“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.”
Âl-i İmrân Sûresi, 3:31.
“De ki, Allahı seviyorsanız bana uyun!”
Muhammed aleyhisselamın bütün sözleri ve bütün hareketleri, insanların olgunlaşmalarına rehberlik etmekte, imanlarının ve işlerinin doğru ve faydalı olmalarını sağlamakta ve kalblerindeki hastalıkların tedavisine ve kötü ahlâklarının giderilmesine ışık tutmaktadır. Peygamberlik de, bu demektir. Peygamberleri sadece semavî kitabı tebliğ eden, getiren sıradan bir insan olduğunu zannetmek, peygamberlik makamının ne olduğunu bilmemektir veya dini yıkmak için sinsi bir oyundur.
Kur’an-ı kerimi, insanların anlaması için, peygamberimizin açıklamakla görevlendirildiğini bildiren birçok ayet-i kerime vardır. Çünkü, herşey Kur’an-ı kerimde açıkça bildirilmemiştir. Bütün hükümleri, herkesin anlayabileceği tarzda açık-seçik olsaydı, Hz. Peygamber tarafından insanlara açıklanması emri abesle iştigal olurdu. Allahın Kitabı böylesi olumsuz özelliklerden berîdir. Ayetler herkesin anlayabileceği şekilde açık olsaydı, hâşâ Allahü teâlânın, açıkla emri lüzumsuz olurdu.
Peygamberimiz bu görevini yaparken, Kur’an-ı kerimin dışında gelen vahiylere göre de yapıyordu. Böyle olmasaydı. Kur’an-ı kerimi açıklamak gibi bir görevi bulunan Hz. Peygamber, Kur’an-ı kerime ilişkin, Kur’an dışında ve fakat yine Kur’an tarafından verilen bir yetkiye dayanarak bir kısım şeyler söyleyip, açıklamalar yapmadan bu emri nasıl yerine getirecekti?
Kur’anın Kur’anla açıklanması, onun anlaşılması için yeterli olsaydı, ayrıca Hz. Peygambere, onu “açıklama” emrinin verilmesine ne gerek vardı? Hz. Peygamberin açıklamalarına ihtiyaç duymaksızın, herkes Kur’anı rahatça okuyup anlayabilirdi.
Hz. Peygamberin bildirdiklerine itaat ve Onun söylediklerinin bağlayıcı kabul edilmesi, bizzat yüce Allahın emridir. “Kim Resule itaat ederse, Allaha itaat etmiş olur”, “De ki: Allahı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” ayetleri, bunu açık olarak bildirmektidir.
Peygamberimizin açıklamalarını, hadis-i şerifleri dikkate almayıp, Kur’an-ı kerimdeki bilgilerin hepsini akla, mantığa uydurmaya, akla beğendirmeye kalkışan, peygamberlik makamına inanmamış olur. Böyle, İslâmiyeti akıl ile, felsefe ile, demagoji ile izaha ve inandırmaya çalışan kitaplardan, şahıslardan uzak durmalıdır.
İnsan, kainatın en heyecan uyandıran yolcusudur, zira çevresine karşı en duyarlı olan, neredeyse bütün varlıklarla münasebet kuran odur. Bütün mahlukatın cisim itibariyle nispeten en “küçük”lerinden olduğu halde, adeta her şey onun hizmetine koş(turul)makta; arzdaki canlı-cansız, büyük-küçük her şey onun tasarrufuna verilmiş görünmektedir. Faraza bir müsabaka yapılsa insan, mahlukatın en sevimli, en nazik ve en nazlısı seçilecek gibidir. Her şeyin ona hizmet etmesinden de anlaşılmaktadır ki, insana varlık aleminde seçkin bir makam verilmiş, yani arzın halifesi olarak tayin edilmiştir. Bu sıfatı ve ünvanıyla varlık alemindeki bütün “eşya” ile münasebet kurmakta ve böylece kainatı da heyecana getirmektedir. İnsanın konumuna bakıldığında, onun “netice-i hilkat-i alem” (alemin yaratılmasının neticesi) olduğuna hükmedilebilir.
İnsanın bu vaziyeti onu, “hilkat-i kainat hükümetine”1 muhatap kılmaktadır. Güya mezkur hükümet, kainatı vaziyetiyle heyecana getiren o misafir yolcu (insan) kafilesinin karşısına zabıta memuru hükmündeki “fenn-i hikmet”i bir sorgucu olarak çıkarıp şöyle sormaktadır: “Ey benî-Âdem! Nereden geliyorsunuz ve nereye gideceksiniz? Ve ne yapacaksınız? Ve her şeye karışıyor ve bazen karıştırıyorsunuz. Sultanınız ve hatibiniz ve reisiniz ve ileri geleniniz kimdir? Tâ bana cevap versin.”
Öyle görünmektedir ki, insan bu aleme, “ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır.”2 Önünde mutlaka cevap bulmak zorunda olduğu sorular vardır ve var edilmenin yüklediği sorumluluk, sadece bu alemden geçip gitmekle değil bu sorulara doğru cevap vermekle yerine getirilebilecektir. Bu sorular karşısında mütehayyir kalan kafilenin içinden Hz. Muhammed (a.s.m.), -benzeri olan büyük peygamberler gibi- hikmete karşı kalkıp Kur’ân’ın lisanıyla şöyle cevap vermektedir: “Ey müstantık (sorgucu) hikmet! Biz mevcudat kafilesi, adem karanlıklarından Sultan-ı Ezelinin kudretiyle çıktık, ziya-yı vücuda girdik. Varlık nurunu bulduk. Her bir tâifemiz bir vazifeye girdik. Ve biz benî-Âdem tâifesi ise, bir emanet-i kübra rütbesi ve hilâfet-i zemin vazifesiyle sâir mevcudat kardeşlerimizin içinde imtiyazlı ve memuriyet sıfatı ile bu meşher-i kâinata gönderilmişiz. Her vakitte yola çıkmaya müheyya (hazır) bir vaziyetteyiz ve haşir yolu ile saâdet-i ebediyenin kazanmasının tedariki ile meşgulüz. Ve bizim re’sü’l-mâlimiz (sermayemiz) olan istidatlarımızın çekirdeklerini sümbüllendirmeye, iman ve Kur’ân’la inkişaf ettirmekle iştigal ediyoruz. İşte o kafilenin reisi ve hatîbi benim. İşte elimdeki bu fermanı; mânevî ve maddî hava, bir tek lisan gibi bütün kâinata o fermanın her kelimesini bir anda milyarlar yapıp işittiriyor. İşte o menşur ferman, Ezel ve Ebed Sultanının kelâmıdır. Ve emirleri ve konuşmaları olduğuna delil-i kat’î, üstünde parlayan sikke-i şahanesi ve turra-i sermediyesine bak, gör, git, söyle.”
Varlık alemine atılmakla insan, hikmetin “Necisiniz? Nereden gelip nereye gidiyorsunuz? Burada vazifeniz nedir ve reisiniz kimdir?” sorularına -ki bunlar en zor, en genel ve bütün mevcudata sorulan sorulardır- peşinen muhatap olmaktadır. Ve yukarıdaki cevaptan da anlaşılacağı gibi, Adem’in çocukları, içlerinden bihakkın iftihar edecekleri bir reis bulmuş ve yardımcılarıyla beraber o reis, hem hikmete hem de bütün kainata karşı insanlığın yüzünü ağartmışlardır. Artık varlık ve hayat sahrası da, birbiri içine girmiş varlık kafileleri de, yolculuk da... aydınlanmış, kısacası kainatın muamması çözülmüştür. Reisini bulan insan, o reisin elinde tuttuğu fermanı (kitabı) dinlemiş, bütünüyle “var olmanın” sırrına ermiştir: Kainatın bir Sultanı vardır, insan da o Sultanın aziz bir misafiridir, dolayısıyla başıboş değildir, bir reisi vardır ve o reis de Sultanın fermanını getiren bir abd-resuldür.
Hz. Muhammed (a.s.m.), elindeki mu’ciz-nüma kitap3 vasıtasıyla, herkesi hayrette bırakan zor soruları bu kadar veciz, güzel ve mükemmel cevaplamakla, insanın gerçekten arzın halifesi ve mahlukatın en şereflisi olmaya layık olduğunu ve kendisinin de insanlığın (alemin de denilebilir) reisi olduğunu ispat etmektedir.
İki Daire ve İki Levha
Burada özetlenen temsilin benzeri, daha geliştirilmiş biçimde “On Birinci Söz”de bulunmaktadır.4 Bu Söz, “Hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-ı salâtın rumuzunu” çözmektedir. Alemin ve insanın yaratılmasındaki ve insana ibadetin yüklenmesindeki sır öyle bir temsille ortaya konulmaktadır ki, bu temsili okuyan ve doğru anlayan bir insan, varlığın ve ibadetin hakikati konusunda anahtar hükmünde bir bakışa sahip olabilmektedir. Temsilde her şey ve her hakikat tam kendi yerine oturtulmakta ve aralarındaki nuranî münasebetler, bir nakış gibi işlenmektedir.
Okuyucuya, On Birinci Söz’ün tamamını okumayı tavsiye ederek, biz sadece konumuz olan nübüvvet ile ilgili bazı noktalara dikkat çekmek istiyoruz. Bu Söz’ün üzerine bina edildiği temsili okuduğumuzda, kısaca şöyle bir tablo ile karşılaşırız: Her türlü ilim, marifet ve sanatı bilen, hesapsız servet ve hazineleri bulunan kemâlât sahibi bir Sultan vardır. Her kemal ve cemal (güzellik) sahibinin kendi güzelliğini görmek ve göstermek istemesi sırrınca bu sultan da insanların önüne bir sergi açıp kendi ilim, marifet, sanat ve servetini iki şekilde görmek ister:
Birincisi, her inceliği fark edebilen kendi nazarı ile seyretmek;
İkincisi, o güzellikleri seyredenlerin nazarları vasıtasıyla temaşa etmek.
Bu hikmete binaen büyük ve şahane bir saray yapar ve içinde her türlü nimetin bulunduğu sofralar açarak, memleketindeki bütün ahaliyi davet eder. “Sonra bir yaver-i Ekremine (a.s.m.) sarayın hikmetlerini ve müştemilâtının (içindekilerin) mânâlarını bildirerek Onu üstad ve târif edici tâyin etti; tâ ki, sarayın Sâniini, sarayın müştemilâtıyla ahaliye târif etsin ve sarayın nakışlarının rumuzlarını bildirip, içindeki san’atlarının işâretlerini öğretip, derûnundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nedir? Ve ne vecihle saray sahibinin kemâlâtına ve hünerlerine delâlet ettiklerini, o saraya girenlere târif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen sultana karşı marziyatı dairesinde teşrifat merasimini târif etsin.”
Zamanın toplanmasıyla kurgulanan bu temsildeki sırlardan biri, hakikat-i Muhammediyeye işaret etmekte, nur-u Muhammedinin önceliğini ve önemini göstermektedir. Bilinmek ve kendini tanıtmak isteyen Sultan, kendini ilk olarak ve bizzat Yaverine tanıtmış ve ona (yardımcıları olan enbiya, evliya, asfiya birlikte) şu vazifeleri yüklemiştir:
Sanii tarif etmek: Sarayın Saniini (sanatlı yapıcısını-yaratıcısını) sarayın içindekilerle ahaliye tanıtmak,
Eşyanın hakikatini bildirmek: “Eşya”ya sadece “eşya” olarak, yani mânâ-yı ismî ile bakmayı önleyip eşyanın Saniine bakan ve Onu tanıtan yüzünü göstermek, yani eşyaya mânâ-yı harfî ile bakmayı öğretmek,
Saniin marziyyatını bildirmek ve göstermek: Sarayda yapılacak ve yapılmayacak işleri bildirip -müspet olanları fiilen- göstererek Sultanın rızasını kazanma yolunda ahaliye rehberlik etmek; yani ubudiyet yolunu/dairesini açmak.
İşte bu vazifeleri üstlenen muarrif üstad (tanıtıcı rehber), temsilin devamında ahaliye bir konuşma yapar.5 Bu hitabın, Risale-i Nur’da rubûbiyet-ubudiyet bahislerinde sık kullanılan “iki daire ve iki levha” yöntemi/tablosu kullanılarak kurgulandığı dikkati çekmektedir. Gerçekten de bu yöntem,6 rubûbiyet ile ubûdiyetin münasebetini anlamayı kolaylaştırmaktadır. Hitabı tablolaştırırsak şöyle bir sonuca ulaşırız:
Birinci daire ve levha: Sarayın Sanii, bu muhteşem sarayı ve işleri yapmakla kendini tanıt(tır)mak istemektedir.
İkinci daire ve levha: Ahali de onu iyice tanımalı ve tanımaya çalışmalıdır.
Birinci daire ve levha: Sani, tezyinatla kendini sevdirmek istemektedir.
İkinci daire ve levha: Ahali de Saniin san’atını ve işlerini takdir ederek kendini o Sanie sevdirmelidir.
Birinci daire ve levha: Sani, ihsanlarla ahaliyi sevdiğini göstermektedir.
İkinci daire ve levha: Ahali de itaat ederek ona muhabbetini göstermelidir.
Birinci daire ve levha: Sani, nimet ve ikramlarla ahaliye şefkat ve merhametini göstermektedir.
İkinci daire ve levha: Buna karşı ahaliye düşen şükürle hürmetini göstermektir.
Birinci daire ve levha: Saniin eseriyle gösterdiği mükemmelliğin arkasında Onun kendi eşsiz manevî Cemâlini gösterme kastı bulunmaktadır.
İkinci daire ve levha: Ahali de, “eser”den hareketle uyanan, O eşsiz manevî Cemâli görme arzusunu izhar etmelidir.
Birinci daire ve levha: Sani, her bir “şey” üzerine hususî “imza”sını koymakla iki hakikatin bilinmesini istemektedir: 1. “Her şey” ve “her bir şey” Onun eseridir; 2. Kendisi tek ve misilsizdir.
İkinci daire ve levha: Ahali de şunu anlamalı, bilmeli ve kabul etmelidir ki; O (Sani) tektir (eşsizdir) ve her şey Onun sanatının eseridir.
Bu tablonun baştan sona kadar okunmasından çıkan sonuç şudur: İnsandan ve sair şuur sahibi mahluklardan nihaî olarak istenen tevhiddir, yani tevhid ile her şeyi hakiki sahibine nispet etmeleridir. Başka bir deyişle, şuur sahipleri Sani-i Alemin, Vahid ve Ehad olduğuna iman etmelidir.
Temsildeki Yaverin makamı, böylece daha belirgin hale gelmektedir: Yaver, ubûdiyet dairesinin reisi olarak ve Rubûbiyet dairesi namına konuşmaktadır. İki daire arasındaki “maksat ve vazife” münasebetini bu kadar güzel ortaya koymasından da anlaşılmaktadır ki, Rububiyet dairesinin reisi ile aralarında kuvvetli bir “münasebet” vardır ve o münasebet, iki dairenin reisleri arasında “bir muârefe ve mükâleme ve alışverişin bulunduğunu; ubudiyet reisi(nin), rububiyetin has mahbup ve makbulü olduğunu” göstermektedir.7
Bu tablodan anlaşılan hakikatlerden biri de şudur: Sarayın Sanii ve Sultanı, sarayı yukarıda sayılan maksatlar için yapmıştır. Bunların gerçekleşmesi ise iki şeye bağlanmıştır. Birincisi: En başta görünen ve ahaliye hitap eden Üstadın (a.s.m.) varlığıdır. Çünki: O olmazsa, bütün maksatlar ve sanatlı işler -anlaşılmaz bir kitab, muallimsiz olsa, mânâsız bir kâğıttan ibaret kalacağından- beyhûde olacaktır. İkincisi: Ahalinin, o Üstadın (a.s.m.) sözünü kabûl edip dinlemesidir. “Demek, vücûd-u Üstad vücud-u kasrın dâîsidir (sebebidir) ve ahalinin istimâı (dinlemesi), kasrın bekasına (devamına) sebeptir. Öyle ise denilebilir ki: Şu Üstad (a.s.m.) olmasaydı, o Melik-i Zîşan şu kasrı bina etmezdi. Hem yine denilebilir ki: O Üstadın (a.s.m.) tâlimatını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr tebdil ve tahvil edilecek(tir).”8
Buraya kadar söylenenler, nübüvvetin “varlığın iki daire ve iki levhası” arasındaki münasebeti kurmak için bir merkez ve eksen olarak tayin edildiğini göstermekte, Hz. Peygamberin hem abd hem Resul olması da bu hakikati ifade etmektedir. İnsanlık için bu kadar ehemmiyet taşıyan bu hakikatin, insanın fıtratı ile ilgili bir tarafı vardır ki, Risale-i Nur’da nübüvvetin bu deliline de vurgu yapılmaktadır. Biz burada örnek olması bakımından Muhâkemât’ta yer alan bir izahı incelemek istiyoruz.
Mezkûr eserin Üçüncü Makale’sinde (Unsuru’l-Akide kısmında) mutlak nübüvvet hakikati, “insanın hayvandan üç noktada ileri olmasına” bağlanmaktadır.9 Buradaki izaha göre; kainatta en dikkat çekici hakikatlerden biri Sâniin hikmeti, fiillerinde abesiyet olmaması ve en küçük işlerde bile nizamın gözetilmesidir. Nev-i beşer de bir mürşide şiddetli ihtiyaç duyarken, kainatı kusursuz bir nizamla halk ve idare eden Zâtın, nev-i beşerin bu ihtiyacını ihmal etmesi düşünülemez. Çünkü, kainatın en seçkin parçası olan insanın perişan bırakılmakla kainatın da düzeni bozulmuş olur ki, her şeyi hikmetli yapan Zât elbette buna müsaade etmeyecektir. Öyleyse, nübüvvet âlemde zarurîdir denilebilir.10
İnsan hayvandan üç noktada ileridir. Birincisi: İnsan, “Fikrin evveli amelin âhiri, amelin evveli fikrin âhiri” kaidesince, kainatta akıp giden sebeplerle sonuçlar arasındaki sıralanmayı “nur-u nazarla”, akılla keşfederek ilmî kanunlara ulaşmaktadır. Fakat, “sevkü’l-insaniyet ve meyl-i tabiînin adem-i kifayeti (yetersizliği) ve nazarın kusuru ve tarik-i akıldaki evhamın ihtilâtı, (...) nev-i beşeri eşedd-i ihtiyaçla bir mürşid ve muallime muhtaç eder.”11 O mürşid de nebidir. Nebinin yol göstermesiyle insan âlemdeki nizamı bozmadan kavrayacak ve kendisi de o nizama dahil olacaktır.
İkincisi: İnsanın istidatları hayvanın aksine sınırsızdır; emelleri, arzuları, tasavvurları, fikirleri, kuvve-i şeheviye ve gazabiyesine Sani tarafından bir “had” konulmamıştır. İnsandaki bu sonsuzluk ve sınırsızlık, bir tecavüz meylini de barındırmaktadır. Tecavüz ise, âlemin nizamını bozacaktır. Öyleyse; tecavüzleri önleyerek maddeten ve mânen iki âlemde beşerin saadetini temin edecek bir “kanuna” ihtiyaç vardır ki, o “kanunu” getiren de, peygamberdir.
Üçüncüsü: İnsan, mizacı ve fıtratı itibariyle hayvandan farklı olarak “ziynete” meyillidir. Yani, insan, insaniyete lâyık bir surette yaşamak ister. Bunun için de barınak, elbise, gıda gibi temel ihtiyaçlarını insaniyete layık biçimde karşılaması gerekir. Bu da pek çok sanatların varlığını icap ettirir. Bu sanatlar her insan tek başına başaramayacağından diğer insanlarla imtizac, iştirak ve yardımlaşmasını zorunlu kılar; ta ki herkes kendi çalışmasının semeresini diğerleriyle mübadele etsin ve ihtiyaçlar karşılıklı olarak giderilebilsin. Yukarıda söylendiği gibi, insanın duygularına sınır konulmaması sebebiyle, uygulamada tecavüzler vukua gelebileceğinden adalete ihtiyaç vardır. Adalet, ancak bütün akılların üzerinde yer alacak bir “kanun” ile sağlanabilir. O kanunun bir de uygulayıcısı olmalıdır ki o da nebidir. Nebinin doğruluğu, Sani tarafından mucizeler verilerek tasdik edilir. İnsanların zihnine Saniin azametini tesis ile adaleti sağlamak için de ibadet emrolunmuştur. Özetlersek; ahlâktaki ifrat ve tefritlerle istidatların bozulması, abesiyeti netice verir. Abesiyet ise, kâinatın en bedihî hakikati olan hikmet-i İlâhiyeye zıt olacağından, Sani-i Hakîm insanın istidadının bozulmasını nebiler vasıtasıyla önlemiştir.
Bu üç noktanın bize öğrettiği hakikat şudur: “Nübüvvet-i mutlaka, nev-i beşerde kutup, belki merkez ve bir mihverdir ki, ahval-i beşer onun üzerine deveran ediyor.” Bu sırdan olsa gerek; tevhid, nübüvvet, haşir, adalet (ubudiyet) olmak üzere dört temel unsur taşıyan12 Kur’an’da nübüvvet hakikati, diğer hakikatlerin anlaşılmasında merkezî bir konuma sahip kılınmıştır; çünkü bu hakikatin mümessili insandır ve diğer hakikatleri insanlara haber veren odur. Başka bir ifadeyle, diğer hakikatler ve elbette Kur’an’ın kendisi de, nebi tarafından ve onun aracılığıyla insanlara bildirilmiştir.
Bu özelliğinden dolayı nübüvvet hakikati, insanlık tarihinin -inanmayanların da bigane kalamadıkları- en önemli meselelerinden birisi olmuştur. Çünkü, nübüvvet dava edip mucize gösteren yüz binlerce zat13 gelip geçmiştir. Ortada gerçekten bigane kalınamayacak bir durum vardır. Aynı hakikati temsil eden ve hepsi de ortak bir davayı dile getiren birkaç kişi değil, yüz binlerce kişi vardır ve bunlar bütün insanlığın ittifakıyla sabittir ki, en seçkin insanlardır. Dolayısıyla insan aklının, en seçkin insanlar tarafından temsil edilen bir hakikatin mahiyeti üzerine eğilmesi ve onu anlamaya çalışması kaçınılmazdır.
İmanın önemli bir meselesi olan nübüvvet hakikatini doğru anlamak, doğru bir imanın vazgeçilmez unsurudur. Nübüvveti doğru anlamanın en kısa ve selametli yolu ise, bu hakikatin güneşi ve mührü olan Hz. Peygamberin makamını tanımaktan geçmektedir.14 Onun (a.s.m.) makamı o kadar önemlidir ki, kelime-i şehadetin ikinci cümlesi olmuştur.15
Günümüzde rastlanan “Kur’an bize yeter; Hz. Peygamber sadece onu getiren bir vasıtadır” şeklinde ifade edilebilecek bir “azınlık anlayışının”, ne yazık ki bu ehemmiyeti gözden kaçırdığı görülmektedir. Bu görüşün, nübüvvet hakikatinin Risale-i Nur’da izah edilen boyutlarını ihmal ettiği veya böyle bir ihmalden kaynaklandığı söylenebilir. Risale-i Nur’daki izahlar bu konuyu aydınlatmakta ve şüpheleri izale etmektedir.
Risale-i Nur’da, Hz. Peygamberin makamı anlatılırken, bu makamın mutlak nübüvvet hakikatindeki yerine dikkat çekilmektedir. Hz. Peygamber, tarihî kronolojiyi esas alan siyer usulünden ayrı bir yöntemle anlatılmakta; olaylar, kişiler, mucizeler... hep Onun kudsî makamına işaret eder bir tarzda zikredilmektedir. Kur’an yöntemini izlediği bilinen Risale-i Nur’un, neredeyse dörtte birinde nübüvvet hakikatinden ve o hakikatin mührü ve mihveri olan Hz. Peygamberden bahsedilmektedir. Bu bahisler, bilinen geleneksel tasnifçi yaklaşımla değil hakikatlerin hepsinin birbirine işaret ettiği “kudsî bir harita” yöntemiyle işlenmektedir. Başka bir deyişle; Peygamberimizden (a.s.m.) bahsedilirken aynı bahis içinde tevhid, haşir, adalet ve ubûdiyete de işaret edilmektedir. Risale-i Nur’un bu yaklaşımı, zamanın insanına derli-toplu bir iman dersi sunmaktadır.
Hz. Peygamberin sünnet-i seniyyesine uymak da, işte bu kudsî mana haritasında hak ettiği yeri almaktadır. Sünnete uymak sadece bir taklid ameliyesi olmaktan çıkarak insan/müslüman olmanın zaruri bir “lazımına” dönüşmektedir. “Mirkatü’s-Sünnet ve Tiryâku Marazı’l-Bid’a” başlığını taşıyan16 risalenin başında zikredilen ayet-i kerimelerden biri -mealen- şöyledir: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:31) Baştan buraya kadar anlatmaya çalıştığımız gibi, Allah’ı tanımak ve sevmek insan olmanın gereği ve sonucudur ve bu vazifeyi yapabilmenin yolu, ayet-i kerimede Resul-i Ekrem’e uymaya (itaate) bağlanmıştır. Sonuçta kazanılacak şey varlığın en heyecan verici mükafatıdır: Allah’ın muhabbeti..
Hulasa-i kelam; insan olmanın gereği adetini ibadete çevirmektir ve o da ancak sünnet-i seniyyeye uymakla kazanılabilir. Elbette “Bahtiyar odur ki, bu ittiba-i Sünnette hissesi ziyade ola.”17
Dipnotlar
1. Burada kullanılan teşbih ve tabirler için karşılaştırmalı olarak bkz. Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’câz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1994, s. 17 vd.; Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 328 vd.
2. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 75 (Onuncu Söz, Altıncı Hakikat, Altıncı Esas).
3. Kitabın en başında yer alan “Zalike’l-kitabu lâ raybe fîh” (Bakara Sûresi, 2/2: Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur) hükmü, bu hakikate işaret etmektedir.
4. Sözler, ss. 111-119.
5. Sözler, s. 112 : “Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla, kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız. Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun san’atını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz. Hem bu gördüğünüz ihsanat ile, size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz. Hem şu görünen in’am ve ikramlar ile, size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz. Hem şu kemâlâtının âsârıyla, mânevî cemâlini size göstermek istiyor. Siz dahi onu görmeye ve teveccühünü kazanmaya iştiyakınızı gösteriniz. Hem bütün şu gördüğünüz masnûat ve müzeyyenat üstünde birer mahsus sikke, birer hususî hâtem, birer taklid edilmez turra koymakla, herşey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yekta, istiklâl ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi Onu; tek ve yekta ve misilsiz, nazîrsiz, bîhemta tanıyınız ve kabûl ediniz.”
6. Bu “iki daire ve iki levha” için bkz. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevî-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 28 (Reşhalar, On İkinci Reşha): “Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar! Bakınız, insan âleminde iki daire ve iki levha vardır: Birinci daire: rububiyet dairesidir. İkinci daire: ubudiyet dairesidir. Birinci levha: hüsn-ü san’attır. İkinci levha ise: tefekkür ve istihsandır. Bu iki daireyle iki levha arasındaki münasebete bakınız ki, ubudiyet dairesi bütün kuvvetiyle rububiyet dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan levhası da bütün işaretleriyle hüsn-ü san’at ve nimet levhasına bakıyor.” Benzer bir anlatım, Sözler, s. 211’de (On Sekizinci Söz, Üçüncü Nokta) yer almaktadır: “(...) iki levha, iki daire görünüyor:Biri, gayet muhteşem, muntazam bir daire-i Rubûbiyet ve gayet musannâ, murassâ bir levha-i san’at. Diğeri, gayet münevver, müzehher bir daire-i ubûdiyet ve gayet vâsi, câmi’ bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve imân vardır ki, ikinci daire bütün kuvvetiyle birinci dairenin nâmına hareket eder.”
7. Aynı yer.
8. Sözler, s. 113.
9. Bediüzzaman Said Nursi, Muhâkemât, Üçüncü Makale (Unsuru’l-Akide): “Görüyorsun ki, maddiye ve mâneviye olan nev-i beşerdeki nizamatın, hem de hasiyet-i aklın kuvvetiyle taht-ı tasarrufuna alınan çok envâın ahvaline verildiği intizamatın merkezi ve madeni hükmünde olan nübüvvet-i mutlakanın bürhanı, insanın hayvaniyetten üç noktada olan terakkisidir.”
10. Bu gerçek, Lemaât’ta (Sözler, s. 642); “Nübüvvet beşerde zaruriyedir” başlığı altında şöyle dile getirilmektedir: “Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette / Beşeri de bırakmaz şeriatsiz, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem böyle ister elbette.”
11. Muhâkemât, Üçüncü Makale (Unsuru’l-Akide)
12. “Kur’ân’ın anasır-ı esasiyesi o dört hakikattir. Yani; “tevhid”, “nübüvvet”, “haşir” ve “adalet”tir. İşte bu dört hakikat nasıl ki mecmu-u Kur’ân’da dört rükündür. Öyle de, o dört makasıd çok sûrelerin her birisinde bulunuyorlar. Her bir sûre bir küçük Kur’an olur. Belki çok cümlelerin içinde de o dört maksada telmihen işaretler var.” Emirdağ Lâhikası, s. 328 vd.
13. Bediüzzaman Said Nursi, Mektûbât, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 92 (On Dokuzuncu Mektup, İkinci Nükteli İşaret).
14. Misal olarak şu ifade okunabilir: “İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedî (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir bir şecere tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî onun andelîbi olur.Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezelin makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san’atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münâdi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları dâvet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san’atları, harikaları ve mucizeleri târif ediyor. Halkı o saray Sâhibine, Sâniine iman etmek üzere câzibedar, hayretefzâ dâvet ediyor.” Mesnevî-i Nuriye, s. 99 (Habbe).
15. “Muhammedün resulullah da, imânın beş rüknünü tazammun ettiği gibi, sıfât-ı rububiyete de mazhar ve mir’attır. Bu sırra binaendir ki; Muhammedün resulullah imânın mizan ve terazisinde Lâ ilâhe illâllah ile karîn ve muvazi olmuştur.” Mesnevî-i Nuriye, s. 55 (Katre).
16. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, ss. 54-64 (On Birinci Lem’a).
17. Aynı yer (On Birinci Nükte).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder