10/29/2009

imam-ı azam

IMAM-I AZAM EBU HANIFE
(80/150 - 700/767)
Imam Âzam (büyük Imam) lâkabiyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meshur Numân b. Sâbit b. Zevta (Zûta) mutlak müctehid ve fikihta Hanefi mezhebinin imami.
Ebû Hanife, Kûfe'de hicrî 80 yilinda dogdu. Numân ve ailesinin Arap olmadigi kesindir; onun Farisi veya Türk oldugu seklinde degisik görüsler vardir. Dedesi Zûta, Teym b. Sa'lebeogullari kabilesinin âzatlisi olup, Hz. Ali zamaninda Kâbil'den Kûfe'ye gelerek; orada yerlesti. Zûta'nin oglu Sâbit de Kûfe'de ipek ve yün kumas ticaretiyle ugrasti. Islâm'in hâkim oldugu bir ortamda yetisen Numân b. Sâbit küçük yasta Kur'ân-i Kerîm'i hifzetti. Kirâati, yedi kurrâdan biri olarak taninan Imam Âsim'dan aldigi rivâyet edilir (Ibn Hacer Heytemî, Hayratu'l Hisan, 265) Numân gençligini ticaretle geçirdikten sonra Imam Sa'bî (20/104)'nin tavsiye ve destegiyle ögrenimine devam etti. Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, siir ögrendi. Yetistigi Kûfe sehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düsüncenin, itikâdi firkalarin bulundugu, itikadla ilgili atesli tartismalarin yapildigi rey ehlinin yerlestigi bir sehirdi. Dindar bir ailede yetisen Ebû Hanife'nin de bu itikâdi tartismalara zaman zaman katildigi kuvvetle muhtemeldir. Ebû Hanife, Sa'bî'nin kendisini ilme tesvikini söyle anlatmaktadir: "Günün birinde Sa'bî'nin yanindan geçiyordum. Beni çagirdi ve bana, 'Nereye devam ediyorsun?' dedi. Ben de, 'Çarsi pazara' dedim. O, 'Maksadim o degil, ulemâdan kimin dersine devam ediyorsun?' dedi. Ben, 'Hiçbirinin' diye cevap verince Sa'bî, 'Ilmi ve ulemâ ile görüsmeyi sakin ihmal etme. Ben senin uyanik ve aktif bir genç oldugunu görüyorum' dedi. Onun bu sözü benim içimde iyi bir etki yapti. Ticareti biraktim, ilim yolunu tuttum. Allah'in inâyetiyle Sa'bî'nin sözünün bana çok faydasi oldu." Kendisinin de belirttigi gibi Sa'bî'nin bu tavsiyesi onun için bir dönüm noktasi olmustur. Bundan böyle ticaret isini ortagi Hafs b. Abdurrahman'a devredecek, ara-sira dükkânina ugrayacak, asil isi ilim meclislerine devam etmek olacaktir. O zaman Numan henüz yirmiiki yasindadir (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, Çev.: Osman Keskioglu. Istanbul 1970. 43).
Ebû Hanife'nin yasadigi yer ve çagda itikâdi firkalar çogalmis, bir sürü sapik firkalar ortaya çikmis, Emevi hükümdarlarinin Ehl-i Beyt'e zulmü devam etmistir. Mantigi çok kuvvetli olan Numân b. Sâbit hiçbir firkaya baglanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi. Tartismak (cedel) için sik sik Basra'ya gitti, ancak kelâm ve cedel'in din disi oldugunu görerek fikh'a yöneldi. "Arkadasini tekfir etmek isteyen ondan önce küfre düser" diyordu (Hatib el-Bagdâdî, Târihu Bagdâd, XIII, 333). Kendisi bunu söyle anlatir: "Sahâbi ve tâbiin, bize gelen konulari bizden iyi anladilar. Aralarinda sert münâkasa ve mücâdele olmadi ve onlar fikih meclisleri ile halki fikha tesvik ettiler; fetvâ verdiler, birbirinden fetvâ sordular. Bunu anlayinca ben de münakâsa, cedel ve kelâmi biraktim; selefin yoluna döndüm. Kelâmcilarin selefin yolunda olmadigini; cedelcilerin kalpleri kati, ruhlari kaba, nasslara muhâlefetten çekinmeyen, verâ ve takvâdan uzak kimseler olduklarini gördüm" (Ibnü'l Bezzâzi, Menâkîbu Ebî Hanife, I, 111).
Numân, babasiyla onalti yasinda hacca gittiginde ortada tâbiînden Atâ b. Ebî Rebâh, Abdullah Ibn Ömer ile tanisarak onlardan hadis dinledigi, rivâyet edilir (Abnü'l Esir, Üsdü'l-Gâbe, III, 133). Kendisi, tâbiînden sayilir ve etbau 't-tâbiînin büyüklerindendir. Onun, gençliginde çaginin bütün düsünce akimlarini izledigi, ihtilâflari çok iyi tesbit ettigi zikredilmektedir (Sa'râni, Tabakatü'l-Kübrâ, I, 52-53). Fikihta karar kilip selefin yolunu izlemeye basladiktan sonra gelenege uyarak kendisine bir üstad âlim seçti. Onsekiz yil Irak'in büyük fakihi Hammâd b. Ebî Süleyman (ö.120/737)'in derslerine devam etti. Onun vekîli oldu ve on yillik ögrencilikten sonra kendi kürsüsünü açmak istediyse de, altmis kadar fetvasinin kirkinin Hammâd tarafindan tasvib edildigi ve yirmisinin düzeltildigini görünce bundan vazgeçerek onun ölümüne kadar vekâletinde bulundu. Özellikle o sirada varolan su dört fikhi ögrendi: Istinbat, Hz. Ömer fikhi, Abdullah b. Mes'ud fikhi, Abdullah b. Abbâs fikhi. Birincisi ser'i hakikatleri arastirip ortaya koymaya, ikincisi maslahata, üçüncüsü tahrice, dördüncüsü Kur'ân ilmine dayanan okuldu (Muhammed Ebû Zehra, Islâm'da Fikhi Mezhepler Târihi, Çev: Abdulkadir Sener, II, i32).
Hocasi Hammâd b. Ebî Süleyman, Ibrahim en-Nehaî ve Sa'bî gibi iki büyük âlimden fikih okudu. Abdullah b. Mes'ud ve Hz. Ali'nin fikhina sahip Kadi Sureyh, Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda'in fikhindan faydalandi. Ebû Hanife'nin fikhinda daha ziyâde Ibrahim en-Nehaî okulunun tesiri görülür. Dehlevî, "Hanefi fikhinin kaynagi, Ibrahim Nehaî'nin kavilleridir" der (Sah Veliyullah Dehlevî, Huccetullah'il Bâliga, i, 146). Ayrica Ebû Hanife, "istihsan" kullanmada tartisilmaz bir ilim elde etmistir. Onun tâcir olarak halkin günlük hayatiyla iç içe olusu ve sik sik ilim merkezlerine seyahat edip birçok âlim ile düsünce alisverisinde bulunmasi, bu alanda sayginligina sebep olmustur. Hac seyahatlerinde tâbiîn âlimlerinin ileri gelenleriyle görüsmüs, ilmî sohbetlerde bulunmus, onlardan hadis dinlemistir. Atâ b. Ebî Rebâh, Atiyye el-Avfi, Abdurrahman b. Hürmüz el-A'rec, Ikrime, Nâfi', Katâde bunlardan bazilaridir (Zehebî, Menâkibu'l-Imâm Ebi Hanife ve Sahiheyni Ebi Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasen, Misir). Kendisi söyle der: "Hz. Ömer'in fikhini, Hz. Ali'nin fikhini, Abdullah b. Mes'ud'un ve Abdullah Ibn Abbâs'in fikhini onlarin ashâbindan aldim" (M. Ebû Zehra, Ebû Hanife, 44).
Ebû Hanife ilimle ugrasirken ticareti de bütünüyle birakmadi. Bu, onun helâl rizik kazanmasini sagladigi gibi, ticarî kazancini ve talebelerinin ihtiyaçlarinin karsilanmasini, bagimsiz bir ilim meclisi kurmasini da sagladi. Ebû Yûsuf'un parasinin bittigini söylemesine ihtiyaç birakmadan o Ebû Yusuf'u murâkabe eder, yardimda bulunurdu. Gücü yetmeyen talebelerinin de evlenmesini saglardi (Zehebî, a.g.e, 39). Birçoklari ticarette Ebû Hanife'yi Ebû Bekir'e benzetirdi; çünkü o bir mali satin alirken, sattigi zamanki gibi emânet kâidesine uyar, kötü mali üste, iyisini alta koyardi, muhtaç saticiyi sömürmezdi. Bir defasinda bir kadin, satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi. O, fiyatini sordu. Kadin yüz dirhem istedi. Ebû Hanife, degerinin yüz dirhemden fazla ettigini söyledi. Kadin yüzer yüzer artirarak dört yüze çiktiginda Ebû Hanife, daha fazla edecegini söyleyince kadin, "Benimle egleniyor musun?" demisti. Ebû Hanife de, "Ne münasebet, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim" dedi. Adam çagrildi ve fiyati takdir etti: Ebu Hanife o mali bes yüz dirheme satin aldi. Bu olay o zamandan beri halk arasinda günümüze kadar anlatilarak, ticarette dürüstlüge dâir bir darb-i mesel haline gelmistir.
Ebû Hanife vakar sahibi bir insandi. Tefekkürü çok, konusmasi az, Allah'in hudûdunu olabildigince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasiz ve bos sözlerden hoslanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müctehiddi. Fikhi sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve saglam bir akîde esasi çikararak doktrinini meydana getirmistir. Ebû Hanife'nin binlerce talebesi olmus, bunlarin kirk kadari müctehid mertebesine ulasmistir (el-Kerderî, Menâkibu'l-Imâm Ebû Hanife, II, 2i8). Müctehid ögrencilerinden en meshurlari Ebû Yusuf (i58), Muhammed b. Hasan es-Seybânî (i89) Dâvûd et-Tâ; (i65), Esed b. Amr (i90), Hasan b. Ziyâd (204), Kasim b. Maan (i75), Ali b. Mushir (i68), Hibban b. Ali (i7i)'dir. Ebû Hanife'nin fikih okulu, talebelerine verdigi dersler ile ondan fetvâ istemeye gelen halk için verdigi fetvâlardan meydana gelmistir. Ders verme usûlü eski filozoflarin diyalektik akademi derslerini andirmaktadir. Bir mesele ortaya atilir; bu, talebeleri tarafindan tartisilir ve herkes görüsünü söyler; en son olarak Imam, delil ve istinbat ile bir karara ulasilmasini saglar ve karari delillerden ayirarak veciz cümleler halinde yazdirirdi. Bu sözleri en yakin müctehid talebeleri tarafindan sonradan mezhebin fikih kaideleri haline getirilirdi. Onun ilim meclisi bir istisâre, bir diyalog merkezi, bir hür düsünce okulu idi. Ebû Hanife'nin halkin sevgi ve saygisini kazanmasinda; fetvâlarinin her yerde hakli olarak tutulmasinda; ilmi, ihtilaflardan arindirip halka selefin yaptigi gibi bilgi aktarmasi, fitnelere bulasmamasi ve takvasi etkili olmustur. Onun talebelerine verdigi ögütlerde, ilimde hür düsünce ve arastirmanin yollarinin tutulmasi, câhil ve mutaassiplardan uzak durulmasi gibi önemli kayitlar vardir: "Halka yaklas, fâsiklardan uzaklas. Insanliginda kusur etme, kimseyi küçük görme. Bir meselede görüsünü sorana bilinen görüsü tekrarla ve sonra o meselede su veya bu sekilde baska görüsler de bulundugunu zikret. Halka yumusak davran, bikkinlik gösterme, onlardan biriymissin gibi davran." Ebû Hanife kimseye "benim görüsüm en dogrudur" demedi; hattâ, kendisinin de bir görüsü oldugunu ama daha iyi bir görüs getirene uyacagini söylerdi. Yine o, talebelerine kendisinden her isittigini yazmamalarini, çünkü yarin görüsünü degistirebilecegini ifade ederdi. Demek ki, hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde olmamistir. Aktif bir sekilde olmasa da döneminin siyasî hareketlerine katildi. Hayatinin bir bölümü Emevilerin, bir bölümü Abbâsilerin hâkimiyetinde geçti. Her iki dönemde de siyâsal iktidara karsiydi. Onun siyâsetini ehl-i beyt taraftarligi belirliyordu. Ehl-i beyt'e büyük muhabbeti vardi. Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt'i gözeteceklerini söylemislerdi. Ancak onlarin iktidara geldikten bir süre sonra ehl-i beyt'e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karsi çikti. Derslerinde firsat buldukça iktidari tenkid etti. Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden süphelenilmis, onu kendi taraflarina çekmek, halk nezdindeki itibarindan yararlanmak için kendisine kadilik görevini teklif etmislerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmis ve bu sebepten dolayi iskenceye ugramis, hapsedilmistir (Ibnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Târih, V, 559). Imam, takvâsi, firâseti, ilmî dürüstlügü ve görüslerini iktidara karsi kullanmasi ile halkin büyük sevgisini kazandi. Abbâsi yönetimi ile hiçbir zaman uyusmadi, uzlasmadi. Ticaretten kazandigi helâl rizikla ilmini destekledi. Hattâ o, Zeyd b. Ali'nin imamligina zimnen bey'at etmisti. Hz. Ali'nin torunlari, kendisi gibi birer birer isyan edip sehid edilirken Imam Zeyd için Ebû Hanife söyle diyordu: "Zeyd'in bu çikisi -Hisâm b. Abdülmelik'e isyani- Rasûlullah'in Bedir günündeki çikisina benziyor. " Ebû Hanîfe'nin ehl-i beyt imamlari ile olan birlikteligi, Emevi ve Abbâsi yönetimlerine karsi tavri dikkat çekici bir tavirdir. i45 yilinda Hz. Ali (r.a.)'in torunlarindan Muhammed en-Nefsü'z Zekiye ile kardesi Ibrahim'in Abbâsilere isyan etmeleri ve sehîd olmalari karsisinda Ebû Hanife Irak'ta, Imam Mâlik Medine'de açikça iktidari telkin etmisler, bu yüzden ikisi de kirbaçlatilmis, iskence görmüs ve hapsedilmislerdir. Ebû Hanife alenen halki ehl-i beyt'e yardima çagirdigi için hapsedildi ve her gün kirbaçlatildi. Bunun sonucunda yetmis yasinda sehidler gibi öldü. Zehirletildigi de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-Intika, 170). Bagdat'ta, Hayruzan mezarligina defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazir bulundu.
Ölümünden sonra ders halkasini Ebû Yusuf sürdürdü. Vefâtindan sonra fetvâlari yazilip, doktrini sistemlestirildi. Hanefilik kanun ve asillariyla Islâm dünyasinin dört bucagina yayilmistir. Mezhebi sistematik hale getiren, Imam Muhammed es-Seybânî'dir. el-Asl, el-Câmi'ü's Sagir, el-Câmi'ü'l-Kebîr, ez-Ziyâdât, es-Siyerü'l-Kebû'i yazan odur. Bu kitaplar güvenilir rivâyetler olarak zikredilerek "Zâhirü'r Rivâye" veya "Mesâilü'l-Usûl" adiyla mezhebin ana kaynaklari sayilmistir (Bk. Hanefi mezhebi). Talebelerinin toparladigi "el-Fikhu'l Ekber", kesin olarak Imam Âzam'a aittir ve ehli sünnet akidesinin temel kitabidir (Imam Fahrü'l Islâm Pezdevî, Usûlü'l-Fikh, I, 8; Ibnü'n-Nedîm, Kitâbü'l-Fihrist, I, 204). Ayrica el-Fikhü'l Ebsât, Kitâbü'l Alim ve'l Müteallim, Kitâbü'r Risâle, el- Vasiyye, el-Kasîdetü'n Numâniye, Marifetü'l-Mezâhib, Müsnedü'l-Imam Ebî Hanife adli eserler de imamdan rivâyet edilmistir. Bunlarin yanisira kaynak ve arastirmalarda nüshalari bulunamayan baska eserlerden de söz edilmistir.
Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle ugrasmis ve birtakim tartismalara katilmis olmasina ragmen cedelcilerin iddiali üslûbundan uzak kalmistir. Ictihadlarini degerlendirirken kendisi söyle demistir: "Bu bizim reyimizle vardigimiz bir sonuçtur. Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye 'bunu kabul etmeniz gerekir' demeyiz. Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur. Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz" (Zehebî, a.g.e., 2i). Kendisine tâbi olacak kimselere de su tavsiye ve ikazda bulunmustur: "Nereden söyledigimizi (verdigimiz hükmün delil ve kaynagini) tetkik edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz." O, bir tek kisi ya da mezhebin Islâm'i kusatmasinin mümkün olmadigini biliyordu. Ne Ebû Hanife ne baska bir Imam, kendi ictihadi hakkinda böyle bir iddiada bulunmustur. Onlar hep sahih sünnetin asil oldugunu, sahih sünnet ile sözleri çatistigi takdirde sahih sünnet ile amel edilmesi gerektigini ögrenci ve izleyicilerine özenle tavsiye ve ikaz etmislerdir.
Mezhepleri günümüze kâdar varligini sürdüren Ehl-i Sünnet mezheplerinden dördü arasinda ilk tedvin edilen mezhep Hanefi mezhebi olmustur. Irak'ta dogan bu mezhep hemen hemen bütün Islâm dünyasinda yayildi. Abbâsiler döneminde kadilarin çogu Hanefi idi. Selçuklularin, Harzemsahlarin mezhebi de Hanefilik idi. Osmanli döneminde de resmi mezhep Hanefilik olmustur (Izmirli Ismail Hakki, Yeni Ilm-i Kelâm, Ankara 1981, 127).
Ebû Hanife yetmis yillik ömrünü fetvâ vermek, ders halkasinda talebe yetistirmek, ilmî seyahatlerde bulunmak ve ibadet etmekle geçiren, Islâm âleminin yetistirdigi büyük müctehidlerden biridir. Elli bes defa hacca gittigi nakledilir (Izmirli, I. Hakki, a.g.e. 127). Bu duruma göre o her sene hac yapmistir.
Imâm-i Âzam usûlünü söyle açiklamistir: "Rasûlullah (s.a.s.)'den gelen bas üstüne; sahâbeden gelenleri seçer, birini tercih ederiz; fakat toptan terketmeyiz. Bunlardan baskalarina ait olan hüküm ve ictihadlara gelince, biz de onlar gibi ilim adamlariyiz."
"Allah'in kitabindakini alir kabul ederim. Onda bulamazsam Rasûlullah'in güvenilir, âlimlerce mâlum ve meshur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam ashâbindan diledigim kimsenin re'yini alirim... Fakat is Ibrâhim, Sâ'bi, el-Hasen, Atâ... gibi zevâta gelince ben de onlar gibi ictihad ederim" (el-Mekkî, Menâkib, I, 74-78; Zehebî, Menâkib, 20-21; M. Ebû-Zehra, Târihü'l-fikh, II, i6i; A. Emin, Duha'l Islâm, II, i85 vd).
Imam Muhammed de "Ilim dört türdür: Allah'in kitabinda olan ile ona benzeyen, Rasûlullah (s.a.s.)'in saglam bir senetle nakledilen sünnetinde sâbit olanlar ile ona benzeyenler, Rasûlullah'in ashâbinin icmâ'i ile sâbit hükümler ile onlara benzeyenler ve nihâyet Islâm fukahâsinin çogu tarafindan sahih ve güzel oldugu kabul edilenlerle bunlara benzeyenlerdir" (Ibn Abdilber, el-Câmi', II, 26) demistir.
Ebû Hanife'ye hadis konusunda bir kisim tenkidler yapilagelmistir. Bunlar: Ebû Hanife hadiste zayiftir (Ibn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, VI, 368); Re'yi ile sahih hadisleri reddeder (M. Zâhidü'l-Kevserî, Te'nib, 82 vd.); Onun nezdinde sahih olan hadis sayisi onyedi veya elli civarindadir (Ibn Haldûn, Mukaddime, 388,) seklinde özetlenebilir.
Gerçekte, Ebû Hanife, hadis ilminde meshur muhaddisler kadar mütehassis degilse de, "ictihad sûrâsi"nda bu konuda kendisine yardimci olan hadis hâfizlari vardir (M. Zâhidü'l Kevserî, a.g.e., 152). Ictihadinda, bizzat üstadlarindan ögrendigi dörtbin kadar hadis kullanmistir (Mekkî, Menâkib, II, 96). Bazi hadisleri Hz. Peygamber'e ait olusunda süphe bulundugu, baska bir deyisle hadisin sihhatini tesbit için ileri sürdügü sartlara uymadigi için reddetmistir (Ibn Teymiyye, Raf'u'l-Melâm, 87 vd.). Yoksa Ebû-Hanife, degil sahih hadisleri reddetmek, mürsel ve zayif hadisleri dahi kiyasa tercih ederek tatbik eylemistir. (Ibn Hazm. el-Ihkâm. 929).
Diger taraftan, Kiyas yüzünden Ebû-Hanife'ye tenkit yöneltenler haksizlik etmistir. Çünkü sahâbeden beri kiyas tatbik edilmis ve diger imamlar da az veya çok miktarda bu metodu kullanmislardir. Ebû Hanife: i-Kiyasi kâidelestirmis, 2- Sik kullanmis, 3- Henüz vuku bulmamis hâdiselere de tatbik etmistir. (ibn Abdilber, a.g.e., II, 148; Ibnu'l-Kayyim, Ilâmü'l-Muvakkim, 1, 77-277, M. Ebû-Zehra, Ebû-Hanife, 324; A. Emin, a.g.e., II, i87).
Yine, "Istihsan" metodu basta Sâfii olmak üzere birçok âlim tarafindan agir bir sekilde mahkum edilmis ve bazi kimseler tarafindan da yalniz Ebû Hanife'ye nisbet edilmistir. Halbuki mesele mukayeseli bir sekilde incelendiginde istihsani reddedenlerle kabul edenlerin buna verdikleri mânânin çok farkli oldugu görülecektir.
Imam Sâfii'ye göre Istihsan; "Bir kimsenin keyfine göre bir seyi begenmesi, güzel bulmasidir." Bir kölenin bedelini bile tayin edecek olan kimse onun benzerini gözönüne alarak bu isi yapar. Eger benzerine aldirmadan bir deger biçerse, tutarsiz ve haksiz bir is yapmis olur. Allah'in helâl ve harami ise bundan çok daha önemlidir. Bir kimse haber veya kiyasa istinad etmeden hüküm verirse günahkâr olur (er-Risâle, 507-508). Istihsan ile hükmeden, Allah'in emir ve nehiyleriyle bunlarin benzerlerini terketmis, kafasina estigi gibi davranmis olur (el-Umm, VII, 267-272).
Ibn Hazm'da Istihsan, nefsin arzuladigi, begendigi sekilde hükmetmektir (el-Ihkâm, 42). "Bu bâtildir, çünkü delili yoktur, arzuya tâbi olmaktan ibarettir; arzu ve zevkler ise insandan insana degisir" (Ibtâlu'l-Kiyas, 5-6) demistir.
Bu imamlara göre istihsan; Kitab, sünnet, icmâ ve kiyas gibi mûteber delillerden birine degil de nefsin arzusuna dayanan bir istidlal ve hüküm verme yoludur. Halbuki her ne kadar Ebû Hanife'nin istihsani nasil anladigina dâir sarih bir ifade nakledilmemisse de, onun benimsedigi hüküm ve ictihad usûlünün, yukarida zikredilen mânâlarda bir istihsana uymadigi sâbittir. Kaldi ki onun istihsana göre verdigi hükümlere dayanarak mensuplarinin ortaya koydugu istihsan tarifleri yukaridakilerden tamamen ayridir (Hayreddin Karaman, Islâm Hukukunda Ictihad, s.137).
Istihsanin iki anlami vardir:
i- Ictihad ve re'yimize birakilmis miktarlarin tayin ve takdirinde re'yimizi kullanmak; nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karsilik kesilecek hayvanin takdirlerinde oldugu gibi.
2- Kiyasi bundan daha kuvvetli bir delil ve delâlete terketmek, Râzî bu ikincisini de ikiye ayirarak genis izah ve misaller veriyor ki bunlardan çikan neticeye göre istihsanin ikinci türü: Nass, icmâ, zaruret veya daha kuvvetli baska bir kiyas sebebiyle kiyasi terketmekten ibaret oluyor.
Bu anlamiyla istihsan hem gayr-i mûteber bir ictihad metodu olmaktan hem de yalniz Ebû Hanife'ye mahsus bulunmaktan çikmis oluyor. Imam Sâfii, istihsan lâfzini birinci mânâda kullanmistir (el-Mekkî, Menâkib, I, 95). Imam Mâlik, "Istihsan ilmin onda dokuzudur" demis ve ictihadinda buna genis bir yer vermistir (Amidî, el-Ihkâm, 242; el-Mekkî, Menâkib, I, 95 vd.).
Imam Ebû Hanife'nin ictihâdindan bazi örnekler:
1- Ebû Hanife'ye, Evzâi soruyor:
-Namazda rükûa giderken ve dogrulurken niçin ellerinizi kaldirmiyorsunuz?
-Çünkü Rasûlullah (s.a.s.)'den bunu yaptigina dâir sahih bir rivâyet gelmemistir.
-Haber nasil sahih olmaz? Bana Zühfi, Sâlim'den, o babasindan, "Rasûlullah (s.a.s.)'in namaza baslarken, rükûa varirken ve dogrulurken ellerini kaldirdigini" haber verdi.
-Bana da Hammâd, Ibrâhim'den, o Alkame ve el-Esved'den, bunlar da Abdullah b. Mes'ud'dan, "Rasûlullah'in yalniz namaza baslarken ellerini kaldirdigini, bir daha da kaldirmadigini" haber verdi.
-Ben sana Zührî, Sâlim, babasi yoluyla Hz. Peygamber'den haber veriyorum, sen ise bana, Hammâd ve Ibrâhim haber verdi diyorsun?
-Hammâd b. Ebî Süleyman, Zührî'den, Ibrâhim de Sâlim'den daha fakihtir. Ibn Ömer'in sahâbî olusu ayri bir fazîlettir, ancak fikihta Alkame ondan geri degildir. el-Esved'in birçok meziyetleri vardir. Abdullah'a gelince; o Abdullah'tir!
Bu cevap üzerine Evzâî, susmayi tercih etmistir (Karaman, a.g.e., 138-139).
Bu istinbâtinda Ebû-Hanife, hadise dayanmis, fakat üstadlari oldugu için râvilerini daha yakindan tanidigi bir hadisi digerlerine tercih etmistir.
2- Bir kimse digerine kâri ortak olmak üzere satmasi için bir elbise veya ayni sartla yapip kiraya vermesi için bir ev teslim etmek suretiyle bir "mudârebe akdi" yapsa bu akid Ebû Hanife'ye göre fâsittir. Çünkü sözkonusu akidde meçhul bir bedel karsiliginda bir adam kiralanmis oluyor. Imam-i Âzam'a göre bu bir ortaklik akdi degil isticâr (kira) akdidir ve sartlarina uygun olmadigi için fâsidtir (Ebû Yusuf, Ihtilâfu Ebî Hanîfe ve Ibn Ebî Leylâ, 30; es-Serahsi, el-Mebsût, XXII, 35 vd.).
Ayni akid, "müzâraa" akdine benzetilerek, Ibn Ebî Leylâ tarafindan câiz görülmüstür.
Bu kiyas ictihâdinda iki müctehid, makisûn aleyhleri farkli oldugu için iki ayri hükme varmislardir.
3- Keza bir kimse, digerine mahsulün yarisi, üçte yahut dörtte biri kendisinin olmak üzere arazisini veya hurmaligini teslim etse yani müzâraa veya muamele akdi yapsa, Ebû Hanife'ye göre bu akidler bâtildir. Çünkü arazinin sahibi adami meçhul bir ücret karsiliginda kiralamistir. Ebû Yusuf'un rivâyetine göre Imam söyle derdi: "Tarla veya bahçeden hiçbir sey çikmazsa bu adam bosa çalismis olmayacak mi?" Ebû Yusuf ve Ibn Ebî Leylâ ise sahâbe görüslerine dayanarak ve mudârabe akdine kiyas ederek bu islemi câiz görmüslerdir (Ebû Yusuf, a.g.e., 4i-42).
4- Yahudi ve hristiyanlar gibi farkli din sâliki gayr-i müslimlerin birinin digerine sâhid veya vâris olmasi, Ebû Hanife'ye göre câizdir; "çünkü bütün kâfirler tek bir millet gibidir". Halbuki Ibn Ebî Leylâ, onlarin iki ayri din sâliki iki ayri millet olduklarini kabul ederek birinin digerine sâhit ve vâris olmasini câiz görmemistir (Ebû Yusuf, a.g.e., 73).
Imam-i Azam'in fikih tedvinindeki öncülügü
Islâm ilimlerinde fikhin konularinin düzenli olarak belirlenmesiyle bunlarin kitap, bâb, fasillara ayrilarak yazilmasi Islâm hukukunda çok önemli bir dönüm noktasidir. Imam Muhammed es-Seybânî'nin telifiyle ortaya çikan bu düzenli metinler (asl), vahyî hükümlerle dinî-dünyevî hayati ince ayrintilariyla içine alan besyüzbin meseleyi hükme baglamistir. Bunlar yazili küllî fikih kâideleri olarak Islâm kültür ve hukukunun vazgeçilmez kaynaklari olmus, yüzyillarca serhleri yapilmistir. Çagdaslarinin Ebû Hanife'yi asiri rey taraftarligi ile suçlamalari bile daha sonralari onun görüslerinin baska kavramlar adi altinda kabulünü engellememistir. Ebû Hanife'nin bir diger özelligi, kendisinden öncekilerin nakillerinin yarisini bütün meseleleri yeni bastan edille-i ser'iyye kaynaklarindan çikarmasidir. Islâm'in esaslarina uymayan "haber-i vâhid"leri reddeder. Ashabin görüsünü birçok müsnedden tercih eder. Tâbiinin görüsünü almak yerine kendi reyini koydu, çünkü o da tâbiîndendi. Ebû Hanife, hilâfet i32 yilinda Abbâsilere geçinceye kadar Irak'tan Hicâz'a gitti; orada Mâlik b. Enes (i79) ve Sufyân b. Uyeyne gibi ileri gelen imamlarla görüstü; hacca gelen çesitli merkezlerin âlimleriyle irtibat kurdu, i36 yilinda Abbâsi yöneticisi Ebû Câfer el-Mansur'un basa geçmesiyle Kûfe'ye döndü. Ama onu da tasvip etmedi; ehl-i beyt lehine fetvâ verdi (M. Zemahserî, el-Kessâf, ii, 232). Çagdasi Imam Câfer el-Sâdik ile mütâbakati vardir. Iki yil onun meclisinde bulunmus ve, "bu ikiyil olmasa Numân helâk olurdu" demistir. Hicrî i50 yilinda vefât ettiginde yakinlarina, "Halifenin gasbettigi hiçbir yere gömülmemesini" vasiyet etmistir.
Imâm-i Azam bazi rivâyetlere göre iskence edilirken, zehirlenerek öldürülmüstür. Dâvûd b. el-Vâsitî'nin nakline göre her gün hapiste ona baskadi olmasi teklifi yapilir, o her defasinda reddeder, böylece sonunda yemegine zehir katilarak sehid edilir. Ibn el-Bezzâzi de Ebû Hanife'nin hapisten çikip evine döndügünü, ancak devletin onu halkla temastan engelledigini ve evinde gözetim altinda tutuldugunu zikreder (el-Bezzâzi, Menâkibu'l-Imâmi'l-A'zam, II, i5). Ebû Hanife'nin cenaze namazinda ellibin kisi bulunmus, hattâ halife Ebû Mansur'un da namaza katildigi söylenmistir.
Çagdaslari içinde degisik okullara mensup Mâlik, Evzâî, Abdullah b. Mübârek, Ibn Cüreyh, Câ'fer-i Sadik, Vâsil b. Atâ vs. büyük imamlar bulunan Imâm-i Âzam ile büyük Imam Muhammed Bâkir arasinda geçen söyle bir olay anlatilir: Muhammed Bâkir, Ebû Hanife'ye, "Dedemin yolunu ve hadislerini kiyasla degistiren sen misin?" diye sormus; Ebû Hanife, "Sen, sana lâyik olan bir sekilde yerine otur. Ben de bana lâyik olan sekilde yerime oturayim. Dedeniz Muhammed (s.a.s.)'e hayatinda sahâbîleri nasil saygi duyuyorlarsa ayni sekilde ben de size saygi besliyorum. Simdi sen bana kadinin mi erkegin mi zayif oldugunu; kadinin mirasta erkege nisbetle hissesini; namazin mi orucun mu efdal oldugunu, idrarin mi meninin mi pis oldugunu söyler misin? " diye sormus. Imam Bâkir da kadinin mirasta iki hissesi oldugunu; erkekten zayif oldugunu; namazin oruçtan efdal ve idrarin meniden pis oldugunu söyledi. Ebû Hanife ona, "Kiyas yapsaydim kadin erkekten zayiftir diye ona mirastan iki hisse verir; idrar yapildiktan sonra gusledilmesini, meni çiktiktan sonra sadece abdest alinmasini söylerdim. Kiyasla dedenizin dinini degistirmekten Allah'a siginirim" (Muhammed Ebû Zehra, Islâm'da Fikhi Mezhepler Târihi, II, 66-67).
Ebû Hanife, meseleleri olmus gibi farzederek takdîrî fikih hükümleri ortaya koymus, örfü ve istihsani sik sik kullanmis, ticârî akidlerdeki ictihadlarinda ilk defa ortaya hükümler çikarmistir. Onun en önemli özelliklerinden birisi, sahsi hak ve hürriyetleri savunmasidir. Âkil bir insanin sahsi tasarruflarina hiç kimsenin müdâhale edemeyecegini savunarak fikihta büyük bir reform yapmistir. Âkile ve bâlige bir kizin/kadinin evlenme hususunda velâyetinin kendisine ait oldugunu savunurken babasi dahi olsa, hiç kimsenin sahsi velâyet hakkina müdâhalede bulunamayacagini söylemistir. Kezâ, bunak, sefih ve borçlunun hacredilmesini reddeder. Çogu görüslerinde ve bu hürriyet bahsinde o görüsünü yalniz basina cumhura karsi -hatta Ebû Yusuf da ona muhâlefet eder-durmaktadir. Ona göre velâyet, hürriyeti kisitlar ve zedeler. Genç erkegin nasil hür velâyeti varsa, genç kizin da olmasi gerekir. Maslahat disinda bu mutlâka sarttir. Yine Ebû Hanîfe, mülkiyet ile hürriyeti birbirine baglamis, insanin mülkündeki tasarruf hürriyetini sonuna kadar savunmus ve mahkemenin bu hürriyete müdâhalesinin onu kayit altina almasinin karsisinda yer almistir. Insanin kendi mülkî tasarrufu eger baskasina zarar verici olursa, o zaman bu meselede suurlu bir dinî vicdana basvurur. Çünkü bu gibi meselelerde mahkeme müdâhalesi daha fazla düsmanlik ve çekisme, dinî duygularin zayiflamasina, hattâ fitne ve zulme yol açar. Insanin dinî duygusu zayifladiktan sonra bunu hiçbir sey telâfi edemez, kalp katilasir, dinden uzaklasilir, bugzetme ve düsmanlik yayginlasir, tecâvüz ve çekismeler artar, iyilikler kaybolur, kötülükler ortaya çikar. Iste kisaca, Ebû Hanîfe yöneticilerin zorbaligina karsi kisisel özgürlükleri savunurken, ayni zamanda dinin sivil gelisim tarzini da ilk defa böyle sistemli bir fikihla ortaya koymustur.
Ebû Hanife'nin bir baska önemli görüsü, Dârü'l-Harb'e izinli giren bir müslümanin fâiz almasini câiz görmesidir. Çünkü ona göre orada Islâmî hükümler tatbik edilmediginden, müslümanin düsman rizasiyla onlarin mallarini almasi câizdir. Evzâî bu konuda karsi çikarak, fâizin her yerde her zaman haram oldugunu söylemis, kâfirlerin mal ve canlarinin müslümanlar için haram oldugunu istihrac etmistir. Ebû Yusuf ile Imam Sâfii ve Cumhur da Ebû Hanife'nin bu görüsüne katilmazlar. Ebû Hanife'nin temel ilkesi, zarûretin yasak seyleri mübah kilmasi ilkesidir. Zarûret bulununca özel ve istisnâî hallere gerek vardir. Bu bakimdan o bir çok meselede kolaylik getirmistir. Onun Dârü'l-Islâm'in Darü'l-Harb'e dönüsmesi için getirdigi sartlar da Cumhurun görüsünden farklidir. O, düsman istilasi ile birlikte ayrica Dârü'l-Harb'in sirk ahkâmini uygulamasi, baska bir Dârü'l-Harb'e bitisik olmasi, o devlette emniyet içinde olan bir müslüman veya zimmî kalmis olmasi halinde oranin Dârü'l-Harb olmadigini söylemektedir. Cumhur ve Ebû Yusuf ile Imam Muhammed ise, sadece orada küfür ahkâminin uygulanmasini yeterli görmüslerdir (Bk. Dârü'l-islâm, Darü'l-Harb.).
Vakif konusunda da Ebû Hanife, mâlikin mülkünde hiçbir kayitla mukayyed olmadigini savunurken, mâlikin kendisinin yaptigi vakifta ne kendisi ne mirasçilari hakkinda lâzim bir vâkif olmamakta, vakif âriyet hükmünde olmaktadir. Yani vâkif, âriyetin câiz oldugu kadar câizdir. Rakabesi vâkfin mülkü hükmünde kalmakla beraber geliri ve hasilati vâkif cihetine sarfolunur. Vâkif, sagliginda vâkiftan dönerse kerahatle beraber bu câizdir. Ebû Hanife bu konuda, Ibn Abbâs'tan rivâyet edilen hadislere göre hüküm vermistir. O söyle demistir: "Nisâ sûresi nâzil olup da orada miras hükümleri bildirildikten sonra Rasûlullah'i söyle derken isittim: "Allah'in ferâizinden hapis etmek yoktur. " Yani mirasçilar mirastan mahrum edilemezler, buyurmustur. Yine Hz. Ömer demistir ki: "Eger bu vâkfimi Hz. Peygamber'e anmamis olsaydim, ondan dönerdim." Üçüncü delili, mali vâkif ile hapsedip tasarruftan alikoymanin fikih kâidelerine karsi gelmek seklindeki akli delilidir. Mülkiyet tasarruf ve hürriyete baglidir, hürriyeti men eden her türlü tasarruf sarih bir ser'î nass bulunmadikça bâtil olmaktadir. Birsey bir kimsenin mülküne girdikten sonra onun mülkiyetinden mâliksiz olarak çikmaz.
Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi

İmam-ı A’zam Ebu Hanife hazretleri


Ehl-i sünnetin reisidir. Tabiinin büyüklerinden olup fıkhı Hammaddan öğrendi. İmam-ı Ca'fer-ı Sadık'ın sohbetinde kemale geldi. Fıkhın kurucusudur. Tasavvufta çok yüksek ve çok büyük bir veli idi. Derin ilmi, keskin zekası, aklı, zühdü, takvası, hilmi, salahı ve cömertliği yüzlerce kitaplara yazılıp anlatılmıştır. Talebesi pek çok olup, büyük mücahidler, âlimler yetiştirdi. Ehl-i sünnetin yüzde sekseni Hanefi mezhebindedir.
Asıl adı Numan’dır. 699 (H. 80) yılında Kufe’de doğdu. Babasının adı, Sabit’tir. Acemistan’ın (İran’ın) ileri gelenlerinden bir zatın soyundan olup, Farisoğullarındandır. Dedesi Zuta, İslam dinini kabul etmiş ve hazret-i Ali’ye ikramda bulunmuştu. İlim sahibi salih ve kıymetli bir zat olan babası Sabit, hazret-i Ali ile görüşmüş, kendisi, evladı ve zürriyeti için duasını almıştır.
İmam-ı A’zam, Kufe’de doğup büyüdü ve orada yetişti. Ailesinden çok üstün bir terbiye ve din bilgisi aldı. Küçük yaşta Kur’an-ı kerim’i ezberledi ve Arapçanın o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahiv, şiir ve edebiyatını öğrendi. Gençliğinin ilk yıllarında Eshab-ı kiramdan hicri 93 yılında vefat eden Enes bin Malik’i, hicri 87 senesinde vefat eden Abdullah bin Ebi Evfa’yı, hicri 85’te vefat eden Vasile bin Eska’ı, hicri 88’de vefat eden Sehl bin Saide’yi ve hicri 102’de en son Mekke’de vefat eden Ebu’t-Tufeyl Amir bin Vasile’yi görmüştür. Bunlardan hadis dinlemiştir.
O zaman Kufe, Irak’ın büyük şehirlerinden ve önemli ilim merkezlerindendi. Eski medeniyetlerin yatağı olan Irak’ta değişik dinlere ve sapık itikadlara mensup çeşitli kavimler yaşıyordu. Ayrıca itikadı bozuk olan Şia ve Mutezile burada ortaya çıkmış, çölde Hariciler türemişti. Diğer taraftan Eshab-ı kiramla görüşüp onlardan Ehl-i sünnet itikadını ve din bilgilerini nakleden Tabiinin büyükleri de orada bulunuyordu. Burada hükümet güçlerini ele geçirmek isteyen fırkalar arasında da çetin bir mücadele sürüp gidiyordu. İmam-ı A’zam böyle bir muhitte, ilk gençlik yıllarında babası gibi önce ticaretle meşgul olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclisine gidip onları dinliyordu. Bu âlimler kargaşalıkları ve fitneleri ortadan kaldırmak için Ehl-i sünnet itikadını yayıyorlar ve sapık fırkalarla mücadele edip onların bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. Kufe genellikle bu tip münazaralara sahne oluyor, hatta bu münazaralar meclislerden, çarşıya pazara taşıyordu. Henüz çok genç yaşta olan İmam-ı A’zam da, ailesinden ve gittiği ilim meclislerinden aldığı din bilgileriyle bazan münazaralara katılıyor ve onun üstün kabiliyeti, keskin zekası, derin anlayışı ve çabuk kavrayışlılığı yüzünden okunuyordu. Daha ilme başlamadığı halde sapık fırkalara mensub olanlarla yaptığı münazaralarındaki ikna kabiliyeti ve üstün başarıları, zamanın büyük âlimlerinin dikkatini çekmişti. Onun bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler. O da bu tavsiyelere uyarak ilim öğrenmeğe başladı. İlim öğrenmeye başlayışını kendisi şöyle anlatır:
“Bir gün zamanın âlimlerinden Şabi’nin yanından geçiyordum, beni çağırdı ve bana; “Nereye devam ediyorsun?” dedi. Ben de; “Çarşıya, pazara!” dedim. “Maksadım o değil, ulemadan (âlimlerden) kimin dersine devam ediyorsun?” dedi. “Hiçbirinin dersinde devamlı bulunamıyorum.” dedim. “İlim ile uğraşmayı ve âlimler ile görüşmeyi sakın ihmal etme! Ben senin zeki, akıllı ve kabiliyetli bir genç olduğunu görüyorum.” dedi. Onun bu sözü bende iyi bir tesir bıraktı. Çarşıyı, pazarı bırakıp, ilim yolunu tuttum. Allahü teâlânın yardımı ile Şabi’nin sözünün bana çok faydası oldu.”
İmam-ı Şabi’nin tavsiyesinden sonra ilme sarılıp, ders halkalarına devam etmeye başladı. İmam-ı A’zam önce kelâm ilmini, iman ve itikadı ve münazara bilgilerini Şabi’den öğrendi. Kısa zamanda bu ilimlerde parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı. İmam-ı A’zam’ın talebesi Züfer bin Hüzeyl şöyle demiştir: “Hocam Ebu Hanife der ki: Önce kelâm ilmini öğrendim. Bu ilimde parmakla gösterilir bir dereceye ulaştım... Daha sonra Hammad bin Ebi Süleyman’ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmine başladım...” Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebu Yusuf ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: “Bu, Allahü teâlânın tevfik ve inayeti iledir. O’na daima hamd olsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm... Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda âlimlerle, fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi ahlaklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dinin icaplarını yerine getirmek, ibadet etmek de fıkhı bilmekledir. Dünya ve ahiret onunla kaim... İbadet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir.”
İmam-ı A’zam, fıkıh ilmini Hammad’dan öğrendi. Onun derslerini takip ederken huzurunda gayet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzakere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Nu’mandan başka kimse oturmayacak derdi.
İmam-ı A’zam’ın hocası Hammad, fıkıh ilmini İbrahim Nehai’den, bu da Alkame’den, Alkame de Abdullah bin Mes’ud’dan, bu da Peygamberimizden öğrenmiştir. Hammad’ın derslerine yirmi sekiz yıl devam edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sırada fıkıhta tanınıp meşhur oldu. Bu hususta şöyle demiştir: “Ben, ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. İlim erbabıyla beraber bulundum. Fıkıhta en değerli bir hocaya devam ettim.”
Hocası Hammad’ın dersine devam ettiği sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve Medine’de çoğu Tabiinden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadis rivayeti dinler ve fıkıh müzakereleri yapardı. Ehl-i beytten Zeyd bin Ali’den, Muhammed Bakır’dan ilim öğrendi. Muhammed Bakır ona bakıp; “Ceddimin şeriatini bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak!” buyurmuştur.
Tasavvuf bilgilerini Muhammed Bakır, ondan sonra da Silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Ca’fer-i Sadık hazretlerinden öğrendi. Yüksek makamlara kavuştu. Eshab-ı kiramdan İbn-i Abbas’ın ilmini, Mekke fakihi Ata bin Ebi Rebah’tan ve İkrime’den, hazret-i Ömer ve onun oğlu Abdullah’tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer’in azatlısı Nafi’den öğrendi. Böylece, Eshab-ı kiramdan İbn-i Mes’ud ve hazret-i Ali’den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tabiinden öğrendi.
İmam-ı A’zam bir gün Halife Mansur’un yanına girdi. Orada bulunan İsa bin Musa, Mansur’a; “Bugün dünyanın en büyük âlimi bu zattır.” dedi. Halife Mansur; “Ey Nu’man, bu ilmi kimden aldın?” diye sorunca, o da şu cevabı verdi: “Hazret-i Ömer’den ilim alanlar vasıtasıyla hazret-i Ömer’den; hazret-i Ali’den ilim alanlar vasıtasıyla hazret-i Ali’den; Abdullah bin Mes’ud’dan ilim alanlar vasıtasıyla da Abdullah bin Mes’ud’dan aldım.” Bunun üzerine Halife Mansur; “Sen işini gayet sağlam tutmuşsun, ilmi asıl menbaından almışsın.” dedi.
İmam-ı A’zam, başta Eshab-ı kiramın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp zamanında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, âlimler, üstün kimseler hatta Hıristiyanlar bile onu hep medhetmiş, övmüştür.
İmam-ı A’zamın hocası Hammad bin Ebi Süleyman vefat edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri onun yerini dolduracak âlimin, ancak İmam-ı A’zamın olduğunu görerek, ısrarla hocasının yerine geçmesini istediler. “İlmin ölmesini istemem!” buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammad’ın yerine müftü oldu ve talebe yetiştirmeye başladı.
İmam-ı A’zam, hocası Hammad’ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevazuu, takvası, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dini meselelerde insanların bütün müşkillerini çözen yegane müracaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, Faris diyarı (İran), Hind, Yemen ve Arabistan’ın her tarafından kitleler halinde gelen talebeler, fetva isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.
İmam-ı A’zamın meclisinde halk tarafından sorulan suallerin cevaplandırılması ve talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzakere yapılırdı. Hergün sabah namazını, camide kılıp öğleye kadar sorulan sualleri cevaplandırır, fetva verirdi. Öğleden önce kaylule (öğle vakti bir miktar uyuma) yapıp, öğle namazından sonra yatsıya kadar talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar camiye gelip sabaha kadar ibadet ederdi. Sorulan suallere cevap vermeden önce, mesele aleni (açık) olarak müzakere edilir, talebeleri suali cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzakeresi bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra da fetvayı bizzat söylemek suretiyle ve anlaşılır ifadelerle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kaideleri haline gelmiştir. Dini bir mesele cevaplandırılıp halledilince şükür için tekbir getirirlerdi. Bu esnada Kufe mescidi tekbir sadalarıyla inlerdi.
Talebelerine verdiği muntazam dersleri ise çok mükemmel bir usul ile yürütürdü. Bir taraftan fıkhın eski hadiselere ait bilinen hükümleri takrir edilir (anlatılır) ve müzakere yapılır, diğer taraftan yeni hadiselere ait hükümler bulunurdu. Geçmiş ve yaşanmakta olan hadiselerin hükümleri takrir edilirken, bunlara benzeyen veya aynı cinsten olup da gelecekte vuku bulabilecek hadiselere ait hükümler de araştırılıp bulunurdu. Dolayısıyla İmam-ı A’zamın derslerinde geçmiş ve yaşanmakta olan halin meselelerinden başka, geleceğe ait meselelere geçilmiş ve fıkhın külli (genel) kaideleri tesbit edilmiştir.
İmam-ı A’zam hazretlerinin ders halkasında çözülen fiili ve nazari fıkhi meseleleri yarım milyona ulaşmıştır. Bunların içinde, fıkıh ilminin anlaşılmasına yarayan sarf, nahiv ve hesaba (fen ilimlerine) ait öyle ince meseleler de vardır ki, onların meydana çıkarılması ve çözülmesinde Arap dilinin ve cebir ilminin mütehassısları dahi aciz kalmışlar, hayranlıklarını ifade etmişlerdir. Çözülen fıkhi meseleler cinslerine göre kısımlara (kitaplara), kısımlar da nevilerine göre bab ve fasıllara ayrılmıştır. Başta taharet bahsiyle ibadetler, münakehat, muamelat, hudud (had cezaları), ukubat, sulh, cihad ve devletler hukuku, feraiz, yani miras hukuku olmak üzere sıralanarak fıkıh düzenlenmiştir.
Böylece İmam-ı A’zam, fıkıh ilmini ilk defa kollara ayırıp her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış, usuller koymuş, Feraiz ve Şurut kitaplarını yazmıştır. Ayrıca Eshab-ı kiramın, Peygamberimizden naklen bildirdiği iman, itikad bilgilerini de toplayıp yüzlerce talebesine bildirdi. İlm-i Kelâm, yani iman bilgileri mütehassısları yetiştirdi. İmam-ı Matüridi ondan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı. Yetiştirdiği talebelerin sayısı dört bine ulaşmış olup, bunlardan yedi yüz otuzu ilimde iyice yükselmiş, içlerinden kırk kadarı ictihad derecesine çıkmıştır. Bazı müellifler onun derslerinde yetişen talebelerinin isim ve künyelerini, mensub oldukları şehirlerini tesbit edip, yazmışlardır.
İmam-ı A’zam ticaretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar mükemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu. Onun ders usulünü ve talebelerini görmek için gelen, aralarında Tabiinin büyüklerinin de bulunduğu ilmi bir heyet onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmışlardır. Talebelerine; “Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz.” buyururdu.
Emevilerin son zamanlarında Emevi valisi, İmam-ı A’zama devlet idaresinde bir vazife vermek isteyerek bu hususta zorlamıştır. Fakat İmam-ı A’zam bir takım sebeplerden dolayı bu vazifeyi asla kabul edemeyeceğini bildirmiştir. Bunun üzerine hapsedilerek işkence yapıldı. Daha sonra serbest bırakılınca, hicri 130 (M. 747) yılında Mekke’ye gidip orada altı yıl kadar kaldı. Mekke’de de talebelere ders ve fetva vererek ilmi mütalaalar yaptı. Daha sonra Abbasilerin bir devlet haline gelip kuvvetlenmesinden sonra Kufe’ye döndü. Buradaki derslerine ömrünün son yıllarına kadar devam etti. Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri o zaman çok genişlemiş olan İslam dünyasının her tarafına yayılarak müftilik, müderrislik, kadılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yapmak suretiyle Peygamberimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet itikadını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saadete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.

Başta gelen talebeleri; İmam-ı Ebu Yusuf ismiyle meşhur Yakub bin İbrahim, Muhammed Şeybani, Züfer bin Hüzeyl, Hasan bin Ziyad, oğlu Hammad, Davud-i Tai, Esad bin Amr, Afiyat bin Yezid el-Advi, Kasım bin Ma’an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi yüzlerce âlimlerdir.

İmam-ı A’zam hazretleri, fıkhı; “Leh ve aleyhte olanı bilmek, tanımak” diye tarif etmiştir. Bu tarife göre fıkhı tesbit etmek için, Edille-i şer’iyyeye başvururdu. Bunlar Kitap, yani Kur’an-ı kerim, Sünnet (Peygamber efendimizin sözleri, fiilleri ve takrirleri), İcma-ı Ümmet (Eshab-ı kiramın bir mesele hakkındaki sözbirliği) ve Kıyas-ı Fukaha (hükmü verilmiş meselelere benzeterek bir başka meseleyi hükme bağlamak)dır.
İmam-ı A’zam herhangi bir fıkıh mevzuunun işlenmesi veya fetvasının takrir edilmesi, yahut da cevabı bulunmak üzere mevzu (konu) edildiğinde, sırasıyla bu dört kaynağa baş vururdu. Önce Kur’an-ı kerime bakar, hükmü aranan meselenin işaret yoluyla, iktiza yoluyla, ibare yoluyla veya delalet yoluyla cevabı varsa meseleyi ona göre çözerdi. Meselenin halli için Kur’an-ı kerimde delil bulunmazsa Sünnete, burada da bulamazsa İcma-ı Ümmete bakardı. Bu kaynaklarda bulursa meseleyi çözerdi, hükmünü bildirirdi. Şayet sırasıyla bu üç kaynakta bulamazsa, o zaman Kıyasa başvurur ve kendisine mahsus olan istihsan kaidesiyle hüküm verir ve meseleyi çözerdi.
İşte İmam-ı A’zam Ebu Hanife; en mükemmel usullerle yaptığı uzun çalışmaları ve ictihadı neticesinde çözdüğü ve tedvin ettiği fıkıh (hukuk) bilgileri ile Müslümanların ibadetlerinde ve diğer işlerinde İslamiyete doğru bir şekilde uymak için takip edecekleri bir yolu gösterdi ve bu yola “Hanefi Mezhebi”denildi.
İmam-ı Şafii şöyle buyurmuştur: “Bütün Müslümanlar İmam-ı A’zamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir.” (Yani, bir adam çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi İmam-ı A’zam da insanların işlerinde muhtaç oldukları din bilgilerini meydana çıkarmayı kendi üzerine almış, herkesi kolaylığa ve rahata kavuşturup güç bir işten kurtarmıştır).

Yaşadığı devrin özellikleri


İmam-ı A’zamın yaşadığı devir, Emeviler ve Abbasiler zamanına isabet etmektedir. Ömrünün elli iki yılını Emeviler, on sekiz yılını da Abbasiler devrinde geçirdi. Emevi devletinin son bulup, Abbasi devletinin kuruluşuna ve bu arada vuku bulan çeşitli hadiselere şahit oldu. Bütün hadiseler içerisinde İmam-ı A’zam, bir taraftan dini öğrendi ve öğretti. Diğer taraftan da, Ehl-i sünnet itikadında olan insanları, imandan ayırmaya çalışan ve kendilerine “Dehriyyun” denilen dinsizlerle ve sapık fırkalarla mücadele etti. Bunların başında Şii, Harici, Mürcie, Mutezile, Cebriyye gibi fırkalar gelmekteydi. Bu fırkaların her biri ile yaptığı münazaralarda onları kesin delillerle susturuyordu. Hatta ders verdiği sırada bile, ellerinde kılıçlarıyla yanına girip münazara edenler, aldıkları ikna edici cevaplar karşısında, ya doğru yola giriyorlar veya verecek cevap bulamayınca perişan bir halde çekip gidiyorlardı.

Şahsiyeti ve büyüklüğü


İmam-ı A’zam, Allahü teâlânın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslamiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, taviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvalarına herhangi bir siyasi düşünce ve güç, nefsani arzu ve menfaat, şahsi dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar asla girmemiştir.
İmam-ı A’zam Ebu Hanife nefsine tam olarak hakimdi. Lüzumsuz şeylerle asla uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslam âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlak-ı hamide (yüksek İslam ahlakı) ile her halükarda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muarızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükunetle davranır, asla heyecan ve telaşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firaset sahibiydi. Bu haliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.
Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekası, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhakemesi, muhabbeti ve cazibesi ile karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren bazı meseleleri, derin bir mütalaadan sonra, böyle olmayanları ise anında ve olayın açık misalleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muarızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak ikna ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur. Aşağıda bunlardan birkaçını arzedeceğiz.
Hasılı İmam-ı A’zam Ebu Hanife, İslamiyetin, Müslümanlardan doğru bir itikad (Ehl-i sünnet itikadı), doğru bir amel ve güzel bir ahlak istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefatından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün Müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.
İmam-ı A’zam, İslam dinine yaptığı bütün bu hizmetleriyle İslamiyeti iman, amel ve ahlak esasları olarak bir bütün halinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, Müslümanları çeşitli fitneler ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslam dinini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrana uğratmış, önce itikadda birlik ve beraberliği sağlamış; ibadetlerde, günlük işlerde Allahü teâlânın rızasına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tesbit etmiştir. Böylece, ikinci hicri asrın müceddidi (dinin yeniden yayıcısı) ünvanını almıştır.
Buhari ve Müslim’deki bir hadis-i şerifte; “İman, Süreyya yıldızına çıksa, Faris oğullarından biri elbette alıp getirir.” buyruldu. İslam âlimleri, bu hadis-i şerifin İmam-ı A’zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhari ve Müslim’de bildirilen bir hadis-i şerifte; “İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan Müslümanlardır (yani Eshab-ı kiramdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yani Tabiindir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir (yani Tebe-i tabiindir).” buyruldu. İmam-ı A’zam da, bu hadis-i şerifle müjdelenen Tabiinden ve onların da en üstünlerinden biridir. Hayrat-ul-Hisan, Mevdu’at-ül-Ulum ve Dürr-ül-Muhtar da yazılı olan hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Adem (aleyhisselam) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu’man, künyesi Ebu Hanife’dir. O, ümmetimin ışığıdır.)
(Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebu Hanife ile öğünüyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.)
(Ümmetimden biri, şeriatimi canlandırır. Bid’atleri öldürür. Adı Nu’man bin Sabit’tir.)
(Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebu Hanife zamanının en yükseğidir.)
Hazret-i Ali de; “Size bu Kufe şehrinde bulunan, Ebu Hanife adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Ahir zamanda, birçok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helak olacaktır. Nitekim Şiiler de, Ebu Bekir ve Ömer için helak olacaklardır.” buyurdu.
İmam-ı A’zamın zamanında ve sonraki asırlarda yaşayan İslam âlimleri hep onu medh etmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir. Abdullah ibni Mübarek anlatır:
Ebu Hanife, İmam-ı Malik’in yanına geldiğinde İmam-ı Malik ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere: “Bu zatı tanıyor musunuz? Bu zat, Ebu Hanife Nu’man bin Sabit’tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese, isbat eder.” dedi.
Yine Abdullah ibni Mübarek der ki: “Hasan bin Ammare’yi Ebu Hanife ile birlikte gördüm. Ebu Hanife’ye şöyle diyordu: “Allahü teâlâya yemin ederim ki fıkıhta senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevap olanını görmedim. Elbette sen fıkıhta söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü söyleyen sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir.”
Veki' der ki:
“Allahü teâlâya yemin ederim ki, Hazret-i İmam çok emin idi. Yine Allahü teâlâya yemin ederim ki Allahü teâlâ onun kalbine azamet ve celaleti ile tecelli eylemişti, Allahü teâlânın rızasını her şeye tercih ederdi.”
Yahya bin Kettan der ki :
“Onu görünce Allahü teâlâdan korktuğunu anladım.”
Ebu Ahvas der ki :
“Eğer kendisine üç güne kadar öleceği bildirilse, yapmakta olduğu amelden, ibadetten daha fazlasını yapması imkansızdı, çünkü her zaman yapılabilecek ibadetin çoğunu yapardı.”
Nasr ibni Muhammed, anlatır: Hazret-i İmamın bir müddet fetva vermesi yasaklanmıştı. O zaman oğlu Hammad gelip bazı su­aller sordu, Hazret-i imam cevap vermedi. Hammad dedi ki: (Babacığım şimdi seni kimse görmü­yor, cevap verseniz ne lazım gelir?) Buyurdu ki: (Korkarım ki «Sultan hiç fetva verdin mi?» diye sorduğu zaman, ben de vermedim diyemem, yani yalan söyleyemem.)
Abdulah İbni Mübarek, Süfyan-ı Sevri'ye sordu:
“Ebu Hanife'yi gıybet edilmekten uzaklaştıran nedir, düşmanları bile onu gıybet etmiyor...” Buyurdu ki: “Yemin ederim ki, o bir kimsenin, hasenatını gidermekten daha akıllıdır.” (Yani o kadar akıllıydı ki, başkalarının onu gıybet edip sevaplarını vermeleri, için, herkesi idare ederdi.)
Şerik der ki :  
“O çok susar, az konuşurdu. Aklı, idraki ilmi çok idi. Az münakaşa eder ve az konuşurdu.”
Bekir İbni Ma'ruf der ki:
“Bu ümmetin içinde sireti, Ebu Hanife'den güzel olan bir kimse görmedim.”
(Siret, ahlak ve kalb güzelliği demektir.)
Fudayl, der ki:
“Ebu Hanife, faziletin çokluğu, konuşmasının azlığı, ilme ve ilim sahiblerine hizmeti ile tanınır.”
Hasen İbni Salih der ki:
“Ebu Hanife, kuvvetli vera sahibi ve haramlardan çok uzak idi. Şüpheli olur diye, helalların fazlasından kaçınırdı. Kendini ve ilmini koruma hususundan daha kuvvetli âlim görmedim. Vefatına kadar ömrü mücadele ile geçdi.”
Yezid ibni Harun der ki:
“Bin âlimin huzurunda bulunup hepsinden ilim topladım. Bunların içinde, vera sahibi ve dilini çok koruyan Ebu Hanifeden başkasını görmedim.”
Hafas der ki:
“Otuz sene Ebu Hanifenin sohbetinde bulundum. Aleni yapmadığı bir şeyi, gizli de yapdığını görmedim. Şüphelendiği bir şey, malının hepsi bile olsa yanında saklamaz, elinden çıkarırdı.”
Harun Reşid, Ebu Yusuf'a Hazret-i İmamın ahlakını sordu. Ebu Yusuf şöyle anlattı:
(Haramdan nefret eder, çok sakınırdı Dinde bilmediği şeyi söylemezdi. Allahü teâlâya itaat ve ibadet etmeği ve ona isyan etmemeği çok severdi. Dünyayı sevenlerden, dünyaya düşkün olanlardan uzak idi. Az konuşur, çok düşünürdü. Eğer bir soru sorulsa ve cevabını bilse, söyler ve daima doğruyu söylerdi. Eğer bunun gayrisi bir mesele olsa, hak üzere kıyas edip, ona tabi olur. Bunda dinini çok kayırırdı. İlim ve malını Allah yolunda dağıtırdı. İnsanlardan hiç kimseye ihtiyacı yoktu, O yalnız Allahü teâlânın rahmetine kavuşmağı ve rızasını kazanmağı düşünürdü. Hiç kimseye tama' etmez. Gıybet etmekden çok uzak idi. Bir kimseyi hayırdan, iyilikten başka şey ile anmazdı.)
Harun Reşid, bunları dinledikten sonra dedi ki:
(Bu saydıkların salihlerin, evliyanın ahlakıdır.)

Hasen bin Ziyad der ki:
“Yeminle söylüyorum. Takvası o kadar fazla idi ki, valilerden ve halifeden hediye kabul etmezdi.”
Halife Mensur, kendisine otuz bin akça gönderdi. Halifeye dedi ki, (Ey Emir-ül-mü'minin, ben Bağdadda misafir gibiyim. Yanımda insanlara verilecek çok emanetler vardır. Bunları saklıyacak yerim yoktur. Bunları Beyt-ül malda saklasalar iyi olur.) Halife kabul etti. Hazret-i imam vefat edince, Beyt-ül maldaki insanlara verilecek emanetleri çıkardılar. O paralar orada idi. Mensur bunları görünce, (Ebu Hanife bize bir oyun oynadı, anlıyamadık.) dedi.
Hafız Muhammed ibni Meymun der ki:
“Ebu Hanife’nin zamanında ondan arif ve fakih yoktu. Yemin ederim ki, onun mübarek ağzından bir söz duymağa yüz bin dinar (altın) veririm.”
İbn-i Üyeyne;
“Onun eşini ve benzerini gözüm görmedi, fıkıh bilgisi Kufe’de Ebu Hanife’nin talebesindedir.” demiştir.
Davud-i Tai’nin yanında Ebu Hanife hazretlerinden konuşuldu. Buyurdu ki: “O bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidayete kavuşur.”
Hafız Abdülaziz ibni Revvad der ki: “Ebu Hanife’yi seven, Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebindedir. Ona buğz eden, kötüleyen bid’at sahibidir. Ebu Hanife bizimle insanlar arasında miyardır (ölçüdür). Onu sevenin, ona yüzünü dönenin Ehl-i sünnet olduğunu; buğz edenin bid’at sahibi olduğunu anlarız.”
İbrahim bin Muaviye-i Darir der ki: “Ebu Hanife’yi sevmek sünnetin tamamındandır. Ebu Hanife adaleti gözetir, insafla konuşur, ilmin yollarını insanlara beyan eder ve herkesin müşkillerini çözerdi.”
Hakikate varmış evliyanın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsteri; “Eğer Musa ve İsa aleyhimesselamın kavimlerinde Ebu Hanife hazretleri gibi âlimler bulunsaydı, bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı.” buyurmuştur.
İmam-ı Şafii; “Ben İmam-ı A’zam Ebu Hanife’den daha büyük fıkıh âlimi bilmem. Fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin.” buyurmuştur.
Ahmed ibni Hanbel; “İmam-ı A’zam, vera (haramlara düşme korkusuyla şüphelilerden sakınan) ve zühd (dünyaya düşkün olmayan), isar (cömertlik) sahibiydi. Ahirete olan arzusunun çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi.” buyurmuştur.
İmam-ı Malike; “İmam-ı A’zamdan bahsederken onu diğerlerinden daha çok medh ediyorsunuz?” dediklerinde; “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona dua etsinler, diye hep meth ederim.” buyurmuştur.
İmam-ı Gazali; “İmam-ı A’zam Ebu Hanife çok ibadet ederdi. Kuvvetli zühd sahibiydi. Marifeti tam bir arif idi. Takva sahibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Daima Allahü teâlânın rızasında bulunmayı isterdi.” buyurmuştur.
Yahya bin Muaz-ı Razi anlatır: Peygamber efendimizi rüyada gördüm ve; “Ya Resulallah, seni nerede arayayım?” dedim. Cevabında; “Beni, Ebu Hanife’nin ilminde ara.” buyurdu.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurur ki: “İmam-ı A’zam, abdestin edeplerinden bir edebi terk ettiği için kırk senelik namazını kaza etmiştir. Ebu Hanife takva sahibi, sünnete uymakta ictihad ve istinbatta (şer’i delillerden hüküm çıkarmakta) öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan acizdirler. İmam-ı A’zam, hadis-i şerifleri ve Eshab-ı kiramın sözünü kendi reyine (ictihadına tercih) ederdi.” İmam-ı Rabbani hazretleri Mebde’ ve Mead risalesinde de şöyle buyurur: “Derecesinin yüksekliğini ve kıymetini anlatmaktan aciz olduğumuz o büyük imamın şanından ne yazayım! Müctehidlerin en vera sahibiydi. En müttekisi (Allah’tan korkarak haramdan çok sakınanı) o idi. Şafii’den de, Malik’ten de, İbn-i Hanbel’den de her bakımdan üstündü.”
Yine İmam-ı Rabbani ve Muhammed Parisa hazretleri buyurdular ki: “İsa aleyhisselam gibi ülülazm bir peygamber gökten inip İslam diniyle amel edince ve ictihad buyurunca, ictihadı İmam-ı A’zamın ictihadına uygun olacaktır. Bu da İmam-ı A’zamın büyüklüğünü, ictihadının doğruluğunu gösteren en büyük şahittir”.
Feridüddin-i Attar hazretleri İmam-ı A’zamı şöyle anlatır;
“Şeriatın ve milletin ışığı, din ve devletin mumu, hakikatler menbaı, manevi cevherler ve ince bilgiler denizi, arif, âlim, sofi, cihanın imamı, methi bütün dillerde dolaşan, her mil­letin makbulü olanı ben nasıl anlatabilirim? Onun riyazet ve mücahedeleri, onun halvet ve müşahedelerinin sonu yoktur. Firasette, siya­sette, akıllılıkta ve zekilikte bir tane idi. Mü­rüvvet ve fütüvvette bir hilkat garibesi idi. Cihanın kerimi, zamanın en cömerdi, devri­nin efdali ve vaktinin en âlimi idi. En yüksek derece ve eşsiz mertebede idi. Hazret-i İmamı-ı Ebu Hanife Kufi'nin şemaili, vasıfları Tevrat' ta, yazılı idi.”
(Riyazet: nefsin istediklerini yapmamak­tır, (Mücahede: ise nefsin istemediklerini yapmaktır.)
Son asrın, zahir ve batın (kalp) ilimlerinde kamil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdu ki: “İmam-ı A’zam, İmam-ı Yusuf ve İmam-ı Muhammed de, Abdülkadir Geylani gibi büyük evliya idiler. Fakat âlimler kendi aralarında iş bölümü yapmışlardır. Yani herbiri zamanında neyi bildirmek icap ettiyse onu bildirmişlerdir. İmam-ı A’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebu Hanife nübüvvet ve vilayet yollarının kendisinde toplandığı, Ca’fer-i Sadık hazretlerinin huzurunda iki sene bulunup öyle feyz, nur ve varidat-ı ilahiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifadesini; “O iki sene olmasaydı, Nu’man helak olurdu!” sözü ile anlatabildiler. Silsile-i zehebin en büyük halkasından olan Ca’fer-i Sadık’tan tasavvufu alıp, vilayetin (evliyalığın) en son makamına kavuşmuştur. Çünkü Ebu Hanife, Peygamber efendimizin varisidir. Hadis-i şerifte; “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” buyuruldu. Varis, her hususta veraset sahibi olduğundan, zahiri ve batıni ilimlerde Peygamber efendimizin varisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemaldeydi.”
İslam âlimleri, İmam-ı A’zamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyayı da bu ağacın dallarına benzetmişler, O’nun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemalata (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.
İslam dünyasında ilimleri ilk defa tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini kelâm, fıkıh, tefsir, hadis, vs. isimleri altında ayırarak bu ilimlere ait kaideleri tesbit etti. Böylece O’nun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine ait kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslam dinine bid’atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti. İmam-ı A’zamdan önce İslamiyetin ilk yıllarında ilimlerin tasnifi yolunda herhangi bir çalışmaya ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü ilk asırlarda yaşıyan salih ve temiz Müslümanların ilimleri başta din bilgileri olmak üzere son derece berrak ve mükemmeldi. İlk yıllarda ilimlerin kağıda geçirilmiş bir tasnif tablosu bulunmamakla beraber, İslam âlimlerinin sözlerinde, eserlerinde ve Müslümanların günlük hayatlarında kendiliğinden vücud bulmuş ve yaşanmakta olan bir ehemmiyet sırası vardı. En mühim olan iman (itikad), ibadet ve ahlak bilgileriydi. Bu bilgilere Yunan felsefesi, Hıristiyanlık, Yahudilik, Hint inançları, Mecusilik ve benzeri bozuk yolların İslamiyeti içten yıkmak isteyen art niyetli kimseler veya din bilgisi az olanlar tarafından karıştırılmak tehlikesi başgösterince, yüksek din bilgilerini tasnif ederek kitaplara geçirmek bir mecburiyet halini aldı. İmam-ı A’zam hazretleri bu çok mühim vazifeyi mükemmel bir şekilde yerine getirerek, o asırda tartışmaları yapılan ve din bilgisi az olan Müslümanlar arasında yayılmasına çalışılan Şia, Mu’tezile, Mücessime, Cebriyye, Kaderiyye ve benzeri gibi sapık fırkaların bozukluklarını göstererek, hem onlara cevaplar vermiş ve hem de kendisinden sonraki asırlarda gelen Müslümanların İslamiyeti her bakımdan doğru, berrak haliyle öğrenmelerini ve böylece inanmalarını temin etmiştir. İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünya ve ahiret saadetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, İmam-ı A’zamın zamanında ve daha sonra yetişen mezhep imamları, İslam âlimleri, evliyanın büyükleri tarafından da tazim ve şükranla yad edilmiş, bu büyük imam “Ehl-i sünnetin reisi”, “İmam-ı A’zam” (en büyük imam) adıyla anılmıştır.

Takvası ve menkıbeleri


İmam-ı A’zamın babası Sabit hazretleri

Şemseddin-i Sivasi'nin Menakıh-i İmam-ı A'zam isimli eserinde şöyle yazılıdır:
İmam-ı A'zamın babası Sabit (rahmetullahi aleyh) küçük yaştan beri ahlakı temiz, takva ve vera sahibi idi. Yüzü gayet nurlu olup züh­dü, salahı ve ilmi pek çok idi.
Bir gün bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gördü. Abdestten sonra suda çürüyüp gidecek olan bu elmayı alıp yedi. Fakat tükrüğünde kan gördü. Şimdiye kadar böyle bir hal görmediği için tükrükteki kanın bu elma­dan ileri geldiğini tahmin etti. Yediğine pişman oldu. Elmanın sahibini bulup helallaşmak için dereboyunca gitti. Nihayet yediği elmaya benzeyen bir meyve bahçesi gördü. Sahibini sordu. Bu zatın gayet cömert ve ihsan sahibi olduğunu, hatta ağaçta bulunan bütün elmaları toplayıp götürülse yine bir şey demiyeceğini, bir elmanın ne ehemmiyeti olacağını söylediler. Buna rağmen elmanın sahibini buldu, meseleyi an­lattı, ya parasını almasını veya helal etmesini istedi. Bahçe sahibi gencin bu halini görünce takva ve verasının doğru olup olmadığını öğ­renmek için şöyle dedi:
- Yediğin elmam için ne vereceksin?
- Altın gümüş neyim olsa veririm.
- Ben altın gümüş istemem ama, eğer kı­yamette senden davacı olmamı istemezsen bir teklifim var, onu kabul etmen gerekir.
- Teklifin nedir?
- Yapacaksan söyliyeyim...
- Şeriata uygunsa yapabilirim.
- Kör, sağır, dilsiz ve kötürüm bir kızım var, bununla evlenmeğe razı olursan o zaman elmayı sana helal edebili­rim.
Sabit hazretleri ahirete kul hakkıyla gitmemek için bu teklifi kabul etti. Düğün hazırlığı yapıldı. Sabit hazretlerinin ilk gece odaya girmesiyle çıkması bir oldu. Hemen kayınpederine koşup, (efendim, bir yanlışlık var galiba, içeride sizin bahsettiğiniz vasıflarda bir kız yok, tam tersi!) Kayınpederi tebessüm ederek, (evladım o benim kızımdır, senin de helalindir. Ben sana kör dediysem, o hiç haram görmemiştir. Sağır dediysem, o hiç haram duymamıştır. Dilsiz dediysem, o hiç haram konuşmamıştır. Kötürüm dediysem, o hiç harama gitmemiştir. Var git helalinin yanına, Allahü teâlâ mübarek ve mesut etsin.)
İşte bu evlilikten, yani böyle ana babadan İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri dünyaya geldi.

Onu hazret-i Ebu Bekire benzetirlerdi

İmam-ı A’zam ticaret yapardı. Onun kanaatkarlığı, cömertliği, emanete riayeti ve takvası ticaret muamelelerinde de daima kendini göstermiştir. Tacirler ona hayret ederler ve ticarette onu hazret-i Ebu Bekire benzetirlerdi. Ticareti ortakları ile beraber yapar ve her yıl kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar ve ayrıca onlara para dağıtarak, tevazu ile şöyle buyururdu: “Bunları ihtiyacınız olan yere sarf edin ve Allaha hamd edin. Çünkü verdiğim bu mal hakikatte benim değildir, sizin nasibiniz olarak Allahü teâlânın ihsan ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.” Böylece ilim ehlini, maddi bakımdan başkalarına minnettar bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cuma günü anasının, babasının ruhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca o kimseye; “Şu seccadenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır.” buyurdu. Orada bin akçe vardı.

Buyurdu ki :
“Kırk seneden fazla oluyor ki, dört bin akçeye malikim. Bundan fazla param olunca, dağıtırım. Daha fazla para bulundurmayışımın sebebi, Hazret-i Ali’nin şu sözüdür: (Dört bin ve ondan aşağı akçe nafakadır.) Eğer halife ve valilere müracaat etmek ve onlardan bir şey istemek korkusu olmasa, bir akçe bile yanımda bulundurmaz­dım.”

İmam-ı A’zam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp; “Neden yolunu değiştirdin?” diye sordu. Adam cevabında; “Size on bin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve çok sıkıldım, utandım.” dedi. İmam-ı A’zam; “Sübhanallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helal et!” dedi.

Bir defasında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tenbih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmam-ı A’zam bunu öğrenince o mallardan alınan doksan bin akçeyi sadaka olarak dağıttı.

Müşteri fakir veya ahbabından olursa onlardan kar almaz, malı aldığı fiyata verirdi. Bir defasında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbiseyi maliyeti fiyatına sat, dedi. Dört dirhem ver, onu al, deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; “Ben, ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun?” dedi. “Hayır, bunda alay yok.” deyip elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi.

Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riayet ederdi. Birisi ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini söyleyince, İmam-ı A’zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır, dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Hayır daha fazla eder, deyip, bu işten anlayan bir tüccar çağırarak, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz akçeye satın aldı.

Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla!

İmam-ı A’zam, kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldı. Elli beş defa hac yaptı, son haccında Ka’be-i muazzama içine girip burada iki rekat namaz kıldı. Namazda bütün Kur’an-ı kerimi okudu. Sonra ağlayarak; “Ya Rabbi! Sana layık ibadet yapamadım. Fakat senin akıl ile anlaşılmayacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla!” diyerek dua etti. O anda bir ses işitildi ki: “Ey Ebu Hanife sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin! Seni ve kıyamete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve mağfiret ettim.” buyruldu.

Yedi sene koyun eti yemedi!
Kufe şehrinin köylerini haydutlar basıp koyunları çalmışlardı. İmam-ı A’zam bu çalınan koyunlar şehre getirilip satılır düşüncesiyle, “koyunun en fazla yedi sene yaşadığını” bildiği için, yedi sene koyun eti yemedi. Geceleri namaz kılar, ağlamasını ve inlemesini yakınları işitirdi. Esed bin Amr der ki: “Ebu Hanife'nin ağlamasını geceleri komşular duyar ve ona acırlardı.”

Allahü teâlâ dinini onunla kuvvetlendirir, ihya eder
İmam-ı A’zam, bir gece rüyasında Peygamberimizin kabrini açmış, mübarek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalade rüyasını Tabiinin büyüklerinden İbn-i Sirin’e gidip anlattı. İbn-i Sirin; “Bu rüyanın sahibi sen değilsin, bunun sahibi Ebu Hanife olsa gerek.” dedi. “Ebu Hanife benim!” deyince, İbn-i Sirin; “Sırtını aç göreyim.” dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir “ben” gördü ve; “Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz senin hakkında; (Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir “ben” bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dinini onunla kuvvetlendirir, ihya eder.) buyurdu.” dedi.

Âlimlerin kanı zehirlidir!
İmam-ı A’zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücudunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri bu akrebi öldürmek isteyince; “Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında hadis-i şerifte, “Âlimlerin kanı zehirlidir.” buyrulan âlimlere dahil miyim?”dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü.

Sabah ezanına kadar

Bir gece yatsı namazını cemaatle kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mesciddeyken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile sabah ezanına kadar konuşup diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar mescide girmiştir.

Allahü teâlâyı nasıl inkâr edersin!

Allahü teâlâyı inkâr eden bir dehriye (ateiste, dinsize) İmam-ı A’zam şöyle demiştir: “Sana birisi, ben kasırgalı bir havada, dalgaları çok şiddetli olan bir deniz üzerinde, içinde kaptanı ve mürettebatı olmayan, fakat kendiliğinden deniz üzerinde doğru istikamete giden bir gemi gördüm dese, acaba bu kimsenin söylediği şeye, doğru, diyebilir misin?” Dehri; “Hayır, bunu akıl ve mantık kabul etmez, bu asla mümkün değil! Onu bir sevk eden olması lazımdır.” deyince, İmam-ı A’zam; “O halde bu muazzam kainatın ve onda cereyan eden mükemmel hadiselerin yaratanı olan Allahü teâlâyı nasıl inkâr edersin?” dedi. Dehri, bir şey söyleyemedi ve düşüp bayıldı.

Annemin emrine muhalefet etmem

İmam-ı A’zam hazretleri, oğlu Hammad’la beraber teravih için Ömer bin Zerr’in mescidine giderlerdi. Bu gittikleri mesafe 3 mil (yaklaşık 6 km) idi. Bir defasında İmam-ı A’zamın annesi, bir meseleyi öğrenmek istedi ve oğluna dedi ki, “Git bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sor!” İmam-ı A’zam hazretleri gidip bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sordu. Ömer; “Sen bu meseleyi benden daha iyi bilirsin.” deyince, İmam-ı A’zam; “Ben annemin emrine muhalefet etmem.” dedi. Ömer bin Zerr; “Bu meselenin cevabı nedir?” diye sordu. İmam-ı A’zam meselenin cevabını söyleyince, Ömer bin Zerr de; “Öyle ise git, annene böyle söylediğimi bildir.” dedi.

O, burada tereyağı, fıstık, badem ezmesi yemesini öğreniyor

Ali bin Ca’de, Ebu Yusuf’un şöyle dediğini nakleder:
Babam öldüğü zaman ben küçüktüm. Annem sanat öğrenmem için beni bir terzinin yanına verdi. Ben terziyi bırakıp İmam-ı A’zam’ın ilim meclisine devam ettim. Uzun bir zaman geçmişti. Annem hocama gelip; “Bu çocuğun senden başka üstadı yok mudur? Ona kendim bakıyorum, o bir yetimdir.” dedi. Hocam buyurdu ki: “Sen onu kendi haline bırak! O, burada tereyağı, fıstık, badem ezmesi yemesini öğreniyor.” Bunun üzerine annem dönüp gitti. Ben ise daima hocamın yanında bulunur, hizmetinden ve meclisinden ayrılmazdım. Böylece Allahü teâlâ bana ilimden çok şeyler nasip eyledi. Daha sonra bana kadılık vazifesi verdiler. Bir gün Abbasi halifesi Harun Reşid ile sofrada oturuyordum. Sofraya tereyağı, fıstık ve badem ezmesi getirdiler. Harun Reşid bana; “Bundan ye, her zaman bize böyle yemek vermezler.” dedi. Ben güldüm. “Niçin gülüyorsun?” dedi. Ben de İmam-ı A’zamla ilgili olan o hadiseyi anlattım. Harun Reşid bunun üzerine; “Gerçekten ilim insanı yükseltir. İnsanların baş gözüyle göremediklerini o kalp gözüyle görürdü.” dedi ve hocama rahmetle dua etti.

Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu

Komşusu bir genç vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün zaptiyeler onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmam-ı A’zam, “Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu.” deyince, bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmam-ı A’zam valiye gitti. Vali, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. “Buraya teşrifinizin sebebi nedir?” dedi. O da hadiseyi anlatınca, vali: “Böyle ehemmiyetsiz bir iş için zat-ı aliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kafiydi.” dedi ve o genci serbest bıraktı. İmam-ı A’zam o gence; “Bak biz seni unutmuyoruz.” diyerek ona bir kese de akçe (para) verdi, “Bununla ihtiyaçlarını karşılarsın” buyurdu. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, İmam-ı A’zamın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde âlim olarak yetişti.

Fetva vermeye kalkan bu kadarını nasıl bilmez!
Daha ilmini tamamlamamış talebelerinden birisi, kendinde bir salahiyet görüp bir meclis kurdu. Fıkıh öğretmeğe baş­ladı. Bu haber Hazreti İmama gidince huzurundakilerden birisine bunun meclisi­ne gidip ona şöyle söylemesini emretti:
“(Bir kimse elbisesini temizleyiciye verse, birkaç gün sonra gelip elbisesini istese temiz­leyici inkâr etse, daha sonra tekrar gelip elbi­sesini istese temizleyici de elbisesini temiz ola­rak ona verse ücret alabilir mi?” Eğer alır der­se hata ettin dersin. Ücret almaz derse yine hata ettin dersin.)
Bu zat meseleyi gidip o talebeye anlatıp soruyu sordu:
- Temizleyicinin ücret almağa hakkı var mı?
- Evet ücret alır.
- Hata ettin, öyle değildir.
- Hayır ücret alamaz.
- Yine hata ettin, öyle değildir.
Bunun üzerine, fetva vermeye kalkışan o talebe, Hazret-i İmamın huzuruna gitti. Hazret-i İmam onun gel­diğini görünce şöyle konuşmaya başladı :
- Seni buraya elbiseyi temizleme meselesi mi gönderdi?
- Evet...
- Sübhanallah, insanlara fetva vermeye kal­kan ve Allahü teâlânın dininde söz söylemek için kendisine meclis kuran kimse ücret bah­sinden bu kadarını nasıl bilmez?
- Bunun cevabı nasıldır?
- Eğer temizleyici elbiseyi gaspettikten sonra temizlediyse ücret verilmez. Çünkü ken­disi için temizlemiş demektir. Yok gaspetmeden önce temizlemişse ücret vermesi lazımdır. Çünkü onu sahibi için temizlemiştir.

Üç gümüş karışsa, ikisi kaybolsa
Abdulah İbni Mübarek Hazret-i İmama sordu :
- Bir kimsenin iki gümüşü, başka biri­nin bir gümüşü ile karışsa, sonra ikisini kaybetse, hangileri olduğunu da bilmese ne yap­ması lazımdır?
- Kalan bir gümüş üçe taksim edilir. Üç­te biri bir gümüşü olanın, üçte ikisi de iki gü­müşü olanındır.

Bize göre mi, size göre mi?
Bir rafizi Hazret-i İmama gelip şöyle bir soru sordu:
- İnsanların en kuvvetlisi kimdir?
- Bize göre Hazret-i Ali'dir, size göre ise Hazret-i Ebu Bekirdir.(Radıyallahü anhüma)
- Nasıl olur?
- Çünkü Hazret-i Ali hilafetin Ebu Bekr-i Sıddik'in hakkı olduğunu bildi, kabul edip ona teslim eyledi. Size göre ise Ebu Bekr-i Sıddik Hazret-i Ali'den hilafeti zorla aldı. Fa­kat Hazret-i Ali bir şey yapamadı.
Rafizi bu söz karşısında şaşırıp kaldı.

Eğer kıyas ederek söyleseydim
Hazret-i İmam, Hazret-i Ali'nin torunu Muhammed bin Hasen ile buluştu, aralarında şöy­le konuşma geçti:
- Ceddimin Hadis-i şeriflerine kıyas ile muhalefet eden zat sen misin?
- Bundan Allahü teâlâya sığınırım. Ced­diniz gibi size de hürmetimiz vardır.
Hazret-i İmam dizleri üzerine oturup sor­du :
- Erkek mi zayıftır, kadın mı?
- Kadın, daha zayıf yaradılışlıdır.
- Kadının hissesi ne kadardır?
- Erkeğin yarısı kadardır.
- Eğer kıyas ile söyleseydim bu hükmün tersini söylerdim. Namaz mı efdaldir oruç mu?
- Namaz efdaldir.
- Eğer kıyas ederek söyleseydim, hayzlı kadına ramazan orucunu değil namazını kaza etmesini emrederdim. Bevil mi (idrar) pistir, meni mi?
- Bevil daha necistir.
- Eğer kıyas ederek söyleseydim, meni çıktığı zaman değil, bevil çıktığı zaman gusül abdesti almayı emrederdim. Hadis-i şerifte olandan gayrisini söylemekten Allahü teâlâya sığınırım. Ben Peygamber aleyhisselamın söz­lerine kıymet veriyorum, onları açıklıyorum, başka bir şey yapmıyorum.
Bu konuşma üzerine Muhammed bin Ha­sen İmam-ı A'zamın kendisine yanlış tanıtıl­dığını anlayarak kalkıp Ebu Hanife'nin alnın­dan öptü.

İmam-ı A'zamın ilminin yüksekliği
Mütesettir bir kadın, bir meselesini hal­letmek için Hazret-i İmama geldi. İmam-ı Azam evinden çıkmış, atına binip ayaklarını üzengiye koyarken kadın sualini sordu. Hazret-i İmam bir an düşündükten sonra şöyle ce­vap verdi:
- Senin bu sualinin cevabı, Kur'an-ı Ke­rimde açıkça yoktur. Kur'an-ı Kerimi baştan sona kadar düşündüm, cevabını bulamadım. İstersen biraz bekle, hemen gelir, sana doğru cevabı veririm.
Bu menkıbe, İmam-ı A'zamın ilminin ne derece yüksek olduğunu göstermektedir. Bir anda Kur'an-ı Kerimin bütün ahkamının kal­binde hasıl olması şaşılacak bir meseledir.

Numan’ın kölesi
Büyüklerden birisi anlatır: Vasıt şehrinde faziletli bir zat vardı. İsmi Numan'ın kölesi idi. Bu zatı bulup isminin niçin böyle olduğu­nu sordum:
- Sen o yüksek imamın nasıl kölesi, azadlısı oldun?
- Annem öldüğü zaman, ben karnında idim. Yıkayıcılar, annemi yıkarlarken karnındaki çocuğun canlı olduğunu anlamışlar, durumu Hazreti İmama anlatmışlar, o da he­men karnını sol taraftan yarın, çocuğu çıka­rın demiş. Doktor, aynı yerden karnını yarıp beni çıkarmış. Bunun için onun azadlısıyım, ona daima dua ederim.

El yıkama bahanesiyle
Hazret-i İmama haset eden fakat görü­nüşte onu sevenlerden birisi,  birgün nehrin kenarındaki bahçesinde Hazret-i İmama ve ta­lebelerine ziyafet hazırladı. Hazret-i İmam talebeleriyle birlikte gitti. O şahıs (buyurun, yemek yiyin) demişse de, Hazret-i İmam tale­belerine (Benim yaptığım gibi yapın) buyur­du. Yemekten önce el yıkama sünnetini ifa için nehre gidip ellerini yıkadı. Bütün talebe­si de böyle yaptı. Bu esnada bir kedi gelip Haz­ret-i İmamın tabağından yedi, hemen öldü. Hazret-i İmamın eshabı yemeğe zehir karıştı­rıldığını anladılar. Hiç birisi yemek yemeden dağıldılar.
Hazret-i İmam yemekte zehir olduğunu an­lamış, fakat açıkça söylemeyip el yıkama ba­hanesiyle oyalanma yolunu tutup kerametini setretmek (örtmek) istemişti. Böylece hem sünneti yerine getirdi, hem ölümden kurtul­du.

İnsan büyük günah işlemekle kâfir olmaz
İmam-ı Ebu Yusuf anlatır:
Ebu Hanifenin zamanında Harici mezhebinde olanlar çoktu. Harici mezhebinde olanlar, (bugünkü vehhabiler gibi) şöyle düşünürlerdi: (İnsan büyük günah işlemekle kâfir olur.) İslamiyette büyük tefrikaya sebep olan bu sözü Ebu Hanife hazretleri kabul etmez, bir kimsenin günah işlemekle dinden çıkmayacağını, sadece haram işlemiş olacağını, bunun ise azabı gerek­tireceğini, Ehl-i sünet vel cemaat mezhebinin böyle olduğunu bildirerek Haricilerin sözlerine karşı uyanık olunmasını emrederdi.
Hariciler, Hazret-i İmamın, Harici mezhe­binin bozuk olduğunu anlattığını duyunca    galeyana geldiler. İçlerinden kırk tane eşkıya şöyle bir karar aldılar: (Ebu Hanife'ye gider, onunla konuşuruz, mezhebinden ve sözlerinden dönerse ne ala, dönmezse başını gövdesinden ayırırız.)
Biz Hazret-i İmamın kalbleri ihya eden sözlerini dinliyorduk. Kılıçları omuzlarında asılı bir sürü sapık izin almadan içeri girdi. Hazret-i İmamı öldürmek istiyorlardı. Dediler ki:
- Sana iki suâlimiz var, bize cevap ver. Bizim istediğimize uygun cevap verirsen kur­tulursun. Mezhebimize aykırı cevap verirsen kaçamazsın, seni burada öldürürüz.
Hazret-i imanı onların bu haline aldırmayıp buyurdu :
- İnsaf ile mi, yoksa isyan ve inat ile mi konuşacağız?
- Her işte insaflı olmak, doğru söze kar­şı kalblerin saf olması gerektir, dediler.
- O halde kılıçlarınızı kınlarına soku­nuz, böyle yalın kılıç durmanız insafla bağdaşmaz.
Gelenler yine inat ve isyanla konuştu­lar:
- Kılıçlar kınlarına girmez, kana boyanmak niyetiyle gelmiştir.
- Hasbünallah, soracaklarınızı sorun. Konuşalım.
- Bir kimse şarap içip sarhoş olarak öl­se, bir kadın da zina edip doğurduğu çocuğu öldürse, kendisi de nifas hali bitmeden ölse, bu iki facirin hallerinin ne olduğunu, namazlarının kılınıp kılınmayacağını bize anlat.
- Önce siz insafla şu sorularıma cevap verin. Onlar Yahudi, mecusi veya hıristiyan mıdır?
-- Hiç birisi değildir.
- Ya hangi dindendir?
- La ilahe illallah Muhammedün resulullah derler, Peygamber aleyhisselamın Allahü teâlâdan getirdiklerini kabul ederlerdi, fakat bu büyük günaha duçar oldular.
- Onların hallerini ve hasletlerini saydı­nız. Bu üç şey iman mıdır, küfür müdür, in­safla konuşup doğrusunu da siz söyleyin.
- Bu üç haslet imandır.
- Evet dediğiniz gibidir. Şimdi söyleyin bakalım, bu hasletler imanın nesidir, yarısı mı, üçte biri mi veya hepsi midir?
- Bu üç şey imanın tamamıdır. İman ancak bunlara denir.
- Mademki imanlı olduklarına kendiniz şehadet ediyorsunuz, o halde onlardan ne is­tiyorsunuz?
Hariciler kendi sözleriyle böylece mağlup oldular, hepsi de kılıçlarını kınlarına koyup bozuk mezheplerini bırakıp ibadet etmeğe başladılar. Hazret-i İmama dediler ki:
- Kalbimizdeki zulmeti giderdin, bizi şad eyledin, irşad eyledin. Batıl yolumuzu bırak­tık, içimizdeki rezalet kirlerini temizledik, kurtuluş yolu olan Ehli sünnet vel cemaat mez­hebini kabul ettik.

Âlimlerin gıybeti ancak tövbe ile affedilir
Kendisiyle münazara edenlerden bazıları ona kötü sözlerde bulunurlardı. Bunlardan birisi ona dedi ki :
- Bid'at ehli ve zındık...
Hazret-i imam ona cevap verdi :
- Allahü teâlâ seni magfiret eylesin! Allhü teâlâ sözümde ihtilaf olmadığını ve O'nu tanıdığımdan beri O'na ortak koşmadığımı herkesten iyi bilir. Yalnız O'nun afvını ümit eder, yalnız O'nun azabından korkarım.
Azab kelimesini söyleyince kendini tutamadı, ağladı, gözyaşları birbiri ardınca akmağa başladı. O kimse dedi ki :
- Bana hakkını helal et! Buyurdu ki :
- Cahillerin söylediği söz helal edilir, amma ilim sahiplerinin söylediği söz, çok ağırdır, helal edilmesi zordur. Çünkü âlimlerin gıybeti, kendilerinden sonra tesir bırakır, çok fena ve devamlıdır, ancak tövbe ile affedilir.”


Fatihasız namaz olmaz!
İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin, (Cemaatle namaz kılarken, imama uyanlar, Fatiha ve zamm-ı sure okumaz) dediğini duyanlardan on kişi, Hazret-i imamın huzuruna gelip derler ki:
              - İmamın okumasını kafi görüp, cemaate Kur’an okutmadığını işittik. Halbuki, Fatihasız namaz olmaz. Elimizde bunu isbat eden kuvvetli deliller vardır. Hakkın ortaya çıkması için tartışmaya geldik.
              Hazret-i imam der ki:
              -Ben bir kişi, siz on kişisiniz, hepinizle aynı anda nasıl tartışayım?              - Nasıl tartışmak istiyorsunuz?
              - İçinizden en bilgili, âlim olanı seçin, onunla konuşayım. O, kendi ile birlikte hepinizin adına konuşsun.               - Teklifiniz uygun...
              - O beni yenerse, hepiniz beni yenmiş olacaksınız, ben onu yenersem, hepiniz yenilmiş olacaksınız. Kabul mü?              - Peki kabul ettik.
              - Tartışmayı ben kazandım.              - Nasıl olur, daha başlamadık bile...
              - Siz, seçtiğiniz âlimin hepinizin adına konuşmasını kabul etmediniz mi?              - Evet...
              - Ben de, sizin kabul ettiğinizi kabul ediyor, aynı şeyi söylüyorum. Herkesin tabi olduğu imam, kendi adına ve ona uyup, imam kabul edenler adına Kur’an-ı kerim okur, cemaat okumaz. Anlaşamadığımız bir nokta kaldı mı?              - Evet anlaştık.

Oğlumun öğrendiğini az görme!
Oğlu Hammad, Fatiha suresini sonuna kadar öğrenince, Ebu Hanife hocasına beş yüz akça hediye etti. (Başka bir rivayette bin gümüş hediye etti.)
Oğlunun hocası dedi ki:
- Ne yaptım ki bana bu kadar para gönderdi? Hazret-i İmam onun yanına gidip buyurdu ki:
- Sana az hediye ettiğim için özür dilerim. Oğlumun öğrendiğini az görme! Allahü teâlâya yemin ederim ki, yanımda bundan başka param olsaydı, Kur'an-ı kerime tazim için hepsini sana verirdim.

Dua ile anmaktan başka
Hazret-i İmama sordular :
- Alkame mi efdaldir, yoksa Esved mi?
- Onları dua ve istiğfar ile anmaktan başka hiç bir şeye kudretim yok ki, hangisinin büyük olduğunu nasıl söyleyeyim?

Hocasına saygısı
İmam-ı A’zam hazretleri buyurdu ki:
(Aramızda yedi sokak olmasına rağmen Üstadım Hammad'ın evine doğru ayaklarımı bir kere uzatmış değilim.)
Yine buyurdu ki:
(Üstadım Hammad vefat ettiğinden beri, her namazımda onun için, annem babam için, kendilerinden ilim öğrendiklerim için, kendilerine ilim öğrettiklerim için istiğfar ettim. Hiç bir namazda unutmuş değilim.)

Kıymetli söz ve nasihatlarından bazıları :

“Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine: «Benim dinimde sen nasıl fetva verdin, nasıl söz söyledin?» sualini sormayacağını zannediyorsa, kendisine ve dinine gevşeklik etmiş olur.”
“Şaşarım şu kimselere ki, zanla konuşurlar ve onunla amel ederler!”
“Dinin alışveriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibadetlerin sevabını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azaba yakalanır ve çok pişman olur.”
“Bir kimse fıkıh bilmez, fıkhın kıymetini ve fıkıh âlimlerinin değerini bilmezse, böyle âlimlerle oturmak kendisine ağır gelir.”
“Günah işlemeyi zillet; günahı terk etmeyi mürüvvet gördüm ve bildim.”
“Bir kimsenin ilmi, kendisini Allahü teâlânın yasaklarından men etmiyorsa, o kimse büyük tehlikededir.”
 “Allah bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve asla kırıcı olmamamızı, kalplerinde ne sakladıklarını bilemeyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.”
“Allahü teâlâ, kendisine şükür ismini vermiştir. Çünkü Allahü teâlâ, iyiliği mükafatlandırır. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”
“Kulların birbirlerine karşı işledikleri suçlar, kendileri için bir zulümden ibarettir.”
“İnsan, her şeye şifa veren tek varlığın Allahü teâlâ olduğuna inanır; bununla beraber derdine deva olması için ilaç kullanır. Çünkü ilaç bir sebeptir. Şifasını verecek olan ise Allahü teâlâdır.”
“Mümin, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya feci bir kaza veya belaya uğrarsa, gizli veya aşikar; “Ya Rabbi, bana bu belayı neden verdin?” diye şikayetçi olmaz. Bilakis hastalığa, belaya ve kazaya rağmen Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.”
“Mümin, Allahü teâlânın kendisini devamlı murakabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol ettiğine inanır. Krallar ve sözde büyük adamlar ise, ne gizli ve ne de aşikar bir yerde herhangi bir şahsı murakabe edemezler.”

“Eshab-ı kiramdan bize gelen, bildirilen her şeyin başımızın üstünde yeri vardır.”

 Talebesi Yusuf bin Halid es-Semti bir vazifeye tayin edilip Basra’ya giderken Ebu Hanife hazretleri ona şu vasiyetlerde bulunmuştur:
“Basra’ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyaret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, ilim sahiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fasıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiçbir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peyda etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme!..”
“Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescidde senin etrafını sarıp aranızda bazı meseleler görüşülürse, yahut onlar bu meselelerde senin bildiğinin hilafını iddia ederlerse onlara hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de! Onlar, verdiğin cevabı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler.”
“Seni ziyarete gelenlere ilimden bir şey öğret ki, bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umumi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, bazan onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zira dostluk, ilme devamı sağlar. Bazan da onlara yemek ikram et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak muamele et, müsamaha göster, hiçbir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri imişsin gibi davran.”


Vefatı


Ömrünün son yıllarında Abbasi devleti içinde karışıklıklar ve ayaklanmalar baş gösterdi. İmam-ı A’zam bu karışıklıklara rağmen ders veriyor, talebelerini yetiştiriyordu. H. 145 yıllarında vuku bulan hadiselerden sonra Halife Mansur, onu Kufe’den Bağdad’a getirterek, kendisinin haklı olarak halife olduğunu herkese bildirmesini, buna karşılık temyiz reisliğini verdiğini bildirdi. İmam-ı A’zam bütün zorlamalara rağmen hükümet ve siyaset işlerine asla karışmayıp ilim yolunda kalmak istediğinden bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Halife Mansur, İmam-ı A’zamı hapsettirip işkence yaptırdı. Bir müddet sonra çıkardı ise de, tekrar hapse attırdı ve işkenceye devam ettirdi. Hergün vurulacak sopa adedini arttırdı. Fakat halkın galeyana gelip hücum etmesinden korktu. Nihayet İmam-ı A’zam zehirlenmek suretiyle, 767 (H. 150) senesinde, yetmiş yaşındayken şehid edildi.

Vefat ettiği yerde Kur’an-ı kerimi yedi bin kere hatim etmişti. Vefat ederken secde etti. Vefat haberi duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve gözyaşıyla karşılandı. Cenazesini Bağdat kadısı Hasan bin Ammare yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: “Allahü teâlâ sana rahmet eylesin! Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakihimiz sendin! İçimizde en çok ibadet edenimiz sendin! En iyi sıfatları kendinde toplayan sen idin!”

Cenazesinin kaldırılacağı sırada Bağdat halkı oraya toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenaze namazını kılanlar elli bin kişiden fazlaydı. Gelenler çok kalabalık olduğundan ikindiye kadar altı defa cenaze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammad kıldırmıştı. Bağdat’ta, Hayzeran Kabristanının doğusunda defnedildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona dua ettiler. Vefatından dolayı çok üzüldüler. Büyük âlimlerden Şu’be’ye vefat haberi ulaşınca; “İlim ışığı söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar.” dedi. Vefatından sonra çok kimseler onu rüyasında görerek ve kabrini ziyaret ederek, onun şanının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmam-ı Şafii buyurdu ki: “Ebu Hanife ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyaret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyacım olunca iki rekat namaz kılıp, Ebu Hanife’nin kabrine gelerek onun yanında Allahü teâlâya dua ediyorum ve duam hemen kabul olup isteklerime kavuşurum.”

“Yüz elli senesinde dünyanın ziyneti gider.” hadis-i şerifinin de, İmam-ı A’zam için olduğunu İslam âlimleri bildirmiştir. Çünkü o tarihte İmam-ı A’zam gibi bir büyük vefat etmemişti. Mezhebi, İslam aleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebu Sa’d-i Harezmi İmam-ı A’zamın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı padişahları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi.

Eserleri:

İmam-ı A’zamın eserleri pekçok olup zamanımıza kadar ulaşmış olanları başlıca on tanedir. Aslında akaid ve fıkıh ilimlerinde rivayet edilen bütün meseleler onun eseridir. Bunlardan fıkıh bilgileri, Ebu Yusuf’un rivayeti ile ve bilhassa İmam-ı Muhammed Şeybani’nin toplayıp yazdığı Zahir-ür-Rivaye denilen kitaplarla nakledilmiştir.
1. Risale-i Redd-i Havaric ve Redd-i Kaderiyye: İmam-ı A’zamın usul-i dinde ilk yazdığı eserdir.
2. El-Fıkh-ul-Ekber: Akaide dairdir. Bu eserin birçok şerhi yapılmış olup, başlıcaları şunlardır: El-Kavlül-Fasl; Muhyiddin bin Behaeddin tarafından yapılan şerhidir. Bu kitap İhlas A.Ş. tarafından ofset yoluyla basılmıştır. Pezdevi, Ebü’l Münteha ve İmam-ı Matüridi tarafından yapılan şerhleri de meşhurdur.
3. El-Fıkh-ül-Ebsat: İmam-ı A’zam bu eserinde istita’at (insan gücü) hayır ve şer, kaza ve kader meselelerini açıklamaktadır.
4. Er-Risale li Osman Büsti: Eserde iman, küfür, irca ve va’id meseleleri açıklanmıştır.
5. Kitab-ül-Âlim vel-Müteallim: Bu eserde muhtelif meseleler hakkında Ehl-i sünnet itikadını bildirmek için tertiplenmiş soru ve cevaplar vardır.
6. Vasiyyet-i Nukirru: Eserde Ehl-i sünnet vel-cemaatin hususiyetleri anlatılmakta, akaid ve farzların hudutları açıklanmaktadır. Bu vasiyetten başka oğlu Hammad’a ve talebesi Ebu Yusuf’a yaptığı vasiyet olmak üzere on beş kadar vasiyetnamesi vardır.
7. Kaside-i Numaniyye.
8. El-Asl.
9. El-Müsned-lil-İmam-ı A’zam Ebi Hanife.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...