele, fitne ve fesada sebebiyet, emanete hıyanet, ulül-emre
itaatsizlik, dini terk, ana babaya muhalefet, fukaraya hakaret, anane ve âdâtı, yâni millî ve dînî gelenekleri tebdil ve tağyir, emniyeti ihlâl, insanların
mallarını çalmak, kibir ve azameti izhar, rüşvet alma, bahillik ve hasisliği irtikâb, gazab ve hiddet, yalancılık, inat, düşmanlık, ibadette riya gibi
şeylere itibar etmeyerek, hüsn-ü ahlâk ile imtiyaz etmek...


Zinâ ve livatadan ve her türlü içki ve keyif verici haramlardan, menhiyattan, hattâ sigaradan son derece kaçınmak; oruç, namaz, hac, zekât gibi farzlara
ve Allah-u Teàlâ'nın emirlerine imtisâl ve mutâvaat; Efendimiz SAS Hazretleri'nin sünnetlerine elden geldiği kadar riayet ve edâya çalışmak; işrak, duhà,
evvâbîn ve teheccüd gibi sünnetleri terk etmemeye çalışmak ve her halde günahları ve bid'atleri tamâmiyle terk etmek...


Gerçi bunlar kaçınılması pek de kolay olmayan ve beşeriyet iktizâsı olan şeylerse de, bir kusur olduğunda derhal tevbe ve istiğfar ederek, gücü yettiği
kadar bu ahidlere vefâ ve şikâyetleri gizlemek gerekir.


İş bu ahde riayet, hakîkî adamların kârıdır. Halbuki zamanımızda bunu bilip de söyleyen ne şeyh, ne de kabul eden derviş bulunuyor. Ey kardeş, sen hakîkî
insan ve hakîkî Müslüman olmayı kolay bir şey mi sanırsın?!..


Kıyamazsan baş ve câna, uzak dur, girme meydana!
Bu meydanda nice başlar kesilir hiç soran olmaz.


Dikkat: Bu ahidnâme 1293 [1877 mîlâdî] senesinde yazılmıştır. O güne göre, bugünü artık sen kıyas et!..


Ves-selâmü alâ menittebeal-hüdâ... Ve sallallàhi teàlâ alâ nebiyyinâ ve selleme ve alâ âlihî ve ashàbihî ecmaîn.


7 Şa'ban 1389 (19 Eylül 1969)

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...