1/23/2010

geçliğe mesaj

ÖĞRENMEK
NEYE MUHTACIZ?


Bir arıyla insan yavrusunun farkını hiç düşündünüz mü? Yirmi günlük arının çiçek çiçek uçup bal yapmaya başladığını çok görmüşsünüzdür. Bir insan yavrusu ise iki senede ancak ayağa kalkar, konuşmaya başlar. 6-7 yaşında okula gider. Okumayı, yazmayı öğrenir. Liseyi, üniversiteyi bitirinceye kadar hep okur, öğrenir, didinir, çabalar. Çünkü yaşayabilmek için hayatı, insanları öğrenmeye muhtaçtır. Kârını, zararını öğrenmek zorundadır. Ama bir arı yavrusu öyle mi? Onunla bal yapabilmesi için ne okuyup öğrenmeye, ne de üniversite bitirmeye ihtiyacı vardır. Mükemmel olarak gönderilmiştir. Yetiştirilmiştir. Daha petekten çıkar çıkmaz işbaşı yapar. Biz değil yirmi gün veya yirmi sene, hayat boyu öğrenmeye muhtacız. Bunun içindir ki, Beşikten mezara kadar öğrenmemiz emredilmiştir. İnsan kabiliyetlerini ancak okuyup öğrenmekle geliştirir. Bir çekirdeğe benzeyen duyguları bilgiyle kabuğunu çatlatır, filiz verip gelişir.






Bilgi gıdadır. Akıl ve kalp onunla doyar.
Bilgi başarıdır. Bilgisizlik yenilgidir.
Bilgi cesarettir. Bilen insan problemler ve olaylar üzerine cesaretle yürür.
Bilgi dürbüne benzer çetrefilli meseleleri onunla görür ve çözeriz.
Bilgi enerjidir. Hayatın güçlüklerini onunla üstlenir, engelleri onunla aşarız.
Bilgi ışıktır. Yolumuzu onunla aydınlatırız.
Bilgisizlik ise bütün kötülüklerin kaynağıdır. Bilgisiz insan en büyük kötülüğü kendisine yapmış olur.
Bilgisiz insan dik duramayan boş çuvaldan farksızdır. Sadi, bilgisizi, Savaş davuluna benzetir. Sesi çok çıkar, ama içi boştur.
Güzel düşüncelerle, bilgi yumaklarıyla doldurulamayan zihin kutusunu zararlı ve faydasız kırıntılarla meşgul eder.
İnsan ilimle kıymet kazanır. Olaylara dikkatle eğilir. İnceden inceye araştırmayı, titizliği ve becerikliliği öğrenir.
Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıptır. İbni Mesud, İnsanın bilmediğini bilmesi de ilimdir. Der. Çünkü insan bilmediğini bilirse öğrenmeye yönelir.
Felaketlerin üstesinden bilgiyle gelinir. Hacı Bektaş Veli nin ifadesiyle,
Bilgisizce gidilen yolun hayrı yoktur.
Kazanmak, başarmak, yükselmek isteyenler ilme sarılırlar. Öğrenme aşk ve şevkiyle yanıp kavrulmayanlar ise yerlerinde sayarlar. Dünyayı isteyen ilme sarılsın. Ahireti isteyen yine ilme sarılsın, buyuran Peygamberimiz, bilginin önemini ne kadar güzel anlatır.
İlim öğrenmek sadece okula mahsus değildir. Okul insana anahtar verir. O anahtarla ilim hazinelerini açacak olan, insanın bizzat kendisidir. Ne yaparsa özel gayretiyle yapar.
Okulu bitirir bitirmez kitabı kalemi bir tarafa fırlatmak ne kadar yanlıştır! Halbuki ilmin ne yaşı, ne zamanı, ne de yeri vardır. Her yaşta, her yerde, her zaman öğrenilir.
İlim en büyük sermayedir. Ve insan her yaşta, her yerde ve her zaman sermayesini arttırmak ister.
İlimle kendinizi eğitin. Belki güçlüklerle karşılaşacaksınız. Bazı zorluklar çekeceksiniz, ama unutmayın;
HANGİ KIYMETLİ ŞEY VARDIR Kİ KOLAYLIKLA ELDE EDİLEBİLSİN?


EN BÜYÜK ŞEREF






Okumak ve öğrenmek kadar şerefli, lezzetli bir şey düşünülemez.
İlk emri Oku ile başlayan Kur ân, Bilenlerle Bilmeyenlerin bir olmadığını belirtirken, ilim sahiplerinin derecelerinin yükseltileceğini de bildirir.
İnsan, ilmiyle değer kazanır. Hz. Âdem i (a.s) meleklere üstün kılan sır ilimdi.
Kur anda okuma yazma aracı olan kalem övülür, bizzat ona ve onun yazdığı satırlara yemin edilir.
Allah;ın kaleme yemin edişi, onun insan hayatındaki yerini ve değerini en güçlü bir şekilde ifade eder. Hz.Peygamber bir gün yanındaki Hilâl isimli birine, Kalemin var mı? diye sormuş, Yok cevabını alınca da,
Kalemsiz olmaz ey Hilâl ! buyurmuş ve şöyle devam etmiştir.
Çünkü iyilik ondadır. Kıyamete kadar da ona ehil olanlar çıkacak. İnsanlar kalemle ilerleyecekler.
Kalemi elinde tutan âlimin mürekkebi şehitlerin kanıyla denktir.
Yine Peygamberimizin ifadesiyle, ilim sahipleri ölüler arasında dolaşan diriler gibidir.
Zübeyir Gündüzalp, Bilgili insan güneşe benzer. Girdiği yeri aydınlatır. Der. Evet, ilim, karanlıkları aydınlatan bir projektördür. Karanlıkta kalan herkes ona muhtaçtır.
Yükseklere ilim asansörüyle çıkılır. Yükselmek ve olgunlaşmak istiyorsanız ilme sarılın. Hz. Ali İlim alçaklarda kalanları yükseltir. Bilgisizlik de yüksektekileri alçaltır. Der ve ilmin servetten üstün olduğunu ifade ederek şunları söyler.
Çünkü serveti sen korursun. İlim ise seni korur.
Resulullahın (s.a.v) dilinde ilmin kapısı olarak isimlendirilen bu büyük insan.
Biz Allah ın taksimine razıyız. Bize ilmi, düşmanlarımıza da malı verdi. Çünkü mal yok olucu, ilim ise ebedidir.
Faydalı ilim, o ilmi bilen kişiyi ölümünden sonra da hayırla andırır.
İlim ebedi canlılıktır. Bilgisiz insan daha ölmeden ölüdür. Bilgili insan ise öldükten sonra da diridir! demekten kendisini alamaz.






ZEVK KAYNAĞI


Bu derece üstün ve şerefli olan ilmin o ölçüde de zevki lezzeti olduğunu bilseydik, bir an için olsun, yerimizde durabilir miydik?
Onun içindir ki, ilmin zevkine varanlar yerlerinde duramıyorlar, gece gündüz demeden bütün vakitlerini ilme adıyorlar. Hatta uykuda yemekte geçen zamanlarını büyük kayıp olarak görüyorlar. Çünkü ilmin tadını başka hiçbir şey de bulamıyorlar.
Okumayı hiçbir hazineye değişmem diyen E. Gibbon herhalde bu gerçeği ifade etmiş olmalı.
Dünyaca ünlü İmam-ı Azam ın gözde öğrencisi İmam-ı Muhammed, ilme kendisini öyle kaptırırdı ki anlayıp kavradıkça sevincinden kendisini tutamaz.
Ey padişah ve vezir çocukları! Gelin de cennet lezzetinin zevkini sizde tadın! derdi. Ölümünden sonra onu rüyasında gören bir dostu sormuştu.:
Nasıl can verdin?
İlmi bir meseleyle uğraşıyordum. Canımın nasıl çıktığının farkına varmadım.
Büyükler okumayı lezzetli bir meyve gibi görmüşler, temiz havaya benzetmişler. Onu soluk soluğa teneffüs edip, sıkıntılarını, dertlerini, acılarını, problemlerini unutmuşlar. Hele okunan şey ruhu doyurucu vasıfta ise. ..
Montesquieu, Çeyrek saatlik bir okumayla gideremediğim üzüntüm olmamıştır,
Derken bu gerçeği dile getirir.
Kısacası, okumaya gıda kadar ihtiyacımız var.


SORU SORMAK
;Soru ilmin anahtarıdır. Demişler. Soru sormak ilim yolculuğumuzda en çok başvurduğumuz bir yol olmalıdır.
Soru kitabın konunun veya dersin daha iyi anlaşılmasını sağlar
Soru ilmimizi arttırır. Çünkü sordukça cevabını araştırı.; bilenlere, o konuları anlatan kitaplara yönelmemizi sağlar. Soru sorma, farkında bile olmadan bizi bilgi sahibi yapar.
Ebû Yusufa sormuşlar:
Bu bilgini nereden elde ettin?
Küçük büyük ayırd etmeden, bilmediğim sormakla
cevabını vermiş.
Şu kadar var ki, Soru soruyorum& diye, akla gelen olur olmaz her şeyi sormamalı. SORU İNSANIN SEVİYESİNİ DE GÖSTERİR. Mantıklı ve enteresan sorular sorulmalı.






YÜKSEK SESLE OKUMAK




Yüksek sesle okuma da, uygun şartlarda tatbiki gereken bir metotdur. Çünkü okumamızı düzeltir, daha güzel konuşma kabiliyeti kazandırır.






ANLATMAK




Öğrendiklerimizi arkadaşlarımızla müzakere etmek, onlara anlatmak, konuyu kendimize mal etmenin en kolay yollarından biridir. Konu böylece daha iyi öğrenilmiş olacaktır.
Anlatmak ve öğretmek, öğretilecek şeylerin değeri ölçüsünde kıymet kazanır. İnsan o ölçüde gayrete gelir.
Öğretmenlik başlı başına bir meslek olmasına rağmen, herkes yer ve zamana göre bu sıfatı üstlenebilir. Aslında ömrümüz boyunca öğrencilikten kurtulamadığımız gibi, aynı zamanda öğretici de olmak durumundayız.
İlk öğretici Allah tır. Hz. Adem e eşyanın ilmini öğretmiştir. Peygamberimiz de Ben öğretici olarak gönderildim. Buyuruyor.






NELER OKUMALI




Okumak kadar, okuyacağımız şeyleri tespit etmek de önemlidir.
Okuduğumuz kitaplar bize neler kazandırıyor? Bilgimize yeni bilgiler ekliyor mu? Davranışlarımızda iyiye yönelme sağlayabiliyor ; içimizde huzur, işimizde şevk uyandırıyor mu?
Franz Kafkaya göre, kitap insanda şok tesiri uyandırmalı. O, okuduğumuz kitap bir yumruk gibi bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar? Derken, gerçek kitabın özelliğini anlatır.
Eğer okuduğumuz kitap, iyi ki bu kitabı okudum okumasaydım büyük eksiklik olurdu, dedirtebiliyorsa, gerçekten faydalı bir kitaptır.
Alexandre Pope şöyle der:
-Okuduğunuz eser, sizi fikren yükseltir, içinizi iyi ve mert duygularla doldurursa, onun hakkında karar vermek için bu duygu yeterlidir.
Alcott a göre,






ÜMİTLE AÇILIP KAZANÇLA KAPANAN KİTAP İYİ BİR KİTAPTIR.




Kitaplar insanların ayrılamayacağı kaynaklardır. Akıllarını kitapla beslemeyen, ruhları, onunla doyurmayan insanlar sıkıntılardan kurtulamazlar. Seneca KİTAPSIZ YAŞAMAK KÖR, SAĞIR, DİLSİZ YAŞAMAKTIR. Der.
İYİ KİTAPLAR OKUMAYAN ADAMIN, OKUMUŞ OLMASIYLA CAHİL KALMASI ARASINDA HİÇBİR FARK YOKTUR. Diyen Mark Twain, iyi kitabın önemi üzerinde durur.
Faydası dokunmayan kitap, en azından vakti öldürdüğü için zararlıdır. İnsanı tembelliğe, başıboşluğa, aylaklığa, ahlâksızlık ve inançsızlığa iten kitap zehirden farksızdır. Böyle kitaplar insanın maddi ve manevi hayatını öldürürler.
Öyleyse her şeyin en iyisini, en faydalısını seçtiğimiz gibi, kitapların da en iyi ve en faydalısını seçelim. Çünkü onlar hayatımıza yön vereceklerdir. Düşünce sistemimiz onlarla şekillenecektir. Eğer seçimi iyi yapabilirsek, onlar en iyi dost ve arkadaşımız olacaktır. Dünyamız onlarla aydınlanacaktır. Bu vefalı arkadaşlarla her zaman beraber olmayı istemeli ve Konfüçyüs gibi.
Allah’ım! Bana kitap dolu bir ev ver! Diye dua etmeliyiz. Unutmayalım ki, kitaptan daha büyük bir hazine yoktur.




OKUMANIN HEDEFİ NE OLMALI




Allah Resûlü, dualarında faydasız ilimden Allah’a sığınırdı. Peki, faydalı ilim nedir, nasıl olmalıdır?


Faydalı ilim, insanlığın yararına kullanılabilen ilimdir.


Faydalı ilim, uygulanılabilen ilimdir.


Faydalı ilim, öğrenildikçe bilgisizliğimizi hissettirip öğrenme şevk ve gayreti veren, kötü huy ve davranışlardan koruyan ilimdir.


Faydalı ilim, bize bizi tanıtan, gerçek benliğimizi öğreten ilimdir.


Faydalı ilim bize Yaratıcımızı tanıttıran ilimdir.


İlim uçsuz bucaksız bir deniz, ilim öğrenen de o denizin kıyılarında yüzmeye çalışan bir dalgıçtır.


“Dünya beni nasıl görecek, bilemem. Fakat ben kendimi, keşfedilmemiş kocaman bir gerçekler okyanusu içinde, kıyıda oyalanan, arada bir, ya daha yumuşak bir taş veya güzel bir deniz kabuğu bulan bir çocuk gibi görüyorum. “ diyen Isaac Newton, ilmin kazandırdığı alçak gönüllülüğebürünebilmiş bir ilim adamıdır.


“Bütün bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir.” Diyen Sokrates, büyük gerçeği dile getiriyor. Öğrenilenler ne kadar çok olursa olsun, öğrenilmeyenler, bilinmeyenler yanında nokta kadar dahi kalmaz.


Diploma almak için gayret edilebilir. Ama diplomalı olmakla bilgili olmayı karıştırmamalı. Nice yüksek okul bitirmiş kimseler vardır ki, okulu bitirir bitirmez kitabı kalemi bir tarafa atmış, okuma ve öğrenmeden bıkmış, âdeta okumaya boykot ederek kitaplara düşmanca bir tutum içerisine girmiştir. Böyle olmayalım.


İnsanı gurura, kibire götüren bilginin de faydalı olduğu söylenemez. Bir makam, mevki sahibi olmak, insanlara tepeden bakmak için ilim öğrenilmez.”Bu meseleyi ben bilirim. Benim saham. Bu konuda benim kadar bilgili kimse yoktur. Siz bunu bilemezsiniz. Ben her şeyi bilirim”. Gibi ifadeler, aslında cehaletin belgesidir. Sâdi, “Ne kadar çok okursan oku, bilgine yaraşır biçimde davranmazsan cahilsin. Bilgisine göre davranmayan insan, üzerine kitap yüklenmiş hayvandan farksızdır.” Derken, böylelerini de aynı sınıfa sokar.


Her şeyi bildiğini söyleyen insan, hiçbir şey bilmeyen insandır.


Bilgisine yakışır şekilde hareket edebilen kişi gerçekten gerçek ten aydındır. Işığıyla etrafını aydınlatır. Her konuda “Biliyorum” havasına giren, bilmediğini itiraf etmekten çekinen yarı aydınlar, insanlığı felaketlere sürüklemekten, karanlığa atmaktan başka bir işe yaramazlar.


Ne tahripçi aydın, ne de bilmediğini bilmeyen yarı aydın! İkisi de zararlıdır. Bunlar insanlığın felâket dellâlları dır. Birisi, bilgisini yıkmakta kullanır. Diğeri bilmediği halde “Biliyorum” diye yakar, yıkar.


Gerçek aydın gazete bilgisiyle, kulaktan dolma düşünceler ve direktiflerle hareket edip hüküm vermez. Araştırarak, düşünerek, gerçeğe sadık kalarak hareket eder.


Gerçek aydın öğrenmenin hedef değil, ,insanlığa hizmet aracı olduğunu bilir. İlmini insanlığın yararına kullanır.


Okumaktan maksat faydalı olmaktır. İlim insanlığa hizmete kullanılabiliyorsa kıymetlidir, faydalıdır. Uygulamaya dökülmeyen bilgi ne kadar faydalı olursa olsun, bir işe yaramaz.


İlim insanı olgunlaştırmalı, beğenilen ve sevilen kişi haline getirmeli.


İlimden maksat kendini bilmektir. İlim ne ölçüde kendimizi tanımamıza vesile oluyorsa, o ölçüde faydalıdır. Yunus Emre ne güzel söylemiş :


İlim ilim bilmektir.


İlim kendin bilmektir,


Sen kendini bilmezsen


Ya nice okumaktır?”






İnsan Yaratanın harika bir sanat eseridir. İnsanın kendini bilmesi bir yerde Sanatkârını bilmesi demektir. İnsan sormalı:


“Beni en güzel bir biçimde Yaratan kim? Sayısız nimetlerle besleyip büyüten Kim? Atomdan güneş sistemine kadar her şeyi hizmetime veren kim?


Bu soruların cevabını bulabilen insan, öğrenmenin maksadına ulaşmış demektir.


İlmin gayesi Yaratanı bulmak, Ona inanıp bağlanmaktır. İlimle iman ayrılmaz iki hakikattir. İnanmayı bütün hürriyetlerin üstünde gören John Milton.


“Bana bütün hürriyetlerden önce, bilmek, düşünmek, inanmak ve vicdana göre konuşmak değerlerini kazandırınız.” Derken.” Bir taraftan da ilimle imanın ayrılmazlığına dikkat çeker.


“İlimsiz din kör, dinsiz ilim topaldır” diyen Einstein da, dinle ilmin birbirini tamamladığını ifade eder.






ÇALIŞMAK




İNCE SIR




“Yer çalışsın gök çalışsın, sen utanmazsan otur.!”






Bunların hakkında bilmem bahanen var mı? Dur!






Ey bütün dünya ve mâfihâ (içindekiler) ayaktayken yatan,






Leş mi kesildin, davransana! Bari Allah’tan utan!” diyen Şairimiz, bu mısralarıyla çalışmanın önemini anlatmaya çalışır.






İnsan çalışmak zorundadır. Zerreden yıldızlara kadar her varlığın harıl harıl çalıştığı kâinatta boş durmak insana yakışmaz. Arılar çiçek çiçek dolaşır. Karıncalar dinlenmek bilmeksizin çalışır. Kuşlar daldan dala konar. Sular şırıl şırıl akar. Çiçekler açar, hayvanlar koşar, güneş her sabah doğup akşamleyin batar. Eğer kâinattaki bu düzenli çalışma, didinme, gayret olmasaydı ayakta kalabilir miydik?






Bu düzene ayak uyduramayan veya bozmaya çalışan insan ne kadar zarardadır!


Her şeyin tekâmül ettiği, iyiye ve mükemmele doğru gittiği kâinatta, bu tempoya ayak uyduramayan insan elbet zarardadır.


Halbuki insan yaratılışı gereği çalışmak zorundadır. Huzuru buna bağlıdır. Sıkıntılardan ancak böyle kurtulur. Çünkü boş insanın başına sıkıntılar, sinekler gibi üşüşür.


Başarının sırrı çalışmada saklıdır. Çalışan insanlar er geç başarırlar.


Alın terinin, göz nurunun, el emeğinin ulaşamayacağı şey yoktur. Belli noktalara yükselmiş ne kadar büyük insan varsa, bakın, hepsi de çaba ve gayretleriyle o noktaya ermişlerdir. Addison.


“Hiçbir başarını rastlantıya borçlu değilim. Buluşlarım da rastlantının değil çalışmalarımın sonucudur.” Der. Edison da, “Başarılarımın yüzde doksan dokuzu çalışma, yüzde biri de zekama ait.” Der.


Herşey çalışmayla elde edilir. Hangi değerli iş vardır ki, gayretsiz elde edilmiş olsun? Bilgi de çalışmayla kazanılır. Balzac, “Bilginin efendisi olmak isteyen, çalışmanın kölesi olmalıdır.” Derken, ilim öğrenmede çalşmanın önemini belirtir.


Bedenin sağlıklı olması, gerekli vitamin ve proteinleri almakla olduğu gibi, zihnin kuvvet ve zindeliği de zihni ekzersizlerle çalıştırmakla, işletmekle olur.


Zihnen ve bedenen çalışmak zorundayız. Çünkü durmak yokluğun ikiz kardeşi, hareket ise dirilik, canlılıktır. Durgun suların zaman içinde kokuşup kurtlandığını bilmeyenimiz yoktur.


Atalarımız “İşleyen demir pas tutamz” demişler. Aslında insan hareketli, heyecanlı bir özellikte yaratılmıştır. Rahatı, huzuru, mutluluğu ancak çalışmasıyla mümkündür. Sefahat de, sefalet de çalışmayla önlenir.


Belli hedefleri, yüce gayeleri olanlar muhakkak çalışmalıdırlar. Yükselebilmek için çalışmak şarttır. Kolayca elde edilen şeylere değil, alın teriyle hak ederek kazanılan şeylere kıymet vermek lâzımdır.


Hore, “İnsanlar dünyada çabuk yükselenlere değer verirler. Halbuki hiçbir şey toz ve tüy kadar çabuk yükselmez. Der. Güçlüklere katlanarak, çile çekilerek, dirsek çürüterek elde edilen şeylerin tadına doyum olmaz. Peygamberimiz de, “İşlerin en hayırlısı en zor elde edilendir.” Buyururken bize kolaya değil, zora talip olmayı hedef gösterir.


Bunun içindir ki, yorulmalı, didinmeli, çırpınmalı, çile çekmeli , neticeyi öyle elde etmeliyiz. Paranın bile bin bir güçlükle kazanıldığı günümüzde yüce hedeflere kolayca varılamayacağı unutulmamalıdır. “Yükselmek, hayatın sırrını öğrenmekle olur.” Diyen Pasteur, usanma nedir bilmeyen gayretiyle o sırrı bir yönüyle yakalayabilenlerden biridir.


Hangi işte olursak olalım, çalışmayı prensip edinelim. Kendimize sorular soralım:


“Dün ne yaptım? Bugün ne yapıyorum? Yarın ne yapacağım!”


Eğer “Bugün en az dünkü kadar çalıştım. Yarın da aynı tempoyla çalışıp bir şeyler yapacağım.” Diyebiliyorsak mutluyuz. O zaman güçlüklerin üstesinden gelebilir, engelleri aşabilir, imkanları değerlendirebiliriz.


“İki günü eşit olan zararda dır..” hadisi rehberimiz olmalı; her gün bir önceki güne muhakkak bir şeyler eklemeliyiz.


Ömür boşa geçirilecek, tembellikle heder edilecek kadar değersiz değildir. Vaktini öldüren insan kendi kendisine sorabilmelidir:


“Yılan, akrep gibi zararlı yaratıklar öldürülür. Vaktim o kadar zararlımı ki, onu öldürmeye çalışıyor... “Aman vakit geçmiyor! Ah vah! Demekle kendimi sıkıntılara atıyorum?


Bu soruya vereceğimiz “hayır! Cevabı, herhalde bizi çalışmaya itecek kadar tesirli olacaktır.


Peygamberimizin boş oturan insana selam vermediğini düşünelim. Çalışmanın insan hayatındaki önemini bir kere daha anlarız. “dolu vakit gelmeden önce boş vaktin kıymeti bilin! Buyuran bir peygamberin yolunda olanlar için çalışmanın hiçbir mazereti yoktur. Hele dini görevlerini yaptıktan sonra, çalışmanın da ibadet olduğunu bilirsek.


Elbette ki, bir takım şikayetlerle, problemlerle karşı karşıya kalabiliriz. Noksanlarımız, kusurlarımız olabilir. Bunları bir tespit edelim. “Bunların üstesinden geleceğim! Diye azmedelim ve şevkle, gayretle çalışalım İnanın, hepsinin üstesinden geleceğiz. Kur’ an, “İnsan için çalıştığından başka bir şey yoktur.” Buyurduktan sonra daha fazla söze ne hacet! Çalışalım, muhakkak neticesini göreceğiz.


Ne var ki, rastgele çalışamayız. Her şeyin planlandığı, proğramlandığı günümüzde derli toplu, düzenli, planlı programlı olmayan çalışmaların verimli olmayacağını da akıldan çıkarmamalıyız.


Çalışmalarımızda başarılı olabilmemiz için kanun şeklinde bir kısım prensiplere sarılmalı, bazı engelleri aşmalıyız. İsterseniz, bunların birkaçını hatırlayalım.




TEMBELLİĞİ YENMEK




Tembellik hakkında söylenmiş bir çok kıymetli söz vardır. Hz. Ali “İnsanı vaktinden önce yıpratan bir şey varsa o da tembelliktir . ’der. Tembel ve çalışkan iki yaşıt insana bakın! Vecizenin doğruluğunu anlamakta gecikmeyeceksiniz. Çalışkan daha genç ve dinç, tembel ise hayattan bıkmış ve yıpranmıştır. Tembelliğin verdiği can sıkıntısıyla kahvehanelerde sigara dumanları içerisinde geçen bir ömür hiç yıpratmaz mı?


Namık Kemal’in gözünde, tembellik ölümün küçük kardeşidir. Tembel insan ha vardır, ha yoktur. Varlığıyla yokluğu arasında fark yoktur. Tembelliği yoklukla eş manada gören Bediüzzaman ise, işsiz, tembel, istirahatle yaşayan ve döşeklerinde rahat rahat uzananların, çalışanlardan daha çok zahmet ve sıkıntı çektiklerini belirtir ve tembellerin daima ömürlerinin çabuk geçmesini istediklerini söyler.”Çalışan şükreder, hamd eder. Ömrünün geçmesini istemez” der ve şu kaideyi zikreder:


“rahat zahmette, zahmet rahattadır.”


Bu gerçeği kavrayan La Bruyere de, can sıkıntısının tembellikle birlikte dünyaya geldiğini söyler. O can sıkıntısında ki, birçok insanı kumarhanelere, meyhanelere, hastahanelere ve hapishanelere atmıştır.


İnsan bu dünyaya keyif sürmeye gelmemiştir. Ne kadar istese de, eksik olmayan acılar, üzüntüler, sıkıntılar buna fırsat vermez. O halde, insan rahatı rahat yaşamada aramamalıdır. İster istemez başını ağrıtan çilelere, zahmetlere göğüs germeli, rahatı bunda bulmalıdır. Rahatı rahatsızlıkta arayanlar için, rahatsızlık diye bir şey yoktur.


Hep zaman yokluğundan dert yanıp dururuz. Acaba gerçekten mi zamanımız yok., yoksa zamanımızı değerlendirmemekten mi sıkıntı çekiyoruz?


Özel sohbetlerimizde, televizyon başında, yemede, içmede, gezip eğlenmede harcadığımız saatlerin bir hesabını tutsak, senede birkaç bin saati bulur.


Sadece televizyon seyretmeye harcadığımız bir-iki saati kitap okumaya verebilseydik, senede en az 30-40 kitap okurduk. Televizyondan öğrendiklerimizle kitaplardan öğrendiklerimizi bir karşılaştırsak, kitaplardan ne kadar çok faydalandığımızı anlamakta gecikmeyiz. Demek ki, zaman yokluğu değil, tembellik söz konusu. En büyük düşmanımız olan tembelliği bir yıkabilsek, başaramayacağımız iş olmaz.


Şevk ve gayreti söndüren, bukalemun gibi çeşitli kılıklarla karşımıza çıkan tembelliği yenmek, en büyük gayemiz olmalı. O hain tembellik ki, bazen cazip sakızları ağza verir ve gevşeklik bıkkınlık, usangaçlık, yorgunluk, hastalık, başıboşluk, havailik gibi çeşitli tuzaklarla insanları ağına düşürmeye çalışır. Şöyle dedirtir.


“Bugün çok çalıştın, birkaç gün dinlenmelisin”


“Üzme tatlı canını, çalışıp da ne olacaksın! Çalışanlar ne olmuş ki!”


“Fazla çalışma kafanı bozarsın”


“Çalışanda bir çalışmayanda. Testiyi getiren de bir, getirmeyen de


Amma da inekliyorsun.


“Pinekledin de ne oldu sanki”


“şansın var mı kardeşim? Varsa talih kuşu başına konar. Yoksa kuş olup uçsan da bir şey yapamazsın.”


Daha bir sürü sözlerle insanı belaya atar ve musibetine ortak arattırır. Ta ki, tembeller çoğalsın da özürler hafiflesin, tembelliğe kılıf uydurulsun.


Yol iki görünüyor: Ya bu ve buna benzer tembel silahlarına hedef olup kendimizi bütün meşakkatlerin anası ve rezaletlerin yuvası olan tembelliğin kucağına atmak!


Ya da ilerlemenin, başarının anahtarı, huzurun esası olan çalışmaya dört elle sarılıp dünyada ahirette mutlu olmak!






METODLU VE PLANLI ÇALIŞMAK






“Bugün amam da çalıştım. Sabahtan akşama kadar başımı hiç kaldırmadım!” diyen kişi, bu sözleriyle belki de sevincini bildirmiş oluyor. Ne var ki ! çok çalışmak gerekli, ama yeterli, değil.


En az çok çalışmak kadar önemli olan, metodlu, planlı ve proğramlı olabilmektir. Bunu da, elde edilen verim gösterir. Ne kadar verimli olabilmişsek, o derece plânlı proğramlı olabilmişiz demektir.


Dexscartes , “Plansız çalışan bir kimse, ülke ülke dolaşıp hazine arayan bir insana benzer,” der. Ve yine Descartes toplumların ilerilik ve geriliğinin zekâ ve akılları ölçüsünde değil, metodlu ve akıllı çalışıp çalışmamalarıyla olacağını belirtir. Bu sözler Avrupa’da sistematik çalışmanın temellerini atan bir bilgine ait.


Sistematik çalışmayla kısa zamanda hedefe varılır, büyük hamleler gerçekleştirilir. Gerek kişi ve gerekse toplumlar bununla maksatlarına ulaşırlar.


Büyük işler başarmış, yüzlerce eser vermiş, isim yapmış insanların çalışmalarına bakın. Düzenli, plânlı ve proğramlı olmayı prensip edindiklerini göreceksiniz. 576 eser veren Celâleddin Sûyuti’nin bu verimliliğinde, şüphesiz, aynı duygu yatmaktaydı.


Nice kabiliyetli, akıllı insanlar da vardır ki, plânsızlıklarından, bütün işleri yarım yamalak kalmakta, bir türlü neticeye ulaşamamaktadır.


Kendimize bir proğram yapalım . Neyi ne yapacağımızı tespit edelim. Ve her gün o plan üzerinde çalışalım. Belki başlangıçta %60 başaracağız. Ama sebatla devam edelim. % 80, % 100 uygulamak için gayret edelim. Bakın, nasıl başaracağız?






ENERJİYLE DOLMAK




Arabanın tekerinden direksiyonuna, aküsünden radyatörüne kadar bütün aksamı tamamdır tamam olmasına da, bir türlü hareket ettiremiyorsunuz. Çünkü yakıtı yok. Yakıtsız arabanın yol alması nasıl hayalse, çalışmak için gerekli olan merak, şevk, heyecan ve cesaret duygularından mahrum olan kimselerin de mesafe almaları düşünülemez.


Bunlar arabanın yakıtı gibidir. İnsana hız verir. İtici güçlerdir. Enerjidir. Önemli olan, insandaki çalışma arzusunu harekete geçirebilmektir.




MERAK EDEBİLMEK




Kendimizi yokladığımızda, içimizde merak denilen bir duygunun yetiştirilmiş olduğunu görürüz. Kabiliyet toprağımıza ekilmiş bu duyguyu geliştirmek, inkişaf ettirmek elimizdedir.


Etrafımızda olup biten olayların sebeplerini, niçinlerini öğrenme arzusu o konuda bizi bilgili olmaya itecektir.


“Bu niçin böyle ? Sebepleri nelerdir? Gibisinden sorduğumuz sorular bizi harekete geçirip mesafe aldıracaktır.


İnsanlar bu merak duygusuyla dağları deler, denizlerin dibine iner, Ay’a çıkarlar.


Ünlü bilgin Einstein’ı izafiyet teorisini bulmaya iten saik, daha çocukluğundayken kendi kendisine araştırıp durduğu şu sorulara cevap bulmak arzusuydu:


“İki olayın aynı anda vuku bulması ne demektir? İnsan bir ışık demetinin üzerine binip seyahat etse ne olurdu?...


Merak ilmin projektörüdür. Kullanabildiğimiz sürece yolumuzu aydınlatacaktır.




SEVEREK ÇALIŞMAK




İnsan yaptığı işi severek yapmalı. İstemeyerek, benimsemeyerek yapılan işlerin hayrı yoktur. İnsan ne nisbette severek çalışırsa o ölçüde başarılı olur.


Bunun içinde, severek yapabileceğimiz işlere yönelmeliyiz. Mesleğimizi seçerken dikkatli davranmalıyız. Hoşlanmayacağımız bir meslek bizi ömür boyu huzursuz edebilir., verimli olmamızı önleyebilir.


Kendimizi yoklayalım.”Kabiliyetlerimiz nedir? Öğretmen, anne, baba ve yakınlarımızın öğütlerine dikkat etmekte elbet bizim için faydalar var. Onlar bizim kötülüğümüzü istemezler. Ne var ki, bizi en iyi tanıyan yine biziz. Kabiliyetlerimizi Dikkate almadan sırf bazı tavsiyelere uymak için biş işe girmek veya bir mesleğe yönelmek, bizi sonunda pişman edebilir. Önce aklımıza danışalım. Başarabileceğimize, faydalı olabileceğimize inanıyorsak ondan sonra seçelim.


Şu da var ki, içinde bulunduğumuz şartlar da arzumuza kavuşmamıza engel olabilir. İstemeyerek, hoşlanmayarak da olsa bir işin içerisine girmiş olabiliriz. Bu durumda yapacağımız şey şu olmalı. Eğer işimiz meşru ve faydalı bir iş olmasına rağmen bize zor geliyorsa sabretmeli, onu sevmeye çalışmalıyız. Bu duyguyla hareket edersek, göreceğiz ki, sonunda başarılı olacağız.






ŞEVK, GAYRET, HEYECAN




Kainatta atomdan güneş sistemine kadar bıkma usanma bilmez bir gayret hakimdir. Atomun etrafında saniyede yüzlerce, binlerce kilometre hızla hareket eden elektronlarda o şevkin işareti var. Güneşin etrafında baş döndürücü bir hızla Mevlevi gibi dönene gezeğenlerde aynı sır saklı. Yağmur o şevkle yağıyor, çiçekler o şevkle açıyor; güneş o şevkle doğup batıyor, gülümsemeleriyle bize selam veriyor.


Şevk ve heyecan yüklü bir kervana yeryüzünün hakimi durumundaki insanın, başı çekerek katılması gerek. Bu duygu olmazsa bütün işler alt üst olur.


Şevk ve gayret insanı yerinde durduramayacak kadar lezzetli dir.. “Bilseniz ki, gayret ne kadar kıymetlidir; bir dakika boş durmazdınız. “ diyen Bediüzzaman Hazretleri ne güzel söylemiş. Başka bir şeye gerek yok; gayretin, şevkin bizzat kendi içindeki lezzet bizi kamçılamaya yeter. Zaten şevk ve gayret ruhun kamçısıdır. Yine hayatın bir faaliyet ve hareketten ibaret olduğunu belirten Bediüzzaman, “Şevk ise bineğidir.” Der. Bu bakımdan, şevk bineğine gayretle binip hayat meydanına atılmalıyız.


En verimli çalışmalar, şevk, gayret ve heyecanla yapılan çalışmalardır. Bu duyguları daima canlı tutmalıyız. Bu enerji dolu duygularla hep, “Başaracağım, yapacağım, üstesinden geleceğim! Demeliyiz ve başarmalıyız.


Şevk mutluluktur, enerjidir, gayrettir. Onun için, “Ben çalışmak istiyorum, ama bir türlü yapamıyorum. Arzum var, fakat enerjim yok. Diyen insana inanmayınız. Başka işlere vakit bulabilen insanın bu sözleri, nefsin avukatlığı için söylenmiş sözlerden başka bir şey değildir. O insan isteseydi başkalarına olduğu ona da zaman ve enerji bulabilirdi.


Şevkimizi söndüren gayretimizi öldüren bir duygu bir olay mı var? Onları derhal bertaraf etmeli, şevk ve gayret kazandırıcı fikir veya kitapları devreye sokmalıyız.


Yaptığımız işerin ve yüklendiğimiz vazifenin büyüklüğü, bizi gayrete getirmeye yetmelidir.


Maddi beş-on kuruşluk kazanç uğruna sabahın erken saatlerinde kalkıp işine koşan insanın kazancından daha mı az kazançlıyız? Manevi kazancımızın eşşizliği, bizi gün doğmadan kaldırmalı, yerine göre gece kararıncaya kadar da çalıştırmalı.


Biz yıkım için değil, yapım için varız.


Biz kin, düşmanlık ve kötülük için değil; sevgi, kardeşlik ve iyilik için varız.


Var oluşumuzun sebepleri bizi gayrete getirmeye yetmiyor mu?


Bu duyguyla hareket ettiğimiz müddetçe, okuduğumuz kitaptan, çalıştığımız dersten ve işten, üstlendiğimiz vazifeden zevk alırız. Şevkle ve gayretle ona yöneliriz.


İş ve vazifemizin yüceliği bizi donukluktan, sönüklükten, ölülükten kurtaracak; son ana kadar şevk, gayret ve heyecanla dolu olarak yaşayacaktır.




DİKKATLE EGİLMEK




İnsan ne ölçüde kendisini işine verir, dikkatini onun üzerinde toplar, duygularını da yardımcı kılarsa, o ölçüde başarılı olur.


İnsan bütün varlığıyla işine yönelmeli. Âdeta kendisinden geçmeli. Bu, bedenle yapılan çalışmalarda olduğu kadar fikri çalışmalarda da önemlidir.


Başarısızlıkların en önemli sebeplerinden biri, insanın o işe kendisini dikkatle verememesi,gevşek ve üşengeç bir tavırla eğilmesidir.


Çalışmalarımızda güneş ışınları toplayan mercek, savaşta nöbet bekleyen er gibi dikkatli olmalıyız. Dikkat ve titizliğin verimli çalışmanın temel esaslarından olduğunu unutmamalıyız.


Bu özellikler bizde zayıf olabilir. Çeşitli sıkıntı, üzüntü,iş ve ızdıraplarla aklımız allak bullak olabilir. Birbirine zıt arzularla karşılaşıp zaman zaman kararsız olabiliriz. Ama şunu unutmayalım ki, insan aklı bütün bunların üstesinden gelebilecek güçtedir. Akılda öyle bir güç vardır ki, William Multon’un ifadesiyle, o akıl, sağlam ve keskin bir şekilde bir noktaya yöneltildiği zaman çok müthiş bir alet olabilmektedir.


İşimizin başına geçtiğimiz zaman her şeyi unutup aklımızı o noktaya yöneltirsek ne sıkıntı kalır, ne de zihnimizin allak bullaklığı. Belki bu ilk anda zor olur. Eksersizlere ihtiyaç duyarız. Bir kere, iki kere, on kere, yirmi kere, hatta elli kere, yüz kere bu eksersizleri... Bunun için de, dikkati dağıtıcı sebepleri mümkün mertebe uzaklaştırmaya çalışmamız gerekir.


Biz genellikle dahi insanların, bu özelliklerini doğuştan getirdiğine inanırız. Bunun böyle olmadığını söyleyen ünlü psikolog William James


Asıl farkın dahilerin konu ve gayeleri için sarf ettikleri gayrette ve zihinlerinin bütün güçlerini toplayarak belli bir noktaya yöneltmelerinde olduğunu söyler.


Kendimize güvenelim ve görevi şevkle omuzlayalım. Dahiler kadar olmasa bile, büyük ölçüde dikkatimizi bir noktaya toplayabilecek; okuduğumuz kitabı daha iyi anladığımızı, işimizi daha iyi yaptığımızı göreceği. Zihnin güçlenmesi için de bu şarttır. Unutmayalım ki, insan hangi noktaya kendisini verirse o noktada gelişir.






SABIR VE DEVAMLILIK




Peygamberimiz, “Acelecilik şeytandan, akıllıca ve ihtiyatla düşünerek hareket etmek ise Rahman ’dandır.” Buyurur.


Acelecilik tabiatın işleyişine, kainatın düzenine, kısacası, yaratılışa ters düşer. Kışın ortasında baharın gelmesini isteyeceğimiz, gelişini beklemek zorunda olduğumuz gibi, işlerimizin zamanında bitmesi için de beklememiz lazımdır. Buna sabır diyoruz.


Acelecilik bir işin vaktinden önce olmasını istemek, sabır ,ise zamanı beklemek demektir.


Çalışmalarımızda da sabra ve devamlılığa çok muhtacız. Sabır belki başlangıçta zor gelecek, ama acı ilaç gibi faydasını sonra gösterecektir.


Hz.İsa, “Hoşlanmadığına sabretmedikçe hoşlandığını ele geçiremezsin,” der. Gerçekten hoşlanmadığımız zora katlanmadıkça, hoşlandığımız sonucu elde edemeyiz.


Özellikle ilmi çalışmalarda sabrın büyük önemi vardır.


Çalışmalarımızda elbette bir kısım sıkıntı ve darlıklarla karşılaşacağız. Bunların üstesinden ancak sabırla gelebiliriz. “Sabır ferahlığın anahtarıdır” demişler.


Bir anda bir çok şeyleri anlamaya, öğrenmeye kalkmak sabırsızlıktır. Sindire sindire anlaya anlaya hareket etmek ise akıllılıktır.


İlim sabır ,işidir. Her iş sabır ister.


Bir işten netice almadan diğerine başlamak boşu boşuna kürek sallamaktır. Başladığımız işi bitirelim. Birini bitirmeden diğerine başlamak, unutkanlığa yol açar.


Bir anda birçok kitabı okumaya, birçok konu ve dersi almaya kalkan, hiçbirinde başarılı olamaz. Bölüm bölüm çalışmalı. Biri öğrenilmeden diğerine geçilmemeli Büyük İslam alimi İmam-ı Gazal, meşhur İhya-ı Ulumid-Din eserini bir zamanda tek bir bölüm, bir konu üzerinde çalışmak suretiyle tamamlamıştır.






Yarım kalan işte hayır yoktur. Radyoyu bulan Marconi bir işe kendisini verdiği zaman netice alıncaya kadar bırakmazdı. Ampulü bulan Edison, bu keşfini gerçekleştirebilmek için gece gündüz demeden tam yirmi bin deney yapmıştı.


Devamlılık sabırdır. Az, fakat devamlı olan işin hayırlı olduğunu bildiren Peygamberimiz s.a.v, netice alıcı ve devam edici olmamızı ister. Devamlı yanan kandil bir anda parlayıp sönen yıldızdan daha iyidir.






Devamlılık başarının ilk adımıdır. Sonuca götürücü bir adımdır bu. Samuel Johnson, büyük eserlerin sadece çalışmakla değil, sabırla elde edileceğini söyler. Eserleriyle başlar üstünde tutulan tanınmış İslam bilgini İbni Hacer’i başarıya ulaştıran sebep de, sabırlı, sebatla okuluna devam edişi olmuştu. “Kafam almıyor. Ben beceremem “ diye köyüne dönerken uğradığı mağarada gördüğü olay ona kamçı olmuştu. Görmüştü ki, mağaranın tavanından sızmakta olan damlalar alttaki taşa vurmaktaydı. O sert taş zamanla bu damlalarla delinmişti. Bu yumuşak damlanın sert kayaya karşı zaferi idi. Bunun üzerine İbni Hacer, “Benim kafam taştan daha sert, daha kalın olamaz! Demiş, didinip çırpınmış,sebat etmişti. Ve nihayet bu kararlığı onu bir numaralı öğrenci haline getirmiş, sonraları da ciltlerce eser vermesini sağlamıştı.


Ebu Yusuf isimli büyük bilginin başarılarında da bu sır vardı. Bir gün hocası ona şöyle demişti:


“Sen önceleri dersi pek anlamazdın. Fakat devam ettin. Zeki ve çalışkan oldun.”


“Doktorların sultanı” olarak bilinen, eserleri 600 sene Avrupa üniversitelerinde okutulan İbni Sina meşhur Kitabü’ş-şifa’sını devamlı çalışmasına borçludur. Eserini kaleme alabilmek için her sabah namazından sonra muntazaman iki saat çalışması yeterli olmuştur.


Ünlü İngiliz filozofu Spencer de günde iki saat çalışmakla büyük külliyatını kaleme almıştı. Senede 1200 sayfa yazan Fransız edibi Emile Zola ’ ya sormuşlar:


“Başarını neye borçlusun?”


“Günde iki-üç saat çalışıp yazmaya borçluyum,” cevabını vermiş.


Az gibi görülen bir-iki saatlik sürede bile, devamlılık varsa, neler yapılabileceğinin en açık örnekleridir bunlar.


Öyleyse çalışmaya, hizmete, okumaya devam!




ZAMANI İYİ DEĞERLENDİRMEK




Zaman en büyük sermayemizdir. Edison’un deyişiyle, yeğane sermayemizdir.


Önemli olan, paha biçilmez bu sermayeyi yerli yerinde ve kıymetine uygun bir şekilde kullanabilmektir. Su gibi akan, en büyük sermayelerle bile geri getirilemeyen zamanı acaba gerektiği gibi değerlendire biliyor muyuz?


Her kes vicdanına bu soruyu sormalı.


Çalışkan insanın ömründe boş vakit yoktur. Yoktur ki, saçıp savursun. O hep didinir, çırpınır, koşar. Kötülük düşünemez. Hz.Ali


“Çalışanlar kötülük düşünmeye bile vakit bulamazlar,”der. Çalışmayanların ise kendilerini kötülükten kurtaramayacaklarını belirtir.


Kötülükler hep boş kalışın, vakti değerlendiremeyişin neticesidir. Allah Resulünün dilinde, değeri bilinemeyen iki nimetten birisi sağlık, biriside boş vakittir. Asr suresinde anlatıldığı gibi, böyle insanlar hep zarardadır, kaybetmektedir.


Çalışmak için uykudan, yiyip içmekten, gezmekten tasarrufa kalkanların hayatında boş vakit yoktur. Onlar gerektiği gibi vakitlerini değerlendirmenin çabası içerisindedirler.


İflas etmiş bir insana büyük bir sermaye verilse nasıl sevinir; geçmişteki hatalarını düzeltmeye, işini yeni baştan düzenlemeye nasıl gayret gösterir; yanlışlara düşmemek için nasıl didinir; bilirsiniz. Geçmişini iyi değerlendiremeyen insanlar için, önündeki saatler yeni bir fırsattır. Bulunduğu anı iyi değerlendiremeyenler parlak bir geleceğe layık değillerdir.


Sabah kalkıştan akşam yatışa kadar günümüzü plânlayalım. Ne zaman ne yapacağımızı tespit edelim. Ve bu planı en yüksek seviyede uygulamaya çalışalım.


En değerli işlerimizi en verimli saatlere bırakalım. Bazıları akşamleyin, daha randımanlı çalışır. O vakitleri belirleyelim. Resülullahın, “Erken hareket, bereket ve başarıdır.” Hadislerinde belirttiği gibi, bilhassa sabah saatlerini en güzel şekilde değerlendirelim. Gün doğmadan sağlam temellere oturttuğumuz işlerimiz o ölçüde kolaylaşacak ve başarılı olacaktır.


Bazıları çalışmak için uygun zaman ve zemin bulamadığından dert yanarlar. Çalışmayı alışkanlık edinenler için ise bu bir problem değildir. Aslında onlar için her yer ve her zaman, en uygun şekilde değerlendirilebilecek özelliktedir.


Her günün kendisine göre işi vardır. Buğünün işini yarına bırakmak, ömürden bir gün çalmak demektir. Çünkü yarının da kendisine göre işi vardır. Halbuki iki günü eşit olan zarardadır.






İŞİ İYİ YAPMAK






İş olsun kabilinden, rastgele, gelişi güzel, baştan savma yapılan işlerden hayır beklenmez. İnsan ektiğini biçer. Emek verelim ki, değerli olsun. Üzerine eğilelim ki, kıymetlensin.


İnsan yaptığı işi önce kendisi beğenmeli. Kendi beğenmediği bir şeyi başkalarının beğenmesini istemeye de hakkı olmamalı.


Güzel, iyi, sağlam, temiz, düzgün yapılan işler herkesçe beğenilir. Allah Resulü de, “Allah işini düzgün ve sağlam yapan kulunu sever.” Buyurmuştur.


Tabiata bakın, Hiç çirkin, dağınık, düzensiz bir şey görecek misiniz? İnsan eli karışmamış her şey ter temiz, düzgün ve derli topludur. İnsan bu düzenden ders almalı, değil mi?






TECRÜBELERDEN FAYDALANMAK






Günümüzün medeniyeti, birbirini takip eden ve tamamlayan tecrübelerin ürün-üdür. Bir çekirdek olarak ortaya atılan fikir ve görüş zamanla geliştirir, keşifler yapılır, yeni yeni hamleler gerçekleştirilir.


Tecrübeler elimizde hazır dökümandır. Büyüklerin seneler boyu elde ettikleri neticeler birer kültür kaynağıdır. Tecrübe edilmiş birşeyi tekrar denemeye kalkmak zaman kaybından başka bir şey değildir.


Tecrübe hayat okuludur. İnsan ondan çok şey öğrenir. Bazıları vardır ki, altın öğütlerdir.


Acılar ve mutluluklar her gün yaşanır. Başımızdan veya başkalarının başından geçer, Bunlardan gereken dersi alabilen, o tecrübeden hakkıyla faydalanabilen insandır.


Akıl tecrübeyle güçlenir, beslenir.


Tecrübe insanın en büyük yardımcısıdır. Böyle yardımcılardan uzak kalmak büyük kayıptır.


Tecrübelerden yararlanmasını bilenler, geleceğe güvenle bakabilirler.






DİNLENMEYE ZAMANA AYIRMAK






Devamlı çalışan insanın vücudu ve zihni zamanla yorulur, yıpranır; dinlenmeye ihtiyaç duyar.


Dinlenen insan dinçleşir, zindeleşir. Yapacağı işler için taze enerji kazanır.


Aşırıya kaçmamak şartıyla spor yapılabilir. Spor hem zihnen hem bedenen faydalıdır.


Müzikten de istifade edilebilir. “Müzik ruhun gıdasıdır.” Demişler. İnsanın ulvi duygularını harekete geçiren müzik elbette gıdadır. Ama bayağı duygulara hitap eden müziğin ise tek kelimeyle felaket olduğu, insanı tembelliğe ve sefahate attığı unutulmamalı.


Yoksa, yüce duygulara yönelik musiki, Hugo ’nun da belirttiği gibi, insan ruhunu dalgalandıran, okşayan, ona ince zevkler tattıran üstün bir sanattır.


Dinlenmek bir ihtiyaçtır. İnsan dinlenmesini de en iyi şekilde


Değerlendirebilmeli. Çalışmayı alışkanlık haline getiren insanlar için dinlenme, belki tempoda biraz yavaşlamayla mümkün kılınabilir veya işi değiştirip o an için başka meşguliyetler bulmakla da olabilir.


Bir işten canımız sıkıldığı zaman hoşlanacağımız diğer bir işe girişebilmeli, yorgunluğumuzu böylece gidermeye çalışabilmeliyiz.


BAŞARMAK




Bir öğrenci, bir memur, bir iş adamı, makam ve mevki tutmuş bir kişi olabiliriz. Ne olursak olalım, gönlümüzde bir arslan vardır:
Başarılı olmak!
Yaptığımız ve yapacağımız iş ve görev ne ilk, ne de son yapılan iş ve görevdir. Bu yoldan niceleri geçmiştir. Başarmışlardır veya başaramamışlardır.
Onlara bakacağız. Başaranlar nasıl başarmış? Başaramayanlar niçin başaramamış?






BAŞARANLAR,






*Düzenli, plânlı, programlı bir çalışma içindedirler.
* Düşünerek hareket ediyorlar, önce kârını, zararını hesaplıyor, sonrada adımlarını ona göre atıyorlar.
*Çok okuyor işlerini bilerek yapıyorlar.
*Atılgan girgin becerikli cesur ve akıllıca hareket ediyorlar.
*Ben başaramam, beceremem, yapamam ! diye bıkkınlık yılgınlık ve usanç göstermiyor, şevk ve lezzetle meselenin üzerine yürüyorlar.
*Hedeflerini çok iyi tespit edip emin adımlarla sukûnetle ilerliyorlar.
*Güçlüklerden korkmuyor, metanetle omuzluyorlar.
*İşlerini zamanında, eksiksiz ve sağlam yapıyorlar.
*Olaylara ibretle bakıp, en iyi şekilde değerlendiriyorlar.
*Başaranın ve başaramayanların tecrübelerinden faydalanmasını biliyorlar.
*Başarıya ulaşınca şükrediyor, gurura kapılmıyorlar.
*Başarısız olunca üzülmüyor, ümitsizliğe kapılmıyor, kusur ve hatayı başkalarında değil kendilerinde arayıp , aynı hataya düşmemeye çalışıyorlar.
*Korku, telaş, endişe tedirginlik güvensizlik şüphe ve vesveseye kapılmadan problemlerin üzerine yürüyorlar.
*Her türlü haksız kazançtan uzak kalıyor, rüşvet, iltimas, adam kayırma, tepeden inme gibi yanlış yollara başvurmuyor, zehirli bal hükmünde olan yalancı şöhrete kavuşmak için inançlardan maddi ve manevi duygulardan fedakarlık etmiyor, dürüstlüğü alın akı ve alın teriyle kazanmayı prensip ediniyorlar.
*Başarısızlıklarını ne şans ve talihlerine, ne çevrelerine bağlıyorlar. Sadece akıl ve iradeyle hareket ediyorlar. Çevrelerini de suçlamaya kalkmıyorlar.
*İstişareyi ihmal etmiyorlar, istişare ettikleri müddetçe de yanlışlıklardan kurtuluyorlar.
*Azim, ümit gayret, sebat, sadakat ve fedakarlıktan ayrılmıyorlar. En güzel huy ve duygularla dopdolu yaşıyorlar.
İşte, onların başarılarının sırrı bunlarda saklıdır. Şimdiye kadar saydığımız ve sayacağımız her husus onların başarı basamaklarından birkaçıdır. Başaramayanlar ise bu özelliklerden büyük ölçüde mahrumlar.
Sahip olduğumuz güç, başarının önüne gerilmiş her türlü engeli aşabilecek güçtedir. Yeter ki başlayalım . İşe başlamak, bitirmek demektir. “İyi bir başlangıç yarı yarıya başarıdır.” Demişler. Esasen büyük işleri başaranlar, küçük işleri başarmakla işe başlamışlardır.


“Gençliğin parlak sözlüğünde, başarısızlık diye bir kelime yoktur.” Diyen Bulwer-Lytton, şüphesiz, insandaki bu bitmez tükenmez enerjiyi görüp de söylemiş olmalıdır.


Birincisinde başaramadıysanız ikincisinde mutlaka başaracaksınız. Kıbrıs Türkünün bağımsızlığına hayatını adayan KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, “Başaracağım de ve başar.” Derken, gençliğe azim ve gayretin yaşanmış zaferini gösteriyor.


Başarınızı engelleyecek sebeplere meydan vermeyin. Vazifenizi muhakkak zamanında bitirin. Hatta zamanından önce. “Bütün başarılarımı işlerimi vaktinden önce bitirmeye borçluyum.” Diyen Nelson bu gerçeği ifade eder.


Sebat da çok önemli. Ancak hak bildiğiniz yolda sebat ederek zafere erebilirsiniz.


Bu hususlara dikkat ettiğiniz müddetçe başarılar peş peşe gelecektir. Olgunlaştıkça olgunlaşacaksınız.


Başarı üstüne başarı kazanmak kadar güzel ne olabilir? Fakat bu arada unutmayın ki, başarılar şükürle ayakta durur. Gurur onları yıkar.


Büyük başarıların sahipleri her ağırbaşlılık, vakar ve alçak gönüllülük örtüsüne bürünmüşlerdir. Hatırlayın ki, Allah Resülü Mekke’yi fethedip içerisine girdiği zaman her zamanki tevazuundan hiçbir şey kaybetmemişti.


Bir zafer dönüşü Kanuni’nin şehre girişini gören Batılı tarihçi Busbecq,


“padişahın yüzünde hiç de zafer kazanmış bir hükümdarın sevinci yoktu. Ordunun en sonunda gelen Padişah, cenaze merasiminden dönen bir insan gibi ciddi ve ağırbaşlıydı.”der.


Yavuz da bir zafer dönüşü halkın coşkunlukla karşılama hazırlıklarına girdiğini öğrenince onlara görünmemek için gece sabaha yakın sessizce şehre girmişti.


Başarının insanları şımartıp, onları tembel, bencin, övüngen yaptığı yolundaki yaygın kanaat, aslında yanlıştır.” Diyen Somerset Maugham, tam aksine, başarının insanları yumuşak başlı iyi yürekli ve hoşgörülü yaptığını, kişileri kırıcı ve sert yapanın yenilgi olduğunu söyler.


Kendisini bilen insan için öyledir. Aslında yenilgi de kırıcı ve sert yapmaz, yapmamalı da. Çünkü yenilgi bir son değil, bir başlangıçtır. Acı bir tecrübedir., ama gayretli insanlar için başarının da başlangıcıdır.






BAŞARININ DÖRT TEMEL UNSURU


ÜMİT






Hayat faaliyet ve harekettir. Onu yürüten ise şevktir. Şevk dolu bir ruhla hayat meydanına atılan insan, yeis, yani ümitsizlik adı verilen korkunç düşmanla karşılaşır. Bu düşman onun ayağını kaydırıp düşürmeye çalışır.


“Aman sen de! Bu işi senden başka yapacak kimse yok mu ki? Hem sen bunu başaramazsın. Başkaları yapamadıktan sonra sen mi yapacaksın!” daha bir sürü bahanelerle insanı yolundan döndürmek ister.


Eğer moral bozulur, maneviyat sarsılırsa insanın bir adım ilerlemesi söz konusu olamaz. Onun içindir ki, bu azılı düşmana karşı,


“Allah’tan ümit kesmeyeniz!” buyuran Rabbimiz den yardım istemeliyiz. O müjdeli silahı kullanmalıyız.


Ümitsizlik ancak bu silahla yenilir. İnsanlığı kemiren yeis, ancak ümitle yıkılır. Cemiyetlerin kangreni olan bu hastalık sadece ümitle mağlup edilir.


Ümitsizlik öldürücü zehirdir. Hayata saplanan bir bıçaktır. Ahlaka kasteder.


Ümitsizlikle toplumun faydası kalkar, yerini şahsi çıkarcılık alır. İnsan sadece kendisini düşünmeye başlar. İnsanlar kötü örneklerden delil getirmeye çalışırlar. Tembellere bakıp.


“Ne yapalım. Herkes benim gibi. Çalışıp da ne olacak? Alemi ben mi düzelteceğim? Neme lâzım “ der. Yan gelip yatarlar.


Yine yükselişin ayak bağı olan ümitsizliğe yakalananlar, ideal, güzel ve üstün örneklere bakıp,


“Ben nasıl olsa onlar gibi olamam. Ben kimim, bu işleri yapmak kim?” gibi desiselerle kendilerini avutmaya çalışır. Tembelliğe bahaneler sayıp dökerler.”


Şu gerçek kulağımıza küpe olmalı. “Yola çıkmayan ilerleyip yol alamaz.” Ümitsizliklerle bir yere varılmaz. “Bir şey tamamen ele geçirilmezse tamamen de terk edilmez.” Buyuran Peygamberimiz.(S.A.V)


Bir defa yola çıkmamızı istiyor. Giriştiğimiz işi yüzde yüz başaramazsak da %70 başaralım. Olsun Hiç başaramamaktan, yapamamaktansa, yarı yarıya da olsa başarmak kazançtır.


Ümitsizlik başarının birinci engelidir. O engel aşılmadıkça düzlüğe çıkılamaz. Süt kazanına düşen iki kurbağanın hikayesini bilirsiniz. “Nasıl olsa kurtulamam.” Diye ümitsizliğe düşen kurbağa boğulup giderken, diğeri ümidini yitirmemiş, çırpınmış, çırpındıkça bir yağ tabakası meydana gelmiş, üzerine çıkıp kurtulmuş. Ümitle, güvenle geleceğe baktığımız müddetçe aşamayacağımız yokuş yoktur. Mehmet Akif ne güzel dile getirmiş:


“Atiyi (geleceği) karanlık görerek azmi bırakmak,


Alçak bir ölüm varsa, eminim budur ancak.


.......


Ey dip diri meyyit(ölü) İki el bir baş içindir.


Davransana... Ellerde senin, baş da senindir.”






“Noksan olur, hata yaparım veya güzel yapamam !” diye işten, hizmetten, bir şeyler yapmaktan kaçmak da nefsin aldatmacasıdır.






Vicdanımıza sormalı, yapabileceğimiz bir şeyse mazeret bulup görevden kaçmak yerine, “İnşallah başarmaya çalışacağım. Gücüm ölçüsünde yaparım” demeli, vazifeyi şevkle üstlenmeliyiz.


Karıncadan ibret almalı. Hz. İbrahim’ i ateşe attıklarında, karınca ağzına aldığı suyla ateşe ilerliyormuş. Sormuşlar:


“Nereye böyle karınca kardeş?”


“Nereye olacak? İbrahim Peygamberi Nemrut ateşe attı. Ona su götürüyorum.”


Gülmüşler.


“Bu azıcık suyla mı ateşi söndüreceksin?”


“Benim görevim ateşe su taşımak. Götürebildiğim kadarınca götürürüm. Gerisine karışmam. Ateşi söndürüp söndürmemek benim vazifem değil. Allah’a ait. Ben ona karışmam.”






Biz de öyle yapmalı, vazifemizi en iyi şekilde yapıp gerisine karışmamalıyız.






İRADE




Arkadaşınız çok başarılı, çok da terbiyeli. Babanız hep âmirlerin takdirini kazanıyor. Anneniz işini çok temiz yapar, herkesin sevip saydığı bir hanım. Komşunuzun büyük oğlu üniversitede okuyor ve sınıflarını takıntısız geçiyor. Belediye başkanınız gibisi yok. Seçim olsa % 90 oyla yine seçilir.


Acaba bu yakından tanıdığımız insanlar başarılarını neye borçlular, dersiniz?


Tek kelimeyle iradeli oluşlarına.


İradeli insanların başaramayacakları bir iş yoktur.


Fatih sultan Mehmed iradeliydi. İstanbul’u fethetti.


“Ya ben İstanbul’u alırım, ya da İstanbul beni” diyen güçlü bir iradenin karşısında hangi güç durabilirdi?


Evliya Çelebi iradeliydi. Bıkmadan, usanmadan ülke ülke dolaşmış, dünyayı tanımış, eşsiz seyahatname ’sini yazmıştı.


Beyruni iradeliydi. Birçok keşif ve buluşlar yapmış, ilmin öncülerinden olmuştu.


İrade zaferdir.


İrade başarıdır.


İradesiz insanlar rüzğarın önündeki yapraktan farksızdırlar. Kolay etkilenirler. Güçlüklere dayanamazlar. İradesiz insanları kınayan Mevlânâ, “Her rüzğarla otlar gibi sallanırsan, dağlar kadar olsan da bir ota değmezsin.”der.


Herkeste irade vardır. Ne var ki, bazıları yaratılışlarındaki bu gücü eğitir, inkişaf ettirir, kaleler gibi sağlamlaştırır; böylece hayatın sıkıntı ve ızdıraplarına dayanırlar.


İradesini eğitme yoluna gitmeyenler ise başkalarının boyunduruğu altında kalmaya mahkûmdurlar. Emir altında olmaktan kurtulamaz; ezilmeye, çiğnenmeye, yenilmeye, zararlara katlanmaya razı olurlar.


Madem ki aklımız, fikrimiz ve irademiz var. Kendimiz tesadüflere bırakamayız. “Bırak sen de, her şey olacağına varır. Çalışsan da, yırtınsan da iş olacağına varır. Üzme tatlı canını ! deyip duygularımızın ve başkalarının esiri olamayız. İrademizle yaptığımız her işten sorumluyuz. O halde, düşünerek, irademizi kullanarak hareket etmek zorundayız.


İrade güçlendirilmeli, cehd ve gayretle beslenmeli. Cehdd ve gayret de aklın kontrolun de zihni, fikri ve bütün duyguları aynı istikamete yöneltmekle olur.


Güçlü bir iradeye sahipseniz kokmayın. Ne nefsiniz, ne çevreniz sizi yoldan çıkarabilir. Yanlış ve hatalı gördüğünüz noktada kendinize “Dur” diyebilirsiniz.


Diyelim ki bir bahar günü, imtihanlar yaklaşmakta. Siz de masanın başına oturmuşsunuz, ders çalışmaktasınız. O anda bir arkadaşınız geldi “Haydi biraz gezelim.” Dedi. Hemen muhakemesini yaptınız. Gezmeye gitseniz saatlerce gelemeyeceksiniz ve yorgun argın geldikten sonra da dersinize kendinizi veremeyeceksiniz. Zayıf almanız kuvvetle muhtemel O anda arkadaşınıza tatlılıkla “Şimdi olmaz, inşallah başka bir zaman.” Diyebiliyorsanız kazançlısınız. Ve iradenize hakim olduğunuzu ispat ettiniz.


Her akıllı ve zeki insan iradeli demek değildir. Nice akıllı ve zeki insanlar vardır ki, iradelerine hakim olamadıkları için zarara uğramaktan kendilerini kurtaramamışlardır.


İradesiz insan yoktur. Ama birisi vardır ki, iradesini eğitmiş, iyiye yönlendirmiş; diğeri de iradesini duygularına kaptırmış, kontrolü elinde tutamamış, kötülüklere dalmıştır.


İradenin merkezi beyindir. Beyin iyi ve faydalı bilgilerle doldurulursa irade de beslenmiş olur. Aç bırakılan irade görevini yapamaz.






AZİM


BAŞARININ DÖRT TEMEL UNSURUNDAN BİRİ DE AZİMDİR.






Azimde sağlam ve kesin kararlılıklar vardır, irade vardır, sebat vardır.


İnsan en büyük desteği azimde bulur. Azim onun en büyük yardımcısıdır. Lokomotif gibidir, insanı peşinden sürükler.


Azim güçtür, kuvvettir. Girdiği kalbi volkanlaştırır Ali Ulvi Kurucu’ nun dediği gibi ;


“Bir azim eğer iman dolu bir kalbe girerse,


İnsan da o imandaki son sırra ererse,


En azgın ölümler ona zincir vuramazlar,


Volkan gibi coşkun akıyor, durduramazlar.”


Böyle bir azmin önünde durabilecek bir güç yoktur. İlk müslümanlar azimle bir iman seli halinde akmışlar, dağ gibi engelleri aşıp geçmişler, dünyanın dört bir yanına hakkı ve hakikati ulaştırmışlardı.


Azimli insanlar cesur, atılgan, aktif, kahraman, fedekar ve faaldirler. Tedbir ve ihtiyatı da elden bırakmazlar. Bu duyguyu kaybedenleri pasiflik, çekingenlik, gevşeklik, pısırıklık sarar. Hiçbir işi başaramaz hale gelirler.


Azmin heyecanını yitirenler peşin olarak yenilgiyi kabul etmişlerdir. Ayrıca yenilmelerine gerek yoktur.


Dünya hayatı her zaman rengarenk değildir. Her zaman bir bahar havası gibi güllük gülistanlık olmaz Hayatın baharı da vardır, kışı da. Mutluluklarla acılar iç içedir. Musibetler, belalar eksik olmaz. Eğer insanda azim yoksa, bu musibetlerin üstesinden gelemez, ezilir, gider.


Dünya çapında ün yapmış büyük insanların başarılarında hep azim vardır. O şeref, makam ve mevkii elde etmelerinin temeli azimlerindedir.


Acizlerin sık sık sığındığı, “Yapamam, başaramam beceremem.” Gibi kelimelere hayatımızda yer vermeyelim. Azimle ilerleyelim. Allah’a güvenip bağlanalım. Kur2an’da buyuruluyor ki:


“Bir kere azmettin mi Allah’a güven!”(Al-i İmran 159)






SEBAT






En az azim kadar önemli bir husus da sebattır. Azimle sebat ikiz kardeştir. Azmin bulunduğu yerde sebat da bulunur.


Sebat, hakta direnme demektir.


Çoğumuzun dert yandığı bir duygu vardır: İnat. “Amma da inatçı adam! Kara diyor ak demiyor!” gibi sözlerle bu duygunun sahiplerini kınarız.


Halbuki bu duygu kanalize edilebilse, sevgi, şevkat, fedakarlık gibi sair duygulardan farksız hale getirilebilir.


Nasıl mı?


İnadı doğruluğuna inandığımız yolda sebatta kullanmakla. O zaman inat, yerini sebata bırakmış olur. Böylece doğrulardan ve gerçeklerden ayrılmamada direnme gücünü elde ederiz.


Sıkıntıların, ızdırapların, zorlukların üstesinden azimle geliniyorsa; sabır, şükür, kanaat, iktisat, ihlas gibi duygular da sebatla ayakta tutulur.


Güçlükler karşısında yılmamayı, bıkıp usanmamayı sebatla başarırız.


İlimde sebat;


Hizmette sebat;


İyilikte sebat;


Ve netice; başarı.


ALIŞKANLIKLAR






Her insan bir kısım alışkanlıklar edinir. Zamanla bunlar o kadar kökleşir ki, vazgeçilmez hale gelir. Adeta insan onların esiri olur.


Alışkanlıkların bu tesirini ifade etmek için, “Alışmış kudurmuştan beterdir.” Demişlerdir. Horace Mann da, “Alışkanlık bir halata benzer. Her gün bir lifi örer ve sonunda, onu koparamayacak kadar güçlü yaparız.” der.


Önemli olan, güzel alışkanlıklar edinebilmektir. Hallac-ı Mansur kendisinden öğüt isteyen birisine, “Kendini iyiliğe alıştır. Yoksa nefsin seni kötülüğe alıştırır.” demiştir.


İradelerini iyiye yöneltemeyenler kötü alışkanlıkların tuzağına düşerler. Bu tuzaktan uzak durmak için gayret göstermek gerekir.


Kötülük nefse cazip gelir. Hele başkaları da içindeyse insan bahaneler bulmakta gecikmez. “Falan da böyle, filan da... “Halbuki başkalarının kötülükte oluşu ne bize mazeret teşkil eder, ne de kötülüğümüzü iyiliğe dönüştürür. Çoğunluğun kendisini ateşe attığı bir yerde onlara uyup kendini ateşe atmak akıllılık değil, deliliğe ortak olmaktır.


Kötünün ne olduğunu iyi bilmek, ondan uzaklaşmada, onu tekrarlamada bize yardımcı olur. Maddi ve manevi yönden açtığı yaraları düşünmek, kendisinden kaçınmak için yeterli sebep olur. Alışkanlık haline getirmeye hiçbir özür kalmaz. Hz. Ömer “Kötülüğü bilmeyen onun tuzağına düşer,” derken bu gerçeği anlatır.


İyi alışkanlıklar edinebilmek zor değildir. Kötü alışkanlıklar edinmede kullandığımız aynı iradeyi bu defa iyide kullanacağız.


Başlangıçta kötü alışkanlıklarımızı terk etmede zorlanabiliriz. Ama istedikten, mücadeleyi göze aldıktan sonra zor diye bir şey yoktur.


Hepsinden önemlisi, daha başlangıçtayken kötü alışkanlıkların tuzağına düşmemektir. İlk adım önemlidir. Küçük gördüğümüz ilk adımlar bizi çok büyük ve tehlikeli sonuçlara götürebilir. Öyle ki, hayat boyu ızdırabını yaşarız.


Zihni yanlış ve zarar düşüncelerden ayıklamak, güzel ve faydalı bilgilerle doldurmaya çalışmak, güzel alışkanlıklardandır.


Boş vakitleri değerlendirmeyi alışkanlık edinmek, kitap okuyarak veya faydalı bir işle meşgul olarak geçirmek ne kadar güzeldir. Zamanla bunlar otomatikleşir. Bu defa o güzel alışkanlıkları yapamayınca rahatsız oluruz.


Mutlu olmak isteyenler iyi alışkanlıklar kazanmalı.






NASIL BİR ÖRNEK




Karıncaların bir reis, arıların bir beyin, turnaların bir kılavuzu vardır. Çocuk annesini, küçük büyüğünü, öğrenci öğretmenini taklit eder.


Acaba bizim örneğimiz ve rehberimiz kim? Kimlere özeniyor, kimlere benzemeye çalışıyor, kimler gibi olmaya çaba sarf ediyoruz?


Örnek edindiğimiz kişiler faziletli, dürüst, çalışkan, azimli, gayretli, kararlı, cesur, iyiliksever, cömert kişiler mi?


Başta Peygamberler olmak üzere, İslam büyükleri birer yıldız gibi bize ışık tutmaktadır.


Tembel, zevkine düşkün, bencil, hazırcı, nemelazımcı, serseri, aylak, başıboş ve gayesiz insanlar örnek olamazlar. Kendilerini yola getiremeyenler, başkalarına nasıl yol gösterebilirler? Kötüler örnek teşkil etmez.


Örnek edindiğimiz özendiğimiz kişilerin bize neler kazandırıp kaybettirdiği önemli. Akıllı insan, değil sadece iyi insanlardan, kötü insanların kötülüklerinden de ders almasını bilendir. “İyiliği kötüden öğrendim.” diyen bilgin doğru söylemiştir.


Kötülükten, kötülerden ders almak bizzat onunla içli dışlı olmak demek değildir. Doğru yolumuzda yürürken muhatap olmaya mecbur olduğumuz veya elimizde olmadan gözümüze kulağımıza ilişen kötülükler, hatalar, yanlışlar iyiye, doğruya gerçeğe yönelmede bize yardımcı olabilir.


Çöplükteki gülü görebilen insanlar kendilerine iyi örnekler bulmakta, kötülerin bile iyi yönlerini görmekte güçlük çekmezler.


Şunu da unutmamalıyız ki, iyi örnekler aradığımız kadar, kendimizin de örnek bir kişiliğe sahip olmamız gerekir. Sözlerden çok halimiz, davranışlarımız gerçekleri haykırmalı. Pırıl pırıl yaşanan huzur dolu bir hayat, başkalarını mıknatıs gibi kendisine çekmekte gecikmeyecektir.














ARKADAŞ, AMA NASIL?






Cenab-ı Hak, Davud Peygambere(a.s) tek başına kalmamasını, arkadaş edinmesini emreder. O da “Sana bağlanmama engel olmadan insanların sevgisini nasıl kazanayım?” diye sorar. Allah, “İnsanlarla kabiliyetlerine göre geçin ve öylece anlaş,” buyurur.


Burada arkadaş edinmenin gerekliliği kadar, arkadaşlığın yolu da en güzel şekilde gösterilmiş oluyor.


İnsan yalnız yaşayamaz. Bir toplum içinde yaşamak zorundadır. Gam ve kederlerle dolu hayat yükünü hafifletecek, sevinç ve neşesine ortak olacak bir arkadaş edinmek ister. Bu bir ihtiyaçtır.


Arkadaş, insanın en yakın dostu, en candan yoldaşıdır.


Arkadaş, insanın gören gözü, işten kulağı, düşünen aklıdır. Aristo, gerçek arkadaşlığı, “iki gövdede yaşayan bir ruh ve iki ruhla yaşayan bir gövde”ye benzetir. Bizim duyduğumuzu duyabilen, acımızı ve sevincimizi kendi acı ve sevinci gibi paylaşabilen arkadaş, gerçek arkadaştır.


Gerçek arkadaştan yoksunluk büyük bir kayıptır. Yeni başka bir şeyle doldurulamayacak kadar büyük bir boşluktur.


Dost edinmemek, dostları azaltmak da felakettir. Schiller’in deyimiyle, “Dostların azaldığı ölçüde insan ölüme yaklaşmış olur.”


Vefalı dost, insan için büyük bir şanstır.


Hz. Ali, “Gerçek arkadaş her zaman seninle olabilen, sana faydalı olabilmek için zarara katlanabilen, zamanın bela ve felaketleriyle karşılaştığın zaman, ne pahasına olursa olsun yardımına koşabilendir.”


Gerçek dost en vefalı, en sadık dosttur.


Gerçek dost, Oscar Wilde’in dediği gibi insanın “sadece üzüntüsüne katılabilen değil arkadaşının başarısına sevinebilecek kadar yüksek bir ruh gösterebilen insandır.”


Nietzsche, güllerin,lalelerin, bütün çiçeklerin solacağını, çelik ve demirlerin kırılacağını, ama gerçek dostluğun hiçbir zaman solup kırılmayacağını söyler.


“Söyle arkadaşını, ne olduğunu söyleyeyim,” demişler. Peygamberimiz, “Kişi arkadaşının yolundadır. Sizlerden biri arkadaş edineceği kimseye iyi baksın,”buyururken, arkadaş seçiminde çok dikkatli olunması gerektiğini söyler. Kötü arkadaş çürük elma gibi arkadaşını da bozar. Mikrop gibidir, hastalık bulaştırır. Bu hastalık çoğu kere maddi olmakla kalmaz, manevi hayata da sirayet eder. Kur’ân’da Kıyamet gününde bazı insanların arkadaşlarından, “Keşke falanı arkadaş edinmeseydim. Şöyle şöyle yaptı,” diyeceklerinden bahsedilir.


Arkadaş seçimi, insanın ömür boyu vereceği en önemli kararlardan birini teşkil eder.


Fikir yapısı ve yaşayış tarzı bozuk, tembel, serseri, başı boş insanlar kendilerine olduğu kadar, arkadaşlarına da zararlıdır.


Hz.Ömer, “Sakın kötüyle arkadaşlık etme. Zira onun huyları sana da geçer. Sen de onun gibi olursun,” der.


Felaket anında insanı yalnız bırakan, kötülüğe sürükleyen, sadece menfaatini düşünen, kişiyi maddi ve manevi zarara sokan arkadaş kötü arkadaştır.


Arkadaşlarını iyi seçemeyenler zarardan kurtulamaz, mutsuzluğun girdabına düşerler.


İyi bir arkadaş,


- Karşılıksız sevebilmeli;


- Akıllı olmalı


- İnançlı, hoşgörülü, alçakgönüllü, vefalı kısacası güzel ahlaklı olmalı.






Cafer-i Sadık, “Beş kimseyle arkadaşlık etme!” de:


1. Yalancıyla arkadaşlık etme. İnanırsan aldanabilirsin. Çünkü o seraba benzer. Uzağı yakın, yakını uzak gösterir.


2. Ahmakla arkadaşlık yapma. Çünkü sana fayda vereceğim derken zarar verir.


3. Cimriyle arkadaş olma. Çünkü ciddi şekilde ihtiyacın olduğu zaman yardımını senden esirger.


4. Korkakla arkadaşlık yapma. Çünkü seni ele verir. Bir tehlike anında seni bırakıp kaçar, yalnız bırakır.


5. Günahkarla arkadaşlık kurma. Çünkü o seni bir lokmaya,hatta daha azına bile feda edebilir.






Arkadaş edinmek isteyen, arkadaşlığı paylaşmayı da bilmelidir. Tek taraflı arkadaşlık olmaz. Arkadaşımızdan istediğimiz kadar bizde verebilmeliyiz.


Arkadaşımızdan samimiyet, sevgi, şefkat, fedakarlık, incelik, zariflik, insaf, merhamet, yumuşak huyluluk isteriz. Ama bizde ona karşı böyle olabiliyor muyuz?


Hatasız kul olmaz. Arkadaşımız da nihayet bir insandır. Hatalarını hoş görebilmeli, bir hatası yüzünden alakayı kesmemeli, küsüp darılmamalıyız. Bizimde hatalarımız yok mu?


Kendi kusur ve hatalarımızı bağışlamasını istediğimiz kadar bizde onu bağışlayabilmeliyiz. Ona iyi davranmalı, şiddet ve kabalıktan kaçınmalı, yardımına koşabilmeliyiz.


Hz.Ömer, “Dostunun seninle ilgili olan işini güzel gör ki, gerektiğinde sana daha güzeliyle karşılıkta bulunsun,” der.


Merhum Zübeyir Gündüzalp, “Mesai arkadaşlarına hürmet ve sevgi beslemeyenler dava ve idare adamı olamazlar. Sevgi, şefkat, müsamaha, hürmet, müdebbir(tedbirli) ve muvaffakiyetlere namzet bir dava adamının mümtaz hasletleridir.” Der.


Burada Peygamberimizin arkadaşlıkla ilgili bir öğüdüne de temas edelim. Efendimiz, hiçbir dostun yüzde yüz sevilmemesi, hiçbir düşmana da yüzde yüz düşmanlık yapılmaması gerektiğini bildirir. İlerde dostumuzla aramızın açılabileceğini, düşmanımızın da dostumuz olabileceğini belirtir. Açık kapı bırakmalı. Ta ki ne hayal kırıklığına uğrayalım, ne de mahcup olalım.






HERKES MUTLU OLABİLİR




Herkes mutluluktan söz edip durur. Sık sık duyarız: “O kadar mutluyum ki...” , “Bundan daha iyi mutluluk olmaz!” , “Sınıfımız geçtim, sevincimden uçuyorum.” , “Sıkıntılar hep beni mi buluyor! Hiç mutlu olamayacak mıyım hayatta?” , Bir türlü mutlu olamıyorum.” , “Yaşamaktansa ölmek daha iyi...” Mutluluk ve mutsuzluğun ifadesi olan bu ve buna benzer sözler, mutluluk için çırpınmanın işaretleri.


Mutluluk, sevinçli olmadır. Gönlün huzur ve neşeyle dolmasıdır. Ruhun doyuma ulaşmasıdır.


Mutluluk, parada,pulda, makamda, mevkide, evde, arabada, bağda, bahçede, yakın veya uzakta mı?


Goethe, “Eğer su kaynağı senin kendi ruhundan fışkırmazsa susuzluğunu dindiremezsin,” der. Bunun gibi, mutluluk da insanın içinden fışkırmalı. Mutluluk orada burada, şunda, dışımızda değil; içimizde, kendimizdedir.






Gustav Droysen’in dediği gibi, insan çoğu kere burnunun üstündeki gözlüğü arayan dalgınlar gibi mutluluk arar. Oysa insan eşeğin üzüntüdeyken eşek arayan Nasreddin Hocanın durumuna düşmemeli. Işıkta kaybettiği iğneyi karanlıkta arama tuhaflığını işlememeli.


Mutluluk elimizdedir. Dünyasını karartanda, aydınlatan da insanın kendisidir.


Mutluluk her şeyden önce düşünce meselesidir. İnsan düşünce ve anlayışıyla mutluluk ortamını kurabilir. O kadar ki en küçük başarılarından bile mutlu olmanın yolunu bulabilir.


Para, mal, mülk mutluluk vesilelerinden ancak biri olabilir. Fakat yegane mutluluk kaynağı değildirler. “Parayla saadet olmaz,” sözü bu gerçeği ifade eder. Alabildiğine maddi imkanlara sahip olan birçok kişinin mutlu olamayışı bunun en güzel ispatıdır.


Heraklites, “Mutluluk maddi sevinçlerden ibaret olsaydı, çayıra kavuşan öküzleri mutlu saymamız gerekirdi,” derken mutluluğu maddede aramanın yanlışlığını dile getirir.


Mutluluk gönül meselesidir. Gönlü zengin olan mutludur. Varlıkta da mutludur, darlıkta da. Peygamberimiz “Asıl zenginlik gönül zenginliğidir,”buyurmuştur. İşte insanı mutlu eden asıl zenginlik budur.


İyi not alan öğrenci, para kazanan tüccar, bol ürün elde eden çiftçi mutludur. Ama bunlar geçici mutluluklardır. Halbuki mutluluk devamlı olmalı, sonsuza kadar dayanmalı.


Bizi sonsuza kadar mutlu edecek bazı esasları sayalım:






İNANCIMIZI KAYBETMEYELİM




İman hayat iksiridir. Hayat onunla canlanır ve renklenir. Dünya onunla aydınlanır. İnsan onunla güçlenir.


İnanç mutluluk kaynağıdır. Hem de mutluluğun temelidir.


İmanla zindanlar saray, çöller vaha olur.


Mevlana, “Allah ile olunca ölümde hoştur, ömür de hoştur,” der “Narın da (ateş) hoş, nurunda hoş,”diyen Yunus Emre iman gözlüğüyle gördüklerini söylemiştir.


Her şey inanan insanın eli altındadır. O, yeryüzünü bir saray, güneşi bir avize, ay’ı bir takvim, baharı da bir halı, kendisini de o sarayın efendisi olarak görür. “Yeryüzü benim bahçemdir.” Diyebilir.


“Allah’ı bulan her şeyi bulur. Onu bulamayan ise hiçbir şeyi bulamaz. Bulsa da başına bela bulur” diyen Hikem-i Ataiyye bu gerçeği ne güzel dile getirmiştir.


Rauf Denktaş, başarının ve saadetin kazanılmasında inançlı olmanın önemini şöyle dile getirir:


“Pusulasız gemi er geç karaya oturacaktır. İnsanoğlunun pusulası ilimdir, dindar ve imandır. Dinsiz ve imansız kişi pusulasız gemiye benzer; er geç karaya oturacak, başını taşlara çarpacaktır.”


İnançsızın geçmişi karanlık, geleceği karanlık, bugünü karanlıktır. Geçmişin ızdıraplarıyla yanar, kavrulur. Geleceğinden endişe içindedir. Bugünü ise ıztıraplarla doludur.


İnançsızın gözünde mazi, sevdiklerini yutmuş bir mezarlık; gelecek, kendisini ve bütün dostlarını asacak idam sehpasıdır.


İnançsızın gözünde her şey başıboş, her şey zavallı, her şey yaslıdır. Kendisi de onların üzüntülerini yüklenen bahtsız!


İnançsızın gözünde dünya bütün lezzet, zevk ve tantanasına rağmen ıztırap küpüdür. Öyle ya, darağacına asılmak için bekleyen bir insanın hayattan lezzet alması düşünülebilir mi? Darağacını altınla, yakutla, zebercetle, en kıymetli taş ve zinet eşyalarıyla süsleseniz; sonra da idamlığın önüne en nefis yemeklerle donatılmış bir sofra kursanız ve ona, “Gerçi bir müddet sonra asılacaksınız, ama siz yine de yemenize içmenize bakın!” deseniz; bu onu kızdırmaktan başka bir işe yaramaz. Onun zevk ve lezzet almasını sağlayabilir misiniz? :Korku ve endişesini yok edebilir misiniz?


Allah’a ve ahirete inanmayan insanın gözünde dünyanın bu tablodan farkı yoktur. Ölüm her şeyi yok edip tüketecekse, hayatın ne manası kalabilir.?


Demek, hayat imanla mana kazanıyor.


Gençlik bu imanla hayata bağlanır, ümitle yaşar, huzur ve saadet zembereği haline gelir.


Bir çekirdek Allah’a dayanmakla koca bir ağaç olur. Karınca Ona bağlanmakla kocaman Firavun’a karşı çıkar. Sinek o imanla Nemrud’a kafa tutar. Gençlik de imandan aldığı nur, şuur ve kuvvetle dünyanın dağlar gibi engellerine karşı dayanır., hayat yolunda metanetle ilerler.


Yine o inançla gençlik felaket ve ıztıraplara karşı tükenmez bir teselli kaynağı bulur. Gayesizlik, çaresizlik, başıboşluk, havailik, gevşeklik ve uyuşukluktan kurtulur.


Gençlik imanın verdiği sorumlulukla çalışkan, hamleci, ideal sahibi; vatana, millete ve insanlığa yararlı hale gelir.


Kalbinizi Allah’a imanla, Onun sonsuz sevgisiyle doldurunuz. Size insanlığı ve sevdiğiniz her şeyi Vereni, sevgiye en çok layık Olanı sevmek ise Ona karşı gelmemekle, emirlerine sarılmakla olur.


En birinci meselemiz imanımızı korumak, güçlendirmek, taklitten tahkike ulaştırmak olmalı. Bunu sağlayacak kaynaklara dört elle sarılmalıyız. Dünya ve ahiret mutluluğumuz buna bağlıdır.


En büyük kayıp ise imanı yitirmektir. Kaybedilen bu cevherin yerini hiçbir şey dolduramaz. Dünya da, ahiret de zindana döner.






BAŞKALARININ MUTLULUĞU İÇİN ÇIRPINALIM
Diderot, “Başkalarına mutluluk sağlayabilen adam mutludur.” Der. Siz de öyle yapmaz mısınız? Bir kimsenin boğulduğunu görseniz koşmaz mısınız? Yanmakta olan birini kurtarmak istemez misiniz? Haksız yere öldürülen bir masum için çırpınmaz mısınız? Maksadınıza ulaşınca da en büyük mutluluğu duymaz mısınız?


Peki, bir insanın dünyası bir yana, ebedi hayatı mahvolsa yüreğiniz sızlamaz, elinizden gelse kurtarmak için çırpınmaz mıydınız?


İmansızlık sadece dünyayı değil, sonsuz hayatı da karartır. Bu ebedi kaybın yerini hiçbir şey dolduramaz.


Bu korkunç felaket ve yangın karşısında vicdanı olan herkes titrer, söndürmek için koşmaya başlar.


“Teessür(üzüntü) ve ızdırap karşısında kalpden bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince param parça olması lazım gelir.” Diyen Zübeyir GÜNDÜZALP, imansızlığın doğurduğu fecaatı ifade eder. Türk gençliğinin bu fecaat içerisine yuvarlanma tehlikesiyle yüz yüze olduğunu gören ve islamın derdinden başka hiçbir derdi olmayan Bediüzzaman Hazretleri de,


“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş, yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum....


“Ben cemiyetin imanını kurtarma yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de... Cemiyetin imanı, saadet ve selameti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu. Cemiyetin, 25 milyon (şimdi 51 milyon) Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil bin Said feda olsun. Kur’ an ’ımız yer yüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanı selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur,” diyor, önündeki engellere aldırmadan koşuyor, koşuyordu.


İnsanlığa iman yönünde hizmet etmek kadar büyük bir hizmet ve mutluluk düşünülemez. Mükafatının yerini de hiçbir şey tutamaz. Allah Resulü, “Senin vasıtanla bir kimsenin imana kavuşması, dünya ve dünya içindeki şeylere sahip olmadan daha hayırlıdır,”buyurmuştur.


Asrın en müthiş hastalığı olan imansızlık karşısında imanları kurtarma harekatına katılmaktan başka yol yok! Mutluluğunu başkalarının mutluluğunda arayan insanlar için en büyük ve ideal hizmet yolu budur.






YÜKSEK İDEALLERİN ADAMI OLALIM




Maneviyat dünyasının önde gelen isimlerinden Cüneyd-i Bağdadi’yi büyükler kervanına katan sırrı biliyor muydunuz? Sıradan bir insandı Cüneyd-i Bağdadi. İsmi cismi duyulmamıştı. Bir gün yolda karşılaştığı bir olay onun ruh dünyasını değiştirdi:


Bir kedi duvarın dibinde sinmiş vaziyette beklemekte. Alabildiğine sesiz ve hassas...


İşte bu hadiseydi Cüneyd-i değiştiren, mesafe aldıran, Belki” Bunda ne var?” diyeceksiniz! Hiç karşılaşmadığımız bir hadise değil ki!


Önemli olan olay değil, olayın sebep olduğu değişiklikti. Cüneyd şöyle düşünmüştü:


“Kedi nihayet bir hayvan! Avı ise bir fare. Gayesine hedefine ulaşabilmek için nasıl da titizlikle bekliyor. Ben ise en üstün bir yaratığım. Benim gayem, idealim, hedefim ise daha yüce olmalı ve o yüce gayeme bütün varlığımla yönelmeliyim.


İşte bu düşünceden sonradır ki, cüneyd kendisini hak yoluna adamış, o yolun kara sevdalısı olmuş, aşılmazları aşmıştı.


Üstün bir yaratılışta olan insanın elbet ideali de yüce olacak E.Hölnl, “yüksel idealleri olmayan insanlık, basit bir çaba içindeki karınca topluluğundan farklı değildir.,”der.


Yüce İdealler için yaşayan insanların her saniyeleri de değerlidir. Davalarında “fani” olurlar. Geceleri gündüzleri o yüce davanın düşüncesiyle dolar. Şahsi menfaatlerinden çok insanlığın menfaatlerini düşünürler. Toplumları milletleri için yaşarlar.


Böyle insanlar bütün milleti kucaklarlar. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “kimin himmeti (gayreti) milleti içinse o tek başına bir millettir.”


Milletin yükselmesi, vatanın yücelmesi uğrunda canlarını vermekten çekinmezler. “Ben ölsem bile milletim sağdır,” derler.


Kendilerini yok, milletleri vardır. B.Auerbach’ın da belirttiği gibi, onlar büyük düşüncelerin sahibidirler ve bu düşünceleri uğruna kendilerini bile unutmuşlardır.


Milletin için yaşayan, milletinin refahı, mutluluğu için çırpınan insanlardan meydana gelen toplumlar topla tüfekle sindirilemezler; onları hiçbir güç yıkamaz.


Gaye nefisten öte, her şey den yüce...


Vatana, millete hizmet çalışmakla olur, gayretle olur, azimle olur.


Aynı Allah’a aynı Peygambere, aynı kitaba, aynı bayrağa, aynı toprağa sahip olan bu vatanın çocukları, kardeşlik, birlik ve beraberlik içerisinde oldukları müddetçe, en güçlü orduların karşısında duramaz.


Akif’in dediği gibi,


“Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;


Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;


Değil mi sinede birdir vuran yürek... yılmaz!


Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!’’


Gayeye gayretle ulaşır. Bunun zevki başka bir şeyde bulunmaz.


İdealsiz insan hayattan zevk de alamaz. Böyle insanlarla yaşamak da güçtür.


Yüksek idealler uğruna didinip mücadele verenler milletin iftihar vesileleridir.


İdeal yoluna adanan her şey kıymetlidir. Küçük büyük her şey değerlidir. Bunun dışındakiler küçüktür, değersizdir. La Rochefoucauld, “Yapılan iş ne kadar parlak olursa olsun, yüksek bir gayenin sonucu değilse büyük sayılmamalıdır,” der.


Milletin inancına, ahlakına, maddeten ve manen yükselişine hizmet edenler doğru yoldadırlar.




HAK İÇİN YAŞAYALIM




Hak her şeyden yüce, her şeyden üstün, her şeyden büyük. “Hakkın hatırı alidir(yücedir). Hiçbir hatıra feda edilemez.”


Hak yüce Allah’ımızın bir ismidir. Gerçek ve doğru olan, değişmeyen her hak Ona dayanır. Her hakkın hakiki sahibi Odur.


İnsan hep Hak için yaşamalı, Hak için .......... Onun yolunda olmalı.


İnsan böylece değer kazanır bu suretle yükselir.


Hak için yaşamak demek, Allah’ın rızasını düşünmek demektir. Onun rızasıyla insanlar da razı olur. O sevince insanlar da sever; onlara da sevdirir.


Her yaptığımız harekette düşüncemiz şu olmalı:


“Acaba bu hareketimden Allah razı olur mu?


İnsan yaptığını şunun bunun için değil, Allah için yapmalıdır. Allah için yapılmayan, çıkar gözetilen iyiliklerin bile kıymeti yoktur.


Allah’ın sevdiği davranış, sadece kendi rızası için yapılan davranıştır.


İnsan çalışır, yer içer, yatar kalkar, iyilik yapar, yoksulların elinden tutar.


Acaba kimin için?


Nefsi içinse, gösteriş için yapıyorsa bunun değeri yoktur. Allah için ise küçük de olsa büyüktür, değerlidir. Öyleyse, “Allah namına vermeli, Allah namına almalı, Allah namına başlamalı, Allah namına işlemeli.”


Hak için çalışma insanı başarıya götürür, sıkıntılardan kurtarır, mutlu eder.


Her şeyin dizgini elinde ve her şeye gücü yeten bir yaratıcıya dayanarak yapılan iş büyüktür. O yolda her şey değerlidir.


Resulullah(a.s.m.) hak için çırpınmıştı. Hz.Musa’nın (a.s.) mücadelesinde o vardı.Hz.İbrahim(a.s.) o sayede ateşten kurtulmuştu.


Zaferden zafere koşan Celaleddin Harzemşah’a sormuşlar:


Yine muzzaffer olacaksın, yine galip geleceksin. Bu gayret niye?...


“Ben” demiş, “yaptığımı sadece Hak için yaparım. Onun rızasından başka bir şey düşünmem. Üzerime düşeni yapar, gerisine karışmam. Muzaffer edip etmemek Ona aittir.”


Bu sırdan dolayıdır ki, Celaleddin Harzemşah girdiği bütün savaşlarda muzaffer olmuş.


Evet, Hak için yaşamak, sadece ve sadece Onun rızasını düşünmek, başarının anahtarıdır. Başarının olduğu kadar, huzurun ve mutluluğun da birinci şartıdır.


Çünkü en büyük, Cenab-ı Haktır. Onun yolunda didinmek kadar büyük bir şey olamaz. Bu yüce gaye uğruna atılan adımdan başka insanı mutluluğa götüren ne olabilir?


“Ben kimin yolundayım? Yaptığımı niçin yapıyorum?” sorusuna vereceğimiz “Hakkın rızası için,” cevabından daha büyük bahtiyarlık düşünülemez.


Hak yolunda olmak, gerçeklerin peşinde koşmayı da gerektirir.


Bunun içindir ki konuştuğumuz daima gerçek olsun. Yaptığımız gerçek olsun. Gerçek yolunda kalalım ve gerçekçi olalım.


Hayal gerçeğe hizmet ettiği müddetçe değerlidir. Hayalsiz dünya karardığı gibi, gerçeksiz dünya büs bütün yok olur.


“Hayallerinizi yitirdiğiniz an, hayatınız sona erdi demektir,” de Mark Twain. Hayalin gerçekle ne ilgisi var, diyeceksiniz. Allen’in de şu sözleri var:


“Dünyanın gördüğü her büyük başarı, önce bir hayaldi. En büyük bir çınar bir tohumda, en büyük bir kuş bir yumurtada gizliydi.”


Gerçekler önce hayal dünyasında yer bulur, sonra hayattaki yerlerini alırlar.


Ama asıl olan gerçektir. Gerçeği yakalayabilmek, onun yolunda olabilmektir.


İnsan gerçekçi olduğu müddetçe başarı olur.


Gerçek her zaman kolay elde edilmez.


Gerçek her zaman bal gibi tatlı da olmaz. Bazen acı ilaçtır. Katlanabilenler için ise şifadır.


Yaşadığımız, gördüğümüz, işittiğimiz, konuştuğumuz hep gerçek olsun.


Gerçek bir olur. Herkese göre gerçek olmaz. Hz. Ali, “Gerçeği insanların ölçüleriyle değil, insanları gerçeğin ölçüsüyle tanı,” derken gerçeğe ayak uydurmamızı dile getirir.


Acaba ne ölçüde gerçekçiyiz?






FAZİLET ÖRNEĞİ OLALIM




İnsanlık tarihinde öyleleri vardır ki baştan aşağı fazilet örneğidirler. Pırıl pırıl bir hayat sürmüş; yaşadıkları çağın insanlarına olduğu kadar, çağlar sonrasına da ışık tutmuşlardır. Başta Peygamberler olmak üzere, Gazali’ler, Rabbani’ler Yunus’lar, Mevlana’lar, Bediüzzaman’lar hep bu sınıftandır.


Fazilet, ilimden, irfanda, ahlakta, iyilikte, değerde, hünerde, meziyette, olgunlukta ve faydalı olmada en üst seviyede olma demektir.


Hz.Ali “İnsanlarla öylesine geçin ki, ölümünde düşmanların bile ağlasınlar,” der. Mark Twain de, “Öylesine yaşamalısın ki, öldüğün zaman tabutçu bile matem tutsun!”demekten kendisini alamaz.


Fazilet örneği insanlar hep böyledir. Onları düşmanları bile takdir etmekten kendilerini alamamış, ölümlerine ağlamışlardır.


Fazilet yücedir, eşsizdir. Hiçbir şey fazilet kadar yüce olamaz. Sevilmeye en layık olan da odur.


Peygamberimiz öyle yaşardı ki, dostu düşmanı onu hayranlıkla seyreder; dost takdir ederken, düşman da dost olurdu. Ona kin ve düşmanlık duygusuyla dop dolu olanlar bile bu eşsiz fazilet örneği karşısında bir bir dize gelmişlerdi.


Kim herkesin sevdiği, hoşlandığı, aradığı, memnun olduğu bir insan olmak istemez? Yüzü görülmek istenmeyen, sevimsiz bir tip olmak kadar kötü ne vardır?


Pırlanta gibi olun ki, herkes kıymetinizi bilsin.


Kendi kendimize daima soralım:


“Nasıl biriyim? Sevimli mi, sevimsiz mi? Annem, babam, ailem, arkadaşlarım, öğretmenlerim ve birlikte çalıştığım insanlar beni nasıl karşılıyorlar? Tenkit edilen yanlarım neler?”


Bu sorulara vereceğimiz cevap, hayatımızı şekillendirecektir. Müspet davranışlarımızı daha da geliştirmek, yanlış hareketlerimizi de düzeltmek fırsatını böylece bulacağız.


Epictetus. “İyi olmanızı istiyorsanız, önce iyi olmadığınıza inanınız,” der. Çünkü bu anlayış davranışlarımızı düzeltme, iyiye yönelme ve fazilet olmada bize yardımcı olacaktır. İyiliğine ve olgunluğuna inanan insanın düzeltebileceği neyi olabilir? Dolayısıyla, onun yükselmesi de söz konusu değildir.?


İnsanın kendi hatasını görmesi kadar büyük fazilet yoktur. İnsan vicdanın sesini dinleyebildiği ölçüde faziletlidir.


Konfüçyüs’ün dilinde, “En büyük fazilet insanın iyiliğe doğru çaba göstermesi ve vicdanının sesini dinlemesidir,” şeklinde ifadesini bulan bu gerçek, fazilet yarışının da bir simgesidir.


Fazilet dini duyguların güçlülüğünden kaynaklanır. Dine bağlılıkta titizlik göstermek, faziletli olmaya aday olmak demektir. “Dinime bağlı olmasaydım gençliğimdeyken kötülük işlemekten beni kimse alıkoyamazdı.” Diyen Mehmet Akif, bir beyitinde şöyle de:


“Çünkü milletlerin ikbali için evladım”


Marifet, bir de fazilet; iki kudret lazım.”


Fazilet kadar değerli bir sermaya düşünülemez. Kur’an’ın “güzel ahlak üzerinde olduğunu” belirttiği yüce Peygamber. Faziletin içerisinde toplandığı güzel ahlakı öğütlüyor; “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim,” buyuruyor. O, yeryüzünde adeta melekler gibi dolaşan bir insanlık tablosu ortaya çıkardı. En zor anlarda bile birbirlerini düşünen, hak ve hakikat için yaşayan fazilet abideleri yetiştirdi.


Doğrudur, denilebilen insanlar faziletli insanlardır. Faziletli insan gençken de, ihtiyarken de, öldükten sonra da başlar üstündedir.


Paranın, pulun, malın, mülkün insanların gözünde değerli olduğunu kimse inkar edemez. Fazilet hepsinin de üstünde bir mevkiye sahiptir. Üstelik faziletli insanın elinde para da, pul da, mal da, mülk de çok daha değerlidir; vatanın, milletin, insanlığın hizmetindedir.


Fazilet iman ağacının meyvesidir. İman ne kadar güçlüyse insan o nispette faziletlidir.


“Din nedir?” sorusuna, “Güzel ahlaktır,” cevabını veren Allah Resulü bizlere fazilet ufuklarını gösterir.


Fazilet ufuklarını gösterir.


Ne var ki, fazilet kolay elde edilemez. Doğuştan da getirilmez. İnsan gayretle, çabayla onu elde eder. İyiye yönelme azmi ve gayreti içerisinde olursak, yanlış, kusurlu, hatalı davranışlarımızı düzeltme yoluna girersek, biz de faziletli olabiliriz. Hayvanların bile eğitildiği günümüzde, insanın kendisini başıboşluğun akıntısına bırakmasının mazereti olamaz. Ahlaki olgunluğa ulaştırıcı görüş ve düşüncelerle dolmalı, fazilet örneği insanların hayatlarını okumalı ve onlar gibi olmaya özenmeliyiz.






DOĞRULUKTAN AYRILMAYALIM




İnsan hayatı doğrulukla yeşerir, güzel meyveler verir.


Doğruluk hayat düğümüzdür.


Güzel huyların kaynağı doğruluktur.


İnsanlık doğrulukla hayat bulur.


Gösteriş, dalkavukluk, iki yüzlük, münafıklık ve nihayet inkarcılık büyük bir yalancılıktır.


Gösteriş yalancılıktır. Dalkavukluk alçakça bir yalancılıktır.


İki yüzlülük, münafıklık ise en büyük ve en zararlı yalancılıktır. Her şeyin doğruluk üzerine kurulduğu kainatta yalana yer yoktur. Yalan temelleri doğruluk üzerine atılan dinde de yer bulamaz.


İnkar ise her çeşidiyle yalancılıktır. Kainatta inkarcılıktan daha büyük yalancılık yoktur. Kainatın bütün zerratıyla haykırdığı sayısız birlik delillerini inkar etmek kadar büyük yalancılık olabilir mi? Eskiden doğruluk denilince müslüman hatıra gelirdi. Doğrulukla yalan arasında doğuyla batı kadar mesafe vardı. Müslümanın hayatında yalan barınamazdı. Bütün söz ve hareketleri doğruluk üzerine kurulmuştu. Yüzünden doğruluk okunurdu. Bu ruhu doğruluk peygamberinden almıştı.


Resulullahın bu doğruludur ki, daha peygamber olmadan bile “ güvenilir insan” manasında “ el Emin” diye çağrılmasına sebep olmuştu. Onun doğruluğunu görenler bir bir gelip İslam halkasına girmişlerdi. Büyük bir Yahudi bilgini olan Abdullah bin Selam daha yüzüne bakar bakmaz , “Vallahi bu yüzde hile olmaz, yalan olamaz!” deyip kelime-i şehadet getirmişti.


Doğruluğa hayatını adayanlar, doğruluk için canlarını verenler, hep onun gösterdiği yoldan gittiler.






İnsan kendi kendisine sormalı: “Acaba ben doğru yolda mıyım* Sözlerim, davranışlarım doğru mu?” Doğru yoldaysa, doğruluğu prensip edinmişse hiçbir şeyden çekinmemeli. Şairin, “doğru yolda tek başına da olsa ilerleyeceksin!” dediği gibi, kimsenin tenkidinden, yadırgamasından, kınamasından çekinmeden alnı açık, başı dik olarak yürümeli. Hücumlardan, engellerden korkmamalı, yılmamalı. Meyveli ağacın taşlanacağı bir gerçek. Kimse meyvesiz ağaca taş atmaz.


Olsun o taşlar bize gül gibi gelir. Çünkü Allah, “Siz doğru yolda olduğunuz müddetçe sapığın sapıklığı size zarar vermez,” buyurmuştur.


Hz. Musa(a.s) Firuvun’a doğru yolu gösterdiği için baskılara uğramamış mıydı? Hz. İbrahim(a.s) bunun için ateşe atılmamış mıydı? Hz. İsa(a.s) bunun için öldürülmek istenmemiş miydi? Peygamberimizin ayakları bunun için kanlar içerisinde kalmamışmıydı?


Ama neticede zafer doğru yolda olanların olmuştu. Doğru yoldaysanız üzülmeyin, telaşlanmayın.”Allah bizimle beraberdir.”


Ya yanlış yoldaysak? Kimseyi değil, sadece kendimizi aldatmış oluruz. Değerden düşer, kötü nam kazanır, itimadı kaybederiz. Başkalarına değil, kendimize zarar vermiş oluruz.


Söz davranışın dilidir. Doğruluğun bir parçasıdır. Davranışlarımız kadar sözlerimiz de önemli. Peygamberimiz, “Ya hayrı söyle veya sus!” buyurur. Ayrıca sözü borç gibi kabul eder, sözde durmanın önemi üzerinde durur.


Sözde durmak doğruluğun esasıdır. Ve imanın meyvesidir. Sözde durmamak ise münafıklığın işaretleri arasında sayılmıştır.






“Her dediğin doğru olsun. Ama her doğruyu her yerde demek doğru değildir.” Diyen Bediüzzaman yeri gelince susmanın önemini anlatır. Bazen doğruyu konuşmanın ters tepki yapabileceğine dikkat çeker. Harpte düşmana karşı doğruyu, gerçeği söylüyorum diye pot kırmaya, zarar vermeye, üzmeye, incitmeye hakkımız yok. Söylenmesi gerekiyorsa usulünce söylenmeli.






DÜŞÜNEREK YAŞAYALIM




“ Düşünüyorum, o halde varım.” Diyen Descartes, düşüncesizce yaşanan hayatı yoklukla eş tutar. A.W. Hare de düşünceyi rüzgara benzetir: “İnsan bir kayık, bilgi yelken, düşünce de onu yürüten rüzgardır.” Düşünerek hareket edenler doğruyu kolay bulurlar. Onların yanılma ihtimali azdır. Pişmanlık duymazlar.


Düşünce ışıktır.


Düşünce harekettir.


Düşünce Rehberdir.


Düşünce mutluluk davetçisidir.


Düşünce gözün görmesi, kulağın işitmesi, dilin konuşması ve tad alması kadar tabidir, fıtridir. Onu dizginlemek veya hapsetmek mümkün değildir. Ellere kelepçe, ayaklara pranga vurulabilir, ama düşünceler hiçbir zaman kelepçelenemez, prangalanamaz. Düşünceyi yok etmek mümkün değildir.


Önemli olan, düşünmeyi bilmektir. Düşünerek yaşamak, söz ve hareketleri onun çerçevesinde yürütebilmek başarının da anahtarıdır.


Düşünceden çok duygularının boyunduruğuna girme eğilimindeki gençler, düşüncelerini duygularına hakim kılabilirlerse başarılı olurlar. Düşünerek hareket eden genç, düşüncesizce yaşayan yaşlıdan çok üstündür.


Düşünceyi hayalle karıştırılmamalı. Hayaller düşüncemize yardımcı olabilir., ama her hayal gerçek değildir. Faydalı olan düşünceler hemen uygulamaya konulmalı. Hayaller dünyasında apartmanlar kurmaktansa gerçekler dünyasında kulübe yapmak daha iyidir.


İyi bir düşünce sağlıklı olmanın ifadesidir. Boşuna, “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” dememişler. Ruh ve beden sağlığının, sağlıklı düşünmedeki rolü inkar edilemez.


İnsan düşünebildiği, iyi düşüncelerle yaşayabildiği ölçüde değer kazanır. İnsan neyse, düşüncesi de odur. Düşünce kişinin aynasıdır. Dil de ona tercümanlık eder:


İnsan geçmişini, geleceğini ve yaşadığı dakikayı düşünüp değerlendirmesini yapabildiği ölçüde geleceğe güvenle bakabilir. Geçmişinden ders alamayıp, bulunduğu anı gerektiği gibi değerlendiremeyenlerin, gelecekle ilgili planları, projeleri olmaz. Geçmişten ibret alabilenler geleceğe hazır olurlar. Ancak yaşadıklarını saniyelerin hesabını verebilecek olanlar, istikbale ümitle bakabilirler. “Ne olacağım?” ın cevabını, bugünü hakkıyla değerlendirebilenler verir.


Düşüncenin insan hayatındaki önemindendir ki,Kur-an bir çok ayetinde, “Düşünmezler mi?”; “Akıl etmezler mi?;” “Bunda düşünen akıl sahipleri için ibretler vardır.” Gibi beyanlarıyla düşünceyi gündeme getirir, düşünmeye teşvik eder.






Muhakeme düşüncesiyle olur. Muhakemesiz hayatın ise hayvanca yaşamaktan farkı yoktur. Dünya okulunda eğitim gören insanın ilk cevabını bulması gereken sorular arasında, “Ben neyim?”nereden gelip nereye gidiyorum? Vazifem nedir?” sualleri yer alır. İnsan bunlara düşüncesiyle cevap arar. Sınırlı düşüncesi onu bunların cevabını bulabileceği rehbere götürü. O rehber dindir, peygamberdir, kitaptır.


Ruhlar aleminden gelip ebedi bir hayata gideceğini oradan öğrenir. Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise bir yolcudur., vazifeli bir memurdur. Vazifesi de her şeyden önce sahibini tanımak, onun emirleri doğrultusunda hareket etmektir.


İşte insan hayatı, düşünce sistemini bu gerçekler çerçevesinde kurabildiği ölçüde mana kazanır. Başıboşluktan, hadiseler seli önünde yuvarlanıp gitmekten kurtulur. İnsan düşünerek hareket ettiği ve sözü edilen ölçülere uyduğu nispette niyetine ulaşır. Aksi halde, iyilik zannıyla kötülük de yapabilir.






İşlerimizi yapmadan önce iyice düşünmeliyiz. Yerine göre, bilenlerle istişare etmeliyiz. Unutmamalıyız ki, herkesten daha akıllı olan Allah’ın Peygamberi her zaman istişare ederdi. Sonra da karar verip emin adımlarla neticeye varmalı.


Bir çalışmaya oturmadan önce, neyi, nasıl ve hangi yollarla yapacağımızı, bunun için neler gerektiğini çok iyi düşünmeli ve ona göre hareket etmeliyiz.


Her gece yatmadan önce, geçirdiğimiz günün muhasebesini yapmalıyız. “Neler yaptık? Ne derece başarılı olduk? Karda mıyız, zararda mı? Başkalarına ne derece faydalı olabildik?” Başarılarımız için şükretmeli, başarısızlıklarımızın sebebini araştırıp aynı hataya düşmemek için gayret göstermeliyiz.


Sabahleyin kalkar kalkmaz da neler yapacağımızı planlamalı, en kestirme yollardan maksada nasıl ulaşacağımızı hesaplamalı ve bu plan içerisinde işlerimizi yürütmeliyiz. Sözlerimizde de düşüncenin yeri büyüktür. Düşüncesizce söylenmiş sözleri görünce bunun önemini daha iyi kavrarız.


“Bin düşün, bir söyle” demişler.


Söz, insanın iç dünyasının konuşmalarıdır. İnsan sözleriyle değer kazanır. Söz oka benzer. Ağızdan bir defa çıktı mı geri döndürmek mümkün olmaz. Söz bir çok insanı ölünden kurtardığı gibi, ölümlerine de sebep olabilir. Söz yarası kılıç yarasından daha tesirlidir. Zararlı, ürkütücü ve kaçırıcı olur. Sonu pişmanlıkla neticelenir.


Onun içindir ki, insan konuşmadan önce çok düşünmeli, sonra konuşmalı. Yoksa susmayı tercih etmeli. Çok konuşan çok hata yapar.


Söz vermeden önce de iyi düşünmeli. Yapabileceksek söz vermeliyiz. Yoksa mahcup olur, yalancı çıkarız.






Bir tenkit ve ithamla karşılaştığımızda da hemen mukabeleye geçmemeliyiz. Düşünmeli, yapılan tenkit ve ithamlar haklı ise kendimizi düzeltmeli, haksızsa ileride böyle bir eleştiri ve suçlama yapılabilir düşüncesiyle dikkatli davranmalıyız. Tenkitlere açık olmayan insanlar noksan kalır. Tekamül edemezler.






Olayların sebep ve sonuçlarını düşünüp muhakeme yürütebilmeli, olup bitenlerden ders almayı bilmeliyiz. Tabiattaki düzen bize bir çok gerçekleri haykırır.. Güneşin doğup batışı, mevsimlerin gelişi, gece ve gündüzün birbirini takip edişi, kuşların uçuşu, yağmurun yağışı, bitkiler ve hayvanlar ibretlerle dolu manzaralar sergilerler. Onlarda ki manayı ve gerçeği yakalayabilmek ancak düşünceyle mümkündür. Düşüncenin kullanıldığı en verimli alanlardan biri budur. Hadiste zikredilen “ bir saat düşüncenin 60 sene nafile ibadetten (farz ve vacibin dışında yapılan ibadet) hayırlı oluşu,” düşüncesinin böyle kullanılışında olsa gerek.






HALİMİZE ŞÜKRETMESİNİ BİLELİM




Şükür halden memnunluktur. Kanaat, tutumluluk, halden memnun olma ve hırstan, israftan, hürmetsizlikten kaçınma, şükrün ifadesidir. Helal-haram tanımayanlar şükürsüzdürler. Şükreden insanlar mutludurlar. Şükre iten sebepler çok, şükürsüzlüğe sebep olan bahaneler ise gerçekte yoktur. Şükürsüzlüğe götüren her hareket insanı mutsuz eder. Şükrü ölçü edinenler için ise mutsuzluğa hiçbir sebep yoktur.


Epiktetos, “Mutlulukla istek bir arada olmaz,” der. Çünkü insanın sonsuz arzuları vardır. İhtiyacı bitmez, tükenmez. Onun yaradılışında öylesine bir hırs vardır ki, dünyayı verseler doymaz. Bu yaradılıştaki bir insan eğer mutluluğunu bu arzularına ulaşmada arıyorsa, mutlu olması imkansız olur. Çünkü onları elde edebilecek ne gücü vardır, ne de sermayesi.


Eğer insan elde ettiği ve elinde olan her şeyde mutluluğu bulabiliyorsa, onu en ufacık şeyler bile mutlu eder. Demek ki, mutluluk kafa işi, gönül işi, inanç işi. İnsan çalışıp çabaladıktan sonra eline geçene kanaat edebiliyorsa mutludur.






Hırs göstermiyorsa mutludur. Daha kötü şartları düşünüp haline şükrediyorsa mutludur. İnsanı mutsuz eden, elindekilere şükretmeyip daha çok şeyler istemesidir. İstekler bitmeyeceğine göre, yine mutlu olamayacaktır. Halbuki sahip olduklarımızı düşünebilsek, bunlar bizi fazlasıyla mutlu etmeye yetecektir.


Nasıl mı?


Sahip olduğumuz nimetleri bir bir gözümüzün önüne getirelim. El, ayak, göz, kulak, dil, akıl, kalp, hayal...


Bunlar bizi mutlu etmeye yetmez mi?


Bize,


“Al, sana bir milyar lira, ellerini ver!” deseler verir miydik?


“Dili için iki milyar lira” kim verirdi?


“Beş milyar lira gözleriniz için.” Her halde vermeyiz.


“Her halde az buldunuz; alın, size yüz milyar lira; aklınızı veriniz.”


“Hayır, hayır, vermem!”


Milyarlarca lira ile değiştirmeyeceğimiz bu kıymetli nimetlere beş kuruş verip de sahip olmadık.


Teneffüs ettiğimiz hava, ısı ve ışığından faydalandığımız güneş, bizi bir elbise gibi saran atmosfer için bizden para istenseydi, bütün sermayemizi de versek, hayatımızı devam ettirebilir miydik?


Sadece sağlığımız dünyalara bedel.


Son derece kıymetli bunca nimetlerle donatıldığımızı düşünüp mutlu olmamız gerekmez mi?


Eti biz yeriz, kemiğini köpek.


Karpuzun içi bizim kabuğu hayvanların.


Hayvanlar ot yer; biz sütlerini içer, etlerini yeriz.


Bütün bunlara rağmen hayvanlar hayatlarından memnun, bizse değiliz.


Kimin mutlu olması lazım; hayvanların mı, bizim mi? Gerçeğe bakılırsa, en mutlu yaratığın insan olması gerekir. Çünkü en üstün yaratık o. Halbuki biz, Schopenhauer’in dediği gibi elimizde olan şeyleri çok seyrek, eksik olanları ise her zaman düşündüğümüz için mutluluk kapılarını kendimize kapıyoruz. Gözümüz hep yukarılarda. Oysa aşağıdakileri görebilsek hep mutlu olacağız.


Sağlamsak, sakat olanlara bakalım.


Sakatsak, daha kötü durumda bulunanlara, yatalaklara, kötürümlere, delilere bakalım. Evimiz barkımız, bağımız, bahçemiz varsa, olmayanlara bakalım. Evimiz, barkımız, bağımız, bahçemiz varsa, olmayanlara bakalım.


Sıcak çorba içebiliyor, karnımızı doyurabilecek ekmek bulabiliyorsak, bunları bulamayanlara bakalım. Herhalde bunlar bizi mutlu etmeye yetecektir.


Bu konu da Rauf Denktaş da şöyle diyor: “Kendinizi mutsuz, bahtsız addettiğiniz an elinize bir kağıt alınız ve Allah’a şükretmenizi gerektirecek mutluluklarınızı sıralayınız.


“Listenize bir bakınız ve derhal neşeleniniz. Yeni ayakkabısı olmadığı için üzülen bir kişinin, ayaksız, fakat yine de mutlu bir kişiyi gördüğünde duyacağı utancı düşününüz.


“Allah’a şükür mutluluğun anahtarıdır. Kötülükleri sayacağınıza iyilikleri, güzellikleri sayınız ve mutlu olmanız için mevcut nedenlerin karşısında size üzüntü veren tek nedeni ortada kaldırınız.”


Peygamberimiz de herkes için hayat boyu lazım olacak bu mutluluk ölçüsünü şöyle koymuş:


“Dünya işlerinde kendinizden aşağıda, ahiret işlerinde de kendinizden yukarıda olanlara bakınız.” İncir kabuğunu doldurmayan basit meselelerden dolayı canınız sıkılmasın. Küçük meselelerden dolayı canınız sıkılmasın. Küçük meselelerde bile mutluluğu tatmayı bilelim.


Şikayetçiliği alışkanlık edinmeyelim.


Kıskançlık ve çekemezliğe düşmeyelim.


Daima iyi şeylere imrenelim.


Geçen geçmiştir. Ah vah etmeyelim. Gelecek henüz gelmemiştir, onun için de endişelenmeyelim. Ömrümüzü bulunduğumuz an bilip, o anın zevkini tadalım, o anı en iyi şekilde değerlendirelim.


Şüphe, korku, endişe, evham ve telaşa hayatımızda yer vermeyelim.






İYİMSER OLALIM




Yarısına kadar su dolu bir bardağı iki kişiye göstermişler. Verdikleri cevaplardan, birinin iyimserliğine, diğerinin de kötümserliğine hükmetmişler.


İyimser, bardağın iyi tarafını görmüş; “Yarısına kadar suyla dolu,” demiş.


Kötümser ise boş tarafına bakmış ve “Yarısına kadar boş” cevabını vermiş.


Her iki cevap da doğru olmasına doğru, ama bir bakış, bir görüş açısını ortaya koyma açısından önemli. Bu bakımdan, iyimserliği mutluluğun şartlarından birisi olarak görmek lazım.


Herkes kainatı kendi aynasında görürmüş. Aynası düzgün olan düz, eğri olan eğri, renkli olan renkli seyreder. İnsanın kalp aynası nasılsa olaylar da o renge bürünür. Sevinçli bir insan her şeyi sevinçli, üzüntülü bir insanda her şeyi üzüntülü görür. İyi insanın da kainatı iyi ve sevimli görmesi kadar tabii bir şey olamaz. Ona göre, her şey manalı, her şey görevli, her şey cana yakın, her şey dost. Bütün varlıklar bayram havası içinde, sevinç çığlıkları atıyor. O da onların sevincine ortak olur. Bir de iç dünyası kap karanlık olan bir insanın kainata bakışını görün. Onun için her şey yabancı, her şey düşman, her şey soğuk ve donuk, her şey başıboş ve başıbozuk, sahipsiz ve hamisi. Karamsarlık ve kötümserliğinde adeta kendisine ortak arar. Kendi perişanlığı gibi her şeyi de perişan zanneder.


İnsan inancını sağlamlaştırmak ve arttırmakla iyimserlik burcuna ulaşır, kötümserlik ve karamsarlığın sıkıntılarından kurtulur. Hayatta herkes için lüzumlu ve faydalı olan bir düstur var. Bediüzzaman şöyle der:


“Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.”


Havarileriyle birlikte yolda giderlerken bir hayvan ölüsüne rastlayan Hz.İsa (a.s) havarilerinin “Ne kadar pis!” diye burunlarını tıkayıp kaçtıklarını görünce, “Ne kadar beyaz ve güzel dişleri var,”demiş dikkatlerini leşin iyi yanına çekmiş.


Cemiyet hayatının da iyi ve kötü yönleri vardır. İyisine bakıp kötüsünü atan insan mutlu olur. Her olayda böyledir. En kötü görülen olayların bile iyi tarafları vardır. Belalar, felaketler, musibetler de böyledir. Ders almasını bilenler için ibretlerle doludur. Hayatın bu korkunç hadiseleri gök gürlemesine benzer. Görünen yüzüyle dehşet saçar. Ama o gürültünün arkasından rahmet damlaları akar.


İyimser olmak kötüyü iyi görmek değil, olayları iyi yorumlama demektir. Mesela, zayıf alan bir öğrencinin bu hareketini elbette sevimli kabul edemeyiz. Ama tembelliğin acı sonucunu görmesi, çalışmaya kamçı olması bakımından iyimser gözle bakılabilir. Hadiseden ders alan öğrenci ikinci bir imtihanda zayıfını kurtarır.


İyimserliği kendinize alışkanlık edininiz. Olayları bu gözle değerlendiriniz. “Dünyayı pembe gören de, belki kara gören kadar yanılmıştır. Ama, ondan daha mutlu yaşar,” diyen H.Newman bu güzel sözüyle iyimserliğin mutluluğumuzdaki rolünü anlatmaya çalışmış.


Burada 1907’de Nobel Edebiyat Armağanı alan Rudyard Kipling’in iyimserliği yansıtan ve “Eğer...” diye başlayan 18 maddelik şaheserini aynen alıyoruz.


“Eğer bütün etrafındakiler şaşırıp kabahati sana attıkları zaman, sen aklını ve soğukkanlılığını muhafaza edebilirsen;


“Eğer sana kimse inanmazken bile, sen kendine güvenir ve onların inanmadıklarını bile hoş görebilirsen;


“ Eğer bekleyebilir ve beklemekten yorulmazsan; yahut iftiraya uğrar da, sen iftira ile mukabelede bulunmazsan, ve yine de fazla iyi görünmeye çalışmaz ve şikayet edip konuşmazsa;


“Eğer hayal edebilir ve gayelerini yalnız düşüncede bırakmamaya çalışırsan;


“Eğer felaketle saadeti bir tutabilir, bu iki hilekarı aynı şekilde karşılayabilirsen;


“Eğer gerçek olan sözlerin, ahmakları aldatmak için alçaklar tarafından değiştirildiğini duyar da katlanabilirse; yahut, bütün ömrünü uğruna harcadığın şeylerin yıkıldığını görür de hemen koşup yorgun argın ellerinle onu tekrar yapabilirsen;


“Eğer bütün varını bir yığın yapıp da gereğinde onu tek bir gaye uğruna kurban edebilir ve zararın hakkında hiçbir söz etmeden tekrar ve yeniden başlayabilirsen;


“Eğer dermanı çoktan tükenmiş olan kalp ve sinirlerine bir emirle yeniden güç verebilirsen; ve sana “Mukavemet et” diyen iradenden başka hiçbir şeyin kalmadığı zaman ayakta kalabilirsen;


Eğer, ayak takımı ile görüşebilir ve yine de faziletini koruyabilirsen; yahut krallarla dolaştığın halde, gururlanıp benliğinden kaybetmezsen;


Eğer, ne düşmanlarının ve ne de seven dostlarının sözü seni incitmezse;


“Eğer her şeye önem verir, fakat kimseye olduğundan fazla değer vermezsen;


Eğer, her dakikanın 60 saniyesini değerince kullanabilirsen;


“İşte o zaman dünya da, içindeki her şey de senin olur, ve hatta daha da fazlası, adam olursun oğlum!”










CESUR OLALIM




Hayat yolu zikzaklıdır, inişli ve çıkışlıdır. Uzundur, çetindir, engebelidir. Düşmanları çoktur. Cesaretlerini kaybedenler bu yolun ağır yükü altında ezilir,emaneti son ana kadar rahatça götüremezler.


Cesaret, gözü budaktan esirgememek demektir. Zorluklar, sıkıntılar, ıztıraplar cesaretle göğüslenir. Cesaretlerini kaybedenlerin dayanabilecekleri nokta kalmaz. Büyük edebiyatçı Goethe,”Malını kaybeden sadece bir şeyini kaybetmiştir. Şerefini kaybeden her şeyini kaybetmiştir,”der.


Hayat cesaretle omuzlanır. Cesaretini kaybeden insan peşin peşin mağlubiyeti hak etmiştir. Mücadele verebileceği bir şey yoktur.


Cesaret zaferdir. Cesaretin yenemeyeceği kuvvet yoktur. Cesaret başarıdır, ümittir.


Cesur insanlar ölümden bile korkmazlar. Onu da gülerek karşılarlar.


Cesaret imanın meyvesidir. Bütün güzel huylar gibi o da imandan kaynaklanır.






İYİLİK İÇİN ÇIRPINALIM




Bir zaman zenginin birisi onulmaz bir hastalığa tutulmuş. Bedeninde hiçbir rahatsızlık olmadığı halde, kalbini bir sıkıntı sarmış. Ne yaptıysa kurtulamamış doktorlarda çare bulamamışlar.


Derken, yediği içtiği boğazından geçmemiş, iğne iplik olmuş. Sonunda uğradığı bir maneviyat adamı onu bu sıkıntılardan kurtarmış. Reçete şuymuş:


“İyilik yapın”


Meğer ki, adam cimriymiş. Maneviyat adamı da bu manevi hastalığını bildiği için ona bu tavsiyede bulunmuş. Gerçekten, adam bir müddet sonra sıkıntıdan kurtulmuş. Başlangıçta vermekte biraz güçlük çekmiş, ama sonradan alışmış. İyilik yaptığı yoksulların yüzlerindeki sevinci görünce gönlünü bir mutluluk sarmış. İyilik yaptıkça yapmış ve tamamen sıkıntıdan kurtulmuş.


Maneviyat adamı bunun sebebini şöyle açıklamış:


“Allah her iyilik içine bir lezzet koymuştur. Cimrilikte ise manevi bir huzursuzluk vardır. İyiliğin lezzeti, ateşi söndüren su gibi huzursuzluk vardır. İyiliğin lezzeti, ateşi söndüren su gibi cimriliğin sıkıntısını yok eder.


Bu lezzet istinasız bütün iyilikler için geçerlidir. Maddi ve manevi bütün iyiliklerde bu manevi zevk gizlidir. İnsan bu zevke erince hep iyilik için koşar. Kur’an da bizleri iyilik yarışına çağırır, “İyilikte yarışanlar yarışsınlar!” buyurur.


Bu yarışın en güzelini ilk Müslümanlar vermişlerdir. Hz.Ömer yoksulları araştırırken kenar bir semtte yaşlı birini bulmuş. Düşkün ihtiyarın ihtiyaçlarını karşılamaya başlamış. Bir de ne görsün, her gittiğinde ihtiyaçları karşılamaya başlamış mı? Şaşırmış “Kim bu hayır sahibi ki, benden önce davranıyor?” Sonunda öğrenmiş ki, Hz.Ebu Bekir’miş.


İnsan menfaatlerini aşabildiği, başkalarının yardımına koşabildiği ölçüde insanlıkta yükselir. Menfaatinden başka bir şey düşünmeyen insanlar küçüktürler. Menfaatlerini ayakları altına alabilenler ise büyüktürler. Cenap Şehabettin, “Menfaatler sandalyeye benzer. Başında taşırsan seni küçültür, ayağının altına alırsan seni yükseltir,” der.


Menfaat insanı her kılığa sokar, her dilden konuşturur.


Gösteriş ve iki yüzlülüğün kuklası yapar.


Zenginlik menfaat için değil, iyilik için çırpınmaktır. Peygamberimiz, “Bir kimsenin gerçek zenginliği, dünyada yaptığı iyiliklerdir.” Ve, “Asıl sermayen ahirete gönderdiklerindir.” Buyurmuştur.


“Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme” diyen Bediüzzaman da, gerçek sermaye edinmenin önemini belirtir.


İnsan gerçek sermayesini arttırmada o derece gayretli olmalı ki, iyilik duygusu kan ve damarlarına kadar işlesin. O seviyeye gelmeli ki, kötülüğe bile iyilikle karşılıkta bulunabilsin. Hz. Peygamber öyleydi. Kendisine bin bir türlü kötülüğü reva görenleri bile affetmişti.


Kur’an-ı Kerim, kötülüğü en iyi şekilde karşılamayı emreder. Düşmanlıklar bu suretle yok olur. Zaten Kur’an da bu emir verildikten sonra, “bir de bakarsın ki, seninle aranızda düşmanlık olan o kişi senin yakın bir dostun oluvermiştir.” Buyurulur.


Bu hakikat Hz.İsa’nın dilinde şöyle formülleşir:


“Kötülüğü kötülükle değil, iyilikle yen.”


Hz.Ali de iyi insanla kötü insanın farkını belirtirken bu gerçeği dile getirir:


“İnsanların en iyisi, kötülüğe karşı iyilik yapabilen, en kötüsü de iyiliği kötülükle karşılayandır.”


Bu iş belki zor. Kıymetli oluşu da bundan ya! Ne demişler: “Kötülüğe kötülük her kişinin karı, kötülüğe iyilik er kişinin karı.”






SEVGİ, SAYGI VE ŞEFKATLE DOP DOLU OLALIM




Sevgi. Kainatın mayası. Varlığa sebep.


Sevgi ışık. Sevgi canlılık


Kainat sevgiyle ayakta duruyor.


Bir çiçek, bir kelebek, bir kuzu, bir çocuk, bir meyve, bir dağ, bir deniz ne kadar güzel yaratılmış. Hepsi de sevimli.


Kainatı seviyoruz, tabiatı seviyoruz.


Dünyayı, insanları, annemizi, babamızı, arkadaşımızı, kardeşimizi... seviyoruz.


Ama unutulmaması gereken bir nokta var: Her şeyden önce sevme duygusunu Vereni sevmek! Çünkü herkesten çok sevgiye layık olan Odur. Önce Onu sevmek sonra da sevdiklerimizi Onun adına sevmek. Yunus Emre’nin dediği gibi, “Yaratılanı severiz, Yaratandan ötürü.”


Sevgi kalbin gıdası. Mutluluk kaynağı.


Kalp ne nispette Yaratıcısına sevgiyle dop dolu olur, başkalarını Onun adına severse, insan o nispette mutlu olur.


Allah’a sonsuz sevgi besleyelim. Onun adına insanları sevelim. Onlara sevgi ve saygıyla davranalım. Bu insanlığın da gereğidir. Peygamberimiz, “Küçüklerimizi sevmeyen, büyüklerimizi saymayan bizden değildir,” buyurmuştur. İnananları, sevgi karşılıklı bağışlama ve şefkatte bir vücuda benzetmiş, vücudun bir yerindeki rahatsızlıktan dolayı bütün vücudun rahatsız olacağını belirtmiştir.


O sevgiyle insan, daima insanların yardımına koşar.


O sevgiyle canlı cansız bütün yaratıkları sever.


O sevgiyle güçlükler yenilir, İşlerin üstesinden gelinir.


O sevgiyle insan hayata bağlanır.


Yerinde kullanılan sevgi insanı başarıya ulaştırır.


Nerede bulunursak bulunulalım; sevgiyle yaşayalım, sevgiyle davranalım, sevelim sevilelim.


Şefkat de sevgi kadar önemli. Hz. Ömer, çocuklarına sevgi ve şefkat göstermeyen bir vali adayını vali yapmaktan vaz geçmiştir. İnsan sevmeli, saymalı, acımalı ve şefkat duymalı.


Şefkat sözden daha tesirlidir. Çoğu zaman sözün başaramadığını başarır. “Şefkat, öyle bir dildir ki, sağırda işitebilir, kör de okuyabilir,” der. Gönül almanın, tesirli olmanın yolu şefkatli olmaktan geçer.


Şefkat asileri bile yola getirir. Büyüklerin şefkati nicelerini bataklıktan kurtarmıştır. Dale Carnegie ne güzel ifade etmiştir:


“Zekanın karşısında insan eğilir. İyi davranış ve şefkat karşısında ise diz çöker.”


Gönüllerde taht kurmak istiyorsak her zaman şefkatle davranmalıyız.






ÖNCE KENDİMİZİ DÜZELTMEYE ÇALIŞMAYA




İmam-ı Azam’ın bal hikayesi meşhurdur. Adamın biri gelip oğlundan dert yanmış. “aman hocam, ne olur, şu çocuğa bir şeyler söyleyin de bal yemeyi terk etsin! Bu gidişle kendisi de hasta olacak, bizi de iflas ettirecek.”


İmam-ı azam “40 gün gün sonra gelin,” demiş. Gelmişler: “Evladım bundan sonra bal yemeyeceksin, oldu mu?” demiş İmam-ı Azam.


Çocuk da,


“Olur amca!” cevabını vermiş ve gerçekten de ondan sonra bal yememiş. Çocuğun babası hem şaşırmış, hem de sevinmiş. İmam-ı Azam’a gelip,


“Hocam, sözünüz bu kadar tesirliydi de, niye bizi 40 gün beklettiniz?”


“İlk geldiğinizde ben de bal yiyordum. Yaptığım bir şeyi yapma demenin tesiri olmayacaktı. 40 gün bal yemedim. Ondan sonra çocuğa “Bal yeme. Sebebi bu olsa gerek.”


Bu hikaye, bize başkalarına tesir edebilmek için önce kendimizi düzeltmemiz gerektiğini anlatır. Kendisini düzeltmeyen başkalarını düzeltemez. İşte kendimizden başlamalıyız.


Öyle kusurlarımız, öyle hatalarımız vardır ki, Başkaları bizi bizim kadar tanımadığı veya çoğu kere muhatap olmadıkları için pek bilmezler.


“İnsanın kendisini bilmesi kadar büyüklük olmaz,” demişler. Yinebu güzel sözlerden birisi de şu:


“Kendisini bilip haddini aşmayana ne mutlu!”


Cenap-ı Hakkın Hz. İsa’ya emirlerinden birisi şuydu:


“Ey İsa! İnsanlara anlatmadan önce kendine anlat!”


Kur’an da, kendi yapmadığı halde insanlara öğüt verenleri kınar, “Yapmadığımız şeyi niçin söylersiniz?” buyurur.


“Lisan-ı hal lisan-ı kalb den daha tesirlidir.” Demişler. Yani, dilinle söylemektense halinle ve davranışlarınla göstersen daha tesirli olursun. Söz, davranışın doğrulayıcısı olmalı.


Kendimizi düzeltmek, hal ve hareketlerimizi kontrol etmek, sadece başkalarına tesirli tesirli olabilmek için değil, kendi tekamülümüz için de gereklidir.


Olgunlaşmak, yükselmek istiyorsak, kendimize eğilmeliyiz. İnsan hangi konuya daha çok eğilirse o noktada daha başarılı olur. Çoğu zaman biz kendimizi unutur, başkalarıyla uğraşırız. Eğer kendi noksan, kusur ve hatalarımızla ilgilenip onları düzeltme çabası içine girseydik, başkalarının kusurlarıyla uğraşmaya vakit bulamazdık.


Düşman evimizin içine girseydi, ondan kurtulmak için her türlü çareye başvururduk. İçimizde nefis gibi büyük bir düşmanımız var. Dış düşmanların yapamayacağı kadar büyük darbeleri bize indirmeye çalışıyor. İçimizdeki bu düşmanı yola getirmek, tehlikelere sürüklenmesinden kurtulmak söz konusu olunca, elbette ilk önce kendimize bakacağız.


Nefis daima kötülüğü ister. Yusuf Peygamber (a.s) bile onun kötülüğünden Allah’a sığınmış, Onun merhametini dilemiştir.


İnsan nefsini sever. Ama bu sevgisi hiçbir zaman kötülüklerine göz yumma, onları hoş görme şeklinde belirlememelidir. Çocuğunu seven bir baba, nasıl onun her arzusunu yerine getirmiyor, sakıncalı isteklerini göz ardı ediyorsa, nefsin akıl ve dine ters düşen isteklerine de” Evet” denilmemelidir.


Hayvanların bile eğitilip insanlar gibi işler yaptırıldığı günümüzde nefsin düzeltmeye, kendisini eğitmeye yönelmeyen insan ne kadar gaflettedir. İnsanlar atlarını, köpeklerini eğittikleri, bedenleriyle meşgul oldukları kadar nefislerinin terbiyesiyle ilgilenseler, dünyamızda hiçbir problem kalmazdı.


Sınır altına alınmamış duygularımız irademizle biz yönlendireceğiz. Onları başıboş bırakamayız. Yoksa başımıza bela olurlar. Duygularımız bize değil, biz duygularımıza hakim olmalıyız.


Başkalarını edepsizlik, terbiyesizlik, nezaketsizlik ve kabalıkla suçlayanlar, acaba nefislerinin de en az onlar kadar bunlardan korunmaya muhtaç olduğunu düşünüyorlar mı?


Kendi kusurlarımız başkalarıyla uğraşmaya fırsat bırakmamalı. Gerçekten düzeltmemiz gereken bir kusur varsa, onu da sert bir şekilde değil, tatlılıkla, incitmeden düzeltmeye çalışmalıyız.


Küçük kusurlarımızı büyük, başkalarının büyük kusurlarını ise küçük görmeye alışmalıyız. Başkalarını affetmeli, ama kendimizi asla affetmemeliyiz.


Hatasız kul olmaz. Önemli olan, hatayı kabul edip düzeltmek, onda ısrar etmemektir. Hatayı kabul edip düzeltmek, onda ısrar etmemektir. Hatayı kabul etmek fazilettir. Hatalarını göremeyen veya görmemekte direnenler daima noksan kalır, olgunlaşma imkanı bulamazlar.


Hata, kusur ve noksanlarını düzeltme yoluna girmeyenler, yırtık elbiseyle dolaşan insanlara benzerler.


Kusur arayıcı olmayalım. Nefsimiz bizi aldatırda, kendimizi kusursuz, başkalarını kusurlu görüp beğenmemeye başlarız. Arkadaşlarımızın ve diğer insanların kusurlarından çok iyilikleri bulunduğunu düşünüp o iyilikler hürmetine onlara saygı duyalım.


Tenkitlerimizde kırıcı olmayalım. İnsafsız tenkit ve suçlamalara girmeyelim. Büyüklerin örnek hayatından ders alalım.


Hatayı yüze vurmayalım. Başkalarına da anlatmayalım. Düzeltmemiz gerekliyse kalabalıkta değil, sessizce ve gücendirmeden usulünce anlatalım.


Akıllı insan, başkalarını hatalarından dolayı küçümseyen değil, aynı duruma düşmemek için ders alabilen insandır.






NEŞELİ OLALIM




Neşeli olmak da elimizde, üzüntülü olmakta. Devamlı gülümseyen Allah Rasulü bu konuda da bize örnek oluyor.


Neşeli olmak moral düzgünlüğünün neticesidir. Moralinizi bozan hadiselere meydan vermeyelim. Başkalarının hatası sonucu olmuşsa, onunda üzerinde durmayalım.


Moral insanı gençleştirir, güçlendirir. Geleceğe ümitle baktırır.


Kadere teslimiyet moral kaynağıdır. Olaylara kader açısından baktığımızda, moral bozucu bir şey olmadığını görüşürüz.


Hayattan bıkkınlık, yılgınlık, bezginlik, moral bozukluğuna ise inanç zayıflığı sebep olur. İnancımızı güçlendirelim ki, moralimiz düzgün olsun, hayata ümitle bakabilelim.


Çağımızın insanı moral bozukluğu içinde. Streslerle sarmaş dolaş. En modern ülkelerin insanları bile bunalım içinde. Eğer imanın mutluluk dolu havasını teneffüs edebilselerdi yüzleri güler, cennet zevkini dünyada tadarlardı.


İman, dünyamızı aydınlatacak, hayatımıza tat katacak bizi neşelendirecek tükenmez bir kaynak. Onun şefkatli sinesine başımızı koyalım. İçimiz gülsün, yüzümüz gülsün.












EN BÜYÜK SERMAYE




İnsanın en büyük sermayesi ömürdür.


Ortalama ömür 60 senedir. Yaklaşık 20 bin gün. Bunun üçte birini uykuda geçiririz. Geriye kırk senelik bir zaman kalır. Acaba bu kırk senelik ömür nerelerde geçiyor? Çalışma, yeme, içme, gezme... gibi işlerde, değil mi?


Önemli olan, kırk senelik bu ömrü en verimli bir şekilde kullanabilmektir. Elmastan daha değerli olan bu süreyi nasıl değerlendirebileceğimizin hesabını çok iyi yapmalıyız. Çünkü geçen süreyi bir daha geri getirme imkanımız yoktur.


Planlamayı 60 senelik ortalama bir ömre göre yaptık. Bir kısmımız belki 17, belki 25, belki de 40 yaşındayız. Önümüzde yaşaya geldiğimiz bir ömür var. İyisiyle kötüsüyle yaşamış bir ömür. Gelecek hakkında planlar yapmadan önce, geçmişi değerlendirmek lazım. Çünkü her şey meydanda. Geçmişimizin değerlendirmesini yapmak., geleceğe hazırlanmak noktasında bize yardımcı olacaktır.






Aslında ömrümüz ne geçmiştir, nede gelecek. Ömrümüz bulunduğumuz andır. Birkaç saniyelik zaman parçası.


Niçin mi?


Mazi geçip gitmiş, bitmiştir. Elimizde ondan bir anlık olsun, sermaye yok. Gelecek ise henüz gelmemiş. O da yok hükmünde. İşte, biz iki yol arasında bir anlık ömür sermayesinin sahipleriyiz. Evet, Evet, ömrümüz ne 40, ne 60, ne de 70 senedir. Ömrümüz sadece ve sadece bir andır.


Ne geçmişi getirebilir, ne de geleceği çağırabiliriz. Yapacağımız iş, sadece bulunduğumuz anı değerlendirmektir. Bu da o kadar zor olmasa gerek.


Vakit geçirememekten dert yananlar, zamanın kendilerini tükettiğinin farkında bile değiller. Aslında onlar, Nizami’nin dediği gibi, “Ömrü can verip satın almadıkları için kıymetini de bilmezler.” Acaba bir saatlik ömrü satın almaya kalksaydık, trilyonlar yeter miydi?


Tarihte nice insanlar vardır. Şerefli bir ömür tablosu bırakıp öyle gitmişlerdir. O tablolara bakanlar hayat sermayesinin ne kadar değerli olduğunu anlamakta gecikmezler. Onların bu sermayeyle kazandıkları ise daha değerlidir.


Ömrünü değersiz bir eşya gibi yıpratanları görünce de üzülür, onlara acımaktan kendimizi alamayız. Milyonlarca lirayı beş kuruşluk mala vermek kadar zararlı bir alışveriş görülmüş müdür?


Hayat beyaz bir kağıda benzer. Ömür mürekkebiyle ona iyi veya kötü yazılar yazarız. Bunun içindir ki Eflatun, “En değerli şey hayat değil, güzel yaşamaktır” der. “İnsanın nasıl öldüğü değil, nasıl yaşadığı önemlidir” diyen Samuel Johnson da aynı gerçeği ifade eder.


İşte bu yaşayıştır ki, insan hayatını şekillendirecek, lehinde veya aleyhinde şehadet ettirecektir.


Bir soluk gibi teneffüs ettiğimiz, bir rüya gibi gelip geçen ömrümüzde bizi önemli vazifeler bekliyor.


İnsan hayatı iç içe girmiş dairelerin merkezinde yer almış. Kalp, mide, beden, aile, mahalle, vatan, dünya dairesinden tutun, kainat dairesine kadar bir çok dairede vazifeler var. En geniş dairede ara sıra, en küçük dairede ise en önemli ve devamlı vazifeler bulunuyor. İşte, ömür sermayesi bunları yapmak için verildi. İnsan düşünce, gayret ve niyetini bu vazifeleri en iyi şekilde yerine getirebilmek uğrunda kullandığı takdirde kazançlı olacak, o ölçüde de değer kazanacaktır.


İnsanlar vardır; ömürlerini boş, manasız, değersiz işler de kullanırlar, boş lakırdılarla geçirirler.


Oysa hayat okuluna bir kısım görevleri yerine getirmek için geldiklerini düşünebilselerdi, bir dakikalarını bile boş geçirmezlerdi.


Niçin verilmiştir ömür sermayesi?


Ebedi bir hayatı kazanmak için.


Dünya insanın gayesi olamaz. En büyüğü bile küçük hükmündedir. Çünkü fanidir, geçicidir.


Hayvana göre kat kat üstün organ ve duygularla donatılan insan, elbette hayvandan farklı hayat sürecektir.


Milyarlar değerindeki organlarımızı lüzumsuz işlerde kullanıp da onların değerini düşüremeyiz.


Hayvancasına bir hayat süren insan, ömrüne hıyanet etmiş olur.


Bir baba iki oğlundan birine 50 bin lira verip “Bir takım elbise al” dese o da gidip alsa;diğerine ise bir liste hazırlayıp 50 milyon lira eline vererek “Git, oğlum, şu eşyaları al” diye gönderse; fakat o, elindeki listeye bakmadan kardeşi gibi esnafa giderek 50 milyon lirayı verip bir takım elbise alsa, babasının cezası hak kazanmaz mı? Çünkü 50 milyon lira 50 bin liralık elbiseye verilmez.


Allah da bize, hayvana göre çok daha değerli bir ömür vermiştir. Ayrıca ondan çok üstün organ ve duygular ihsan etmiştir. Hayvana göre çok daha üstün bu sermaye elbette hayvan gibi yaşamak için verilmemiştir.


Hayvan sadece yemeyi, içmeyi, lezzet almayı düşünür. İnsanda sadece bunları gaye edinse hayvandan farkı olmaz. Hatta ondan daha aşağı düşer.


Hayvanın belli bir görevi vardır. Onu yapar, keyfine bakar. İnsanın ise birçok görevi vardır. O her şeyden önce kendisine verilen sermayeyle ebedi hayatı kazanacaktır. Hayvan gibi dünyayı gaye edinse hem sermayesinin değerini düşürmüş olacak, hem de hayattan hayvan kadar bile tad alamayacaktır. Geçmişten gelen acıların, gelecekten gelen korkuların kıskacında boğulup gidecektir. Zaten bulunduğu anın ıztırabı da onu yiyip bitirmektedir. Aklın çilesidir bu. Hayvanda akıl olmadığı için, ne geçmişini düşünüp üzülür, gam çeker; ne de geleceğini düşünüp endişeye kapılır. Lezzetini tam alır.


Dünya hayatını yaşama noktasında hayvana yetişemeyen insanın gayesi elbette ki yalnız dünya olamaz.


İnsanın ahiretin yolcusu olduğunu unutmamalı. Sonsuz saadeti kazanmak için elinden ne geliyorsa yapmalı . İnsan bunu düşünebildiği, onun için didinebildiği, o yolda olabildiği ölçüde mutlu ve kazançlı olacaktır.














GELECEĞİMİZ VE BİZ




Thomas Hobbes, “İnsan insanın kurdudur,” demiş. James Oppenheirmer de,onu “kainatın kötü çocuğu” olarak görmüş. Kötümser ve karamsar bir bakışın ifadesidir bunlar. Biz William Ellery Channing’in sözüne katılıyor ve diyoruz:


“Okuyabilirseniz, her insan bir kitaptır.” “Hem de kelime kelime manalarla dolu, her satırında sırlar saklı, her noktasında hakikatle özetlenmiş bir kitap.


Kainat insanla mana kazanır. İnsan, kainat fuarında sergilenen harika sanat eserlerini anlamaya, düşünüp takdir etmeye adaydır. Kainat onunla şenlenir. O kainatın gülüdür. Hele gençlik! O da bülbülü.


İnsanı bir canavar olarak görenler, onu hayvanlarla eş tutanlar genci de anlayamazlar. Genci ve gençliği anlayamamak, sadece onu değil, geleceğimizi de felakete atmak demektir. “Gençliği anlayamadığımız an işimiz bitmiş demektir,” diyen George McDonald ne güzel söylemiş. Gençliği niceleri tanıtmaya çalışmış, hakkında kitaplar yazmış, konferanslar vermiş, açık oturumlar düzenlenmiş. Ancak birkaç yönüne bakabilmişler. Acaba onun ruh dünyasını, gerçek alemini anlatabilmişler mi?


Halbuki gençlik çok iyi anlaşılması gereken bir hakikat, her an gelişip büyümeye, meyve vermeye aday bir tarladır.


Gençliği anlayamamak, dünyayı, hayatı anlayamamak demektir. Ruhunu işlenmeyen bir tarlaya benzeten Snellman, “Gençliği ihmal ederseniz, kendi haline bırakırsanız, orada ısırganlar, dikenler biter,”diyor. Hak vermek mümkün mü?


Gençliğe doğru yolu göstermek zorundayız. Doğruyu, iyiyi, güzeli, hakikati göstermek görevimiz. Çünkü gençlik ümidimiz, geleceğimizdir. Ona hizmet, vatana millete, insanlığa hizmettir.


Ağaçlar meyveleriyle tanındığı gibi, gençlik de yaşayışıyla, hareketleriyle kendisini göstermeli. Milletin yüzünü güldürecek olan da, ağlatacak olan da gençlerdir. Gençlik büyük işler başarmak, büyük eserler vermek, insanlığa hizmet sunmakla yükümlüdür. La Rochefoucauld’un dediği gibi, büyük işler başarmak için de ölmeyecekmişcesine yaşamak gerektiğini bilmelidir. Zaten insanlık rehberi yüce Peygamberimiz de gençlere, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, hemen ölecekmiş gibi de ahirete çalış” diye emrediyor. Genç sadece hayattayken değil, öldükten sonra da yaşayacak. Yaşaması lazım. Bunun yolunu Hz.Ali gösteriyor:


“Öldükten sonra da yaşamak istiyorsanız, faydalı bir eser bırakınız.”


Hayatımız eserimiz olmalı. Öyle bir ömür sürmeliyiz ki, ölsek bile kalplerde yaşamaya devam edelim. Hakkımızda söylenen sözler şunlar olsun:


“Efendi bir genç!”


“Kelimenin tam manasıyla dekanlı!”


“Dört başı mamur.”


“Yaşına göre çok olgun!”


“Delikanlı dediğin böyle olur!”


“Onun gibi bir genç ömrümde görmedim!”


“Bu dünya da böyle gençler de var mıymış! Hayret doğrusu!”


Gıpta ve hayranlığın ifadesi olarak söylenmiş bu sözler iyiye gidişin işaretidir. Bir de bunun tersi var. Az söylenmiyor:


“Neden gençliğimiz bu hale geldi?”


“İnsan bu derece sorumsuz olur!”


“Gençliğimizi görünce büs bütün ümitsizleşiyorum.”


“Başıboş gençlik nereye gidecek?”


“Eyvah, gençliğim yok olup gitti. İhtiyarlık belimi büktü. Keşke bir gün gençliğim geri gelseydi de ihtiyarlığın neler yaptığını ona bir şikayet etseydim.


“Hapishaneler gençlerle niçin tıklım tıklım dolu?”


“Hislerinin kurban olup hapishane, hastahane ve mezarlıkları dolduran gençleri kim kurtaracak?”


“Gençlik, kurtaracak bir el bekliyor. Kendisine tutulacak bir ışık gözlüyor. “Ben hayvan değilim. Benim bayağı duygularıma hitap edip durmayın. Ruhumu, iç dünyamı, yüce duygularımı harekete geçirin!” diye için için haykırıyor. Onları felakete sürüklemekten öte ne yapıyoruz?.


Gençler yanardağlara benzer. Teskin edilip iyiye kanalize edilmezlerse milletin başına bela olurlar.


İnsanda akıl, öfke ve şehvet olmak üzere belli başlı üç önemli duygu var. Yaratılışta bunlara sınır konulmamış. Onları belli bir limitte tutmak, dizginlemek insanın elinde. Aksi halde, aşırılıklardan kurtulamaz, zarara düşer.


Aklı, kar-zarar, hiçbir şeye kulak asmamak ve iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı karıştırmak gibi yanlışlıklardan kurtarmak lazım.


Öfke korkaklığa kayarsa felaket. Hak hukuk tanımayacak şekilde vurup kırar, yakıp yıkarsa zulüm.


Şehvet harama da helâl a da istek duymayacak şekilde donuk; helâl sınırlarını taşıp harama girecek şekilde olursa yıkım.


Aklı hikmet, öfkeyi şecaat, şehveti de iffette tutmak ortası, vasatı. O zaman duygular yerli yerinde kullanılmış, faydalı hale getirilmiş olur.


Akıl, faydalıyı zararlıyı bilip faydalı olana yönelebiliyorsa hikmet;


Öfke, haksızlık karşısında susmayıp hakkı savunabilecek cesaret gösterebiliyorsa şecaat;


Şehvet, helali haramı tanıyor, helalle yetiniyor, haramdan kaçınıyorsa iffet.


İşte, gençlik bizden bunu bekliyor. Her namazda günde 40 defa Allah’tan doğru yolu isterken işte bunu istiyoruz.


Aklımız istikameti buldu mu, hayatımızı yönlendirmemiz güç olmayacaktır. Duygularımıza onunla hükmedip, dizginleriz. Yoksa akıldan çok duyguları dinleyen gençliğimizi duygularının esiri olmaktan kurtaramayız.


Aklımızın kıymetini bilelim. Allah yaratıklar içerisinde sadece insana akıl vermiş, yalnız onu Kendisine muhatap edinmiştir.


Bizi hayvandan ayıran en önemli fark da akıldır. Akılla geçmişimizi ve geleceğimizi düşünürüz. Düşünmek zorundayız da. Çünkü dünü düşünemezsek bugün için bir şeyler yapamayız. İbni Haldun’un dediği gibi, “Dünü unutanların bugünü olmaz.”


Gelecek de geçmiş üzerine kurulur. Geçmişini oyun ve eğlencelerle geçirenlerin gelecekten bir şeyler beklemeye hakları yoktur.


Gelecek, yani istikbal bizimdir. İdeal, gayret ve çalışmayla onu elde edebiliriz.


Ne derece şuurlu hareket edersek, gelecek o ölçüde bizim olur.


Yarına bugünden hazırlanalım. Aksi halde, mahrumiyetlere uğramaktan kurtulamaz, pişman oluruz. Cenap Şahabeddin’in dediği gibi, gündüz kandili hazırlamayanın gece karanlığa razı olması gibi, bugünden geleceğe hazırlanmayanlar sıkıntılara düşmekten kurtulamazlar.


Geleceği görebilmek keramet değil, ferasettir. Nasrettin Hocanın fıkrasında olduğu gibi, bindiği dalı kesenin düşeceği muhakkaktır. Geçmişe ve bulunduğumuz ana bakarak gelecekle ilgili tahminler yürütmek, ona göre adımlar atmak akıllılıktır.


Geçmişe üzülüp de günümüzü harap etmeyelim. Geleceğe ümitsizlikle bakmayalım. Giden gitmiştir. Geleceğe ümitsizlikle bakmayalım. Giden gitmiştir. Gelecek ise henüz gelmemiştir. Dersimizi alalım, geleceği ümitle omuzlayalım.


Bulunduğumuz anda da acılar ve üzüntülerle karşılaşabiliriz. Acılar hayatı ve insanları tanıma imkanı verir. Hiçbir acı ve sıkıntı çekmeyenler olgunlaşma fırsatı da bulamazlar. Acılar, mutluluk yolunun dikenli telleridir. Onları aşmak lezzet verir. Acılar yükselişin kamçısıdır.


Çilesin hayatın tadı yoktur. Sıkıntısız, acısız, monoton bir hayat insanı sıkar. Hayat acılarla , çilelerle renklenir, ahenk kazanır, kıymetlenir.


Hayatın güçlük, acı ve çilelerinin üstesinden ancak bu anlayışla gelinir.


İnsan yaşadığı toplumun görüş, düşünüş ve davranışlarıyla şekillenir. İster istemez onların tesiri altında kalır. Onlara ayak uydurur. Asıl problem de cemiyetin bozukluğunda kendisini gösterir. Böyle bir cemiyette insana yol gösterecek hakikatler olmazsa, felakete düşmekten kurtulamaz. O pusula da iman ve Kur’an hakikatleridir.


Akıllı genç düşünerek hareket edebilen gençtir. Yaşlıda gencin enerjisi, gençte de yaşlının tecrübesi yoktur. Yaşlanınca insan gençliğin değerini daha iyi anlar. Onu gerektiği gibi değerlendiremediğinin pişmanlığını yaşar. “Gençlik hayatın sonunda olmalıydı, ondan ancak o zaman yararlanırdık,” diyen Sir Thomas Beecham, gençliğin zamanında anlaşılamadığını dile getirmeye çalışır. Akıllı genç bunların muhasebesini yapabilen gençtir.


Akıllı genç, geçici istikbalini olduğu gibi gerçek istikbalini de düşünebilen, davranışlarını ona göre ayarlayabilen gençtir. Peygamberimiz, “En akıllı genç odur ki, ihtiyarlar gibi ölümü düşünüp ahiretine çalışır, nefsinin arzularından kurtulup, gaflette boğulmaz,” buyurur.


Dünya da olup bitenleri filme alabiliyoruz. Seneler önce çevrilen bir filmi yeni çevrilmiş gibi seyredebiliyoruz. Acaba 50-60 sene sonra başımıza gelecekler de şimdiden filme alınıp seyredilebilseydi neler görürdük?


Gerçek vazifelerini unutarak gülüp oynayanlar herhalde şimdi güldüklerine oturup ağlayacaklardı. 70-80 yaşlarında perişan bir ihtiyar. Acınacak bir halde. Etrafından sevgi bekliyor, şefkat bekliyor. Ama nefretle, bıkkınlıkla karşılık görüyor.


Bir kısmı ölmüş gitmiş, kabirde azap çekiyor. Günahlarının ateşiyle kıvranıyor. Çileleriyle baş başa.


50-60 sene sonrasını görebilen günahın hilelerinden kurtulabilen ve imanla hayatını canlandıranlar böyle durumlara düşmekten kurtuluyorlar.


Günahlar manevi hayatımızı öldürürler. Gençliğimizi günahlarla öldürmeyelim. Bizi günahlara atmakla kazanç sağlama, bizi bir alet olarak kullanmak isteyenler çıkabilir. Bu maneviyat katilleri ahiretimizi zindana çevirmekle kalmaz, dünyamızı da karartırlar. Bayağı duyguların uğruna onların tuzaklarına düşmeyelim.


Helal dairenin zevkleri keyfe kafidir. Harama girmeye hiç luzüm yoktur. Zehirli bala benzeyen haram zevkler önce tatlı gelse de sonra ıztırap çektirir. Bir dakika gülme karşılığında saatlerce, bazen yıllarca ağlatır. Bir üzüm tanesine karşılık yüz tokat vurur.


Gençlik ve güzellik, şükredilirse ebedileşir. Helal dairede geçirilen gençlik ebedi bir ağacı verecek bir çekirdek olur. Günahsız geçen gençlik, ümitleri yok eden, karamsarlığa atan, ağlayan ihtiyarlıktan da kurtarır.


“Yiyip içip eğlenmene bak! Dünyaya bir kere geldin,” diyenler acaba dünyaya niçin geldiklerinin farkındalar mı? Devletten maaş ve harcırah alarak bir göreve giden memurun asıl görevini unutup eğlenip gezmesi nasıl yanlışsa, ahiret ticareti yapmak için dünyaya gelen insanında durmaksızın gülüp eğlenmesi, gezip tozması en az o kadar yanlıştır.


İnsan hiç gülüp eğlenmeyecek, gezip tozmayacak mı? Elbette ki gülüp eğlenecek, gezip tozacaktır. Helal dairesi de bunun için yeterlidir. O kadar geniştir ki, harama girmeye hiç lüzum bırakmaz.


Önemli olan, asıl vazife ışığında her şeye ölçülü bir şekilde yer verebilmektir.


Meşru dairede yiyip içmek de böyle. Allah bir çok yiyecek ve içeceği helal kılmış, birkaç şeyi de yasaklamıştır.


Yasaklanan her şeyde zararlıdır.


İnsan yaşamak için elbette ki yiyip içecektir. Ama yiyip içmek hiçbir zaman insanın gayesi olamaz. Fransız şairi Lamrtine, “İnsan yemek için yaşamamalı, yaşamak için yemeli” der. Sokrates de, kötü insanların yemek için yaşadıklarını, iyilerin ise yaşamak için yediklerini söyler. Bu noktada insanlarla hayvanları karşılaştıran Epitetos ise, “Öküzler domuzlar konuşabilselerdi konuları hep ot ve yem üzerine olurdu. Mideleri için yaşayan insanlarda onlardan farksızlardır,” der.


İnsanın dünya hayatını karşılama noktasında bir serçeye bile yetişemediğini söyleyen Bediüzzaman ise, kabiliyetlerin esas olarak dünya hayatı için değil, ebedi hayatı kazanmak için verildiğini söyler. Ebedi hayatı kazanmanın temelini ise kulluk teşkil eder. Bu anlayışla hareket eden insanın dünyası da cennettir.


Bir serçe kuşunun ne ev, ne ayakkabı, ne yakacak derdi vardır, ne de bir sıkıntısı. O birkaç tohum buldu mu, gününü gün bilir. Dünyadan beklediği budur. Ama insanın nice problemleri, sıkıntıları var. Onun için, dünya hayatından zevk alma noktasında bir serçeye dahi yetişemez.


Ama insan kullukta, inançta, ahlakta öylesine yüce ve yüksektir ki, kainatın burcuna oturur. Yeryüzünün halifesi olur. Allah’ın seçkin bir halifesi mevkiine yükselir.


İnancıyla yücelir, hayatının tadını alır.


Öyleyse imanı kuvvetlendirmeyi gaye edinelim. İmani ve Kur’ani eserleri bol bol okuyalım. Hayatını gençliğin mutluluğuna adayan iman fedaisi Zübeyir Gündüzalp’in şu sözlerini birlikte okuyalım:


Kendini bir yokla! Ben seni görüyorum ki, sende parlak ve ebedi bir istikbali kazanma kabiliyeti var. Bu istidat senin gençlik ruhunun nurundan fışkırarak, senin manevi ve maddi simanda ışıldamakta; gözlerinden, okumaya ve Allah’a ibadete olan sevgi kıvılcımları pırıl pırıl parıldamaktadır. Bu nurları karartmamayı, bu ışıkları söndürmemeyi aklın ve kalbin sana feryad ü figanla ihtar ediyor. Ruhun derinliklerinde “Oku, Allah’ın bahtiyar bir kulu cemiyetin gülü, islamiyetin bülbülü ol!” diye ilahi bir seda ile sana sesleniyor. Bu sedaya kulak verip nur-u Kur-an’la ilim ve irfan sahibi olarak iki cihanın saadetiyle mesud ol!”


İçindeki aşk ve heyecanı İslami hayata kanalize eden gençlik bahtiyar gençliktir.


Kendi kendimize sormalıyız: “Hangi davanın peşindeyim? Geçici, basit, bayağı davaların mı. Yoksa ezeli ve ebedi bir davanın mı?


Sonsuz mutluluğa ermek isteyen, fani ve zararlı davaları bırakıp ebedi bir davanın adamı olmalı. Unutmayalım ki, ebediyet uğruna sarf edilen her şey ebediyet kazanır.


Bu duyguyla yaşayalım. Bütün davranışlarımızla Allah’ın rızasını gözetelim. İşte o zaman yüceliriz.


Peygamberimiz, “Nasıl yaşarsanız öyle ölür, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz,” buyuruyor.


Demek önemli olan yaşayış. Nasıl yaşadığımız sorusuna güzel bir cevap verebiliyorsak ne mutlu bize. Doğru yolda olduğumuzu bilelim., yeter.


Belki mükemmel olamayız. Ama onun heyecanını yaşamamalıyız. Karıncaya sormuşlar: “Nereye gidiyorsun?” “Kabeye” demiş. Gülmüşler: “Bu adımlarınla mı varacaksın?”


“Hiç olmazsa o yolda ölürüm ya!” cevabını vermiş.


Bizde o yolda olalım. o yolda ölelim.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...